Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 19 June 2010

Çocuğun kişiselleşmesi süreci çocuğun anneyle kurduğu ilişkiyle başlar. Çocuğun kişiselleşmesi, toplumsallaşması sürecinde konuşmayı başarması önemli bir ilerlemedir. Çünkü dil çocuğu aileden birisi haline getirir. Dil aynı zamanda çocuğa soyutlama gücü kazandırır ve diğer insanlarla anlama- anlatma bağlamında ortak iletişim kurma imkânı sağlar. Dil, konuşmak demektir; konuşmak ise “bir kültürü özümlemek, bir medeniyetin yükünü dilinin ucunda taşıyabilmek“ anlamına gelir. (Siyah Deri beyaz 20) Dil diğer yandan çocuğa başkaları karşısında bir kişisellik, eşit birey olmayı kazandırır. Kısacası annesinden ve diğer yakınlarından öğrenmiş olduğu dil, aile ve kendi ulusal, dinsel ve tensel toplumu içinde bir kişisellik kazandırmasında önemli bir araçtır. Fakat çocuğun oluş ve gelişim sürecinin bir yerinde annesinin dilinin, babasının şahsiyetinin, ulusal- ırksal- inançsal kimliğin sömürgeci hâkimiyet karşısındaki hiçliğiyle yüzleşmesi ya da yüzleşmesini sağlayan ilk tecrübe çocuğun gelişim sürecinde ciddi bir kırılma ve acı bir anı olarak kalır. Bu ilk anı ve daha sonraki yüzleşmeleri önemli oranda çocuğun oluş sürecini belirleyecektir.
Normal koşullarda çocuk kendi arzuları, istekleri, dürtüleri ile toplumsal üst- benin isteklerindeki çelişkiyi yaşar. Fakat normal koşullarda çocuk aynı zamanda bu çelişkileri çözebilecek toplumsal ve kişisel imkânlara da sahiptir. En azından çocuğun çevresel isteklere itaat etmek gibi bir mecburiyeti yoktur. Sömürgeleştirilmiş toplumlarda çocuğun tek hakkı vardır, sömürge egemenliğine kayıtsız- şartsız itaattir. Sömürge sisteminde çocuk sömürgeci karşısında silahsız, savunmasız, yalnız ve arkasızdır. İnsanın toplumsal olarak arkasız ve yalnız olduğunun bilincine varması, o sürece kadar bildiği, öğrendiği, özdeşleştiği, yücelttiği her şeyin yıkılmasıdır. Bu öğrenme süreci çocuğun gelişim sürecinin o anından itibaren ciddi boşlularla, kişilik bölünmelerine, şahsiyet bozulmalarına ve taşlaşmaya götürür. Yemen Yahudi'si bir kişinin kendisine tüküren, hakaret eden, taşlayan Müslüman çocuklar karşısında kendi kişiselliğini savunamamasının elbette ki psikopatolojik sonuçları olacaktır; parmak kadar küçük çocukların taşlarına, hakaretlerine karşı kendi kişiselliğini savunamayan babasının “güçsüzlüğüne“ ve “korkaklığına“ tanıklık etmek zorunda kalan bir çocuğun ruhsal ve zihinsel gelişimini normal batılı psikiyatr tasavvur edemez. Ne büyük kayıp; Freud bir Yahudi olarak toplumlardaki etnik, ırksal, inançsal temelde ayrımcılığa maruz kalanların psikolojisini çözümlememiştir.
