Newroz Com Editörüne
Sitenizde yayınladığınız “Kürt Hareketi’nde Türkleşmeye Doğru Güdülme ve Ajan Faaliyeti” başlıklı yazım, 2005’te Kurdinfo’da yayınlanan eski bir yazıdır. Bu yazıya ve devamına“http://www.kurdinfo.com/arsiv/nivis/sait06.htm” adresinden ulaşılabilinir.
Bu nedenle yazımın buna ilişkin bir açıklama ile yayınlanması, okuyucunun konuyu değerlendirmesi açısından daha uygun olurdu.
Bu kısa açıklamamın nedeni budur.
Kürt ulusal hareketi olarak günümüzde yaşamakta olduğumuz kimi özgün politik koşullarla bu koşullara ilişkin söylemi bir tarafa bırakırsak, bu yazımdaki somut bilgilere ve bunlara dayalı politik yorumlara hâlen de tümüyle katılmaktayım.
Türk egemenlik sistemi yüzyıla yakındır Kürt ve Kürdistan davasına ilişkin inkâr ve imha siyasetini izlemiş; bunu başaramayınca sorunu çözmek yerine, Kürt ulusal hareketini, harekete soktuğu ajanlarıyla güdümleyip yönetmeye çalışmıştır, çalışmaktadır.
Daha geçenlerde, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, daha öncekiler gibi “Oslo görüşmeleri”nin de “istihbarata dayalı bir ajanlık faaliyeti” olduğunu açıklıkla beyan etti. Kürt ulusal hareketinin güdülmesinde büyük bir sorumluluğu bulunan Mehmet Eymür’ün geçenlerde bir Televizyon programında “PKK-Vejin’in Hanefi Avcı tarafından kurulduğunu” iddia etmesi, anılan güdümleme ve ajanlık faaliyeti ile girişiminin somut bir ikrârı olmakla beraber, gerçeği tam anlamıyla yansıtmayan dezinformatif bir açıklamadır. Zira PKK-Vejin, PKK’nin kendi politik ve örgütsel sürecinin yarttığı ciddi bir muhalefet hareketidir. Ancak yazımda da bahsedildiği gibi, PKK ve Devlet’in paralel terör ve ajanlık faaliyetleri kıskacında etkisizleştirilerek yok edilmiştir.
PKK-Vejin, kendisine karşı kullanılan terör ve ajanlık faaliyetleriyle yok edildi.
Ancak Kürt ulusal hareketi, yüzyıllara dayalı ulusal bilinci, görece alabildiğine geniş, derin ve canlı dinamizmiyle ne terör ne de ajanlık faaliyetleriyle yok edilemiyecek bir harekettir. Devletin kendi ikrârıyla da PKK ve çevre örgütlerinde varolduğu belirtilen “yüzlerce” ajana rağmen, bunu hep beraber göreceğiz.
Başarı dileklerimle selamlar.
Sait Aydoğmuş
Son yazımda, varolan örgütsel, kadrosal potansiyelimizi, başlamakta olan yeni dönemde nasıl değerlendirmemiz gerektiği ile ilgili bir yazı yazmayı düşündüğümü söylemiştim; bu amaçla bilgisayarın başına geçince, beynim adeta ”kilitlendi”. Zira, ulusumuzun, çok büyük bir bedel ödediği son 30 yıllık mücadelesi, ”sürü” misali bir ”güdülme” ile adeta bir siyasal felaketle sonuçlanmış bulunmaktadır. ”Nasıl, neler ve kimler tarafından güdüldük ve yeniden organize olurken güdülmeye, yani düşmanlarımızın planları doğrultusunda yönetilip yönlendirilmeye nasıl engel olabiliriz?” soruları, ”güdülme”nin birçok unsurları içinde en önemlilerinden biri olan ve bu yazının konusuna da giren ”ajanlar” meselesini dayatıp durdu ve beni de ”durdurdu”. Bu ”netameli” konuyu nasıl işleyeceğim, ”arı deliğine” parmağımı nasıl sokacağım diye düşünüp duruyorum kaç haftadır. Derken Nasname’de Memet Metiner’in ”ajan ve dönek” olduğu ile ilgili iddialara verdiği cevabı okuyunca, deyim uygunsa tahrik olup ”açıldım”.
Kürt hareketi olarak güdülmekten çok büyük zararlar gördük, görmekteyiz. Özellikle bizi sömürgeleştiren devletlerce güdülmek, en kötüsü ve malesef, Kuzey’de, başlamakta olan yeni dönemde de, anılan güdülme çabalarını, her alanımızda ve kesimimizde görmek mümkün. Açıktır ki, güdülmenin, ideolojik, politik, ekonomik, kültürel, psikolojik vb. birçok araçları var. Benim burada bahsetmek istediğim ”güdülme” faaliyeti, kendi içimizden edinilen veya içimize sokulan, yani bizden görülen ajanlarla Kürt hareketinin, devlet projeleri doğrultusunda, bazen provake edilip, bazen de değişik yol ve yöntemlerle ehlileştirilip güdülmesidir.
Ajanlardan bahisle, sizleri, ajan psikozuna soktuğumu iddia edecek değilsiniz herhalde.. Biz ki, ”ulusal önder”i, ”yararlanmak amacıyla” eşini ajanlar arasından seçecek, başımıza habire ajan atayacak kadar, bu faaliyeti ”sindirmiş”; onlarla ”haşır-neşirolmuş” bir milletin evlatlarıyız ve bu konudaki ”üretim” ve ”hoşgörü”müzle dünya çapında başı çekiyoruz.
”Başında ajandı veya süre içinde ajanlaştı” tartışmasını -önemine rağmen- bir tarafa bırakırsak, Apo örneğiyle, bu konuda, Kürt halkı olarak, dünyanın sayılı örneklerinden birisini ürettiğimiz ve yaşadığımız açık… Dünyada, hareketini bu kadar kitleseleştiren, kendisine bağlayan, kitlesi üzerinde otorite olan, kitlesine, biribirlerinin tam tersi bile olsa, istediği ideolojik politik ve örgütsel görüş, tutum ve davranışları hızla kabul ettirebilen başka bir örneğe raslamak zor olsa gerektir.
Açıkıktır ki, bunun, halk olarak bizim özelliklerimizden çok, karşı karşıya bulunduğumuz asimetrik güç ve bu gücün barbarlığı ile doğrudan ilişkisi var ve bu ayrı bir yazı konusu.
****
1960 ve 70’li yılların başında, bizleri yönetip yönlendirmekten çok, daha ziyade, haber götüren, rapor veren, takip yapan türden bir ajan türü ile karşı karşıya idik. Gizlileri, açıkları, resmi ve gayrı-resmi olanları ile, onlar, hayatımızın ”doğal” bir parçasıydılar ve olmaya devam edecekler. Ancak o zamanlar, görece daha çoktular, hata bazen ”çoğunluk” bile olurlardı. O zamanlar, biz, rahmetli Edip Karahan’ın deyimiyle ”Sulu Kule Ekibi kadardık” ve heremize birkaç ajan veya polis düşüyordu. Sabahları evimizden çıktığımızda, bizi bekliyor oluyorlardı. Genellikle, ”ajanlarımızla” biribirimizi tanıyorduk, hatta bazen ”nezaketen” selamlaştığımız da oluyordu.
Rahmetli Edip Karahan, bu takibin ”maliyetini” daha da artırıp TC’yi daha bir ”zarara sokmak” için, bisiklet kulanıyor ve böylece, takipçilerini, jeep kullanmaya mecbur ediyordu. Sabahları, Diyarbakır Urfa Kapı -Melik Ahmet Caddesi- Dörtyol- Çamlıca Kahvesi güzergahını, bisikletle Jeep’i yarıştırarark, ”takipçileri” ile birlikte dolanırlardı. ”Insiyatif bende” diyordu Edip Abi ve espirisine devam ediyordu : ”Turları artırarak TC’nin zararını artırıyor, ayrıca, devrimin objektif koşullarına subjektif olarak hazırlanmak için, kondüsyonumu da arttırmış oluyorum.” Çamlıca Kahvesi’nde, O’nu ve ”takipçilerini” sabırsızlıkla beklerdik. ”Insiyatif” O’nda olduğu için takipçileri hep ondan sonra gelirlerdi. Edip Abi’ninkiler, ”bizimkiler” ile aynı masaya otururlardı ve Edip Abi, onlara, bazen ”merheba”, bazen de ”bugünkü kondüsyonum nasıldı?” diye takılırdı.Keşke, bu ”faaliyet” ağırlıkla böyle kalsaydı. Şimdilerde takip edilmeyecek kadar çoğuz, kimin kiminle görüştüğü, gezdiği ile ilgili raporlar, artık fazlaca bir işe yaramıyor. Eskiden derneklerde toplantılarda veya mitinglerde kuşkulandıklarımızı kendimize özgü yöntemlerle teyp ve tabancalarının olup olmadığını yoklardık.
Şimdilerde, ajanların konuları da, türü de, araç ve gereçleri de değişti; ajanlar daha bir ”kaliteli” oldu. Birileri, bir ”görüşme”de, tek bir sözle, milyonlarca insanı ”hallaç pamuğu” gibi, devlet kaynaklı ”proje”lerin şurasına veya burasına yönlendirip gönderebiliyor…
”Nerde o eski ajanlar” diyesi geliyor insanın.
****
Günümüzde, içimizdeki ajanlarla, TC’nin planları doğrultusunda yönetilip yönlendirilmek/güdülmek en kolay, ucuz ve etkili yol.
Tipik bazı örnekler dışında, yazımda, ajan isimlerinden çok, onların ilgilendikleri konuları ve ortak özellikleri üzerinde duracağım. Zira
isimler, şahıslar gelip geçicidir, özellikler ise kalıcı. Isim vermememin önemli ikinci nedeni ise, işkenceden ölümle tehtidlere ve her türlü şantaja kadar varan yöntemlerle birlikte, önerilen maddi çıkar saikleriyle ”kaydırılıp düşürülen” ajanların, zindan süreçlerinde, daha da net izlendiği gibi, ulusuna hizmet etmek için tekrar ”doğrulup kalkmak” eğilim ve örnekleriyle sabit olmasıdır. Bu yazımın 2. bölümünde, ”düşürülüp” ajanlaştırıldığı halde, oldukça enteresant bir yöntemle milletine hizmete devam eden ve sonradan gerekli bedeli ödeyen somut bir örnekten de bahsedeceğim. Kısacası, yazımda, hadlerini bilmek suretiyle (bundan neyi kastettiğimi daha sonra açıklayacağım) ”düşürülen” insanların TC’ye hizmet etmemelerini, kendi milletine hizmet için ”doğrulup kalkmalarını” teşvik etmeye çalışacağım.
****
Bilindiği gibi ajanların bir kısmı, tabandan içimize sokulur. Bir kısmı,mücadele içindekilerimizden muhtelif yol ve yöntemlerle ”düşürülüp” ajanlaştırılır. Bir kısmı ise ”paraşüt” ile indirilir veya bir başka deyimle ”kuyudan” çıkarılır. Hangi türden olurlarsa olsunlar, bunların en rahat ve etkili görev yapabilecekleri örgüt modeli, katı merkeziyetçi, anti demokratik, illegal örgüt modelidir.
