بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی
Submitted by Anonymous (Pesend ne kirin) on 29 July 2009

ALTERNATİF (YA DA İKTİDAR) ÜZERİNE NOTLAR[*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

“İktidar hakkında konuşmaksızın,
bir alternatif hakkında
konuşmak mümkün değildir.“[1]

“Türkiye sosyalist ve işçi hareketinin krizi ve krizden çıkış imkânları ve krizden çıkış imkânı olarak sosyalist forum“ eksenli bir yazıyı kaleme almak, -hemen hemen- her şeyden söz etmeyi “olmazsa olmaz“ kılıyor.
“Her şeyden“ söz etmeden önce, “her şeye dair“ yöntem(imiz)e değgin birkaç saptamayı -altını özenle çizerek- sıralayalım:
i-) Sözü uzatmamak gerek. Tıpkı, “İnsan gerçeği söylemelidir, sözü uzatmamalıdır,“ diyen Demokritus'un vurguladığı üzere...
ii-) Reçete(ler) sunmaktan, öğüt vermekten kaçınmak gerek; “Öğüt vermek kolay, örnek olmak zordur,“ diyen La Rochefaucauld'u unutmadan...
iii-) Ayrıca “akıl vermek“ gibi üst perdeden ahkâm kesmemelidir (katkılara açık) eleştirel görüşlerimiz. Pascal'ın, “Akıl veren çoktur, akıl yoktur,“ uyarısını kulağına küpe ederek...
iv-) “Kendi danışmanın ol!“ ilkesine sırt dönmeden; Henry W. Beecher gibi, “Bütün kelimeler fikirlerin asılı olduğu mandallardır,“ demek zorunda olan yazacaklarımız “taraflı“dır, “yanlı“dır, başka türlü olması da mümkün değildir. Tıpkı Feliks Çuyev'in formülündeki üzere, “Kuşkusuz bu yanlı bir tarih, ama yansız tarihin de onsuz yarım kalacağı bir yanlı tarih“...

I. AYRIM: GİRİŞ YA DA “SÖZÜN SİHRİ“ (Mİ?)!

“Taraflı“yız, “yanlı“yız elbette; ancak sözün “sihri“ne, kendinden menkul “kerameti“ne inananlardan da değiliz.
Söylemiş, yazmış, ifade etmiş olmak sadece “bir şey“dir; ama kesinlikle “her şey“ değil.
Yani, yani dememiz o ki, “Önce söz vardı“ diyenlerden değil, “Önce eylem vardı“ diyenlerdeniz.
Yıllardır “tartışır“ız, “araştırır“ız, “yenilenir“iz, “arınır“ız, vs., vd'leri... (Laf aramızda bunlar artık, her seferinde yarı çapı daralan bir ritüele dönüşmüştür...)
Litrelerce mürekkep, tonlarca kağıt, sonsuz-sınırsız söz tüketimine yol açan bu faaliyetlerde biz de yerimizi aldık... (Sakın “neye yaradı?“ diye sormayın!)
Örneği yakın geçmişten bugüne “Türk(iye) Sosyalizminin Tarihi“nden;[2] “Soru(n)lar/ Çözüm(süzlük)ler“den;[3] “Radikal Sosyalizmin Soru(n)ları“ndan;[4] “Marksizm ve Devrim“den;[5] “Örgüt(lenme)“den;[6] “Sendikalar[7] ve Sınıf Tartışmaları“ndan;[8] “Birlik“ten;[9] ve nihayet tüm bunların “deneysel toplamı“ olarak ÖDP'den[10] de söz ettik.
Sadece biz mi? Hemen hemen herkes, her şeyden söz etti... (Örneğin ÖDP'de ÖSP tasfiyeleri sonrasında ortaya çıkan, “Sosyalist Emek Hareketi Politik Bildirge Taslağı: Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde“[11] başlıklı kapsamlı ve yetkin çalışma da buna dahil.)
“Sonuç“ mu? “Her şeyi“ yeniden ve bir kez daha tartışıyoruz.
Pekâlâ buradan çıkartılması gereken ilk ara sonuç ne mi olabilir? Tek bir cümleyle, saltçı bir sözün, teorisist açılımın “büyüsü“yla, “kerameti“yle yol alabilmek mümkün değildir.
Eylemli olmayan, temsil kapasitesini yitirmiş, örgütlü olmayan bir sözün kıymet-i harbiyesi yoktur ve olmayacaktır da.
Geçerken anımsatalım: “Fikirlerin silaha ihtiyacı yoktur, tabii geniş kitleleri ikna etmeyi başarırsanız,“ der Fidel Castro.
O hâlde altını çizerek ilk tezimizi dile getirelim: Yaşlanan ve eylem kapasitesiyle emek eksenli temsil gerçeğine yabancılaşan “birikim“imiz açısından, inkârın inkârı dinamiğine yaslanmış eylemli-eylemci bir Rönesansa muhtacız; söz(ümüz) ancak böylesi bir Rönesans'la anlam kazanabilir.
Yaşlandığımız gerçeğini unutmamalıyız; yaşlanmamızı “olgunluk“ olarak sunmamalıyız; bu kocaman bir yalan olur.
Ingrid Bergman'ın, “Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıkınca yorgunluğunuz artar, soluğunuz daralır ama görüşleriniz açılır“; Platon'un, “Düşüncenin gözü ne zaman iyi görmeye başlar? Gözlerimiz keskinliğini yitirdiğinde,“ sözlerini pek ciddiye almayın...
Önemsenmesi gereken; Schopenhauer'un, “İnsanın kırk yaşına kadar geçen yılları bir kitap, geri kalan yılları da o kitabın eleştirmesidir“; Juvenal'in, “Yaşlılık ölümden çok daha korkunçtur,“ saptamalarıdır...
Evet, yaşlanmış(ların) sözü(nün) gençleştirilmesi, yüzünü eylem dönerek, yaşamla tekrar sınanması gerekmektedir.
Bu yoldaki ilk adım da, bizi biz yapacak sınırların yeniden saptanması, ikircimsizce çizilmesidir.

II. AYRIM: SOLUN SINIRI

Sol ne? Sınırları nedir? Nasıl tanımlanır?
Sorular çoğaltılabilir.
Bunlar açık ve net olarak yanıtlanmalıdır.
Öncelikle CHP: Bu parti ne “sol“dur; ne de “sosyal demokrat“!
Bal gibi devlet partisi olan bu yapılanma solun dışındadır; hiçbir gerekçe ile solun ittifakları içinde görül(e)mez ve gösterilemez!
Dahası, Tevfik Çavdar'ın ifadesiyle, “CHP ömrünü tamamlamıştır.“[12]
Kemalist rantın devlet partisi olarak Baykal'ın CHP'si, AKP'nin bile alternatifi değildir.
CHP'nin aldığı seçim sonuçlarını illere göre inceleyen Merkez Yönetim Kurulu'nun hazırladığı raporda, alınan sonuçtan “ikinci cumhuriyetçiler, Batılı odaklar ve AKP'yi destekleyen tarikatlar“ sorumlu tutuldu. Raporda özeleştiri yapılmaması dikkat çekerken; Baykal diktasının CHP'si korkunç bir erozyon yaşayarak, emek eksenli dinamiklerden tümüyle koparken, milliyetçileşmektedir.
Örneğin yıllardır Baykal'ın kurmay kadrosunda yer alan CHP Genel Başkan Yardımcısı Eşref Erdem, partideki görevlerinden istifa ederken, “CHP sınıfsal kimliği ve sol ideolojisinden uzaklaştı,“[13] diyor; aslına rücu eden CHP gerçekten de bürokratik bir kasta dönüşmektedir.
CHP, solun yanında ya da yandaşı değil, karşısındadır; ve nihayet hiçbir sol formülün içinde yer almamalıdır.
Radikal sosyalistler için solun en sağındaki güç (sicili belli Sarp Kuray'ın da iltihak ettiği SHP de değil) olsa olsa ÖDP'dir...
Neden SHP değil?
Gayet açık: “Cumhuriyet Sol'a hiçbir zaman iyi davranmadı...
Şunu belleyelim: Elli bin kez yenilse de sol ve solcu ... devletine düşman olmaz...
Gerçek solcular, Cumhuriyet kendilerine kötü davransa da Cumhuriyet'ten asla vazgeçmezler, Cumhuriyet'in karşısına geçmezler...“[14] diyen bir devletçi vurgudan malûl olan SHP “Gerçek sosyalistler, demokratlar, devrimciler, Kemalistler birlikte hareket edebilecekler mi?“ sorusuna yanıt arayan bir partidir...
Örneğin ’Küçük Kurultayı'nda Murat Karayalçın, “Halkımıza Açık Mektup“ başlıklı açıklamayla devrimcileri, sosyalistleri SHP çatısı altında toplanmaya çağırmıştır; işte bu mektuptan bazı bölümler:
“* 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya çıkışı ile kozasından çıkan ancak 1947'deki Türk-Amerikan anlaşmaları ve ardından, NATO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve askeri müdahaleler sarmalının kuşatmasıyla kesintiye uğrayan Anadolu modernizasyonu, 1960 27 Mayıs'ının kazanımlarının ürünü olan 1968 gençlik hareketleriyle tekrar rayına oturtulmaya çalışılmışsa da bu tarihi şans, sırasıyla 12 Mart ve 12 Eylül operasyonları sonucunda zorbalıkla ezilmiştir.
Bugün Türkiye solu yeni ve güçlü bir çıkış yapacaksa, ki bunun bütün objektif koşulları mevcuttur, bunun yolu; 1919, 1968 ve 1978 hareketlerinin emek ekseninde yeniden güncellenmesinden ve rotasını dünya solunun ve emek hareketinin enternasyonal dayanışmasına çevirmesinden geçecektir.
* Bu aşamada, Türkiye solunun iki önemli bileşeninin, yani Türkiye sosyal demokrasisinin ve Türkiye sosyalist-devrimci hareketinin karşılıklı ilişkilerinin tanımlanması önem kazanmaktadır.
Sosyalist bloğun dağılışını kimi sosyal demokrat çevreler, aceleci bir tavırla kendi tezlerinin doğruluğunun kanıtı ve dolayısıyla sosyal demokratik bir yeni çağın başlangıcı olarak tanımlamışlarsa da, olayların gelişimi, sosyal demokrat siyaset ile sosyalist siyasetin diyalektik bir bütünlük arz ettiğini ve aslında gelişimlerini birbirlerinin varlığına ve karşılıklı mücadelelerine borçlu olduklarını göstermişlerdir.
* Tıpkı Güney Amerika solunun yüzden fazla sosyalist, sosyal demokrat parti, örgüt, sendika ve gruplarının başardığı gibi ortak tarihi değerlerimiz etrafında bütünleşerek, Türkiye halkına umut ve heyecan aşılayacak bir çıkış yakalamamızın bütün objektif koşulları fazlasıyla mevcuttur. Bizler beraberliğin sübjektif koşullarından olan örgütlenme ihtiyacına, her türlü hesaptan uzak, tam bir samimiyet içerisinde katkı sunmaktan mutlu olacağız.“[15]
Burada vurgulanması gereken kritik nokta, sosyalist solun, “1919'da (...) kozasından çıkan (...) Anadolu modernizasyonu“na ilişkin tutumunun saptanmasıdır. Sosyalist sol, Murat Karayalçın'ın varsaydığı “süregenlik“ belitinden, “bağımsızlık vurgunu“ sosyalistlerin, devrimcilerin, bizatihî bu “modernizasyon“un taşıyıcısı TSK tarafından feci şekilde ezildiği 12 Mart'tan itibaren bir kopuş yaşamışlardır. Dahası bu “modernizasyon“un soykırımlar, katliamlar, asimilasyonlar, hasılı demir yumruk eşliğinde gerçekleştirilen bir “bastırma“ ve “tektipleştirme“ ile atbaşı yürü(tül)düğünün bilince çıkartılması, kopuşu sosyalist sol açısından daha da netleştirmiştir.
Dolayısıyla günümüzde, sosyalist solun “Cumhuriyet“le (rejimle) barışmak gibi bir derdi yoktur; olsa olsa yeni bir Cumhuriyet'i kurmayı hedefleyebilir sosyalist sol. Bu “yeni“nin, “İkinci Cumhuriyet“ tezlerinden emek eksenli, eşitlikçi-özgürlükçü bir kardeşleşme perspektifiyle ayrıldığını vurgulamaya gerek var mı?