Çocuğun sosyalleşmesinde, gelişiminde anne- babanın yadsınamaz bir yeri vardır. Anne ve baba çocuğun dış çevreyle tanışmasının, sosyalleşmesinin, kişilik geliştirmesinin öncülleridir; her şeyden önce anne ve baba çocuğun ilk özdeşleştiği kişilerdir. Anne- babanın çevreyle kurduğu ilişkileri, yargıları, tutumları çocuğun toplumsal bilincinin oluşumunun da öncülleridir aynı zamanda. Anne- baba olgusu çocuğun kişiselliğini oluşturma, bağımsızlaşma, kendisi olma sürecinde önemlidir; ebeveynler çocuğun ruhsal, zihinsel, bedensel ve ahlaksal gelişiminde de vazgeçilmez unsurlarıdır. Batı toplumlarında çocuğun daha sonraki yaşantısındaki birçok olumsuzluğun altında aile olgusunun olduğu bilimsel olarak doğrulanmıştır. Çocuğun “anne babasıyla kurduğu nesne ilişkileri ya da özdeşleşme ağır düş kırıklıkları ya da şok türünden bir yaşantıyla bozulursa bu içsel otorite tamamen yıkılabilir.“ (Çocukta Normallik ve Patoloji, Sh. 137)
Sömürge toplumları ağır sömürge koşulları altında feodalizmi yaşıyor. Toplumsal görüntü feodaldir. Fakat görünen feodalizmi anlamaya, görüntünün altındaki gerçeği görmeye başladığımızda sömürgeci sistemin semptomlarıyla karşılaşırız. Feodal şartları yaşayan bir toplumda anaerkil bir aile gerçekliğiyle yüzleşiriz. Katı feodal ve sömürge koşullarını yaşayan bir toplumda ya da toplulukta eril karakterlerin altında dişil karakterlerin giziyle karşılaşmak oldukça şaşırtıcı olsa gerek. Ailenin reisi erkektir, ailenin dış çevreyle (dost- düşmanla) ilişkilerini erkek yürütür, ailede herkesin önünde konuşma ve temsil hakkı erkeğe aittir, dışarıdan gelebilecek maddi ve manevi taciz ve saldırılara karşı aileyi korumak, kollamak, savunmak erkek işidir, böylesi toplumlarda kahramanlık, yiğitlik hakkı erkeğe aittir. Ailede her şeyin haddinden fazla erkeksi göründüğü bir toplumda ya da toplulukta anaerkillik çelişkiymiş gibi görünebilir. Ortada olan tek gerçek var, erkeğin egemenliği hukukidir. Sömürgeleştirilmiş toplumda/ topluluklardaki feodal karaktere rağmen anaerkil özelliklerin güçlü olmasının en önemli nedeni sömürgeleştirilme gerçeğidir.
1965 yılında ABD'de yayınlanan bir raporda zenci ailesinin anaerkil bir yapıya kaydığı tespitinde bulunur. Bu raporun dışında zenci ailesi üzerinde yapılan birçok araştırmada “köleliğin Zenci ailesini büyük ölçüde bozduğu“ şeklinde sonuçlara ulaşılmıştır. Aslında ailede bozulma dedikleri şey, ailedeki rollerin köleleşme sürecinde yeniden şekil bulduğudur. Köleleşme, sömürgeleşme sürecinde ailedeki evrim sömürgecinin de sömürgeleştirilenin de iradesinden bağımsız bir zorunluluktu. Sömürgecinin tacizi ve annenin (kadının) feminist tutumu ya da kadının aile dışındaki rolünün artmasıyla erkeğin otoritesinin ve rolünün değiştiğini söylemek sömürge gerçeğini anlamamaktır. Zenci kadın olsun, sömürgeleştirilmiş ulusların kadınları olsun erkeklerinin ve erkek çocuklarının tam anlamıyla erkek gibi yetiştirmeye çalışırlar ve erkek gibi olmalarını isterler. Sömürge ailelerde anaerkil karakterlerin öne çıkması sömürge kadının “feministçe“ bir bilinci değildi. Sömürgelerde kadın her şeye rağmen erkeğini, erkekliği yüceltir, erkeğine arka çıkar, şerefini yüceltir ve gerektiğinde erkeğinin onurunu savunur, korur. Angela Davis zenci ailesinde kadının yerinin önemindeki artışı kadının aileye sağladığı maddi ve manevi katkıya ve köleleşmenin kadını erkeğe eşitlemesine bağlar. Bana göre zenci ailesindeki ya da sömürge toplumlarındaki aile yapısındaki anaerkil özelliklerin güçlü olmasının nedeni sömürgeleştirmedir. Eugene Genovere, Zenci kadınların “oğlanlarının erkek olarak yetişmesini istiyorlardı ve çok iyi biliyorlardı ki, böyle olması için, önlerinde güçlü bir zenci erkek örneğine ihtiyaçları vardı“ diyor. Yukarıda yaptığım aktarmadaki kilit kavram, “zenci erkek örneği“. Köleleştirilmiş, sömürgeleştirilmiş toplumlarda siyah erkek örneğinin olmaması bu toplumlardaki aile yapısının ve toplumsal karakterlerdeki dişil özelliklerin güçlenmesinin de nedenidir. Avustralya'nın yerli halkı olan Aborijinler'in dedikleri gelenekleri bir zamanlar vardı. Sömürgeciler gelmezden evvel kadınların, erkeklerin, çocukların, yaşlıların bir saygınlığı vardı. Erkeğin de bir saygınlığı vardı. Sömürgecilik yerli halkın tarihsel varlığını nasıl değersizleştirdiyse insanı da (kadın ya da erkek) değersizleştirdi. Bir zamanlar erkek vardı, meseleleri de vardı. Şimdi ne kadının ne erkeğin adı var, çünkü Aborijinlerin tarihsel, toplumsal, iktisadi bir değeri kalmadı. Ortada meseleler var, fakat meseleleri sorunlaştıracak irade ve imkânlar yok.