Bu tür bir örgütte ajan, görünmeyen devlet desteğiyle ”başarı” gösterir ve örneğin para sıkıntısı çekiliyorsa, birilerinin ortadan kaldırılması düşünülüyorsa veya bunlar politika olarak benimsenmişse, bu tür görevlere talip olur ve aldığı gizli destekle görevini ”yağdan kıl çeker gibi başarır”. Siz vazife vermezseniz de, kendisi, ”durumdan vazife çıkarır”: Durum ve ihtiyacınıza göre ”bir bildiği”ni iletir ve görev ister; ve tabiiki senaryonun doğası gerereği ”başarılı” da olur. Sizi, bazı ”özel ilişki ve kaynakları” olduğu yolunda ikna eder, önce bazı doğru bilgileri getirir belli bir güvenirlilik sağladıktan sonra yanlış bilgilerle sizi ve örgütü yönlendirmeye çalışır. Bu ”başarı”larla, hızla tırmanarak ilgili
komitenin ve hatta bazen örgütün veya önemli komitelerinin başına geçer.
Artık, belli provakasyonlarla örgütün yıpratılması, ona zarar verilmesi, istenilen militanların yakalatılması veya yokedilmesini sağlamak, onun/ onlar için oldukça kolaylaşır. Olaylarda, kendileri genellikle ”kaçmayı” başarırlar; ama bazen yaralandıkları veya yakalandıkları da olur. ”Güven” tazelerler böylece. Sonra salıverilirler veya bir biçimde hapisten kaçmaları sağlanır; bazen uzun süre ”yatabilirler” de.
Ajanlar, Ideolojik-politik meselelerde ise, genellikle çok keskin bir söylem ve jargon kullanırlar, ama söylediklerinin bir yerine bir ”virüs” yerleştirir ve bununla sahiplerine ”selam” yollarlar. Mesela, TC’nin ” başından beri ırkçı ve faşist bir ideoloji olan Kemalizmle yoğrulduğu” ile ilgili ”köşeli” bir belirlemeyi, ilgili konuyla ilişkilendirip, açıklamalarını sürdürdükten sonra, ”Kürtlerin, Türklerle et ve kemik misali ayrılmaz olduğu” yolundaki bir cümle ile sözlerine son vermek gibi.
Bunu, kimin veya kimlerin, sık sık yaptığını hatırlıyorsunuzdur her halde?... Tüm örgütlerde, ama özellikle PKK ve Hizbullah’da, yukarıdaki yöntemin uygulandığından eminim. Ben, Apo’yu anlatmak yerine, ajan olduğu resmi açıklamalarla da doğrulanan ve Kürtlerin ”Çatlı’sı” olduğu halde, düşmanlıklarına rağmen, her nedense, ne PKK ne de PKK-Vejin tarafından
üzerinde hiç durulmayan ve özel bir bilgiye göre, halen muhtemelen Güney Kürdistan’da, Türkler adına ajanlık faaliyeti yürüten Abdurrahman Kayıkçı’yı ve Kürt hareketine verdiği zararları anlatacağım.
Kayıkçı, PKK’nin eski kadrolarındandır. Daha bıykları yeni terlemiş bir gençken tetikçileştirilmiş; TKP’li Memet Çakmak’ın öldürülmesi dahil,
birçok cinayette kullanılmıştır. Nihayet, 1979’da, Orhan Aydın adlı başka bir PKK’li arkadaşı ile beraber, Diyarbakır Sağlık Meslek Lisesi öğrencisi olan bir faşisti öldürdüğü iddiasıyla yakalnmış; sorgu esnasında çözülmüş ve muhtemelen daha o aşamada ajanlaştırılmıştır.
Şimdi bu konuda, bir zamanların MIT Kontra-Terör Dairesi başkanı olan Mehmet Eymür’ü, kendisine ait olan ”atin.org” adlı Site’de yayınladığı bir yazısından dinleyelim:
” 27 Kasım 1996 tarihinde Gebze Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi şüphelendiği 34 FBM 44 plakalı otomobili durdurur. Otomobil’de iki kişi vardır. Kimliklerini gösterirler. Birinin adı Abdurrahman Kayıkçı, diğerinin adı Mustafa Bayrak’tır (Daha sonra Mustafa Bayrak kimliğinin sahte olduğu ve bu kimliği taşıyanın asıl adının Faysal Esen olduğu meydana çıkar.) Polis şahısların üstlerini ve arabayı arar. 1 adet Motorola marka telsiz, 1 adet 7.65 çapında Unique marka tabanca, tabancaya ait 9 adet mermi, 1 adet kelepçe bulunur. Şahıslar Müdürüyete götürülürler. Kayıkçı burada Başkomisere, kendilerinin Emniyet Istihbarat Daire Başkanlığı’nda görevli Hanifi Avcı ve Istanbul Emniyet Müdür Muavini Reşat’a bağlı görev yaptıklarını bildirir. Kimlik ve malzemeler Hanefi Avcı tarafından verilmiştir.
”Durum Ankara’ya Istihbarat Daire Başkanlığına bildirilir. Buradan şahısların herhangi bir resmi işlem yapılmadan hemen bırakılması talimatı alınır ve talimat uygulanır.
”Faili meçhul cinayetlerin odak noktasında telsiz, tabanca ve kelepçe ile yakalanan ve bir işlem yapılmadan bırakılan esrarengiz kişiler kimlerdir?
Ülke içinde ne gibi görevler yapmış, yapmaya devam etmektedirler?”Nuri oğlu, Diyarbakır-Bismil 1961 doğumlu Faik Kod Abdurrahma Kayıkçı, PKK örgütünün kurucularındandır. 1979 yılında yakalanmış ve cezaevine girmiştir. Cezaevinde iken Hanefi Avcı ile irtibat kurar.1990 yılında tahliye olur. Abdullah Öcalan ile görüş ayrılığına düştüğünden Ahmet Kod Mehmet Cahit Şener ve Sarı Baran Kod Cihangir Hazır ile birlikte Surye’de PKK-Vejin’i kurarlar. Mehmet Cahit Şener 1991’de Suriye-Kamışlı’da PKK tarafından öldürülür. Sarı Baran Kod Cihangir Hazır ise örgüt mensupları ile birlikte Kuzey Irak’a geçerek Barzani’ye sığınır. Kayıkcı ise Türkiye’ye dönerek Hanefi Avcı ile çalışmayı devam ettirir.
”Diyarbakır-Çınar 1963 doğumlu Faysal Esen ise PKK’nın eski Çukurova Bölge Sorumlusudur. Istanbul’da, adı birçok olaya karışmış ve sahibinin Alman’larla ilişkisi basına yansımış bir fabrikada ’güvenlik görevlisi’ olarak çalışmaktadır. ”Eymür, sadece küçük bir bölümünü verdiğim bu açıklaması ile, Devlet Istihbaratı içindeki ”rakip”lerinden olup ve halen de Emniyet Genel
Müdürlüğü’nde Kaçakçılık Şube Dairesi Başkanlığı yapmakta olan Hanefi Avcı’yı hedef almakta; ”Bazılarımız, Çatlı ve benzeri gibilerini kullandık ama, Hanefi Avcı da aynı yol ve yöntemlerle A. Kayıkçı gibilerini kullandı” demek isteyerek, kendisini savunmaya çalışmakta ve fakat bildiği halde şu veya bu nedenle açıklamakta fayda görmediği bazı önemli hususları, bilinçli olarak ”eksik” bırakmaktadır. Alıntıda adı geçen Reşat ise, bildiğim kadarıyla Hamit Akıl Adlı DDKD’linin diğer 7 devrimci öğrenciyle birlikte şehit düştüşüğü, Istanbul Üniversitesi önündeki bombalama olayı dahil, 12 Eylül öncesi ve sonrası gerçekleştirilen bir çok kanlı, provakatif olayın planlayıcısı ve hatta failidir. ”Reşat”, yakın zamana kadar -hatta belki şimdi de- Bursa Emniyet Müdürüydü.
Kayıkçı, salıverildikten sonra, Bekaa’ya , yani ”Önderlik Alanı”na gitmekte ve Apo’nun, ”Kürt halkı ve PKK sana minettardır” övgüsüyle ”yüksek güveni”ne mazhar olmakta ve bazen olduğunu varsaydığımız PKK Merkezi’ne alınarak, Apo’nun, ”Hézén Parastına Parti” (HPP) adıyla bilinen Istihbaratı’nın başına geçirilmektedir.
Acaba, ”Kürt Halkı ve PKK”yi Kayıkçı’ya ”minettar” kılan ve O’nu, son hızla üstlere doğru tırmandıran ”hikmet” nedir?
Şimdi sıkkı durun ve ”tezgah”ı dikkat ve sukunetle dinleyin: Anılan ”hikmet”, Kayıkçı’nın, meşhur itirafçı Şahin Dönmez’i öldürmeyi ”becermesi”dir. Bu olayın ayrıntılarını bilmiyorum, ancak kaba da olsa, net olarak görülen şey; Devlet’in kullanıp işe yaramaz hale getirdiği ve bu nedenle artık kendisine ”yük” olan bir ajanını, ”işe yarar hale getirmek” istediği bir başka ajanına öldürterek, ”bir taşla birkaç kuş vurma”sıdır.
(Bu yazıyı yayınlamadan önce, Şener’in katlinden sonra PKK-Vejin’i, en üst düzeyde yöneten bir arkadaş’la görüştüm ve yazıyı O’na okuttum. O arkadaş,Kayıkçı ile ilgili olarak yazdıklarımın kısmen doğru olmadığını belirtti. O’na göre Kayıkçı, 1993’te yakalandıktan sonra ajanlaşmıştı.
Kayıkçı, 1990’da tahliye olduğunda, Istanbul’a gitmiş ve PKK ile çalışıp çalışmamakta belli bir tereddüt göstermiştir. PKK’liler, o sıralar, ölüm kararı olan Şahin Dönmez’in nerede olduğunu bilmekte ve O’nu öldürmek için belli girişimlerde bulunmakta, ancak bir türlü başaramamaktadırlar.
Abdurrahman Kayıkçı, Şahin’in yerini bu süreçte PKK’lilerden öğrenir ve Şahin’e duyduğu kin ve nefret nedeniyle, gidip Şahin’i öldürür ve PKK’lileri durumdan haberdar eder. Bu olaydan sonradır ki, Apo, Kayıkçı’yı ’dışarı’ çıkartmaları yolunda talimat verir. Kayıkçı, PKK’lilere, kendi imkanları çıkabileceğini belirtir. Baybaşin ekibinden biri olan Kayıkçı’nın ağabeyi, Kayıkçı’nın pas almasını sağlar ve Ankara’dan Atina’ya uçmasını örgütler. Kayıkçı, Pas kontorülü için, belirlenen saate göre, biraz geciktiğinden, ayarlanan Polise değil, bir başka polise düşer ve yakalanır. Ancak, Baybaşinler, iki gün içinde, ”işini” görerek, aynı pasla Atina’ya uçmasını sağlarlar.