II.1-) SOLUN EN SAĞI: ÖDP

Siz Ufuk Uras'ın, ÖDP üstüne[16] dediklerini ciddiye almayın; denilenler ile gerçek -yaşayanların bildiği üzere- çok farklıdır; Uras'ın, ’Zaman' gazetesine demecinde, “Son kullanım tarihi geçenler ÖDP'den ayrıldı [doğrusu atıldı!-y.n.]“ dediği gibi![17]
Her neyse, devam edelim...
Ersin Ergun Keleş, “ÖDP, 11 yıllık birikimi ve siyasi-ideolojik içeriği ve pratiğiyle, kendinden çok daha fazla bir şeyi ifade ediyor,“[18] derken; dediklerini neyin üzerine temellendiriyor? Bunu anlamak mümkün değil. Bu olsa olsa, asılsız bir hamaset!
Tıpkı Uras'ın “parlak lafları“ gibi:
“Kendimizi aşmalıyız. Her siyasi yapı kendini aşarak ortak irade oluşturmalı. Yapabilirsek AKP'ye karşı iktidar seçeneği oluşturabiliriz. Yerel seçimlerde bunun patlamasını yapabiliriz.
ÖDP en büyük parçası olacak bu durumun. Toplumsallaştırma ve aslında kendi dışımızdakilerle buluşma konusunda önümüzdeki süreç ılımlı geçecek. Siyasette en tehlikeli şey ayrışma ve daralma. Bu işi aşmamız gerekiyor. Genel psikolojik havanın değişikliği bizim açımızdan işi kolaylaştırıyor. Böyle bir beklenti var. Birinci bölgedeki beraberliğimizden sonra DTP, ÖDP, DSİP, EMEP, Yeşiller, sendikalar ve meslek örgütlerinin talepleri var. Bu enerjinin büyütülmesi ve bu ihtiyaca denk düşen adımların atılması gerekiyor. Buna uygun davranacağız.“[19]
Yine yerel seçimlerde sol partileri “güç birliği“ yapmaya çağıran Uras, solun ortak değerlerini benimsemiş siyasi partilerin yerel seçimlerde ortak aday çıkarmak zorunda olduğunun altını çizerek, çağrısının CHP'yi de kapsadığı vurgusuyla, “Eğer CHP buna yanaşmazsa, İzmir dahil her yeri kaybeder, bunun şakası yok,“[20] diyor...
CHP'den vazgeçemeyen ÖDP, yine Ufuk Uras ile, “Ne yapıp yapıp Adalet ve Kalkınma Partisi karşısında bir sol seçenek oluşturmalıyız. Şu anda öyle bir boşluk var. Bu, sol bir koalisyon mu olur, 3. cephe mi olur, bunun çatısı sonra oluşur. Şimdiden somut işbirlikleri yapmak önemli.“[21] “Türkiye yeni yıla, ABD emperyalizminin belirlediği koordinatlarda hızla ilerleyerek giriyor. 2008, bizim için de emperyalizmin oyununu bozmak, Türkiye'yi barışın, kardeşliğin ve adaletin koordinatlarına sokmak için umudun ve direncin yılı olacaktır. Zenginler bir tarafta, yoksullar diğer tarafta kendi hak ve çıkarlarını korumaya çalışacak,“[22] diyor.
Uras'ın sözcülüğüyle ÖDP, dışa dönük profiliyle “solu toparlamak“ gibi asılsız hülyalarla iştigal ede dursun; gerçeklik başka türlüdür.
Örneğin Halil Güven'e göre, “ÖDP, 11 yıllık tarihi ile övünebilir... (oysa - b.n.) geldiği son nokta itibarıyla toplumsal muhalefeti kucaklamak ve kapsamaktan uzaktır. İzlemiş olduğu politik hat ile ilk kuruluş döneminde yarattığı coşku ve heyecanı sönümlendiren, ’umudu umutsuzluğa' çeviren, çoğulculuğu, çoğunluğa kurban eden ve partiyi parlamenter organ hâline getiren bir yapıya dönüştü.“[23]
Bir diğer kapsamlı saptama da -zamanında ÖSP'nin bileşenlerinden olan- ÖDP'li “Yeni Yol“dan:
“1. ÖDP, son 22 Temmuz 2007 seçim tartışmalarına indirgenemeyecek ciddi bir kriz içindedir. Kriz ne bir takım ’abilerin' köhneliğinden ne de birtakım ’abilerin' cinliğinden kaynaklanmaktadır. ÖDP'nin krizi dört dörtlük bir siyasal ve örgütsel krizdir. Kriz, 11 yıllık ömrü hayatında ÖDP'nin kendini inşa etmesine dair sistemli ve düzenli bir faaliyetin yürütülmemiş olmasının ürünüdür. Böylece ÖDP, organik bir parti hâline gelemediğinden her kritik anda -seçim, sendika içi gerilimler, gençlik, siyasal tutumlar ve diğerleri gibi- bir darma dağınıklık hâli sergilenmektedir.
2. Bu değerlendirme somut durumda her şeyi eşitlemeye veya aktüel olanı (’hukuk', parti içi demokrasi) önemsizleştirmeye yönelik değildir. Ancak bugünkü tartışma konularını daha tarihsel bir zeminden değerlendirmeden sağlıklı bir çözüme ulaşılamaz. Böyle bir zemin yoksa zaten seçim kırılmasının tartışılmasının da bir anlamı yoktur. Eğer partinin program, işleyiş ve yönelişine ilişkin ortak bir zihniyet söz konusu değilse, ’hukuk' herhangi bir sorunu çözemez.
3. 5/7 Ekim 2007 Olağanüstü Konferansı yalnızca aktüel sorunu gündemine alacak, belki de bu nedenle temel sorunlara değinme ihtimali ortadan kalkacaktır. ’Hukuk' tartışması en yüksek organ tarafından karar altına alınacaktır. Tıpkı başka organların aldığı kararlar gibi bu kararın da gerçekten ’hukuki' olduğu anlamına gelmeyecek ve tartışma devam edecektir. Sonunda çoğulcu partimizin yüzde 51'ini ikna etmek, diğerlerine diz çöktürmek için durmaksızın argüman üretenler, elde ettikleri oranın yarısıyla yola devam edebilirlerse ne âlâ.
Neticede tıpkı SEP ile ayrılık döneminde yaşandığı gibi krizin kaynağına gidilmediği için hareketi büyüteceğiz derken hem içte hem dışta bir daralmaya neden olunabilir.
4. Aktüel mesele ise her şeyden önce kongre kararlarına aykırı bir tutumun ürünüdür. Ne MYK'nın ne PM'nin ’istisnai' ve ’özgül' diyerek İstanbul'un bütününde veya bir yerinde ÖDP için hayati olan bir faaliyeti ’bağımsız' adayları destekleyerek imkânsız kılmaya yetkisi vardır. Partiyi bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakan İstanbul ’istisna'sı ve ’özgül'ü, partinin bütünlüklü bir siyaset yürütmesine imkân vermediği gibi, organ kararı olmadan ilişkiye geçilen siyasal partiler, çevreler nezdinde de partinin ağır ithamlara hedef olmasına neden olmuştur.
ÖDP'nin bağımsız aday çıkarması veya desteklemesi, sosyalist hareketin toplumsal mücadeleler içerisinde güç biriktirerek toplumsal ve örgütsel yeniden inşasına uygun bir tutum değildir.
5. ÖDP'nin konumunu değerlendirirken toplumsal karşılığının ’ihmal edilebilir' bir oranda olduğu atlanmamalıdır. Bu, her zaman için Türkiye'de sosyalizmi telaffuz eden bir partinin ulaşabileceği bir orandır. Ayrışma kongresinde 16-17 bin üyenin iradesi kongreye yansımışken, ayrışma sonrasında bu üyelerin dörtte üçü gitmiş (gidenlerin büyük kısmı örgütlü siyasetin dışında kalmış, örgütlenenler de ÖDP'de temsil ettiklerinin ancak dörtte birini, hatta çok daha azını örgütleyebilmişlerdir), ÖDP'de eski üyelerin yüzde 40'ı kalmış ve o gün bu gün 4 bini aşmayan üye sayısıyla varolmuştur. ÖDP, başkaları, özellikle gençler, kadınlar, emekçiler için bir çekim merkezi olamamıştır.“[24]
ÖDP mevcut hâliyle, solun en sağını belirten bir sınır çizgisi ya da alâmettir!

II.2-) SOL NE?