“Bir zamanlar başları dimdik ve gururla yürüyen Nyungarlar şimdi başlarını yerden kaldırmadan dolaşıyorlardı. Her şeyden yoksun bırakılmışlardı.... Artık ay ışığında yanan ateşin etrafında dans edemeyeceklerdi. Vücutlarını boyamış, kafalarına tüyler takmış savaşçılar, solgun birer imge olarak geçmişe gömülmüştü. Mevsimsel takvimlerdeki önemli tarihler unutulup gidecekti.“ (Çit sh 29)
Ve bu yok oluşun içinde de olmayacak, çünkü meseleleri konuşacak erkek iktidarsızlaştırılmış olacaktır. Artık erkek sinik, amele, mahpus, gurbetçi olacaktır.
Sömürgeci öncelikle yerli halkın, ötekileştirdiklerinin yaşam alanlarını ve imkânlarını işgal ve ilhak ettiği gibi, o toplumun/ topluluğun erkekliğini de ilhak ve işgal edecektir. Bir toplumun/ topluluğun erkekliğinin iğdiş edildiği ortamda sosyal yapının dengesi ve içsel bütünlüğü ve otoritesi yaralanmış olacaktır. İşte zeminde ve zamanda erkekten boşalan yeri ve rolü kadın üstlenmek zorunda kalacaktır. Bu rol almada kadının sömürge öncesi konumunun yüksek değer ihtiva etmiş olmasının da rolü olduğunu bilmeliyiz.
Bir toplumun sömürge öncesi kültüründe kadının toplumsal yerinin önemli olmuş olmasının sömürge sonrasında kadının toplumsal önemine pozitif etkileri olmuş olabilir. Fakat sorunun sömürge öncesi kültürü aşan bir yanı olduğunu görmemiz gerekir.
Bütün anneler, babalar, dedeler, nineler bir zamanlar çocuktu. Bunlarında oluş ve gelişim süreci oldu; oluş ve gelişim sürecindeki anıları, tecrübeleri, yüzleşmeleri daha sonraki kişiliklerinin oluşturulmasında, davranışlarını önemli oranda etkiledi. Çocukluğun oluş sürecinin önemli bir kavramı özdeşleşme; anne ve baba en önemli özdeşleşme unsurlarıdır. “Özdeşleşme, bir sosyal hayat varmak için şarttır.“ Psikolojik Aktivite 55
Geleneksel ailede, sömürge ailede erkek ailenin tek temsiliyet unsurudur. Eğer erkek sömürgelerde sömürgeci ve sömürge kurumlar karşısında güçsüz ve acz içindeyse, aileyi nasıl koruyabilecek, nasıl temsil edebilecek(?) Yemenli Müslüman çocuklarının taşlı, küfürlü saldırıları ve hakaretleri karşısında çaresizliği yaşayan bir Yahudi erkeği kendi çocuğuna, karısına, kızına nasıl model olabilir, erkek çocuk bu durumda özdeşleşmeyi babayla yaşayabilir mi? F.Fanon zencilerde Oedipus kompleksinin pek rastlanan bir şey olmadığını; Fransız Antilleri'nde ailelerin yüzde 97'sinin Oedipus kompleksine yataklık edecek şartlardan uzak olduğunu söyler. (Bkz. Siyah Deri Beyaz Maske, sh.192- 193) Çünkü sömürgeleştirilenin kıskanacağı, rekabet edeceği, rakip gördüğü, özdeşleşeceği, övünç duyacağı, gölgesinde kendini güvende duyumsayacağı bir babası yok ki. Baba öldü.