Bu anlatılanları, yazıma aktarmakla beraber, kendi yazımı değiştirmek için yeterli bulmadığımı belirtmeliyim.) Şimdi, anılan cinayet sonrasında uçakla Türkiye’den Atina’ya, Oradan da Şam’a uçan Kayıkçı’nın, daha sonra neler becerdiğini hep birlikte izleyelim:Kayıkçı’nın anılan görevlere getirildiği sırada, PKK içinde, TC’nin de, Apo’nun da ciddiye aldığı Memet Şener önderliğindeki muhalefet sözkonusudur.
Apo, Güney Kürdistan’da toplandığı için, katılmaya cesaret etmediği ve dolayısıyla Şener’in yönetip yönlendirmede avantaj kazandığı ”4.Kongre Kararları”nı gördüğünde, ” Bu kararlarla beni tasfiye etmişler, bunları tanımam sözkonusu olamaz!” diye tepki göstererek, plan yapmaya koyulur ve Memet Şener ile bellibaşlı arkadaşlarını, kendisinin meşhur ”icadı” olan siyasi kavramla ”uygulma”ya almak üzere, Kayıkçı’nın başkanlığında bir heyeti, Güney’e gönderir.
Muhtemelen Kayıkçı, o arada, TC’li üstleri ile görüşür ve Şener’in başında bulunduğu muhalefet hareketini de boşa çıkartmak için bir plan yapar veya kendisine iletilen bir plana göre davranır. Bu plana göre Kayıkçı, Apo’ya ”ihanet” edip Şener’le davranacaktır. Kayıkçı öyle yapar; TC ile ilgili yanını gizli tutmak kaydıyla, durumu ve Apo’dan aldığı görevi ”kuzu kuzu” Şener’e anlatır ve Apo’ya karşı birlikte muhalefet etmek üzere Şener’in muhalefetine ”intikal” ettiğini belirtir ve böylece muhalefet hareketinin Merkezi’nde yeralmayı başarır.Şener’in, kaleşçe katledilmesi komplosunun ayrıntılarını bilmesek de, başta Apo olmak üzere Türkiye, Suriye ve Kayıkçı’nın işine geldiğine göre, katliamın, bunların doğrudan veya dolaylı işbirliği yapmalarıyla gerçekleştirildiği açık. Bildiğimiz şey, Şener’in kaldığı evin, PKK’lilerce tespit edildiği ve bir sabah vakti, Lüx bir mercedes taksi ile silahlı beş kişinin bu evi bastığı, bir darbeyle evin kapısını kırarak içeri girdikleri ve içeridekileri taradıklarıdır. Bu sırada Şenerle birlikte evde, Dilan ve Şilan takma adlı iki bayan bulunmaktadır. Saldırganlar, ilk hamlede salondaki Dilan’ı öldürüp Şener’in odasına geçerek O’nu tararlar, Bu sırada mutfakta bulunan Şilan saldırganlarla silahlı çatışmaya girer ve yaralanır. Saldırganlar kaçarlar. Şener ve Şilan yaralı olarak hastahaneye kaldırılırlar. Yaralıların hayati tehlikesi olmadığı söylenir ve fakat dostlarının veya taraftarlarının onlarla görüşmelerine müsadeedilmez. Birgün sonra Şener’in, ”Bütün çabalara rağmen kurtarılamadığı ve öldüğü” söylenir ve fakat bütün çabalara rağmen cenazesi, ne o zaman, ne de sonra ailesine, dost ve taraftarlarına teslim edilmez; halen de nerede gömülü olduğu bilnmez.
Katiller ismen bilinmektedir; cinayetten birkaç gün sonra, bazıları için ”yakalandılar” denilmesine rağmen, bunların daha sonra PKK’de ”görevlerine” devam ettikleri, hatta ikisini gerilla olarak savaşta öldükleri saptanır. PKK-Vejin, yaralı olarak ele geçen ve fakat yaşadığı bilinmesine rağmen, nerede olduğu bilinmeyen Şilan için, Uluslararası Af Örgütü’nü harekete geçirir. Suriye Devleti, anılan Örgütün konu ile ilgili müracaatına verdiği yazılı cevapta, ”Tedaviden sonra, Şilan’ın akrabalarına teslim edildiği” yolundadır ve ancak Şilan ortada yoktur. Sonradan bu ”akraba”nın Apo’nun PKK’si olduğu ortaya çıkar. Zira Şilan, daha sonra, Güney’de, PKK’lilerin IKDP’lilere karşı yaptığı bir saldırıda yaralı olarak IKDP’lilerin eline geçer ve verdiği bilgi üzerine, Vejincilere teslim edilir.
Bütün bunlar, anılan komploda, en azından, Apo ve Suriye’nin açık bir işbirliği içinde olduklarının kanıtıdır. Ve eğer bu komplonun, kimin işine yaradığı ile ilgili ”iz” sürmeye devam edersek, Kayıkçı’ının ve dolayısıyla Türkiye’nin de muhtemel dolaylı rollerine, tahmin düzeyinde ulaşabiliriz. Zira Şener’in, bir komplo ile ve alçakça katlinden sonra, zaten büyük darbe yiyen muhalefet hareketi içinde, Kayıkçı’nın insiyatifi ve rolü artmış; Kayıkçı, PKK Vejin’in ”Ülke-içi Örgütü”nün sorumlusu olmuştur.
Daha sonra, Vejin tarafından bazı kadrolar eğitilmiş, kampanyalarla para toplanmış, gerekli silah ve mühimmat temin edilerek, donatılan gurup veya guruplar, Kayıkçı’nın yönetim ve denetiminde, Ülke-içi’ne gönderilmiştir. Ayrıntısından çok, konumuzu ilgilendiren husus, bir müddet sonra, Kayıkçı ve ajan ekibi dışında, Vejin ile ilişkisi olan herkes, ya öldürülmüş ya da yakalanıp hapse atılmıştır. Kayıkçı bununla kalmayarak, PKK’den ayrılıp ”çare” arayan başkalarını da, örneğin bir zamanlar PKK’nin ”Mardin Eyalet Komutanlığı’nı yapmış olan ve ”PKK’nin Genel Kurmay Başkanı” olarak tabir edilen Faysal KUT gibilerini de kullanıp, onları, TC’nin tuzağına düşürerek, ajanlaşmalarını veya katledilmelerini sağlamıştır.
Kayıkçı, en son, Faysal KUT da dahil olmak üzere, bazı Vejincilerle birlikte,1993’te Istanbul’da bir evde yakalanır ve polis sorgusundan sonra, mahkemeye götürülürlerken, arabada arkadaşlarına, ”Örgütü takip altında tutabilmek için, içimizden birisini serbest bırakabilirler; bırakılacak arkadaş, bu nedenle çok dikkatli olmalıdır” diye de tembihte bulunur ve mahkemede serbest bırakılan da kendisi olur. Ve o günden bugüne kadar ”dikkatli” davrandığı için, kendisinden bir daha da haber alınamaz.
Böylece, Apo’nun ”tezgahı”ından kurtulmak isteyip ulusal kurtuluş mücadelesinin gerçek rotasında yerini almak isteyenler, TC tarafından, Apo’nun ”tezgah”ı içindeki ikinci bir”tezgah”a düşürülerek, tamamen çökertilmiş ve yok edilmişlerdir. Ne Vejin’den arta kalanlar, ne de PKK, sorumlulukları gereği, Kayıkçı konusu ile ilgili bir açıklama yapma gereği duymamış ve TC’nin içimizdeki bu tehlikeli ajanının faaliyetine, serbestçe devam etmesine bilerek veya bilmeyerek yardımcı olmuşlardır. Taaki ”Susurluk Rapor”u açıklanana ve ilgili ifadelere orada yer verilene kadar.
Duyarsızlığımız bununla sınırlı değil; bildiğim kadarıyla Selahattin Çelik dışında, Kürt basını, yayını veya internet sitesi, bu güne dek, bu önemli ”ajanlık macerası” ile ilgili bir yazı veya haber bile yazmış değil. Selahattin Çelik, ”Ağrı Dağı’nı Taşımak” adlı kapsamlı Kitab’nda, bir zamanlar yöneticisi olduğu PKK’de, bu olayla beraber bir çok olayın, kendi özgün konum ve yaklaşımıyla, ”perdesini aralamakta” ve böylece not edip tarihe geçmelerini sağlamaktadır. Kendi özgün yaklaşımını bir tarafa bırakırsak, bu cesaretli ve doğru bir tutum ve yöntemdir. Özgünlüklere gelince… elbetteki herkesin kendisine göre özgünlükleri olacaktır ve herkes bu olayların açıklanmasına kendi özgünlüklerini katarak, böylece genel olarak özgünlükleri daha azaltılmış, görece daha objektif ”tarihi belge ve metinler” ortaya çıkacaktır. En kötüsü ve verimsizi, bu ve benzeri olayların veya bilinenlerin gizli kalmasıdır. Selahattin Çelik’in bu olaydaki ”özgün” yaklaşımından kastım, O’nun, Kayıkçı’nın, ”Vejin yetkilisi olarak Türkiye’ye döndükten ve orada yakalandıktan sonra, ajanlasştığı” tezini benimseyerek olayı açıklamaya çalışmasıdır. Vejin’de yöneticilik yapanlar da aynı görüştedirler.
PKK’den ayrılan bir çok insan, özellikle PKK yöneticilik yapmış olanlar, ”ajan” iddialarını, belli bir psikolojik kompleks ve refleks içinde aynı yaklaşımla karşılamaktadırlar. Sanki insanın bir ajan tarafından yönetilmiş olması veya onunla çalışıp onu yönetmiş olması, onulmaz bir hataymış gibi bir anlayıştan hareket edilmektedir. Halbuki bütün bunlar, siyasetin ”canlı” yaşamı içinde çok doğaldır. Bana göre, belli bir ”ömrü” olup ta, içine ajan sokulmayan örgüt yoktur ve olamaz da. Mesele tedbirli davranıp ajanların hareket alanlarını kısıtlamak, onları deşifre etmek ve deşifrasyonları örgüte ve hatta halka maledip ulusumuz için tecrübeye dönüştürmektir.
Böyle yapılmazsa Kürt hareketi, ajanlarını nasıl tanıyacak, onları nasıl etkisiz hale getirecek; bu önemli ve hayati konuda nasıl tecrübe edinecek ve tecrübe alış-verişinde bulunacak?...
Böyle yapılmadığı, davranılmadığı içindir ki, Kayıkçı, muhtemelen hala Kürt hareketi içinde bile kısmen faaliyet göstermektedir. O’nun Güney Kürdistan’da olduğunu, mutlu bir tesadüf sonucu öğrenmem bunu gösteriyor: PKK ile, gerilla olacak kadar bir ilişkiden sonra, PKK’den uzaklaşan bir tanıdığım, bir sohbetimiz esnasında, Kayıkçı’dan ve Apo’ya karşı ”mücadelesi”nden pozitif olarak bahsedince, O’na konu ile ilgili bildiklerimi anlattım. Bunun üzerine, o arkadaşım, halen Avrupa’nın bir ülkesinde yaşayan Kayıkçı’nın kardeşinin, bir dönem, abisi ile görüşmek üzere, zaman zaman kendi telefonunu kullandığını, hata bir defasında, kendisinin de Kayıkçı ile bir iki kelimeyle de olsa merhabalaştığını belirtti.