Mehmet Merdan Hekimoğlu, “Liberal sol bir siyasal parti, geri kalmışlık sorunumuzu gelenekle modernite, laiklikle İslâm, kenarla merkez arasındaki tali çatışma alanlarından kurtarıp asli bir hürleştirme harekâtı üzerine yerleştirirse, otoriter sınırlamalarının prangasını ilk defa kırma fırsatını bulabilir.“[25] “Marksist soldan başka sol olamayacağı iddiası otoriter bir ideolojik zihniyeti ima ediyor“;[26] veya Ferhan Şensoy, “Aktif bir sol yok artık. Kayboldu, paramparça oldu. Sosyal demokrat kalmadı,“[27] diye sızlansa da “sol“ emek ekseni dışında var olamaz...[28]
Tıpkı “devletçi“ ya da “serbest piyasacı“ veya “liberal“ bir solun olmayacağı gibi...
“Ülke siyasetinde sınıf temelinde örgütlenen bir ’sol' parti, bir ’sosyal demokrat' parti olmadığı kesin“ken;[29] “sol“u sol olmaktan çıkartan, hayatı değiştirme kapasitelerini dumura uğratan, organik olmayan, önüne geleni “solcu“ ilan eden saltcı-soyut “iddialar“dır...
Saptayarak ilerleyelim:
i) “Sağ ve sol tanımlamaları bugün de, (yarın da) siyaseti analizde naif kalmaz“; tabii “sol“ sağcılaşmamışsa ve sağcılaşan “sol“un yerine sağ manipülasyon ikame edilmemişse...
Bu tür “anomali“ler “geçiş süreçleri“nde olabilir; oluyor da.
ii) Bu topraklarda devletçi CHP'nin “sol“ olarak sunulması, “sol“a en büyük haksızlık ve zulümdür.
Kemalist bir “sol“ olamaz. Çünkü Kemalizm sol değildir.
Lenin döneminde II. Enternasyonal'in şoven-milliyetçi partilerinin “sol“ olmadığını unutmadan; solu “sol“ yapan değerleri “es“ geçmemenin, göz ardı etmemenin çok hayati olduğunun altı, defalarca ve ısrarla çizilmelidir.
iii) Kaldı ki “sol“u sol yapan “iddialar“ı, “söylem“i değil; siyaseti toplumsallaştırma kapasitesiyle doğrudan temsilcisi olduğu sınıf ile/ emekle organik ilişkileridir.
Çok basit bir deyişle: Sol, soldadır; sağcılaşan “sol“cu solda değildir. Hayır, bu “solculuğu kutsamak falan değildir; eşyayı adıyla çağırmak “bir yüceltme“ değil; her şeyi yerli yerine oturtmaktır.
Bu nedenle, “Ayıldım ve hatırladım. Solculuk kutsaldır. Kimse öyle kolay kolay solculuğa layık olamaz,“[30] diyen H. Gökhan Özgün, sadece “ucuz“ demogoji yapıyor! Solun ve solculuğun, tanımı vardır; tanımsız bir şey olabilir mi?
Norberto Bobbio'nun da işaret ettiği gibi, aynı anda hem sağcı hem de solcu olunamaz, bu da sağa ve sola eşit mesafede durulamayacağı anlamına gelir.[31]
Ya da H. Gökhan Özgün ile aynı gazetede yazan Halil Turhanlı'nın, “Sağ kimi kez de ayrıcalıkları, eşitsizlikleri gelenek adına savunur, eşitsizliği geleneklerin arkasına sığınarak meşrulaştırır. Örneğin, kadın-erkek eşitsizliğini biyolojik nedenlerin yanı sıra ataerkil aile yapısına ve değerlerine de bağlar. Sol eşitsizliğe yol açan gelenekleri kabul edemez,“[32] derken solu tanımlamış olmuyor mu?
Burada bir ara sonuç daha çıkartmamız gerekiyor: Solun tanımı vardır; olmalıdır; tanımsızlıktan kaynaklanan “Fetret Devri“ nihayete erdirilmelidir.
Hatırlatalım: Yüzyıllara damgasını vuran emek eksenli sol politikanın enerji kaynağı, var olan sınıflar ve sınıflararası mücadelede ezilen sınıflardı; bu bugün de böyledir...
Neo-liberal “yeni sol“un “iddiaları“na inat...

II.3-) NEO-LİBERAL “YENİ SOL“

Demokritus'un, “Çoğu insan en çirkin şeyleri yapar, fakat en güzel sözleri söyler,“ saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan neo-liberal “yeni sol“, Ellen Meiksins'in işaret ettiği üzere, “sınıftan kaçış“ın[33] “demokratçı“ versiyonudur...
Bilindiği üzere Berlin Duvarı'nın yıkılması ardından “İdeolojik geri çekilişin politik alandaki yansıması demokrasidir. Sosyalizmden yüz çevirmenin biçimi, tekelci kapitalizm koşullarında demokrasiye sığınmaktır. Demokrasi, devrimcilerin sosyalizmden (günahlarından) yüz çevirip tanrının kutsal kollarına (kapitalizmin kutsal kollarına diye okuyun) sığındıkları kilisedir. Bernstein, ’demokrasi bir uzlaşmalar yüksekokuludur' derken ne kadar da haklıymış...“[34]
Yinelemek pahasına bir de Babür Pınar'dan nakledelim: “Uzlaşma bir toplumsal ilişki biçimidir; bir davranış tarzıdır. Uzlaşma kire bulaşmaktır. Ancak, ’kirlenmek güzeldir' denilebilen bir toplumda uzlaşma erdem sayılabilir“![35]
Bu saptamalardan hareketle bir projecinin, Bekir Ağırdır'ın dediklerine göz atarsak, şu türden maruzatlarla karşılaşırız: “Bugünün problemlerini yalnızca sınıflararası mücadele düzleminde görmek ve çözmek mümkün görünmemektedir. Sınıf tanımını bile herkesin mutabık olabileceği kavramlarla açıklayabilmek kolay değildir. XXI. yüzyıl problemlerine çözüm arayan çağdaş politikanın yani değişimin enerji kaynağı yenilenebilir, çoğaltılabilir, statik değil dinamik enerji kaynakları olmalıdır. En önemli güç kaynağı demokrasi talepleridir.“[36]
İşte zurnanın “zırt“ ettiği yer burasıdır: Yani demokrasi mücadelesini “talepler“e (parçaya) indirgeyen ve sınıf mücadelesi bütünselliğinden (yani iktidar hedefinden) kopartan; (böylelikle de yer yer AKP'ye göz kırpan) iktidarsızlıktır!
Neo-liberal “yeni sol“ dedik; onda “gerekçe“/ “tarif“ tükenmez...
Alın size bir tanesi! “Klasik sol-sağ ayrımı fikri, en genel anlamda -kapitalizm içi- uzlaşmaz bir ’sınıf çatışması'na işaret eder. Burada, sistemin iki asli sosyal sınıfından işçileri sol temsil etmekte, işverenleri de sağ temsil etmektedir. Söz konusu çatışmanın, uzlaşmaz değil uzlaşır bir sistem içi çıkar çatışması olduğu, artık iyice anlaşılmıştır.
Günümüzde bu iki sınıf arasında çatışmanın değil, birlikte çalışmanın ve hatta sistemin merkez ülkelerinde borsa üzerinden ortaklığın esas olduğu, gözle görünür bir gerçektir. Sol-sağ ayrımı, sistemin asıl sorunlarını konuşmayan, kapitalizmin adını bile ağzına almayan sığ bir ’demokrasi' tartışmasına indirgenmiş bulunuyor“![37]
Ne diyelim? Neresini düzeltelim?
Evet, evet onlara göre, “Yeni sol siyaset (...) ’çatışmacı' bir siyaset yerine ’uzlaşmacı' bir siyaset gütmelidir... Böyle bir uzlaşma ortamını oluşturmak için ’daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi' talebinde bulunmalıdır...“[38]
Dikkat edin, söz konusu olan “istem“dir, “uzlaşma“dır; kesinlikle çatışma değil!
D. L. Raby'nin, “Demokrasinin münhasıran liberalizmle özdeşleştirilmesi, tamamen yeni bir olaydır ya da daha doğrusu, yönetici sınıfın demokrasiyi liberal şekliyle sınırlandırma arzusudur,“[39] uyarısını “es“ geçenlere ya da yıllar öncesinde, “Marx'ın sınıf çatışması öğretisi, orta sınıfı ürkütüp gerici durumuna getirerek ve politik kanıların insanlığın genel iyiliği yerine ekonomik önyargılara dayanması gerektiğini öğreterek, Avrupa'nın XIX. yüzyıl açık görüşlülüğünü (liberalizm) öldüren güçlerden birisidir,“[40] diyen Bertrand Russell'ın bile gerisindeki tavır(sızlık)a ne diyelim? Neresini düzeltelim?
Sol, kendisini emek düşmanlığına karşı çatışma alanında inşa eder, bunun dışındaki tüm eksenler -yer yer öne çıksa da- talidir ve bu ana eksene tabidir...
İş bu nedenle, “...’Sol', ’sağ'ın muhayyilesinin alamayacağı ’özgürlükler' peşinde koşarsa, zaman içinde yavaş yavaş kaybettiğini geri alabilir. Sağın bünyesinin elvermediği noktalara gidebilir. Dünyada bölüşüm yalnızca ekmeğin bölüşümü değil, özgürlüklerin de bölüşümüdür,“[41] diyen H. Gökhan Özgün'ü yanıtlamadan geçmeyelim: Ezilenler, egemenlerin özgürlüğünü bölüşemezler; olsa olsa kırıntılarla “yetinmek“e mahkûm edilirler...
Özgürlüğün kazanılması başlı başına bir mücadele alanıdır; temel siperleriyse “ekmek kavgası“dır... Ekmeği olmayanın özgürlüğü olmaz; ekmeksiz bir özgürlük “iddiası“ysa boş bir lafazanlıktır!

II.3.1-) AKP'DEN MEDET UMANLAR!

İnkâr ettiklerine bakmayın; neo-liberal “yeni sol“un AKP'den medet umduğu; 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP'ye oyu verdiği, desteklediği bir “sır“ değildir. Serdar Turgut'un ifadesiyle, “Birçok sosyalist düşünürün AKP'ye destek verdiği biliniyor. Solcular, uzun yıllardır mücadele verdikleri otoriter yapılara karşı olması, demokratik haklar ve özgürlüklere sahip çıkması nedeniyle AKP'ye sempati ile bakıyorlar.“[42]
Bu arada; “AKP tipik bir ’beklentiler koalisyonu'. Dolayısıyla, sosyolojik dokusu ve seçmeninin tercihi itibarıyla bugünün AKP'si ’kumdan bir kale' olup, Türk siyasetinde yeni bir ’demirkırat efsanesi' olarak uzun süre kalıcı olabilmesi, bizatihi herkesi yakalayıcı niteliği dolayısıyla zor,“[43] diye nitelenen AKP'den “demokrasi“ beklemenin; medet ummanın elbette bir faturası var; kaldı ki, “Bugün sadece Türkiye'de değil Avrupa (Birliği) ülkeleri ve Amerika dahil bütün dünyada dinin yükselişine/ yükseltilişine tanık olunmaktadır. Burjuvazinin kapitalizmin ilk/ yükseliş dönemindeki modernizme has pozitivist dünya görüşünün yerini mistisizm, akıl dışılık ve dinsel inanışlara dayalı bir dünya görüşü hâkim kılmaya çalışılıyor. Modernist dönemin aksine çürüme çağı yaşayan küresel kapitalizmin sınıf mücadelesi alanını dinsel, mezhepsel, etnik çatışmalarla daraltma çabasının bir ifadesidir bu...“[44]
Marx'ın, ’Alman İdeolojisi'ndeki deyişiyle, “Görünüşte bireyler burjuvazinin egemenliği altında daha özgürdürler... gerçekte ise kuşkusuz, daha az özgürdürler, çünkü nesnel bir güce daha fazla bağımlı durumundadırlar“ diye nitelenmesi mümkün olan AKP'den medet umanlar, 22 Temmuz 2007'de ona oy verenler bunu unutmamalı.
İyi de, “Türkiye'nin şiddetle ’sahici, ayaklarını bu topraklara basan bir sol parti'ye ihtiyacı var. Bu sol partinin hiçbir inanç ve kimlikle problemi olmamalı elbette, ama öncelikle de bu ülkenin çoğunluğunun inancı olan Müslümanlık'la barışık olmalı. Esasen bunun için bir engel de yok, yeter ki sol ezberlerini bozsun, tercüme solculuğu bıraksın, Avrupa merkezciliği aşsın. O zaman Müslümanlığın Avrupa Aydınlanması ve solunun savaştığı teokrasi ile fazla ilgisinin olmadığını, onun eşitlik, adalet ve özgürlüğü amaçlayan bir din ve kültür olduğunu görecektir,“[45] diyen Mehmet Bekaroğlu'na ne mi diyecek?
Gayet açık; varolduğu, oluşabildiği kadarıyla ezilenlerin İslâmı ile bir cephede, ezilenlerin tarihsel bloğunda omuz omuza, yan yana olabiliriz; ama bir partide asla...