Şair diyor ki:
“Beyaz adam babamı öldürdü.
Çünkü onurlu adamdı babam
Annemi kirletti beyaz adam
Annem güzeldi çünkü.“
(David Diop. akt.Siyah Deri Beyaz Maske, sh.173)
Sömürgeci önce babayı/ erkeği öldürdü, sonra anneyi/ kadını kirletti. Daha sonra ise çocuğa emretti, “hey velet su dök ellerime.“
Kürdistan'da binlerce köyün erkeği toplu işkenceden geçirildi, askerler kadınlarının ve çocuklarının ve komşularının önünde kişisellikleriyle aşağılandılar, fiziki ve sözlü aşağılanmalara sessizce itaat etmek zorunda kaldı. Yazarın dediği gibi,“babalar oğullarının önünde soyunmak zorunda bırakılıyordu. İnsan onurunun ilk kabuğu soyulmaktaydı.“ (Yurtsuzların Ülkesi, sh. 111)
Erkeğin aslında sömürgeci ve efendi karşısındaki hiçliği onun aile içindeki rolünü de hiçleştirir. Sömürgeci, köleci erkeğin kişiselliğini ve toplumsal rolünü zayıflatmış, hiçleştirmiş; erkeğin rolündeki gerileme, bozulma sömürge ailesinin yapısını etkilemiştir. Belki sömürge ailesinde erkek ancak kendi ırkındaki, ulusundaki insanların gözünde bir anlam ifade edebilir. Her şeye karşın yabancılarca rolü hiçleştirilmiş bir erkeğin kendi ailesi karşısındaki duruşu zedelenmiştir.
Sömürgeleştirilme ve köleleştirilme sürecinde kadının rolü zedelenmiş midir? Elbette sömürge sürecinin en büyük mağdurlarından birisi kadındı/ kadın olacaktır. Fakat sömürgeciyle kadının karşı karşıya gelmesi erkeğin ruhsal- zihinsel- bedensel ezilmesini takip eden bir süreç olacak. Burada şu önemli ayrıntıyı gözden kaçırmamalıyız: sömürgeci de sonuçta ataerkil zihniyete sahip.
Sömürgecinin işgal- ilhak- sömürgeleştirme sürecinde öncelikle ülkeyi askeri olarak işgal edecek, siyaseten anavatanın siyasi kaderine eklemleyecek; yavaş yavaş topraklar, tarım alanları, yeraltı ve yerüstü zenginlikler beyaz adamın mülkiyetine geçecek; ülkenin tüm yönetim birimleri ve yönetme gücü beyaz adamın inisiyatifinde kurulacak. Sömürgeci bu süreçte yaptıklarıyla erkeğin imkânlarını ele geçirmekle erkeğin rolüne zarar vermiş olur. Sömürgeleştirilme sürecinde erkeğin rolünde zayıflamayla birlikte kadının rolü önemli hale gelecek. Erkek artık ne ekonomik olarak, ne fiziki olarak, ne de kültürel olarak aileye set olamayacak kadar güçsüzleştirilmiş. Doğal olarak erkeğin sömürgeci karşısında savunamadığı ailenin bütünlüğünü koruması ve varlığını sürdürebilmesi için kadının geleneksel rolünden daha fazlasını yapması gerekli ve zorunlu bir şeydir. Kadın artık, hem geleneksel –ulusal değerleri yaşatan, hem de ailedeki sürekliliği sağlayan kişidir.