Içimizde, özellikle ”PKK Camiası”nda, daha birçok ”Kayıkçı” olduğunu unutmamak kaydıyla, bir başka ”tür”e, yani ”paraşütle” veya bir başka kavramla ”kuyudan çıkartılarak” Kürt hareketinin başına veya önemli mevkilerine getirilenlere geçelim.
****
Bir müddettir bu “tür”lerin kimler olduğunu büyük çoğunlukla ”görüşme notları”ndan öğrenebiliyorduk. Öyle olmuştu ki, “görüşme”de, özellikle legal alanda görevlendirilmek üzere Parti dışından önerilen, ”görev” için adı geçen herkes, öteden beri ajan olarak bilinen veya tahmin edilenlerle örtüşüyordu ve kamuoyu da artık öyle algılıyordu. Bu durum, ajanlar “camiası”nda rahatsızlık yaratmış olacak ki, ”Avukatlar”, yakın zamandaki
bir görüşmede, bu “rahatsızlık” konusunu Apo’ya ilettiler ve Apo da onlara, “tutanakların, isimler dahil, istenilen bölümlerini çıkartarak”yayınlayabilecekleri yolunda ”yetki” verdi. Dikkat ederseniz, son “görüşme”de, bu tür isim ve önermelere, artık raslanmıyor; yani artık ”görüşme notları” sansürlenerek yayınlanıyor.
“Yazık oldu” diyemiyorum, zira ajan olduğunu bildiklerimiz tarafından yönetilmeyi kabullenip bunu kanıksamaktansa, hiç olmazsa bilinmeyenler tarafından yönetilmenin tercih edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Umarım, Apo’nun birkaç “görüşme” öncesinde “tam da O’nun zamanıdır” dediği Sarp Kuray’ın “tefrika”larını Nasname’de okumuşsunuzdur. Apo’nunkilerle en belirgin ortak tarafları, keskin bir sol söylemle Kemalizm övülüp durulurken, “Kürt isyanlarının gerici” olmalarının ispatlanmaya çalışılmasıdır. Apo’ya, eskiden Mustafa Kemal’i övmenin yanısıra, bazen “sövme yetkisi” de verilmişti ki, koşullara göre durumu daha iyi idare edebilsin. Ancak “ellerinin altında” bulunalı beri, “meslekdaşları” Perinçek ve Sarp gibi, o “marj”ı da kaldırılmış bulunuyor ve bu da, Apo’nun sonunu getireceğe benziyor. Hoş “ellerinin altında”, Devlet”in biricik ideolojik “harc”ı sayılan Kemalizme küfredip “devletin sonu”nu getirmek yerine, Apo’nun kendi “sonu”nun tercih edilmesi doğaldır elbette...
“Tefrika”sına rağmen Sarp Kuray üzerinde durmayacağım. Konuyla ilgili “durumu” oldukça “açık” olduğu için değmez diye düşünüyorum… Hem “denize düşen yılana sarılır” kabilinden “bizimkisi” tarafından önerilmesine rağmen, anılan “açık”lık nedeniyle devletin de bu işe “sıcak” bakacağını ve böylesi bir ”görev”in gerçekleşebileceğini sanmıyorum.
Oysa Apo’nun yakalanmasından önce de, sonra da, ”paraşütle” inip, “başımızda” görev yapmış daha önemlileri var.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Kürt hareketinin güdülme faaliyetinin çerçevesi, ekonomiyi, ideolojiyi, örgütlenmeyi, mücadele biçimlerini de kapsayacak biçimde, tüm politık alanı, psikolojiyi, dili, futboldan müziğine kadar tüm sosyal ve kültürel alanı kapsayacak çapta geniştir. Ancak bunlar içinde, en çok önemseneni, ayrı veya bağımsız örgütlenme meselesidir. Bunun genel bir nedeni, örgütün, mücadelenin en önemli aracı olması ve dolayısıyla bu aracın kontrolde tutulmasının önemidir.Ancak bizim
ulusal mücadelemizin koşullarında, bu konunun daha önemli ve özel bir nedeni daha var: Kürtler olarak ayrı veya bağımsız örgütlenmemizin yaratacağı, neden olacağı bilincin ve bunun yan etkilerinin engellenmesidir. Çok iyi biliniyor ki, TC Devleti, ayrı, bağımsız örgütlerimiz kadar, “ayrı” veya “bağımsız” olmanın, bilincimize, kültürümüzden dilimize, yaşam biçimimize, psikolojimize, imajımıza ve dolayısıyla bir bütün olarak ulusal
bilincimize ve uluslaşmamıza yaptığı, yapacağı pozitif etkiden, öcü gibi korkmaktadır. Bu bakımdan bir örgüt, DEHAP örneğinde olduğu gibi kendi kontrollerinde olsa bile, bu örgütün, özellikle legal alanda kendisini “Kürt örgütü” olarak nitelemesine, hatta öyle bir imaj vermesine özel önem vermekte, mevcut yasalara göre “yaşayamayacağını” bilmesine rağmen, belli koşullarda, bu tür girişimleri bile tehlikeli gördüğünden, bütün gücüyle engellemeye çalışmaktadır..
Bu nedenle TC Devleti, Kürtlerin, legalitede, başta CHP ardılı partiler olmak üzere, Türk solu ile birlikte örgütlenmesine özel ilgi duydu, önem verdi ve veriyor. SHP’nin “Kürt Raporu”nun ortaya çıkmasında da bu “özel ilgi ve önem”ın payı olduğunu sanıyorum.
Kısacası, Türk Solu da, bu konudaki şöven veya çarpık, yanlış görüşleri nedeniyle Devlet’in “değirmenine su taşımakta”, O’na yardımcı olmaktadır. Ayrıca sosyalist teorinin konuyla ilgili problematiği nedeniyle, bu konu, Kürt solunun da kendi içinde tartışılıp durularak, “yumuşak karın” olarak muhafaza edilmektedir.
Konuyla ilgili 1980 sonrasını, örgütlenmede yapılan güdümü, belli birkaç aktörüyle birlikte incelemeye geçmeden önce, “önderlik”in, konuya verdiği önemi, yani işin “temel taşını”nı görmemiz gerekir. Bilindiği gibi Apo,”Görüşme Notları”nda, sürekli olarak, legal siyasal örgütlenmenin ismi ve özellikle yönetim bileşimiyle “Kürt partisi” olmamasını ısrarla ve özenle hatırlatmakla yetinmemekte, bunun gölgesinden, yani imajından da kaçınmak gerektiğinin altını özellikle çizmektedir. Yakın geçmişte Kürt olmayan A. Turan Demir’in, bilnmeyen bir “kuyu”dan çıkarılarak parti başkanlığına getirilmesi, bu “hasasiyet” gereğiydi. Apo’nun, son zamanlardaki bir “Görüşme”de Pınar Selek’i veya “Çanakkaleli kız”ı (Diyarbakır-Bağlar Belediye Başkanı Yurdusev Özsekmenler’i kastediyor), Leyla Zana ve Hatip Dicle’nin yanında “eş başkan” olarak önermesi ile kurulacak olan parti merkez yönetiminin “Kürt ve Türkler arasında yarıyarıya bölüşülmeli” demesi, yine anılan ince “hassasyet”in bir ürünüdür. Son “Görüşme”de belirttiği gibi, kendi ulusu, yani Kürtler sözkonusu olduğunda, sadece ulus devletten değil, ulus örgütlenmesinden de “nefret” etmektedir aslında...
Ve ne yazık ve acıdır ki, bu uygulama ve “hassasiyet”, Apo’nun yakalanmasından çok önceleri de vardı; yani bunun tarihi, PKK’nin legal mücadele tarihi kadar eskidir.PKK, en belirgin ve önemli legal siyasal mücadele girişimini, 1980’li yılların sonlarında, Atatürkün Partisi CHP’nin devamı olan ve Ismet Paşa’nın Oğlu Erdal Inönü’nün başında bulunduğu SHP listesinden seçilen Kürt milletvekillerine el atmakla balşadı. Bu milletvekillerden 7’si, 1989’da, partilerinin uyarısına rağmen, Paris Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği “Kürt Konferansı”na katıldılar ve bunun üzerine, Inönü’nün talimatıyla SHP’den ihraç edildiler. Bu ihraç üzerine, SHP’deki PKK etkisinde olan milletvekilleri ile bazı Kürt kökenli milletvekilleri, ayrılarak Halkın Emek Partisi’ni kurdular. HEP’i kuranlar, “Kürt Partisi” imajlı olmamak için, Aydın Güven Gürkan gibi bazı Türk politikacıları da yanlarına alırken, başlarına da Devletin ve SHP’nin sadık adamı, Apo’nun hemşehrisi DISK eski Genel Sekreteri ve SHP Bursa milletvekili Fehmi Işıklar’ı geçirttiler.
Her nasıl olduysa (!) HEP’liler, 1991 Genel Seçimleri’nde, kendilerini ihraç eden SHP ile tekrar seçim ittifağı yaptılar ve Leyla Zana ile Hatip Dicle dahil, SHP listelerinden, Meclis’e 18 milletvekili soktular.
Geçenlerde Hatip Dicle, Radikal Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, 1991'deki olaylı TBMM yemini konusunda, "Yemin metnine tepkiyi Fehmi Işıklar, Kürtçe konuşmayı ise Abdülkerim Zilan yapacaktı. Ancak onlar vazgeçince bu iş benimle Leyla Zana'ya kaldı" diyerek Fehmi Işıklar’ın talihsiz rolüne, imalı da olsa, işaret ediyordu. Bunun üzerine, yine Paşa’nın oğlu Erdal Inönü’nün talimatıyla Leyla ve Hatip anında, SHP’den ihraç edilmişlerdi.
HEP’liler, bu karara tepki gösterip SHP’den ayrılmışlar ve yine Kürt imajlı olmamasına özel dikkat gösterek DEP’i kurmuşlardı. Devletin ve SHP’nin sadık adamı ve fakat HEP’lilerin de genel başkanları Fehmi Işıklar, artık ”görevini” yapmış olmanın gönül rahatlığı içinde Türk Devleti’nin sahibi olan Paşa’nın oğlunun yanında, yani SHP’de kalmıştı. Böylesi “kaza”larda insanın “başını” fire olarak vermesi, traji-komik olsa da birtakım “hassasiyet”lere uygun olsa gerektir.
Fehmi’nin ”paraşüt maceraları”
Şimdi size, Fehmi Işıkları’ın, DISK’in başına nasıl getirildiğini ve Kürtlerin Türklerle birlikte örgütlenmesine verdiği önemin, 1980 öncesi, “tarihçesi”ni anlatacağım.Bildiğim kadarıyla Femi Işıklar, yalnız Bursa’da, bir iktisadi devlet teşekkülünde, devlet desteğiyle kısmen örgütlü küçük bir sendikanın, “Çağdaş Maden-Iş”in “ilerici”, “yetenekli” genel başkanıydı. Sendikası küçük ve fakat “etkisi” büyüktü. O dönem sendikal mücadelenin ve sınıf mücadelesinin en keskin olduğu işkolu, maden işkoluydu ve bu işkolunda da, en etkin ve mücadeleci sendika, TKP’lilerin yönetimindeki DISK’e bağlı MADEN-IŞ’ti.