II.4-) “SOL PARTİ“

ÖDP sonrasında yaşananların ardından, bunları yaşatanlar “Yeni Bir Sol Parti“ söylemine sarıldılar...
Bu alanda söylemler, söylenceler kuşkusuz farklı, ama murad bir idi.
Mesela Ahmet İnsel, “22 Temmuz seçimleri, Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı bir dönem olacak. Bu devir değişiminin birkaç alanda birden gerçekleşeceği görülüyor.
Değişimin birinci ve belki en önemli tezahürü, 12 Eylül sonrasında esas olarak sivil toplum girişimleri etrafında ve tek hedefli biçiminde yoğunlaşan genç militan enerjinin, bu seçimlerde, özellikle İstanbul'daki bağımsız sol aday kampanyaları vesilesiyle siyasal alana dönmesidir. Bu enerjinin siyasal alanda kalmasının sağlanması, Türkiye solunun yakın geçmişte yaşadığı marjinalleşmeyi sona erdirebilir.[46]
Özellikle 1970'leri mitleştirerek etraflarında iyi kötü bir kadro oluşturmayı alışkanlık hâline getirenler açısından, yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak. Böyle bir gelişme, Türkiye'de sol hareketlerin bir nostalji kulübü veya art arda gelen başarısızlıklarda erdem arayan bir keşişhane olmaktan kurtulmaları için elzemdir,“[47] diyor...
Mesela Oral Çalışlar, “Ülkemizin sol hareketi, tarihinin belki de en çaresiz dönemini yaşıyor. Solun yokluğu, Türkiye'de birçok sorunun çözümünü zorlaştırıyor, sağlıksız hâle getiriyor. Bütün bu olumsuz tablo, aynı zamanda arayış ihtiyacını da güçlendiriyor. Solun, muhafazakâr alışkanlıklardan kopması ve dünyanın yeni gerçekleri üzerine yeni siyasetler üretmek gerektiğini düşünenlerin sayısı da artıyor,“[48] diyor...
Mesela Seyfi Öngider, “Solun sosyalist bir anlayışla kitlesel bir sol parti ekseninde yeniden inşası, ’merkez sol'un inşası kadar umutsuz bir vaka değil.“[49] “22 Temmuz sonrasında, Kürt hareketinden 10 Aralık Hareketi'ne kadar uzanan hayli geniş bir siyasi yelpaze içinde yer alan demokratik, sol ve sosyalist muhalefetin ne yapacağı, birlikte nasıl hareket edeceği ve örgütleneceği sorunu karşımızda duruyor,“[50] diyor...
“Farklı“ kalemler, duruşlar, sesler olduğu iddia edilse de; denilenler birbirini bütünlüyor; şöyle ki:
“Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı ... yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak“MIŞ!
“Muhafazakâr alışkanlıklardan kopmak“ gerekiyorMUŞ!
“Kürt hareketinden 10 Aralık Hareketi'ne kadar uzanan hayli geniş bir siyasi yelpaze içinde yer alan demokratik, sol ve sosyalist muhalefetin... sosyalist bir anlayışla kitlesel bir sol parti ekseninde yeniden inşası sorunu karşımızda duruyor“MUŞ!

II.5-) BİZİM “O SOL“

Aşağı yukarı yirmi-otuz yıldır parıltılı bir ortaçağda yaşıyoruz. Karanlığın üzerimize kâbus gibi çöktüğü o günlerde, öyle bir ortaçağın içine girmiştik ki, insanların kendilerini büyük bir aldanış içinde bulacakları kesin gibiydi.
Neo-liberal parıltı, janjanlı karanlık, insanlığı büyük rüyalarından, ütopyalarından koparıverdi. Göz göre göre üstümüze çullanan riyakârlık, sahtekârlık, cıvık paranın her şeyi satın alan egemenliği yeryüzünü kapladı.
Peki kurtuluş yok mudur? Elbette vardır!
İnsanlık kendini ortaçağda, sessizliğin, karanlığın, işkencenin, zulmün, hurafenin, engizisyonun, dinsel köktenciliğin, ama aynı zamanda her bakımdan büyük birikimin içinde yeniden, üstelik daha zenginleşerek bulmadı mı? Aydınlık orada mayalanmadı mı? Biz de öyle yapamaz mıyız? Sahtesini değil, karanlığın içindeki gerçek ışığı aramaya, hazineyi topraktan çıkarmaya yoğunlaşamaz mıyız?[51]
Verili durum, geleceğin önünü açıyor; olup-biten bir de böyle yorumlanmalı, görülmelidir!
Böylesi solun, sol gibi olmasını “olmazsa olmaz“ kılıyor...
Bizim “o sol“, sokaktadır.
Bizim “o sol“, 6. Filo ve “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü“ düzenleyerek Kanlı Pazar'da iki işçi dostunu kaybeden geleneğin ve aktivitenin taşıyısıdır.
Bizim “o sol“, gerektiğinde legal, gerektiğinde ise illegal, ama illa ki “gayrınizamî“dir.
Bizim “o sol“, THKO, THKP-C, TİKKO'nun düşlerine sırt çevirmeyendir.
Bizim “o sol“, işkenceden, kovuşturmadan, hapisten, cezaevlerinden, idamdan, katliamdan ve sokaklardaki infazlardan “nasibini“ alsa da, hâlâ umutla gülümseyerek; sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayanlarındır...
Bizim “o sol“, yeniden örgütlenme çabasındadır; “tek yol devrim“ diye haykırmaktadır.
Bizim “o sol“, amacın oyla değil, öteki silahlarla hasıl olacağı kanaatindedir.
Bizim “o sol“, solcu sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkiden söz eder.
Bizim “o sol“, halkların kendi kaderini tayin hakkında ikircimsiz ve ödünsüzdür.
Bizim “o sol“ için “Solu birleştirecek ve onu işlevli kılacak olan artık kendisi değil, geleceğin yeni bir sosyal hareket dalgasıdır,“[52] demekse; ekonomist bir yılgınlığın haksızlığından başka bir şey değildir...
Gelelim Nuray Mert'in, “Türkiye'de sol siyaseti temsil etme iddiasındaki tüm çevrelerin en büyük sorunlarından biri, kararlı bir çizgiyi dahi belirleyememiş olmasıdır,“[53] maruzatına: Mert'in bu eleştirilerinin muhatabı kimdir? Mert “sol“dan ne anlamaktadır?
Bunlar meçhul!
Meçhul ile uğraşmak yerine söyleyelim: Aristoteles'in, “İradene hâkim ol, fakat vicdanına esir ol“ sözünü kulağına küpe edinen bizim “o sol“ deyince...
Haksızlıklara başkaldırarak, ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın yanında tavır alır...
Düşüncelerini, duygularını, görüşlerini, analizlerini, kalıplardan, etiketlerden, şablonlardan kurtarıp bağımsız ve özgür düşünmeyi ilke edinir...
Emek eksenli ve özgürlükçüdür...
Enternasyonalisttir...
Halkların kardeşliğinden yanadır; yani bir Türk için ne söz konusuysa bir Ermeni ve Kürt ya da öteki için de onu savunur...
Çifte standartlı değildir...
Militandır...
Düşmana koz, dönekliğe prim vermez.
Catherall'in, “Öğrenmenin üç kaynağı vardır; çok görmek, çok acı çekmek, çok çalışmaktır,“ sözünden hareketle kendini yeniden ve durmadan inşa eder.
Dünya perspektifinden bütünsellik içinde bakabilme yetisi; ve bunu herkesin anlayabileceği bir dilde aktarabilme gücü vardır...
Siyaseti toplumsallaştırırken; kişisellik yerine toplumsallığı; duraksama yerine atılganlığı; çekimserlik yerine kararlılığı ikame ederek; mücadelenin, örgütlü özgürlük olduğunu kanıtlar...
“Yeryüzünde boşuna mı bulunduk, onca toprağı boşuna mı çiğnedik?“ sorusuna, “Hayır, asla boşuna çiğnenmemiştir,“[54] yanıt veren bizim “o sol“da; Şevket Süreyya Aydemir gibi “Suyu arar“ken yolunu kaybetmişlerin sayısının da bir hayli fazla[55] olduğunu da göz ardı edilmeden devrimci geleneğe sarılmalıyız.