“Guatemalı kadınlar erkekler tarafından ezilseler de esas olarak devletin, çiftlik sahiplerinin ve askerlerin terörüne karşı hayatta kalma mücadelesi vermektedirler. Bu mücadelede başarılı olma umutları, Amerikalı kadınlarla birleşmekten çok, erkekleriyle birleşmelerinde yatmaktadır.“ (Feminizm ve Ezilmenin Çelişkileri, sh.39)
Sömürgecilik imkânları elinden alınmış erkeği gurbetçiliğe, suça, atalete, işsizliğe mahkûm eder. Ailenin yaşamında erkek adeta geçicidir/ misafirdir. Hapisteki kocasına ve çocuklarına kadın hem annelik hem babalık yapar; sürgün, kaçak ve gurbetçi babadan oluşan boşluğu anne doldurmak zorunda kalır. Bu süreçte baba istese de/ gücü olsa da ailede rolünü oynayamaz. Bu sosyolojik gerçek ailede ve toplumda kadının rolünü kuvvetlendirir. Bu rollerdeki hareketlenme bir kadın hareketi ya da kadının kadın olma bilincinden oluşan bir sonuç ve süreç değil; bu durum sömürge politikalarının doğal sonucuydu.
Sömürgeleştirilme sürecinde erkek rolünü, ailesini, ulusal- geleneksel değerlerini koruyamaz ve giderek büzüşür.
“ Baba, çocuk için, anneden ayrışma cesaretiyle ’birey' olabilmiş ve kendi başına gücü/ çekiciliği olan bir özdeşim nesnesidir.“ (Kişilik ve Psikoterapi Yazıları, sh.195)
Martha Freud, “Yahudi olmak, gururu kırılmış bir baba olmaktı“ diyor, kocası Freud'u anlattığı kitapta. Gururu kırılmış bir baba ne bir özdeşleşme unsuru olabilir ne de ailesini sömürgene karşı koruyabilir. O sömürgeci tarafından ayartılmış kızının, karısının trajedisine seyirci kalmak zorunda kalır; dayak yemiş, işkence görmüş, gururu incinmiş oğlu için adalet isteyemez. Erkek dağılan aileyi ayakta tutacak bütün imkânlardan yoksun bırakılmıştır; bu süreçte erkek ciddi olarak şahsiyet sorununu yaşar. Sonuçta erkek zihnindeki- ruhundaki sömürgeciliği yenemediğinden dolayı büzüşmekten, hiçleşmekten, bir hiç olmaktan kurtulamaz ve sömürgeciliğe itaat etmeye başlar. Anne erkek gibi oğul yetiştirmek ister, baba ise sömürgeciliği rahatsız etmeyecek çocuklar yetiştirmek ister. Bu çelişkiyi görebilmek için devrimci durumun gerçeklik kazandığı süreci beklemek gerekiyor. Bu konuyla ilgili olarak Frantz Fanon'un Cezayir toplumuyla ilgili önemli gözlemleri var.
“Bilhassa halkın mücadeleye katılma boyutları, bastırılan halk hareketleridir, babayı etkileyecek olan. Çoktan yıkılmış bulunan babanın eski emniyeti, kesinlikle yok olur. Aile, dengesini nasıl koruyacağını bilemez durumdadır. O zaman keşfeder ki, ayakta kalmanın yegâne yolu, oğluna katılmaktır. Bundan sonra baba eski değerlerini toprağa gömer ve ilerleyen kervana katılır.“(Cezayir Devriminin Anatomisi, Sh. 79)
Aslında gerçek anlamda babayı ulusal kurtuluş sürecine ve anti- sömürgeci tepkiye katılmaya zorlayan şey yine çocuklarının yanında kadının duruşudur.