Devlet, Iskenderun ve Seydişehir’de olduğu gibi, bu işkolunda, büyük işletmeler kurmuştu, kuruyordu. Yani bu işkolu, gelişme trendi içinde bulunan bir işkoluydu ve Maden-Iş iddialıydı. Özellikle yeni örgütlenlenmelerde, ilerici geçinen Fehmi’nin Sendikası, Maden-IŞ’e
ayakbağı oluyordu. Ayrıntısını çok iyi bilmemekle beraber, sanıyorum Maden-Iş, hem bu “bağ”ı ortadan kaldırmak, hem de Fehmi’nin devlet
sektörü ile “iyi gibi görünen” ilişkilerini kullanmak için, Fehmi’yi Genel Yürütme’sine alarak, sendikasını Maden-Iş’e kattı. Fehmi Işıklar, bir anda, en hızlı bir “ilerlemeci” (o zamanlar TKP’liler bu kavramla anılıyorlardı) olup çıktı. Hemen sonrasında gerçekleşen DISK Kongresi’nde de TKP’lilerin listesinden, ama CHP’lilerin de desteğiyle genel sekreter olarak, DISK’in Yürütme Kurulu’na girdi.
Kısa bir süre sonra, Fehmi’nin “ilerlemeci”liği son buldu, aslen CHP’li ve fakat görünürde de “ortyolcu” oldu ve TKP’nin DISK’ten ve bağlı sendikalardan tasfiyesinin başını çekti.
Ben, o zamanlar DISK’in 4. veya 5. büyük sendikası olan Gıda-Iş’in genel sekreteri idim. Merkez bürolarımız Fehmi ile, Istanbul/Merter’de, aynı binada idi. Daha ilk Genel Yönetim Kurulu toplantımızda yaptığım konuşmada kulandığım ”Kürdistan” kavramı yüzünden başıma ”bela”gelmişti. Rahmetli CHP’li başkanımız yerinden fırlayarak ”neresi orası” diye sert çıkmış, ben de asılı olan haritadan, ciddiyetimi hiç bozmadan, 21 ili tek tek saymıştım. Artık, binadaki bütün sendikaların personelleri dahil, ”aşırı Kürtçülüğüm” konuşuluyordu. Günlük karşılaşmalarımızın birisinde Fehmi, ”Dikkatli olmalısın hemşehrim” diye beni ”nazikçe” uyarmıştı.
O sırada, DISK’in başında, CHP kökenli Abdullah Baştürk vardı ve fakat O da siyasal çizgi olarak ”ortayolcu” geçiniyordu. Bu nedenle, DISK’in merkez uzmanlarının hemen hemen tümü ”ortayolcu”lardan seçilmişlerdi. Baştürk, devrimci kamuoyunda ”DISK’IN PARTISI” olarak anılan bir parti kurmak istiyor ve başta Fehmi olmak üzere, ekibiyle bu partinin çalışmalarını yapıyorlardı. Bildiğim kadarıyla Dev-yol ve TKSP böyle bir
partide yer alabileceklerine dair ”yeşil ışık” yakmışlardı. Bizimkiler, yani KIP-DDKD yetkilileri, ”teklifi görüşeceklerini ve neticeyi Said’e bildireceklerini” DISK’e belirtmişlerdi.
Birkaç gün içinde, ben dahil, konuyu kendi aramızda görüştük; bilinen nedenlerle cevabımız olumsuzdu: ”Siyasal olarak hiçbir alan veya düzeyde Türklerle birlikte örgütlenmiyecektik; bu, temel politikamıza aykırıydı”.Fehmi’nin odası’na çıkarak durumu anlattım. Kapkara kesilmesinden, Fehmi’nin böylesi bir cevabı beklemediğini anlamıştım. ”Baştürk’e gidelim, O’na da kendin anlat” dedi; gittik ve orda da aynı şeyi anlattım. Baştürk de kıpkırmızı kesildi, bu cevabı hiç beklemediği ve bu nedenle çok kızdığı belli oluyordu.
Bu gelişmenin akabinde, DISK’de ve bağlı sendikalardaki, kıt-kanat örgütlenmemize karşı DISK Merkezi’nden yönetilen aktif bir faaliyet başladı. Görevden almalar, olağan-üstü kongrelere götürülerek kongre kaybettirmeler suretiyle sendikalarda, bize yönelik tasfiyeler başladı ve büyük çapta başarıldı da.
Evet, Fehmi’nin ”paraşüt maceraları” çok ve bunların ”belgesi” olmasa da ”eldesi” var. Umarım benim dışımda da bu ”maceraları”anlatacaklar olur; ”eldeler” çoğalır vedarısı Apo’nun PKK’sinin ve bu doğrultuda kurulmakta olan ”yeni Parti”nin başına olur.
”alavere-dalavere Kürt memet nöbete”…
DEP’te de, HADEP’te de ”esbab-ı mucibesi” aynı ”hassasiyet” olan aynı ”maceralar”, başka benzer, Kürt, Türk, Gürcü, Laz, Çerkez asıllı benzeri figürlerle yaşanıp durdu, duruyor; maksat, ”alavere-dalavere Kürt memet nöbete”…
Şimdi son günlerin ”populer” yazarı Mehmet Metiner’e geçmek istiyorum.
Mehmet Metiner’i şahsen tanımam ve onun da ”belgesi” yok ve fakat ”eldesi” var. Onu, Kürt asıllı dinci bir aydın ve yazar olarak bilirdim. Bir insanın görüşlerinin zaman içinde değişmesi normaldir elbette. Ama eğer bu ”değişim” 180 derece ise, ortada değişim diye nitelendirilebilecek bir ”evrim” değil ”devrim” sözkonusudur ve düşünsel olarak böylesi bir ”devrim” yapandan da, ”devrimci” gibi davranması/yapması beklenir. Zira
değişmek, değiştirmek, yorumlamakla yapmanın belli bir uyum momentinde sağlanabilir ancak. Işe böyle baktığımızda, Mehmet Metiner’in ”devrim”i bizim Apo’nun ”devrim”i gibi oldukça anormal ve tutarsızdır ve dolayısıyla şaibelidir. Ve bu nedenledir ki, biribirlerinin ”devrim”ini öven iki tarafın da, ”demokratik değişim” kavramlarıyla süsledikleri ”devrim” metinleri,günümüzdeki ekonomik ve siyasi vaziyeti ile TC’nin 80 yılının
asıl sorumluları olan aynı inanç ve kurumlara, yani Kemalizme, Ordu’ya ve Devlet’e ”hizmet” ve ”hürmet” ile son bulmaktadır.
Memet Metiner’in andığım konuyla ilgili görüşlerini sunup bir bir değerlendirme yapmadan önce, O’nun Kürt siyaset ”piyasası”na, bir ”görüşme”de, Apo’nun övgülerle dolu bir önermesiyle sokulduğunu, O’nun da, çerçevesi belli bu uğursuz ve talihsiz ”dar alanda paslaşma” oyunun aktörlüğünü, zevk ve şevkle kabullendiğini belirtmeyi, konumuz bakımından, önemli görüyorum.
Şimdi Mehmet Metiner’in bu ”zevk ve şevk”inin nedenini, yakın zamanda, Nasname’de yayınlanan yazısından izleyelim… O’nu iyi anlamanız için, sabrınıza sığınarak alıntıları uzun tutuyorum:
” 1. Mehmet Metiner'i tanıyan herkes bilir ki o hiç kimsenin kulu ve kölesi değildir. Kimseye ne körü körüne itaat eder, ne de kimsenin körcesine arkasından yürür. O hiçbir örgütün "mü'min" ve "sadık" bir askeri de değildir. O kelimenin tam anlamıyla demokrat bir islamcıdır. Bazı kendini bilmezlerin iddia ettiği gibi ne Ak Parti ve Tayyip Erdoğan'ı desteklediği için "Tayyipperest"tir, ne de "demokratik cumhuriyet" tezini savunduğu için
"Apoperest"tir. Mehmet Metiner doğru söylediğine ve yaptığına inandığı her konuda Tayyip Erdoğan'ı desteklediği gibi yanlış söylediğine ve yaptığına inandığı her konuda da eleştirmeyi gerekli gören bir insandır. Aynı şekilde A.Öcalan'ın da Imralı sürecinde geliştirdiği etnik milliyetçiliği ve
ayrılıkçılığı reddeden,siyasal bölücülüğe karşı çıkan, bu bağlamda tek devlet-tek vatan anlayışı temelinde Kürt sorununun çözümünü özgür ve eşit yurttaşlık anlayışında gören "demokratik cumhuriyet" tezini, Mehmet Metiner ondan çok daha önce zaten savunduğu için olumlu bularak desteklemiş ve bu yüzden HADEP'in değişim-dönüşüm sürecine katkı sunmak gerektiğine inanmıştır. Mehmet Metiner'in Öcalan'dan sonra değil önce zaten böyle düşündüğünü merak edenler varsa, Metiner'in daha Öcalan yakalanmadan önce yayımlanan "IDEOLOJIK DEVLETTEN DEMOKRATIK DEVLETE/Zamanın Ruhunu Anlamak" kitabına başvurabilirler. Öcalan değil kim olursa olsun benim de katıldığım bir düşünceyi savunuyorsa niçin ona arka çıkmaktan kaçınayım ki?
”Mehmet Metiner Türk Genelkurmay Başkanlığının doğru ve yerinde açıklamaları olduğunda da, MIT Müsteşarlığının demokratik çözüme katkı sunan yaklaşımları olduğunda da gönül rahatlığıyla bu tür açıklamalara katıldığını açıklamaktan korkmayan bir insandır. Aynı şeyi TÜSIAD'ın raporları için de yapmıştır. ”
(…)
(…) Ama gene vurgulamak isterim ki Mehmet Metiner ne "ordu düşmanı"dır, ne de "devlet düşmanı". "Ordu" ve "MIT" konusunda da önyargıya dayalı düşmanca bir tutuma sahip değildir. Bir demokrat olarak cumhuriyetimizin ve cumhuriyetimize ait tüm kurumların demokratik temelde yapılanması gerektiğini savunmaktadır. Her sorunun çözümsüzlüğünde "devleti" veya "ordu"yu suçlayan tek yanlı yaklaşımlara da itibar etmemektedir. Devletten Kürt sorununun veya din sorununun çözümü konusunda demokratik talepte bulunan kimi kişi veya çevrelerin/örgütlerin, devlet kadar demokrat olmadıklarını kim nasıl inkar edebilir ki! Devleti, orduyu, Kemalistleri "öteki"leştirip "şeytanlaştıran" politik Kürtçülerimizin de
Islamcılarımızın, sorunun demokratik çözümü konusunda samimi ve içtenlikli olmadıklarına inandığını söyleyen Mehmet Metiner, onlar gibi "Kürt" veya "Kürtçü", onlar gibi "Müslüman" veya "Islamcı" olmadığı için nasıl de düzeysiz ve hakaretamiz suçlamalarla gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
(…)
”Öcalan'ın hem inkarcılığı, hem de ayrılıkçılığı-bölücülüğü reddeden "demokratik cumhuriyet" tezini, Kürt sorununun demokratik ve uygar çözümünde önemli bir yaklaşım olarak görüyor olmam, Öcalan'ın Imralı'da söylediği her söze katıldığım anlamına gelmiyor. Konumuz A. Öcalan olmadığı için ayrıntısına girmek istemiyorum. Kuşkusuz benim de katılmadığım nice yaklaşımları ve saptamaları var Öcalan'ın. HADEP'te savunduğum şeyler, HADEP'in resmi dökümanlarında yer alan şeylerdir, benim bireysel görüşlerim değildir. Ahmet Turan Demir'in Genel Başkanlığı Murat Bozlak'a teslim ettiği 2000 yılındaki HADEP genel kongerisinde uzunca konuşma metni okunduğunda bu görülecektir. HADEP'in benim tarafımdan daha dürüst ve açıklıkla dile getirilen resmi söylemi, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümüne katkı sunacak, özgür ve eşit yurttaşlık temelinde oluşacak demokratik bir cumhuriyetin inşasında toplumsal barışı ve uzlaşmayı sağlayacak önemde açılımlardı. Ne yazık ki HADEP içindeki "derin statükocu"lar bu açılımın önünü kestiler. Ve son kertede vardıkları yer ise ortada. Söylemleriyle pratikleri uyuşmayan HADEP'li statükocular, ülkemizi bugün silahların konuştuğu bir sürecin içine soktular. O dönemde yaptıkları siyasal yanlışın faturasını Kürtler acı bir biçimde ödediler. Yeni yanlıştan dönülmezse fatura daha bir ağır olacaktır diye düşünüyorum.