II.6-) “O SOL“, SINIF VE SENDİKA(LAR)

Sınıfa yabancılaşmayan, sınıftan kaçmayan ve sendikaların gerçeğini de “es“ geçmeyen bizim “o sol“, Murat Belge'nin, “Ortodoks teorinin anlattığı üstün niteliklere sahip bir ’proletarya'dan mucizevi başarılar beklemekle bir yere varacağımız yoktur,“[56] diyen liberal savrulmasına aldırmazken;
i-) “Ve ne zaman birtakım insanlar ortak deneylerin sonucu olarak aralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman sınıf oluşur,“ diyen E. P. Thompson'un saptamasıyla işçi sınıfının tarihsel rolünü;
ii-) Theodor W. Adorno'nun, “Yaşamın en dolaysız hakikâtini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır,“[57] saptamasıyla da güncel açmazını kavrarlar...
iii-) Belge bilir ama biz Belge'nin “zırvası“na karşı, anımsatarak ilerleyelim: “Proletaryaya yüklenen devrimci misyon, Marksist yaklaşımın olmazsa olmaz bir koşuludur.“[58]
“Marx için proletarya, insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan ’kolektif Prometheus'un ta kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.“[59]
İyi de, örneğin İlker Belek'i, Gramsci'nin “siper savaşları“ tanımından, önerisinden hareketle “kısmi kazanımlar için bile neredeyse mecalinin kalmadığı“nı belirtip, işçi sınıfına “güç biriktirmeyi“ önerdiği[60] koşullarda işçi sınıfının mevcut hâli nice midir?
Gayet açık: Bir zamanlar, “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim,“[61] diyen bir geçmişten bugüne (1971 ve 1980 darbeleri de dahil) sendikalar büyük ölçüde güç kaybettiler. Hele ki 2000'li yıllarda... Üye sayıları yüzde 30 - 40 oranında azaldı. Nedenleri ise ekonomik krizler, ithalat artışı, sanayiye ilişkin yanlış politikalar. Bu kayıp öylesine büyük ki, sendikalar 1963'te Bülent Ecevit'in çalışma bakanlığı döneminde elde ettikleri haklarından bile geri adımlar attılar. İkramiye sayıları azaldı, esnek çalışma ve taşeronlaşma kabul edildi. Bugün birçok işyerinde çalışma saati 12 saat oldu. Sendikalar, toplumsal, siyasal ağırlıklarını yitirdiler.
Türkiye'de 11 milyon 600 bin ücretli var ancak SSK'ya kayıtlı çalışanların sayısı 8 milyona bile ulaşmıyor.
Türkiye işçisi Avrupalıya göre yılda 1152 saat fazla çalışıyor. 3 kişilik iş ise 2 işçiye yaptırılıyor.
Hak-İş'in araştırmasına göre Türkiye'de haftada en fazla 45 saat olarak belirlenen çalışma süresi, bazı sektörlerde 72 saate kadar çıkıyor. AB'de ise bu süre, 48 saati aşamıyor.
Türkiye'de 9 milyon 480 bin kişinin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalıştığı belirlendi. Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre kasım 2007'de istihdamdaki toplam nüfus 20 milyon 867 bin kişi olurken, bunun 9 milyon 480 binini, herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kaydı bulunmayanlar oluşturdu. Ücretli olarak çalışan toplam 10 milyon 989 bin kişiden, yüzde 20.6 oranındaki 2 milyon 268 bininin kayıt dışı çalıştığı belirtildi. Toplam sayıları 1 milyon 468 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 90.6 oranındaki 1 milyon 330 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. İşveren olarak faaliyet gösteren 1 milyon 200 bin kişiden yüzde 27.8 oranındaki 334 bini ile kendi hesabına çalışan 4 milyon 488 kişiden de yüzde 65.5 oranındaki 2 milyon 939 bininin de sosyal güvenlik kaydı bulunmuyor.
Türkiye, 1946'dan beri iş kazalarında ölen ve sakat kalan işçilerin kaydını tutuyor. Bugüne kadar ’iş kazaları'nda ölen işçi sayı 55 bine, sakat kalanların sayısı ise 145 bine ulaştı. 1982-2006 kesitindeki 25 yılda ise 30 bin ölü işçi sığmış. Her yıla 1200 ölü işçi...
Bir şey daha: Türkiye'deki tersanelerde 1985'ten 2007'ye kadar meydana gelen iş kazalarında 80 işçi hayatını kaybetti. Ölen 80 işçiden 50'si ise 2000-2007 kesitinde Tuzla tersanelerinde hayatını kaybeden işçilerdi!
Bu tabloda “Türkiye işçi hareketi bugün çok parçalı ve uyumsuzdur. Bu hareket üç konfederasyon ve 104 sendika tarafından temsil edilmektedir. Kendi içinde gerek sendika gerekse konfederasyon düzeyinde kıyasıya bir iç çekişme yaşamakta ve iktidardaki siyasal güç de bundan yararlanarak kendisi ile uyumlu bir sendikal düzen kurmak istemektedir. Başka bir deyişle işçi hareketi siyasal iktidarı yönlendireceğine, siyasal iktidar işçi hareketini yönlendirme hazırlığı içindedir.“[62]
Ve nihayet “İşçi sınıfının ezici çoğunluğu ilk parti olarak AKP'ye ikinci parti olarak MHP'ye oy veriyor. Bu burjuva partilerinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini yıkmak için esas olarak politik bir müdahale gerekiyor.“[63]

III. AYRIM: UNUTULAN SORU(N): DEVRİM NE?

Sınıfa (ve hayata) devrimci politik bir müdahale gereksiniminin giderek büyüdüğü; ayrıca da, hayata geçirilmedikçe de, muhataplarını ezdiği gidişatta; anımsamamız gereken, unuttuğumuz/ unutturulan bir hayatiyet kaynağı olarak: Devrim'dir...
Devrimin güncelliğine inanmayan bir devrimci hareket olamaz; hareketi devrimcileştiren “devrimin güncelliği“ fikrine yaslanmış, bunu faaliyetlerinin merkezine koyan devrimci praksistir... (Bu konuda György Lukács'ın uyarıları kulağımıza küpe edilmelidir.[64])
İyi de, bugün devrim ve güncelliği kim için ne ifade ediyor? Sıralayalım...
Oğuzhan Müftüoğlu, “Devrim: Yeniden“! Alaaddin Dinçer, “Devrim: Kurulu düzenin değiştirilmesi“! Süleyman Çelebi, “Devrim: DİSK“! Doğan Tarkan, “Devrim: Bir gün gerçekleştireceğiz“! Ahmet Türk, “Devrim: Bu kelime güzel. Devrim bir yeniliktir. Devrim özgürlüktür. Devrim yeniden doğuştur. Devrim hakların kucaklaştığı ve birlikte mücadeleyi gerçekleştirdiği bir süreçtir“! Ahmet İnsel, “Devrim: Tarihi insanlar yapar inancı“! Kenan Kalyon, “Devrim: Yeni bir içerikle yeniden güncellenecek bir sözcük“! diyorlar...
Bu eylemini yitirmiş söylemlerden hangisi siz kesiyor ki, işçi sınıfını kessin ve hareketlendirsin...
Immanuel Wallerstein'ın ifadesiyle, “Toplumsal hayat her şeyden önce eyleme dayanır. Teoriyi mistizme götüren bütün esrar, insan eyleminin içinde ve bu eylemin anlaşılmasıyla, akla uygun bir çözüme kavuşur“ken;[65] “Her devrim, kendi politikasını, kendi somut durumunun somut tahlilinden üretmiştir. Eklemek gerekir: Kuşkusuz, her deneyim, kimi noktaların evrensel bir geçerliliğe sahip olduğunu yeni baştan kanıtlamıştır...
Günümüzde ’devrim teorisi' adına yapılan açılımlar da, selin gitmesi ile geride kalan kuma biçim verme çabalarıdır. Başarılı ya da başarısız, deneyimler olmadan kimse bu kuma istenilen gelişkinlikte biçim veremez.“[66]
Devrimin ve devrimciliğin yeniden güncellenmesi gerekiyor; bu da düzen için liberal demokratlıktan kopmayı ve Ekim Devrimi pratiği üzerine bir kez daha kafa yormayı “olmazsa olmaz“ kılıyor...