“ Fakat şimdi [sömürgeciliğin reddinde] erkeklerin çoğu, makide veya hapisteydi; birçok aileyi de kadınlar yönetiyordu. Ve bu kadınların uyandırdığı saygınlık ve cesaret erkeklerin, yalnızlık saplantılarından arınıp, rahatça uyumalarını sağlıyordu.“ (Yürüyenler, sh. 115)
Çünkü kadın çocuklarının önünde erkek gibi erkek olmayan babaların bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışır ve yiğit oğullar ve kızlar yetiştirmek ister. Bu anlamda sömürgeciye kafa tutan oğullarıyla gururlanır, oğullarının/ kızlarının yiğitliklerini her şart altında destekler, çocuklarının davasına haksızlık yapmaz. Bu süreçte babanın duruşu çok farklıdır. Baba annenin aksine başkaldıran çocuklarını yadsır, çocuklarını pişmanlığa zorlar, kendi kötü anılarıyla çocuklarının bilincine, ruhuna korku telkin eder. Bu başkaldırı sürecinde sömürgeleştirilmiş baba çocuklarının yiğitliğinden gurur duymanın ötesinde ciddi olarak korkar. Bu anlamda oğulların ve kızların direnişindeki en büyük müttefikleri anneleridir. Bunun böyle olmasında anne- çocuk ilişkisinin elbette ki etkileri olacaktır; fakat anne- çocuk diyalektiğinden faklı olarak sömürgecilerce büzüştürülmüş, hiçleştirilmiş erkekliğin yerini dolduracak oğul arzusudur. Bunu yine Türkiye'de ve Kürdistan'da cezaevleri direnişlerinde gözlemlemek mümkün. 12 Eylül Askeri cunta döneminde bu toplumun devrimci, direngen oğulları ve kızları cezaevlerine toplandı. İçeride- dışarıda, tutuklular ve aileleri en ağır koşullarda cuntaya karşı direndi. Cezaevleri direniş sürecinde anneler hem nicelik olarak hem de nitelik olarak direnişin en onurlu, en direngen noktalarında yer aldı; anneler direnişte babaların önünde yer aldı. Burada annelerin oğullarının/ kızlarının yanlarındaki duruşunu annelik özellikleriyle ya da koruma dürtüleriyle açıklarsak konuyu çok daraltmış oluruz; annenin direnen, itiraz eden, beyaz adamın karşısındaki kahramanca/ erkekçe duran oğlunun yanındaki duruşu anne olma özelliklerinden daha fazla bir şeydir.
F.Fanon diyor, “Dünyayı birden ikiye bölen devrim önünde, baba kendini silahsız ve biraz da endişeli bulur. Bu endişe, devrimle yakından alakalanan oğul yüzünden şaşkınlığa dönüşür...“ Hatta bu devrimci süreçte baba çocuklarının katılımını engellemeye, çocuklarını tekrar aileye çekmeye çalışır.
Sömürgeleştirilme sürecide erkek kadından önce sömürgecilikle yüzleşti, sömürgeciliğin vahşetini yaşadı. Erken yüzleşme erkeğin ataerkil zihniyetinde ciddi yaralanmalara neden olurken, rolünü oynayamamanın, ailesinin (karısının, çocuklarının) önündeki aşağılanmanın zihninde ve ruhunda yarattığı kırılmalar erkeği önemli oranda kötürüm yapmıştır. Bu durum toplumda ve ailede ciddi boşluklar yaratmıştır; erkeğin sürgün, göçmen, kaçak, mahpus yaşantısından oluşan yokluğunu ve yokluğundan kaynaklanan boşluğu anne doldurmak zorunda kalmıştır. Aileyi belli ahlaki ölçüler içinde tutmak, ailenin bütünlüğünü korumak, aileyi dışarıya karşı savunmak, ailenin iktisadi sürekliliğini sağlamak, ailenin gündelik sorunlarını çözme yükümlülüğü kadının rolünü kuvvetlendirmiştir. Diğer yandan da ataerkil zihniyetli sömürgecinin sömürgeleştirdiği toplumdaki erkek modelini kadükleştirmesi, hiçleştirmesi anaerkil özellikleri kuvvetlendirir. Sömürge toplumlarında çocukların, genç oğlan ve kızların sosyal, duygusal bilinç ve kişilik süreçlerinin oluşumunda annenin başat bir rolü vardır. Sömürgelerde anne salt aileyi ve ulusal değerleri diri tutmakla kalmamış, çocuklarının bilincinin ve yiğitliklerinin oluşum sürecine de katılmış bir kişidir.