” 3. Mehmet Metiner HADEP'te iken basın ve tanıtımdan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı idi. HADEP'in bu yeni söylemini elbette kapı kapı dolaşıp
anlatmak gerekirdi. Bu da en başta Metiner'in görev alanına giriyordu ve bu görevlendirmeler de doğrudan doğruya MYK tarafından yapılıyordu. Metiner kendi başına karar verip kapı kapı dolaşma sevdalısı değildi. Metiner'in yanıldığı bir husus vardı. O sanıyordu ki HADEP genel merkezindeki herkes bu etnik milliyetçiliği ve bölücülüğü reddeden, sorunun çözümünü üniter devlet temelinde anayasal yurttaşlık anlayışı ekseninde arayan bu yeni yaklaşımı özümseyip benimsemiş!. Içine girdikten sonra anladı ki hiç de öyle değil!..Statükodan beslenen, şiddet ve gerilimden nasiplenen o birileri "mü'min" ve "sadık" rollere bürünerek alttan alta bu yeni söylemi ve siyaset pratiğini boşa çıkartmaya çalışıyorlar. Hem "Kürt partisi" değiliz deyip "Kürtçülük" yapmaya devam ediyorlar, hem de "Kürtçülük" yapıp kendileri gibi düşünmeyen Kürtleri "öteki" gibi görüp dışlıyorlar... Sosyalist ideolojiyi öncelikli bir imana dönüştüren bu HADEP'liler, yeri geldiğinde "Kürtlük" veya "ulusallık" adına mangalda kül bırakmıyorlar. HADEP'in resmi söylemi içerden gene o statükocu HADEP'liler eliyle çökertildi. Dolayısıyla değişim söyleminin içini boşalttılar ve tüm inandırıcılıklarını/güvenilirliklerini
yitirdiler. Kürt mahallesinde de etkinliğini yitirdiler, ülkenin batısında da tüm inandırıcılıklarını kaybettiler. Seçimlerde aldıkları hezimet ortada işte!..
(…)
”Türkiye'de "şurası Kürt bölgesi, burası Türk bölgesi, burası da Laz bölgesi" türünden bölücü yaklaşımları demokratik kimlik anlayışımla
bağdaştıramadığım için reddediyorum. Istanbul veya Izmir Kürdün olduğu gibi Diyarbakır ve Siirt'te Türkün veya Laz’ındır. Bu ülke her yeri ve bölgesiyle hepimizindir. Hiçbirimizin bir diğerimizden şu veya bu aidiyetimizden ötürü üstünlüğü sözkonusu olmamalıdır diye düşünüyorum. Bu yüzden demokrasinin özgür ve eşit yurttaşlık anlayışını benimsiyorum.
” Bir Türkün sahip olduğu hak ve özgürlüklere bir Kürdün de aynen sahip olması gerektiğine Mehmet Metiner inanmaktadır. Hak ve özgürlüklerin bütün vatandaşlar için eşit olması gerektiğini de Metiner her platformda savunmaktadır. Bunun ne Kürdü yüceltmekle, ne de Türkü alçaltmakla bir
alakası yoktur. Veya bunun ne Kürtçülük yapmakla veya ne de "Türk devletine düşmanlık" yapmakla hiçbir alakası yoktur. Bunu bazılarına anlatmak ne kadar da zor!.. Herşeye kendi gözlükleriyle bakma alışkanlıklarını sürdürenler, "Ya o, ya da o!" mantığını dayatıyorlar. Yani, buna göre, Mehmet Metiner, birileri gibi düşünmüyorsa mutlaka karşı kamptakilerin adamıdır. Oysa Mehmet Metiner "ya o ya da o!" değildir.
(…)
” Birbirimizi "düşman" gibi görme yanlışlığından da vazgeçmeliyiz diyorum. Kuşkusuz "Kemalist" değilim, Atatürk'ün düşüncelerinin "Kemalizm" biçiminde ideolojik bir dogma olarak sunulmasına da karşıyım. Ama Atatürk'ün kendisine karşı veya ona düşman biri değilim. Atatürk'ün de her büyük tarihsel önder gibi eleştirilecek ve övülecek yanları olduğuna inanıyorum. Türk Genelkurmayının son zamanlarda "Kemalizm" yerine "Atatürkçü düşünce sistemi" demesini de, Atatürkçülüğün ideolojik bir dogma olmadığını söyleyen yaklaşımını da demokratikleşme sürecimizde çok anlamlı ve değerli bir katkı olarak görüyorum. ”
Bu metinlerin, siz okuyuculara, güdülmemiz için, belirli aralıklarla, ”Görüşme Notları” adı altında, düzenli olarak sunulan ”Apo’nun Ayetleri”ni hatırlattığından eminim.
Şimdi, Mehmet Metiner’e diyeceklerime geçiyorum:
Düşünce ”devrim”inizle daha henüz ulaştığınız bu görüşler, TC devleti’nin ”ince”, ”derin” ve ”has” görüşleridir. Üstelik TC devleti, bu görüşlerini, hemen uygulamak için değil, Kürt hareketini, bu görüşlerde belirtilen sözde hak ve özgürlükler için ”mücadele”ye yöneltmeye, belki de ”30. Isyan”a, bir başka anlam ve ifade ile Kürt ulusunun enerjisini bir ”hiç” için heba etmeye ve böylece O’nu Türkleştirmek için oyalamaya çalışmaktadır. Kürdistan’da sürdürülmeye çalışılan savaş ve Leyla – Hatip ikilisi ile oluşturulmaya çalışılan ”Parti”, ”hepi hepi” bunun içindir.
DEHAP’in Diyarbakır’ı ”kirleten” son afişi, bu ”durum”u bütün çıplaklığı ile anlatıyor:
”Avrupa Ulusundanım
Türkiye Ulusundanım
Türküm, Kürdüm, Lazım, Arabım, Arnavutum, Çerkezim vs…”
Sizin, onlara karşı ”önyargılı” olmadığınız düşünce ve kurumlar, yani Kemalizm, Ordu ve Devlet, Osmanlı dönemini saymazsak, tam 80 yıldır, Türkiye’yi yönetmektedirler ve Kürd’ü, Türk’ü, Dini, imanı, ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi ve hatta milli piyangosuna varana kadar, istisnasız her şeyin ve ”durum”un birinci derecede sorumlusudurlar.Ama ”görev”den maksad, ”bağcıyı dövmek”se, ”önyargı”larınız onlara değil bize, mazlum Kürt Ulusu’na yönelir ve ”Önder”in yaptığı gibi, onları değil, bizi yerden yere vurmaya çalışırsınız.
Belirttiğim gibi, Apo, tıpkı sizinkisine benzeyen bu ”ürün”lerle ”piyasa”mızı hayli doyurmuş bulunduğundan, ”piyasa”mızda bu nadide ”ürün”lerinizin ayrıca bir ilgi görmeyeceğinden eminim.
HADEP’te, ”statükocular”la ”solcular” yüzünden ”başarılı” olamamanıza ”hüzünlenip üzülmenize” gelince…. Ilahi Metiner, orası’nın, sizin Ordu gibi, hak, hukuk, başarı yeri değil, bazıları için ”görev ve vazife” yeri/yurdu olduğunu, ”dinciler”in, ”statükocular”ın,”solcular”ın, ”Kürtçüler”in, sizin Ordudaki ”denizciler”, ”havacılar”, ”karacılar” gibi, değişik ”özel” bazı ”görevler”i yerine getirmek dışında, bir anlam ifade etmediğini, yani daha açıkçası, ordaki maksadın, ” Vatan kurtarmak” değil, ”Vatan’a hizmet etmek” olduğunu bilmiyor muydunuz?
”Gerçekten bilmiyor idiyseniz, öğrenmiş oldunuz” deyip üzüntülerimi ifade etmekten başka yapacak bir şey yok…
Kürt Hareketi’nde Türkleşmeye Doğru Güdülme ve Ajan Faaliyeti (2.bölüm)
Kürt Hareketi’nde Türkleşmeye Doğru Güdülme ve Ajan Faaliyeti
(2.Bölüm)
Bu yazımın konusu da bir öncekinin devamı olarak "felaket"sonrası "malzeme" ile "yeniden" organize olurken, geçirmekte olduğumuz "felaket"ten arta kalan hiçbir "şey"imizi "atma" lüksüne sahip olmadığimızla ilgili.
Kahramanımızdan "düşürülmüşümüze" kadar, onbinlere varan sayımız ve onlarca "çeşidimiz" ile ulusuna hizmet etmek isteyen herkesi değerlendirmek zorundayız. Kuzey’deki hareketimizin büyük çoğunluğunu teşkil eden bir "parçamızın" açıkça devlet güdümlü olması, "Ulusuma hizmet etmek istiyorum" savıyla ortaya çıkıp ulusunu devlet tuzağına düşürmek"isteyenlerimizin" olduğunu da ortaya koyuyor. Özellikle Osmanlı miraslı TC Devleti’nin tarihi, böylesi sahteliklerin, hilelerin, kandırmacalarınörnekleriyle doludur. Bu, tüm "malzememizi" kullanarak yeniden organize olmaya çalışırken, özel bir dikkat sarfetmemizi gerektiriyor.