III.1-) EKİM DEVRİMİ'NİN GÜNCELLİĞİ

Bugünlerde “Jakoben bir darbe“ olarak sunulmaya kalkışılan Ekim Devrimi nedir?
Bugün Rusya'da bazılarının “devrim değil, darbe“ dediği gelişmeler, yıllar önce kendiliğinden ortaya çıkmadı.
Evet, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Almanya'dan gizli maddi yardım aldıkları ortaya çıkarıldı. Ama bu durum, 1917'yi “Alman senaryosu“ olarak nitelendirmeye yetmiyor...
Lenin'in üstün organizatörlük yetenekleri de her şeyi açıklamıyor.
Ekim Devrimi, kim ne derse desin sosyal bir hareketlenmenin sonucu ve ürünü.
Halk kitleleri Çarlık Rusyası'ndan rahatsızdı.
Bu rahatsızlık bir başkaldırı doğurdu.
Bu da kitlesel devrim hareketini ortada çıkardı.
Bu bağlamda “Öncelikle Ekim'in bir darbe değil, kitlesel bir devrim olduğunu teslim etmek gerekir. Bugün, 90 yıl sonra dünyanın her tarafında, insanlığın kurtuluşundan, özgürlükten söz eden insanlar yine Ekim'e dönüyor... Özetle, Ekim Devrimi ardımızda değil, önümüzdedir. Onu pratiğimiz içinde yaşatmalıyız. Buna koşut olarak, şu söylenebilir: Marksistler açısından devrim bir model değildir, her devrim bir deneyimdir. Her devrim kendi modelini yaratır.“[67]
“Ekim Devrimi, ezilenlerin tarihinde somutlaşan bir isyan, değişim ve umut yaratan önemli bir deneyim eşiği anlamını taşır.“[68]
“Curzio Malaparte'nin sözüyle Ekim 1917 şeklen devlet devirme tekniğinin bir ürünü gibi gözüküyordu. Aslında bu, bir devrimdi. Topraklar köylülerin, fabrikalar işçilerin. İlk ayların gerçekleri bunlardı. Sovyet rejimi fabrikalarda işçi denetimini ilan etti ve bunu sağlayan komiteler hemen kendiliğinden öz-yönetime döndüler. Ataerkil evlenmenin kaldırılması; cinsel, ulusal, ırksal ayrımlara son verilmesi; gebeliği önleme ve kürtaj hakkı; halkların kendi kaderini tayin hakkı; inançları gereği askerlik yapmama; sekiz saatlik işgünü; okullara girişin demokratikleştirilmesi; karma eğitime geçilmesi; hapishanelerin ve psikiyatri kurumlarının eğitim açısından öz-yönetimi; yerleşim birimlerine tarımsal çalışmada özgür komünler; okuma yazma öğretimiyle kültür devrimi; tiyatro, şiir, kamunun ayağına getirilen plastik sanatlar, mimaride ilerici hareketler vb.; bütün bunlar çok büyük coşkusu ve ütopyasıyla ve aynı zamanda Rus köylüsünün gerçeklerinden şaşırtıcı biçimde uzak olmasıyla, gerçek bir devrimi gösterirler.“[69]
Tarihçi Eric Hobsbawm, “Devrimler Çağı“ olarak nitelediği XX. yüzyıl tarihinin Ekim Devrimi ile onun doğrudan ve dolaylı etkilerinin tarihi olduğunu söyler. Bir tarım ülkesi olan Rusya'da, Gregoryen takvimi 25 Ekim 1917'yi gösterdiğinde dünya tarihi açısından yeni bir dönem başlamıştı.[70]
1917 yılında eski takvimle 25 Ekim, yeni takvimle 7 Kasım'da Kışlık Saray el değiştirirken belki fazla kan dökülmedi (bu yüzden bazıları, Ekim Devrimi'ni “barışçıl devrim“ olarak değerlendirir), ama yöntem şiddete dayanıyordu ve ardından kan döküldü.[71]
Bu kaçınılmazdı, çünkü Rusya tarihin tanık olduğu en çaplı iç savaşı yaşadı; bu bağlamda da Ekim Devrimi için şiddet bir “tercih“ değil, kaçınılamayan “zaruret“ti...
Ekim bizimdir; onun “bizim“ olduğunu unutmadan, onu “kutsallaştırmak“tan da kaçınmak gerek.
Ekim, ezilenler için yol gösteren bir kilometre taşıdır; bizlere neyin ne ve nasıl yapılacağı konusunda engin bir deneyim ve bilgi sunmaktadır.
Tıpkı Rosa Luxemburg'un ifade ettiği gibi, “Lenin, Troçki ve arkadaşları, verdikleri örnekle dünya proletaryasına yolu açan öncüler oldular, hâlâ Hutten gibi bağırabilecek tek kişi onlar: ’Ben Cesaret Ettim!'
İşte Bolşevikler'in siyasetinde asıl ve kalıcı olan. Bu anlamda, iktidarı ele geçirerek ve sosyalizmin gerçekleştirilmesi pratik sorununu ortaya koyarak yolu uluslararası proletaryaya açmakta...
Rusya'da sorun ancak ortaya konulabilirdi. Sorun Rusya'da çözümlenemez. Bu anlamda, gelecek her yerde ’Bolşevizm'indir“![72]
Evet, tam da böyle, “Sorun ortaya konulmuştur, Rusya'da çözümlenememiştir ve bu anlamda, gelecek her yerde ’Bolşevizm'indir“...
Ekim Devrimi açısından mesele bu kadar yalındır; kaldı ki Marx'ın, ’Alman İdeolojisi'nde de belirttiği gibi, “Devrim kendi şiirini geçmişten hareketle yaratamaz; tersine o, şiirini gelecekten çıkarır ve geçmişe duyulan tüm yanlış inançları silip atar.“
Ekim bizim için bir geçmiş değil, yol açan gelecek ufku olmalıdır; bunun için de Ekim Devrimi statik bir bakış açısıyla değil, tam tersine dinamik bir eleştirellikle ele alınmalıdır...
Bu noktada Wendell Philips'in, “Yenilgi, eğitimden başka bir şey değildir“; Eflatun'un, “Kendi kendine yenmek, zaferlerin en büyüğüdür,“ sözleri unutulmadan eklemek gerek: “Sovyet Rusya'nın -iniş ve çıkışlarıyla- XX. yüzyılın tarihinde büyük bir yeri vardır. Çöküşü beklenmiyordu, birden oldu. Yıkılışını, sosyalizme bağlamak inandırıcı olmaz.“[73]
Ekim Devrimi başlangıcı ve yol açtığı sonuçlar ile yerli yerine oturtulmalıdır; ama asla inkârcı bir reddiye ve tövbekârlıkla değil...
Çin Halk Cumhuriyeti'nin liderlerinden Çu En Lay (1898-1976), kendisinden 1789 Fransız Devrimi ile ilgili görüş soranlara “Bu konuda bir yorum yapmak için henüz çok erken“ demişti. İnsanlık tarihinin önemli dönemeçlerinden biri olan 1917 Ekim Devrimi için de böyle demek, düşünmek mümkündür...
Ama yine de biraz aceleci davranma riskine girerek birkaç değerlendirmenin altını çizmeye çalışalım.
i-) Necip Fazıl Kısakürek'in bile, “Asrımızın en büyük hareketi“[74] dediği Ekim Devrimi deneyimi şu gerçeği ortaya koymuştur: “Özgürlük olmadan sosyalizm olmaz“![75]
Gerçekten de “Tarih, demokrasi olmadan kapitalizmin kendini yeniden üretebileceğini göstermiştir; ama sosyalizm asla demokrasisiz olmaz“![76]
ii-) Bunu yanında “Sovyet deneyiminin gösterdiği şudur: Yönetim ideolojik ve siyasal anlamda sağlam bir hat tutturduğunda, genel olarak halk politize olmasa, sürece tam katılmasa, kültürel bir dönüşüm geçirmese bile kendisine sağlananlarla (iş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) yetiniyor ve rahatsızlık duymuyor.
Buna karşılık ’balık baştan kokarsa', ideolojik donanımı ve duyarlılığı çok yetersiz olan ’halk' da ne yapacağını bilemiyor; o da savruluyor. Bence Sovyetler'de olan da budur: ’Balık baştan kokmuştur'...“[77]
Evet, bu iki olumsuzlukla birlikte, tek dünya pazarındaki reel sosyalist sektörel ülkeler geçeğinin dünya devrimine bağlanmak yerine “rekabetçi ve kalkınmacı“ bir ekonomizme kurban edilmesi, sosyalist dalganın geri çekilmesini, oto-likidasyonunu devreye sokmuştur.
Ekim'in ardından; Mehmet Yılmazer'in, “Son olaylarla [Berlin Duvarı'nın yıkılması sonrası kastediliyor-y.n] sosyalizmin ortaçağı kapanıyor, modern çağı açılıyor olmalıdır... Yaşanmış, ölü tarih sosyalizmin çöküşü ile canlandı, yeniden yazılıyor“;[78] ya da Murat Belge'nin, “Dolayısıyla, ’varolan sosyalizm' yalanının çökmesi yararlı olmuştur. Bunun sonuçlarını hemen şu anda görmeyebiliriz, ama bir süre sonra bu sonuçlar ortaya çıkmaya başlayacaktır,“[79] saptamaları asılsız aceleciliklerden malûl anlamsız reflekslerdir...
Örneğin bunları diyenlere “canlanma“ veya “olumlu sonuçlar“ nerede derler!
Kanımızca İlker Aktükün'ün yerli yerinde saptamasıyla, “SSCB'nin yozlaşmasının koşullarının kavranması önemlidir. Geçmiş-şimdi-gelecek üçlemesi içinde, ’Nereye gidiyoruz?' sorusunun cevabı, ’Nerden geldik ve neredeyiz?' sorularının cevaplarına dolaysız olarak bağlıdır.“[80]
Sovyet deneyi bürokratik deformasyonun kurbanı olmuştur; Ç. Can'ın ifadesiyle, “Reel-sosyalizm bürokratik diktatörlüğe dayanan sosyal devlet kapitalizmiydi“[81] denilebilir mi? Bu fazlasıyla topyekûn bir yargı olmakla birlikte, bürokratik deformasyonun Milovan Djilas'ın “Yeni Sınıf“ dediğine[82] benzer olumsuzlukları (ve yıkıcı sonuçları) ortaya çıkardığı bir “sır“ değildir...
Bunun böyle olmasında “parti fetişizmi“nin rolü çok büyük olmuştur.
Bu bağlamdadır ki, “Sosyalist hareketin sorunlarının birçoğu geçmişten devralınmadır. Ekim Devrimi'nin ardından yaşanan olumsuz gelişmelerle Leninist parti anlayışı bozuldu ve devrimci esaslardan sapıldı. Leninist öncü örgüt anlayışı ve işçi sınıfına bilincin dışarıdan verileceği görüşü zamanla aşırılığa vardırılmıştır. Kitlelerin ve hatta davanın yerini örgüt almış, manipülasyon yöntemleri öne çıkmıştır. Lenin'in işçi sınıfının hizmetkârı olarak tasarladığı örgüt zamanla işçi sınıfının efendisi olmuş ve kurulmasına önayak olduğu düzeni sonunda çürütmüştür.“[83]
Henri Alleg de buna “Büyük Geri Sıçrama“[84] der.