Sömürgelerde kadının içinde olmadığı zeminde erkek korkaktır/ korkutulmuştur; erkek cesaretini kadınından alır. Bu o kadar ki, kadınının olurunu almadan erkek hiç bir adım atamaz; kadına rağmen attığı her adımda ciddi hoşnutsuzluklar duyar, attığı adımdan dolayı memnuniyet duyamaz. Bu aslında erkeğin öz-güven duygusundaki kayıplarıdır. Erkeğin ailedeki, toplumdaki üstünlüğü gerçekte sadece hukukidir, ailenin ve insanın ruhuna kadının açığa çıkmamış bir hâkimiyeti vardır.
Kadın sınıflı toplumda erkekten korunmasını bekler. Kadın erkeğine ve onun kahramanlığına güven duymak ister. Kadın çocukların babasının kahraman olmasını ister.
“Erkeğin hayallerine ilişkin yakından bir inceleme genellikle, bütün kahramanlık gösterilerinin ve bütün başarılarının, sadece onu diğer erkeklere tercih edecek bir kadını hoşnut etmeyi amaçladığını gösteriri.“ (Psikopatoloji Üzerine, sh. 81-82)

Anonymous (not verified)

Sat, 2010-06-19 23:07

Bir hayli çaba harcanarak yazılan bir yazı.. Sayın Karataş'a böyle bir yazı yazdığı için öncellikle teşekürlerimi sunuyorum. Erkeklerin iktidarını yitirmelerini ve kadınların var olan boşluğu doldurmalarını bire bir sömürge sitemine başlamış. Bana göre burada çok büyük bir genelleşmeye gitmiş. Kürdistan'ın durumunu ele alırsak. Kürdistan sadece son yıllarda sömürgeleştirimedi. Kemalist iktidar boyunca Kürdlere karşı her türlü soykırım oldu, ama Kürd erkeklerin aile içinde ve Kürd toplumu içinde her zaman belirleyici rolleri oldu.. Yazı bu soruya cevap veremiyor... Ayrıca o dönemler Kürd kadınları da bir boşluğu doldurmuyordu.. Afganistan'da Sovyetler Birliği dönemi dahil olmak üzere şimdiye kadar dış güçlerle sorunu var.. Erkeklerden kalan boşluğu!!!! Afgan kadınları doldurmuyor. Sudan, Filistin ve daha başka örneklerde verilebilinir. Aslında Kürd toplumunda erkeklerin eski otoritelerini yitirmelerinin nedenleri içinde sömürgecilerin rolü dışında başka etmenler var. Sıralamak gerekirse: 1)Kuzey Kürd kadının uyanışı(yazar bu noktayı tümden yansımış) Mesela benzer bir süreç Doğu Kürdistan'da da yaşanıyor. Ama, Güney Kürdistan'da Saddam'ın kanlı rejimi sırasında yaşanmadı. 2) Seksenler sonrası dünyadaki gelişmeler çok hızlandı, gelinen yerde dünya bir küçük köy halini aldı.. Kürd kadının bundan etkilenmemesi düşünülemez. Kürd erkeğinin eski rolünü yitirmesi de öyle.. 3) Erkek ve kadın rolleri konusunda Kürdistan'ın kırsal ve şehirsel alanlarında kadın ve erkek rolleri değişiyor.. Kırsalda yine erkek hakimiyeti var.. Şehirlerde kadınlar daha ön planda.. Burada göçten ve mecburen şehirlerin varoşlarına yığılan erkeklerin işsiz durumu sömürgeci sistemden kaynaklı olduğu doğru... Ama, daha önceleri şehirlere ve Türk metropolerine yerleşen ailelerde erkekler işsiz olmamalarına rağmen kadınlar ciddi bir rol oynamaya başladılar.. 4)Avrupa'dada Kürd kızları ve erkekleri arasında eğitim anlamında bir kıyaslama yapılırsa kadınlar daha başarılı... Aslında aynı durum Avrupa toplumlarında da yaşanıyor. 5)Bir dizi örnek verilebilinir... Bu gelişmenin kültürel, geleneksel, dinsel ve toplumsal boyutu var... Yazar arkadaş sanki yaşanan gelişmeleri bir bütün olarak sömürgeci T.C'ye yükleyerek nostaljik takılıyor.. Erkeklerin her şeyi rapt zapt altına alma özlemini taşıyor.. Kadınların mücadele içinde bilinçlenmesini yadsıyor. selamlar

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.