Kuzey’de, bir ulusun binlerce siyasi kadrosuyuz ve fakat yirmi milyonu aşkın nüfusumuzla siyaseten, "azınlık" bile sayılmıyoruz, yani inkar temelinde "yok" sayılıyoruz hala… Ve bilinir ki, o kadim topraklarda, "yok"sayılıp yok edilen milletler de yok değildir hani. Böylesi bir barbarlığa muahattap olan bir siyasi mücadelenin direnenleri, kahramanları, şehitleri kadar, oturanları, teslim olanları, ajanlaşanları, ihanet edenleri çok olur. Bu "çokluk" hem avantajın hem de dezavantajın bir potansiyel verisi olarak, politik cesaret, akıl ve becerimizle karşı karşıyadır. Siyasetin, adeta bir savaşa indirgendiği böylesi koşullarda "kaydırılıp düşürülmek" sıkça görülür. Ancak 12 Eylül sonrasının zindan süreçlerinde daha kolay ve somut bir şekilde izlendiği gibi, bu "kaydırılıp düşürülen"lerin büyük çoğunluğu için tekrar "doğrulup ayağa kalkmak" da mümkündür.
Çok netameli, ince ve zor bir konuyu işlediğimin farkındayım. Anılan bu niteliklerine ve dolayısıyla sakıncalarına rağmen, iki tarafı keskin bir kılıç gibi olan bu konunun, böylesi yazılar düzeyinde, şahıslara indirgemeden, fayda, zarar ve dolayısıyla prensipleriyle yüksek sesle konuşulması gerekir diye düşünüyorum. Zira demin de belirttiğim gibi, Kuzey’de, Kürt harteketinin, normal koşullarda olabilecek ölçülerin ötesinde, büyük çapta Türk Devleti tarafından, kendi projelerine uygun olarak güdülmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Yaşamakta olduğumuz "felaketin" "esbab-ı mucibesi"nin esas nedenlerinden birisi budur. Üstelik bu güdülme faaliyeti ve çabası, "PKK camiası" ile de sınırlı değildir ve olmayacaktır da.
Kendimizi, nasıl hem güdümlemekten kurtarabilir hem de güdüm psikozuna kapılarak ulusuna hizmet etmek isteyen ınsanların "önünü" kapatmaktan kaçınabiliriz?
Şüphesiz bunun en genel, radikal, kalıcı yol ve yöntemi, kendi içimizde ve toplumumuzda, her alanda, birimde ve ilişkide demokratikleşmedir. Ama ne yazık ki, özgürlüğümüz için mücadele, demokrasi mücadelemizi "önemsiz" kılmış bulunmaktadır. Demokrasiden bir zerecik de olsa nasibini almayan ve fakat salt TC’ye vuruyor gibi görünen Apo ve PKK’sinin, bu derece tasvip görmesi, bu özgün ve çarpık durumun bir ürünüdür. Sömürgecilerin özel çaba ve uygulamaları nedeniyle içinde bulunduğumuz olumsuz koşullar, demokratikleşmemize kendi özgünlüklerini katmaktadırlar, katacaklardır ve fakat Kürt Hareketi olarak bizim çabamız, tüm bu "olumsuz koşullar" içinde bile, ne yapıp edip demokratikleşmenin sınırlarını mümkün olan en geniş sınırlarına vardırmaktır.
Bu genel belirlemeyle konuya ilişkin fazla birşey dememiş gibi göründüğümü biliyorum. O zaman konuyu daha "daraltıp" somutlaştırayım: Önce konuyu amiyane bir kavramla dile getirmek istiyorum: Eğer günümüzdeki güdülmeyi mümkün olduğunca aşmak ve gelecekte de engellemek istiyorsak, tek tek kişiler olarak haddimizi bilmemiz, hareket olarak da biribirimize hadlerimizi bildirmemiz lazım. Bizim toplumumuzda, "had bilmek ve bildirmek", "cezalanma veya cezalandırma" olarak bilinip algılanır. Oysa "had"ın sözlük anlamı, belli durum ve nesnelere göre "uç, sınır, yetki, değer" anlamındadır. Insanın kendi "değer"inin "sınır"ları içinde "yetki"lendirilip "değer"lendirilmesinin hukuka ve demokrasiye bir aykırılığı var mı? Aksine, bu, hukuk ve demokrasinin kendi gereği değil midir?
Ne yazık ki, "PKK Camiası"ı, Apo’yu başında tuttukça ve bildiğimiz yolla yönetildikçe, TC tarafından yönetilmekten kurtulamayacaktır. Bu bakımdan bu durumu her yönüyle sürekli olarak afişe etmenin, eleştirmenin dışında doğrudan yapabileceğimiz ve yapmamız gereken şey, alternatif politikalar ve örgütlenmeler yaratmaktır. Fakat belirttiğim gibi olay, anılan "camia" ile sınırlı değil.
Birkaç örnekle bu konuyu açıklamaya girmeden önce, özellikle son zamanlarda daha bir yoğunlaşan Ülke’ye veya Türkiye’ye siyaset için dönenleri, ticaret veya muhtelif alanlarda, Ülke’de veya Türkiye’de iş ve yatırım yapanları, sık sık gidip gelenleri ilgilendiren ve bu yazının konusuna giren bir "düşürülme" yöntemine değinmem gerekiyor. Gerek zaman aşımı ve gerekse de zaman içinde çıkarılan "af"lar ve yasa değişiklikleri nedenleriyle şimdilerde, çok az insanın ceza ve hukuksal problemleri kalmış bulunmaktadır. Ancak 5-10 yıl öncesinde böyle değildi; herkesin bir takım "takıntı"ları vardı. Devlet, bu "takıntı"ları kullanabilmek için, Ülke’de, Türkiye’de veya Avrupa’da, bazen durumun farkında olmayan bir akrabanızı veya arkadaşınızı da kullanarak size ulaşır ve kulağınıza "tanıdığımız ’önemli’ birisi var, gelirse ’iş’i problemsiz çözülür" şeklinde bir öneri çalınır, hatta bu konuda, size, bazı somut örnekler bile verilirdi.
Bu yolla giden birtakım insanlar biliyorum. Belli bir süre, bazı rutin işlemler dışında bir problemle karşılaşmadılar; ta ki, sosyal, ekonomik veya siyasal birtakım adımlarla, örneğin bir işe girmek, ticarete atılmak, yatırım yapmak, herhangi bir partide siyasete atılmak gibi oralardaki sisteme bir "bağ"la bağlanana kadar. Anılan türden bir "bağ"dan sonra, "süreç" başlatılır: Ya bir "tesadüf" sonucu yakalanırsınız, ya da "görevli" birileri sizi alır. Her halükarda, varılacak sonuç: "takıntılarınızın çözülebilinir cinsten olmadığının ortaya çıktığı" yolundadır. Araya soktuğunuz adama ulaşırsanız da cevap değişmeyecektir. Ve nihayet size "görev" teklif edilir. Genellikle cevabınıza bağlı olmaksızın bırakılırsınız, ama dedim ya "start" verilmiş, "oyun"a başlanmıştır artık: Ya sistemle "bağ"ınızı eskiden olduğu gibi riske edip; koparır öylece yaşarsınız veya kaçarsınız ya da "bağ"ınızı yeni "görev"inizle pekiştirirsiniz...Yani, açıkçası "özgür"sünüz!... Kısacası, dönerken, mesele, büyük çapta niyetiniz ve dolayısıyla psikolojinize bağlı… Cezai veya hukuksal hiçbir takıntınız olmasa da TC’nin, Kürt ve Kürdistan meselesi konusunda, esas inkarcı tutumunun sürdüğünü bilmelisiniz. Bu, "özgür"lüğünüzü nasıl kullanacağınızı yakından ilgilendirmektedir.
Eğer Devletin resmi politikası dışında, özellikle ona karşı politika yapacaksanız, oradaki sistemle kuracağınız "bağ"ların, size "bağ" oluşturmayacak cinsten olmasına özel dikkat göstermek durumundasınız.Şimdi de esas konumuzla iligili birkaç örnekle devam edebiliriz. Türkiye’de, bir Kürt kültür kurumu biliyorum; bileşiminde, "PKK camiası" dışında hemen hemen herkes var. Bu Kurum’un başına, polis ve mahkemelerdeki tutumu, çözülmenin, teslimiyetin, arkadaşlarını elevermenin ötesinde, ulusumuza hakarete kadar varan rezilane bir tavır takınan ve tek kelime Kürtçe bilmeyen, içinden geldiği çevre tarafından "şaibeli" olarak nitelendirilen biri getirildi. Neresinden ve neyle bakarsanız bakın, bu ne ahlakidir, ne işlevseldir, ne efektiftir ve ne de demokratiktir. Siyasidir tabii, ama kimin siyaseti?...
Bir kaç yıl önce, Türkiye Metropolü’nde, konusu "yeniden toparlanmak" olan kalabalık bir toplantı yapıldığını biliyorum. Şaibeli birisi, çağrılı olmadığı halde, herkesten önce toplantının kapısına dayandı, ilkine sokulmamasına rağmen, başka bir tarihte yapılan toplantıya yine gitti, konuşturulmadı, ancak toplantının tüm havasını ve neticesini "bozmayı"başardı. Ve bildiğim kadarıyla şimdilerde de yine bir Kürt siyasal kurumunun merkez kadrolarından birisidir.
Insanlar tanıyorum, işkence gördüler, düşürüldüler, ajanlığı kabul ettiler; sonra bir müddet TC’ye "hizmet" edenler olduğu gibi, "görevlerini sallayanlar" da oldu ve bunlar ilk fırsatta TC’ye "hizmet" etmemek için ülke dışına çıktılar. Günümüzde, bunlardan "haddini" bilip milletine tekrar hizmet edenler olduğu gibi, "haddini" bilmeyip "başa güreşen"ler de var! Benzer durum ülke içinde de söz konusu…
Ve bir insan biliyorum, 1974’te, Kürt siyasetinde hemen herkes O’nun peşinde koştu. Kendisi o günün koşullarında, Kuzey’de, istediği örgütün, en az, Merkez Komite’sine girebilirdi. Ancak O, bütün teklifleri reddetti. Meğerse düşürülerek ajanlaştırılmıştı ve "ajan"lığını milletine "felaket" getirmek için değil "hizmet" için kullanmaya çalışıyor, bunun için görev tekliflerine "direniyordu". O’nun başına ne geldiğini size sonra anlatacağım. Örnekleri çoğaltmama gerek var mı?
Dedim ya her alanda çeşidimiz çok ve işimiz zor… Hem esnek, hem "dar"; hem girişken ve cesaretli hem de "ürkeklik" yaratacak derecede dikkat göstermek zorundayız. Ve bütün bunlar ciddi, ince, derin bir politik sorumluluk, dikkat ve yetenek gerektirmektedir.Gönül ister ve umar ki, yeniden organize esnasında, ınsanların kendileri hadlerini bilsinler ve bu çerçevede görev talebinde bulunsunlar veya görevlere aday olsunlar. Ancak biliyoruz ki, insanlar olarak çoğumuz, bu konuda, objektif davranmıyor/davranamıyoruz, yani haddimizi bilmiyoruz. Hele de "görevli" olanlardan hadlerini bilmeyi hiç bekliyemeyiz.