III.1.1-) LENİN'E ELEŞTİRİ(LER) “Büyük Geri Sıçrama“da bir “izm“ olarak Lenin'in (ya da Bolşevizm'in) “katkısı“ nedir ya da var mıdır? Öncelikle bir “izm“ olarak Lenin'in yapıtları hakkında öncelikle ve önemle, Georg Christoph Lichtenberg'in, “Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa, elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.“ “Gerçekten de, o kadar çok insan var ki, sırf düşünmeleri gerekmesin diye okurlar“; Mark Twain'in, “Klasik, herkesin okumuş olmak istediği, ama kimsenin okumak istemediği kitaptır“; Woody Allen'in, “Hızlı okuma kursuna gittikten sonra ’Savaş ve Barış'ı okudum: Olay Rusya'da geçiyor,“ sözlerini anımsatalım... Evet, açık açık söylüyoruz: bir “izm“ olarak Lenin'in yapıtları, ona karşı çıkanlar tarafından ne yazıktır ki okunmamıştır bile... Lenin'i okuyarak karşı çıkanlar ise, Onun dediklerini tarihsel bağlamından (ve somutundan) kopartırlar. Unutulmasın, Lenin bir eylemciydi. “Lenin örgüt adamıydı; örgüt gerekliliğine Leninizm kadar dikkat ayıran başka bir öğreti yoktur.“[85] Örneğin Semih Yakın'ın, “Bolşeviklerin yürüdükleri devlet yolu taşlı bir tarla idi. Onlar bu yolda yürümeyeceklerine atılmış olan taşları temizlemeye çalıştılar. Ve şu anlaşıldı ki devrim yolu devletten değil Komün'den geçer,“[86] demesi gibi... İki küçük anımsatma bile bu “şematik karşı çıkış“ın anlamlı olmadığını ortaya koyar: Birincisi: “Proletaryanın özyönetim örgütleri olarak konseyler“i[87] 1918 yılında V. İ. Lenin, “Proletarya diktatörlüğünün Rus biçimi“[88] olarak niteliyordu... Yani Lenin'in teorisinde proletarya diktatörlüğü ile sovyetler karşı karşıya konmaz; bu konuda bir düalizm yoktur.. İkinciye gelince, Marx'ın Komünü ile Lenin'in Ekim'i arasındaki süreklilik içindeki kopuş diyalektiğidir. “XIX. yüzyılın Marx modeli ile XX. yüzyılın başındaki Lenin modeli arasında, çoğu kez gözden kaçırılan bir farklılık söz konusudur. 1871 Paris Komünü olgusuna dek, Marx'ta, siyasal ile toplumsal arasındaki eşitsizliği giderecek etken nesnelliktir, nesnel gelişimdir. Lenin'in modelinde ise, aynı boşluğu kapatacak gelişme büyük ölçüde öznelliktir. Bunun, bu temel farkın nedeni de proletaryanın sınıf bilinci ve bilinçlenme süreçlerinin dinamiği konusundaki yaklaşımların farklıdır. Marx'ta, boşluğu kapatan proletaryanın fizik olarak gelişip büyümesi ve aynı doğrultudaki kitlesel bilinçken; Lenin'de aynı boşluk öncü müfrezenin iktidar aygıtına ve proletaryanın öncü kesimlerinin güvenine sahip bir kesim olarak giriştiği etkinlikler aracılığıyla doldurulur.“[89] Dememiz o ki, “entel-dantel“ gevezelik ve maruzatlarla iştigal edenlerin kavraması mümkün olmayan Lenin, “11. Tez“cidir; tarihi yaratanlardandır; sadece yorumlamakla yetinenlerden değil... Burası çok önemlidir: Politik İslâmcıların bile -saygılı- ciddi ilgisine[90] mazhar olan Lenin; elbette çarpıtılma ve istismara da açıktır! Örneğin “Bir yeni Lenin için“[91] deyip de “Kuvvayı Milliye(t)çilik“e soyunan Yalçın Küçük gibi... Evet, evet tarihi yorumlamakla yetinenler için, “Leninizmin sonunda erimeye başlamasının nedeni anın felsefesi gibi düşünmeye çalışan bir pratik-kuramı oluşu“ydu![92] Veya “Bolşevizmde Fransız Devrimi ve İslâmiyetin yükselişi birleşmişti... Bolşevizmin salt politik bir doktrin değil, geniş doğmaları ve ilhamlarıyla bir dindi...“[93] Böyle bir şey var mı? Var diyenler bunu bir “iddia“ olmaktan öteye somutuyla ortaya koymalıdırlar! Ama hayır; onlar bunu yapmak yerine, “toptancılık“ı tercih ederler... İşte tam da bu noktada, İ.Ö. IV. Yüzyılda yaşamış Chuanga Tse'nin dediklerini anımsamamak/ anımsatmamak mümkün değil: “Kurbağa kendi batağından çıkmamışken ben ona nasıl denizden söz edebilirim?“ IV. AYRIM: SORU(N) NE(REDE)? Soru(n) ne(rede)? Bunu yanıtlamak için epeyce tartıştık, konuştuk, yazdık, çizdik... Hemen hemen her konuda; örneğin Kuruçeşme'de olduğu gibi... “Demokrasi Mücadelesi ve Devrim Perspektifi“,[94] “Demokrasi Mücadelesi ve Program Anlayışları“,[95] “Sosyalist Demokrasi“,[96] “Enternasyonalizm“,[97] “Türkiye'nin Toplumsal ve Sınıfsal Dinamikleri“,[98] “Birlik Düzlemleri ve Parti“[99] konularında.. Bunlardan geriye, pratik olarak bir ÖDP enkazı dışında ne kaldı? Hemen hemen hiçbir şey! Soru(n) ne(rede)? Gayet açık: “Söz ve eylemin kopukluğu“nda![100] Artık, sözü ve eylemi birleştirmeden yol alabilmek mümkün değil! Bunu herkes böyle bilmeli; bir de “İşlemeyen dişlemez“ diye haykıran Rus Atasözünü... Bugün (ve gelecekte) ne yapılacak ise, ilk tartışmasız “olmazsa olmaz“, sözün ve eylemin, yani düşünce ve davranışın birliğidir; bunun bir adım gerisi mümkün değildir. Bununla bağıntılı olarak, aynıların aynı yerde buluşmasını hedeflemek ve beş benzemezi yan yana getirme genişliğinden (eylem birliği ve cephe girişimleri haricinde) vazgeçmek gerekiyor... Evet, aynılar aynı yerde olmalı; bu doğrultuda ikircimsiz ve hatta yalnız kalmayı da göze alabilen netliğe, kararlılığa, cürete sahip olmak gerek. Karar vermek zorundayız: “Küreselleştirilen Türkiye“nin “Küreselleşmiş Solu“ olup, emperyalist projelerin sol ayağı mı olacağız; yoksa “küreselleşme“ alt başlıklı sömürgeleştirilmeye karşı mücadele mi edeceğiz? Bu noktada kalın bir sınır çizerek ayrışmaya, bir direniş odağı yaratmaya cesaret edebilecek miyiz? Yani devrimci Marksist bir hareketin inşası yolunda devrimin güncelliği sorununu asli gündem maddesi yapabilecek miyiz? Devrimci eylemin devrimci teorinin neresinde durduğunu ve nasıl bir organik bağ içinde olduğunu kavrayıp/ kavratabilecek miyiz? ÖDP deneyinde olduğu gibi “birlik adına“ tasfiyecilik illetinden kurtulabilecek miyiz? “Aradığımız lider Biziz“;[101] yani halkız, mağdurlarız, emekçileriz, ötekileştirilenleriz, kadınlarız, Kürtleriz, kolektif işçi sınıfıyız... diyebilecek miyiz? Bu yolda ne “eskici“ ne de “yenilikçi“yiz; devrimciyiz, radikal sosyalistiz, enternasyonalistiz... diyerek gündelik hayatı devrimcileştirmeyi bölgesel devrim eksenli iktidar hedefine bağlayabilecek miyiz? Eskilerin toplamı değil, tarihsel birikimlerin yeni sentezini oluşturabilecek miyiz? Avrupa-merkezci anlayışlara, modellere ve dayatmaya “Hayır“ diyerek karşı çıkabilecek miyiz? Ya da Berstein'lıkta de, Gorbaçov'lukta ısrar edenlerle; ya da Soroscularla, “Sivil Toplumcular“la; veya “küreselleşme reformizmi“yla aramıza kalın duvarlar örebilecek miyiz? İçinde debelenilen kriz(imiz)i aşmak için, V. İ. Lenin'in, “...’Özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir ve mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir'. Bu, kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir,“[102] uyarısını artık ve nihayet anımsayabilecek miyiz? Veya kriz üretmeye mahkûm olan ve krizlerini yeni krizler yaratarak aşmaya çalışan sürdürülemez kapitalizmin yarattığı ıstıraplara, ancak devrimcilerin üretken ve özgün müdahaleleriyle son verilebileceği; kapitalizmin yaşadığı krizin, onu aşmak için yeni dinamikler ve imkânlar barındırdığı; ya da V. İ. Lenin'in, “Tüm krizlerin büyük önemi, gizli olanı açığa çıkarmaları, sınırlıyı, ayrıntıyı bir kenara itmeleri, politik moloz yığınını ortadan kaldırmaları, gerçekten yürüyen sınıf mücadelesinin gerçek saiklerini ortaya koymalarıdır,“[103] uyarısı hatırlanabilecek mi? Bizi işlevsizleştiren çok başlılığı ve parçalılığı aşabilecek miyiz? Bunlar vd'leri, vb'leri yanıtını arıyor. Özetlersek, Haluk Gerger'in formülasyonuyla, “Bugün Türkiye sosyalist hareketi esas olarak üçe ayrılıyor. Bir grup ne yazık ki seyirci bir konumda bulunmaktadır. Bu seyirci konumundaki sosyalist hareketler sekter, dogmatik, son derece keskin ama hayata müdahale edemez durumdadır. Öte yandan ise, ya liberalizme ya milliyetçiliğin kuyruğuna takılmış bir kuyrukçu sol var. Bundan da bir şey çıkmayacağını biliyoruz, bu çok açık. Şimdi bize ideolojik, örgütsel ve sınıfsal, yığınsal konumlarını güçlendirmiş, dağınık ve güçsüz olmayan bir yeni, müdahaleci, devrimci, sosyalist güç ve iş birliği gerekiyor.“[104] IV.1-) “KRİZ(İMİZ)“İN “NASIL AŞILACAĞI“ MESELESİ Görülüyor: Krizin kendisi devrimci çözümleri dayatıyor. Devrimci her koşulda “Ne Yapmalı?“ sorusunu sorar, yanıtını arar, bulur ve gereğini yapar. Nesnelliğin bir parçası olmayı reddetmek için, nesnelliğin içindeki değişim damarını bulmak ve lehimize yöneltmek için müdahale etmek gibi... Evet, “kriz(imiz)i“ aşmak için bize “ideolojik, örgütsel ve sınıfsal, yığınsal konumlarını güçlendirmiş, dağınık ve güçsüz olmayan bir yeni, müdahaleci, devrimci, sosyalist güç ve iş birliği“ gerek... Buna kuşku yok! Ancak Perry Anderson'ın şu uyarısını unutmamak kaydıyla: “Marksist teori gerçek özelliklerini ancak devrimci bir kitle hareketiyle doğrudan doğruya ilişki kurarak kazanır. Devrimci kitle hareketi eylemden yoksunsa ya da yenilgiye uğramışsa, teori kaçınılmaz olarak bozulur, canlılığını yitirir. Bu yaygın fikrin öncülü, hiç şüphesiz, Marksist epistemolojinin geleneksel tanımı sayılan ’teori-pratik birliği' ilkesidir.