O zaman asıl görev, tek tek insanlardan çok "diğerlerimize" düşmektedir. Örneğin, anılan o kültür kurumunun kongresinde veya benzer herhangi bir kongre veya toplantıda, birimiz veya bazılarımız çıkıp, Kürt hareketinini mevcut güdümlülüğünden, bunun neden olduğu "felaket"ten bahisle, kimseyi rencide de etmeden, hem yapılan işin doğasının "had"lerini belirterek, herkese "hadini bilmeyi" hatırlatabiliriz. Örneğin Şöyle denilebilir:
"Arkadaşlar, Devletin bizi güdümleyip, hareketimize ve ulusumuza büyük zararlar verdiği ve bu yolla tarihimizi hep tekerrür ettirerek ulusal kurtuluşumuzu engellediği ve aynı şeyi yapmaya devam edeceği biliniyor. Ayrıca bütün olup bitenlere rağmen Devletin hala ulusumuzu ve onun tüm haklarını inkar ettiği de biliniyor. Bu, mücadelemizin dün olduğu gibi yarın da oldukça sert ve çetin geçeceğinin belirtisidir. Bu nedenle görev alır veya verirken bazı hususlara dikkat etmek zorundayız. Herşeyden önce göreve talip olanlar veya görev verilecekler, alacakları görevin gerktirdiği bilgi, yetenek, kültür, tecrübe ve "teknik" donanımına mümkün olduğunca sahip olmalıdırlar. Sadece bunlar yetmez; mücadelemizin çetinliği göz önünde bulundurulduğunda, görev alacakların kararlı ve bu anlamda güvenilir olmaları da gerekmektedir. Prensip olarak buradaki herkese güvenmekteyiz. Ancak bir hususu da gözönünde bulundurmak durumundayız. Mücadelemizde, işkenceden tutun katledilmeye kadar varan insanlık-dışı bir muamele ile karşılaştığımız biliniyor. Prensip olarak bu tür uygulamalara karşı direnmeyi savunmakla birlikte, Insan olarak, insani olmayan böylesi bir muameleye karşı nasıl tepki gösterileciğinin de kestirilmesinin zor olduğunun bilincindeyiz. Geçmişte bu türden zaaf gösterenlerin, bu durumlarının kendileri için bir deneyim teşkil edeceği ve bir daha aynı zaafı göstermeyebileceklerini düşünüp varsayabiliriz ve buna inanmak da isteriz. Ancak bunun ne böyleleri ne de başkaları için garantisi yoktur.
Kaldı ki, içinde bulunduğumuz ve bulunacağımız çetin mücadele için, insanlarımızı kararlı ve dirençli olmaya davet ve teşvik etmemiz de gerekmektedir. Takdir edersiniz ki, geçmişte zaaf gösterenlerin, kitleleri dirençli ve kararlı davranmaya davet edip teşvik etmeleri yeterince etkili ve inandırıcı ve dolayısıyla fonksiyonel olamıyacaktır. Salt bu nedenle de olsa anılan durumdaki arkadaşların kendilerini yeniden deneyene ve denene kadar şimdilik daha geri planda kalmalarında fayda vardır."
Eminim ki, böylesi bir değerlendirme büyük çapta etkili olacak ve netice verecektir. Buna rağmen haddini bilmeyenlere hadlerini bildirmek kolaylaşacaktır.
Nazmi Balkaş "Soro"
Demem o ki, insanın haddini bilmesi kaydıyla bırakalım çözülmesi, zaaf göstermiş olması, ajan olarak bile milletine bir biçimde "hizmet" edebilir. Işte size somut bir Örnek: Illegal siyasal yaşamında "Soro" takma adıyla tanınan ve Ağabeyi Cezmi Balkaş ile birlikte "Kırkdokuzlar" içinde yeralan Nazmi Balkaş, Istanbul Orman Fakültesini bitirdikten sonra, Sait Kırmızıtoprak’ın teşvikiyle, 1969’da, Güney Kürdistan’a geçer ve bir müddet sonra Sait Kırmızıtoprak’ın öncülüğünde kurulan T-KDP’nin Merkez Komitesi’nde görev alır. 1971’de, Sait Kırmızıtoprak’ın, Sait Elçi’leri öldürdüğü iddiasıyla IKDP tarafından yakalanıp tutuklanmasından sonra, Soro, Parti’nin diğer yöneticileri ve bazı üyeleri ile birlikte Suriye’ye ve Oradan da Beyrut’a geçer. Beyrut’ta, arkadaşlarıyla beraber yeni bir parti için yeni program çalışmasına katılır. Arkadaşları oradan Avrupa’ya dağılırlar; kendisi Suriye’ye, Kamışlı’ya döner. . Soro, 1974 "Genel Af"ından önce, birkaç defa gizlice Kuzey’e geçer, bazı arkadaşlarla görüşüp Suriye’ye geri döner ve "af" sonrası dönüp memleketi olan Lice’ye yerleşir. Şerwan Büyükkaya, kendi redaktörlüğünde, geçen yılın son ayında Stockholm’de yayınlanan "Ilk Anlatım" adlı kitapta, Soro’nun, Aralık 1974’te kullandığı takvime, "Beyrut’tan geri geldim (Abdo ile gittik). Bir kısım kitaplarımı geri getirdim ve Selah’a hiçbir ilgim kalmadığını söyledim." şeklinde bir not düştüğünü belirtir. Bu "not"tan, Soro’nun, Ülke’ye dönmeden önce, daha önceki arkadaşlarıyla siyasal ilişkilerini kestiğini anlıyoruz.
Görece yaşlı, tanınmış, deneyimli bir politik kadro olduğu için,1974’te ve sonraki yıllarda, yeni dönemin örgütlenme çalışmalarında, başta eski "Şıvancı" arkadaşları olmak üzere, hemen hemen herkesin, hem de birden çok defa, O’nunla gidip konuştuğunu ve birlikte çalışma dileklerini ilettiklerini biliyorum. Ve yine biliyorum ki, Soro’ya gidenler, O’na, en az merkez düzeyinde bir rol biçiyorlardı ve fakat Soro, herkesi nazik bir biçimde reddeti ve bir müddet sonra da herkesten özel olarak "kaçmaya" çalıştı..
Nihayet 1982’de, büyük çaplı bir bölünmenin hemen sonrasında, KIP’e yönelik yürütülen kapsamlı operesyonda, Soro da yakalandı ve kısa bir müddet sonra da salıverildi. Bu operasyonda yakalananların polis ifadelerini getirtip inceledik ve hayretle gördük ki, Soro, ülkeye döndükten bir müddet sonra, MIT ile çalışmaya başlamıştı. Soro, ifadesinde, "Af"sonrasında herhangi bir örgütle bağı olmadığını, aksine "Nedim" takma adıyla Diyarbakır MIT Bölge Müdürlüğü’nde "Orhan" isimli bir yetkiliye 136 82 nolu telefonu aramak suretiyle bilgi vermeyi yükümlendiğini ve zaman zaman anılan yetkili ile görüştüğünü, bu nedenle anılan kişinin bilgisine başvurularak salıverilmesini talep ediyordu ve kısa süre içinde salı verilmişti de…
Eminim ki, Soro’yu tanıyan bilen herkes bu ifadeyi okuduğu veya bu durumu duyduğu zaman, bizler gibi şok geçirmiş, ilk anda kafası allak-bullak olmuştur. Zira yukarıda da belirttiğim gibi, Soro, 1970’li yıllarda yeniden oluşup örgütlenmekte olan Kuzey’in Kürt hareketinde, sağ veya sol, istediği Kürt örgütünün yönetim kademesinde görev alabilecek bir insandı, kendisine bu yolda yaygın talepler gitmiş, hatta baskılar yapılmıştı. Ama o, bütün bu talepleri geri çevirerek kendisine de Kürt hareketine de bu tutumuyla "hizmet"e devam etmişti.
Soro, 1977’de Lice’de bağımsız belediye başkanı seçilmiş ve fakat Darbe ile birlikte görevden alınmıştı. Darbe sonrasının ilk seçiminde, bağımsız aday olarak tekrar belediye başkanı seçildi. 80’li yılların ikinci yarısında, HEP’in ardılı partilerle ilişkileri oldu. 90’lı yılların başında görevden alınarak, Lice’ye girmesi yasaklandı. Sürgünde iken Istanbul’da öldü, cenazesi bile Lice’ye alınmak istenmedi ve bu nedenle olaylara sahne oldu.
Gerek konuyla ilgil bir önceki yazımın yayınladığı bazı sitelerde, yazımın altına düşülen "cevap"larla ve gerekse de aldığım bazı maillerle, "sizinkilerden niye bahsetmiyorsun?" şeklinde kimi eleştiriler aldım.
Herşeyden önce, bu konuya "bizimkisi, sizinkisi" kaygı ve hesaplarıyla bakmamak gerekir. Ismen olmasa da bu bölümde verdiğim somut örnekler "bizimkiler"le ilgilidir ve bu yazı benzer durumda olan "bizimkiler"in tümünü de kapsamaktadır.
Daha önce de belirtmiştim, siyasal örgütler bakımından, belli bir ömrü olup ta, ajan sızdırılamayan örgüt düşünemiyorum. Bu nedenle "ajan"ı olmayı değil, ajanlara karşı dikkatli olmamayı ve onlara karşı yeterince mücadele etmemeyi kusur saymak gerekir diye düşünüyorum. Hatta denilebilir ki, ajan faaliyetine yoğun olarak muhattap olan bir örgüt olmak, bir yanıyla düşmana karşı mücadelede, mesafe almak ve dolayısıyla ciddiye alınmak gibi "pozitif" bir durumu bile anıştırıp temsil edebilir.
Bu önemli ve fakat netameli ve zor konuda söylenecek çok şey var; ama birkaç nedenle o "çok şey"i söylemek, sanıldığı gibi, ne her zaman yararlıdır ne de kolaydır. Ajanlık, kişisel olarak karektersizlik, siyasal olarak da ihanet etmek anlamındadır. Birilerini, bunlarla itham ediyorsanız, çok somut ve güçlü kanıtlarınız olamlıdır. Ikincisi, siyasal mücadelede, şu veya bu yolla zorlanıp "düşürülerek" ajanlaştırılanların, dönerek, kendi "eski" yollarında, şehid olmak dahil, önemli roller ve hizmetler üslendiklerini bir çok örneği ile biliyoruz. Ülkemizde kaybedilen bir savaş içinde ve sonrasında, daha bir çoğalan ve çoğalacak olan "düşürülenleri", düşmana hizmet yerine, yeniden "ayağa kalkmalarını" ve ulusundan yana mücadeleye katılmalarını teşvik etme hasasiyetini, sorumluluğunu ve cesaretini açıkça göstermek, kişisel olarak da siyasal olarak da öyle kolay ve ucuz değildir. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bir çok yönüyle iki tarafı keskin bıçak gibidir bu husus. Bununla bazı keskinlerin, düşürülmüşlerin ve en önemlisi devletin gazabına uğrayabilirsiniz… Ülke’de, bir arkadaş, bu konuyu, birkaç toplantıda ve cemaatte işlediği ve konuştuğu için, yalnız kalmakta olduğu konutunda tanımadığı ve büyük bir ihtimalle devlete ait bir ekibin saldırısına uğradı , "ölü" diye bırakıldı ve uzun süreli bir koma durumundan sonra ancak kurtarılabilindi.
Ancak ne olursa olsun, bu konu, ulusal kurtuluş mücadelemiz bakımından, hele de bu dönemde, hassasiyetle, sorumlulukla ve cesaretle seslendirilmesi gereken önemli bir konudur.
23.01.2005
Newroz.com Editörüne