“[105] Buna bir ek de, “Doğru devrimci teori ancak gerçek bir kitle hareketinin ve gerçek bir devrimci hareketin pratik eylemiyle kurduğu yakın ilişkiyle son şeklini alır,“ diyen V. İ. Lenin'den... IV.1.1-) NEYİN KRİZİ? Yaşanan kriz(imiz), Marksizmin kendisinin değil, kendilerini Marksist olarak tanımlayan uygulayıcılarının krizidir. O hâlde Marksizmin değil, devrimci hareket(ler)in krizinden bahsetmek daha anlamlı olur. Bu ön saptamadan hareketle kriz(imiz)i irdeleyip, tartışılırken “ideolojik-teorik-pratik kriz“ ayrımı yapılmalıdır. Kriz sorununa yaklaşırken böylesi bir ayrım yapmak yöntem bakımından doğru olduğu gibi, krizi çözümlememizi, anlamamızı, ve üstesinden gelmemizi, en azından ilk ikisini yapmamızı kolaylaştırır da. Sözcük anlamıyla kriz, tehlikeli sonuçlar doğurabilecek durum, güç dönem demektir. Bir birey böyle bir dönemden geçebileceği gibi, bir toplum, bir ideolojik-politik akım, bir örgüt vb. de geçebilir. Örneğin, bir ideolojik-politik akım olarak komünizm kriz geçirmektedir dendiğinde anlaşılması gereken, onun tehlikeli sonuçlara yol açabilecek ve/ veya açmış bir dönemden geçmekte olduğudur. “İdeolojik“ krizden ne durumda söz edilebilir? Marksizm'in teorik temelleri ve temel ilkeleri hakkında kuşku duyuluyorsa, bunları gözden geçirme ya da bunlardan vazgeçme eğilimi vb. varsa komünist hareket ideolojik kriz geçirmektedir. İnşa hâlindeki bir tarih olan Marksizm açısından biz böyle bir soru(n) olduğunu düşünmüyoruz. Gelelim “teorik kriz“e: Bir şeye bakmak anlamına gelen Yunanca ’theorein' sözcüğünden türeyen teori sözcüğü, bilimsel olarak maddi gerçekliğin insan bilincine düşünsel olarak yansıması anlamına gelir. Teori terimi gözlem tarafından desteklenen, pratikte doğrulanan bir varsayım, bilimsel bir varsayım anlamında da kullanılabilir. Bu tanım kapsamında Marksist teorinin durmadan geliştirilmesi, onun devrimci özüne yaşamın yeşilinin katılarak, canlandırılması gerektiğini düşünüyoruz. “Politik kriz“ meselesine gelince: Elverişli nesnel koşullara karşın, politik hareket olarak büyüyemediğimiz, hatta güç yitimine uğradığımız, yani işçi sınıfı hareketiyle kitlesel politik bağların kurulmasında önemli sorunlar yaşadığımız verili kesitte; politik gelişmeler karşısında edilgin kaldığımız bir “sır“ değildir. Yani politik sınıf savaşımında ciddiye alınabilir bir politik güç durumuna gelemediğimiz koordinatlarda “politik kriz(imiz)“den söz etmemiz mümkündür. Bu durum politik hareket olarak büyüyememe krizi olarak da tanımlanabilir. Nihayet “örgütsel kriz(imiz)“: Bu konuda yani tepeden tırnağa örgütsüzlüğümüz hakkında bir şey söylemeye gerek var mı? Özetin özeti olarak ifade edersek: Örgütsel kriz(imiz)in temel bir öğesi, devrimci birleşik önderlikten yoksunluktur. O hâlde; Marksizmin sık sık vurguladığı “Devrimci Teori Olmadan Devrimci Pratik Olmaz“ ve “Marksizm Dogma Değil, Eylem Kılavuzudur“ deyişleri, bizler için yol göstericidir. “Kriz“ dedik... Aslı sorulursa krizlerin tarihi, devrimci hareketin tarihiyle özdeştir. Yani devrimci hareket bir yanıyla da krizlerinin ve aşılmasının tarihidir. Belirtmeden geçmeyelim: Coğrafyamızda teorik-pratik bir akım olarak radikal sosyalist hareket, devrimci yükseliş veya devrim dönemleri gibi kısa zaman dilimleri dışında, genel bir kriz içinde oldu. On yıllardır sürmekte olan “güncel“ kriz(imiz) de, bu genelin en ağır örneklerini sergiledi. Evet tarihimizde daha önce görülmeyen uzunlukta bir kriz sürecini yaşıyoruz; on yıllardır teorik, politik ve örgütsel olarak çok yönlü ağır bir kriz içindeyiz. IV.2-) BİRLİK Ne yazıktır ki, mevcut kriz durumunda, onu aşmaya yönelik güçlü bilinçli-planlı bir örgütsel bir müdahale de söz konusu değildir; olsa olsa “Sosyalist Forum“ örneğinde olduğu gibi bunun imkânlarından konuşulmaktadır. V. İ. Lenin'in formülüyle, “Parçalanmayı kaçınılmaz kılan nedenleri anlamak ve onu önlemek için kararlı ve birlik içinde savaşmak, yaşadığımız dönemin Marksistlere yüklediği en önemli görevi“yken;[106] “Sosyalist Forum“ örneğinde olduğu gibi söz konusu faaliyetlerin asli amacı, elbette, öndersizlik krizinin aşılmasına yönelik olarak, arzulanan/ hedeflenen birliktir... “Arzulanan/ hedeflenen birlik“, asla yeni bir sol fraksiyon değildir, böyle algılanmamalı ve sunulmamalıdır... “Arzulanan/ hedeflenen birlik“ten kastımız, toplama ve yapıştırma değil, harmanlama ve damıtma işlemidir. (Tabii bunu aynadaki suretini arayarak anlamsızlaştırıp/ imkânsızlaştırmamak ya da Georg Christoph Lichtenberg'in, “Kendine aşık olan hiç değilse, bu aşkında karşısına bir rakip çıkmayacağı için talihlidir,“ sözünü anımsatmak kaydıyla![107]) Bu konuda bir çözüm önerisi olarak, TÖP (Toplumsal Özgürlük Platformu) II. Konferansı'nın (Haziran 2005) “Birlik Üzerine Kararı“nın bir bölümünde şunlar demektedir: “Devrimci, Marksist ve yenilenmeci temelde bir yeniden örgütlenme (re-organizasyon) ihtiyacını tespit eder. Kapitalizmi yıkma perspektifine sahip olma anlamında devrimci, o yıkıcı pratiğin öncü öznesi olarak işçi sınıfını görmesi anlamında Marksist ve içinde bulunduğumuz yeni tarihsel dönemin teorik-ideolojik-pratik ve örgütsel yenilenme ihtiyaçlarına devrimci-Marksist zeminde yeni bir sentez yaratmış olmasıyla yenilenmeci bir yeniden-örgütlenme.“[108] Baran Anıl da şunları ekler: “Çözüm ise ancak, Marksizmin düşünce ve davranıştaki devrimciliğinin yeniden doğuşu -Rönesans- ve bunun bugüne özgü doğru örgütsel halkasının yakalanmasıyla elde edilebilir.“[109] Elbette “Ne sağcıyım ne solcu/ Sadece evdeyim bu gece/ O umutsuz, küçük ekranda/ Kaybolmak üzere,“ diyen Leonard Cohen'in dizelerini andıran bir kesitten geçen Türkiye'de “Arzulanan/ hedeflenen birlik“ kolay değil; hatta önünde akıl almaz güçlükler var; ama imkânsız da değil. Yapılması gereken yol almak için pedal çevirmektir; bu sistemli ısrarı sürekli gündem maddesi kılmaktır... Bilir misiniz, “Hayat pedal çevirmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz müddetçe düşmezsiniz,“ der Claude Pepper.... Gerçekten de Eric Hobsbawm'ın, “Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir. Yine de açıkça görülebilecek bir şey var. İnsanlığın anlaşılır bir geleceği olacaksa, bu gelecek geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olmaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız,“[110] dediği “geçiş süreci“nde geçmişi kazanmak için yaslanmamız gereken şey -eleştirel olarak tanzim ve tasnif etmemiz gereken- devrimci mirasımızdır. Gerek dünyadaki gerekse coğrafyamızdaki radikal sosyalist mücadele ve emekçi hareketi birikimleri, hata ve sevaplarıyla, gözbebeğimiz gibi koruyacağımız mirasımızdır; geçmişe karşı vefalıyız. Ama mirasyedi değiliz. Salt bu mirasla idare edemeyiz; günü tahlil etmek ve geleceğe uzanmak zorundayız. Emekçilerin ve onların öncülerinin, XIX. yüzyılda Avrupa'da ve XX. yüzyılda tüm dünyada giriştikleri kapitalizmi aşma ve sosyalizm yolunda ilerleme pratikleri, hataları ve sevaplarıyla mirasımızdır. Bu pratiklerden dersler çıkaracağız, ama geçmişe takılıp kalmayacağız. Geçmişten bugüne kalan sorunların ve tartışmaların çözümü de, yüzümüzü geleceğe dönmekle, bugünü ve geleceği somut olarak analiz ederek yeni ve daha kapsamlı bir politikalar bütünü ve kuramlar üretmekle olanaklıdır. Kendimizi geçmişteki tartışmalardan kaynaklanan saflarla tanımlamıyoruz. Geçmişimizi miras kabul ediyoruz ve geleceğin sosyalizm pratiğine ve analizine yönelmeliyiz. Tabii tüm bunları hayata geçirebilecek olgunluktaki kolektif liderlikle! Ve birlik konusunda, “olmazsa olmaz“ son bir not daha: “Eğer demokratik halkçı ve anti-kapitalist hareketler, dünya kapitalist sistemine belirleyici bir darbe indirmeyi başarmaksızın, sürekli bir mücadele, kısmi zaferler bozgunlar ve geri çekilişler çemberi içinde hapsolup kalmayacaklarsa, birleşik bir örgütlenme ve etkin liderlik de, en azından esneklik, demokrasi ve içsel çoğulculuk kadar gereklidir.“[111] IV.3-) PRATİK MESELE(LERİMİZ) İçinden geç(eme)diğimiz sıkıntılı kesitte, giderek büyüyen çürüme pratik meseleler(imiz)i içinden çıkılmazcasına giriftleştiriyor! Aslı sorulursa, “Çürümenin en önemli nedeni sosyalizmin uluslararası yenilgisidir. Ama yenilmiş olmaktan çok, yeniliş biçimi bu sonucu doğuruyor.“[112] Bir tek mermi atmadan, direnmeden yenilince böyle oluyor; ya da sonuçları itibariyle 1971 ile 1980 arasındaki farklılık ortaya çıkıyor... Emil Michel Cioran'ın, “Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar,“ sözlerinde betimlenen uzatmalı-kronik-hatta aşılmayan eski önderlerin sınır ve ufuksuzluklarını aşmak zorunda olan devrimci “Marksist politika anlayışı, verili bir toplumun hareket kanunlarını keşfetmekle ve buna ’uyarlanmakla' sınırlı değildir. Marksist politika bu hareket kanunlarını, belirli bir hedef için mücadeleyi, dünya ölçeğinde gelecek vaad eden bir mücadele hâline getirmek için anlamak demektir.“[113] Bu da “nasıl bir sosyalizm“ sorusunu Rosa Luxemburg gibi yanıtlayabilmekle mümkündür: “Sosyalist toplum düzeninin gerçekleştirilmesi, dünya tarihinde belirli bir sınıfa ve belirli bir devrime düşen en büyük görevdir. Bu görev, devletin bütünüyle dönüştürülmesini ve toplumun ekonomik ve toplumsal temellerinin bütünüyle yıkılmasını gerektirmektedir. Söz konusu dönüşüm ve yıkım, herhangi bir makamın, komisyon ya da parlamentonun kararıyla ilan olunamaz. Bu işe yalnızca halk kitlelerinin kendisi başlayabilir, bunu yalnızca onlar gerçekleştirebilir.“[114] Eğer devrimci Marksist politikadan bunu anlar ve “nasıl bir sosyalizm“ sorusunu Rosa Luxemburg gibi yanıtlarsanız; bağımsız bir sınıf çizgisine sahip olup, yedeklenmezsiniz... Şurası çok açık: Durmadan kendi sağındaki güçlere göz kırpmayı bir alışkanlık hâline getiren ve muhalefete angaje olmakla iktifa eden mevcut konum(suzluk)da “Sosyalist hareket kendisini büyütmek yerine sürekli kendisinden güçlü gördüğü kesimlere yedeklenme eğilimini sürdürdükçe, özgüvensiz ve silik kalmaya mahkûmdur.“[115] Oysa şurası çok açıktır ki radikal sosyalist, devrimci olmak... Burjuva iktidarını devrimci tarzda alaşağı edilmesinin yolunu döşemektir. Her türlü burjuva ve gerici güç odağıyla ve devletle arasındaki sınırları kalın hatlarla çizmektir. Verili durumdan hareketle açık konuşmak gerekirse, önümüzdeki dönemde radikal sosyalist hareketinin bir kez daha yükselen sınıf hareketinin üzerine oturup bu yoldan güçlenme olasılığı son derece düşüktür. Görünür gelecekte sınıf, radikal sosyalist hareket açısından birincil önemini elbette yine koruyacaktır; ancak bu önemin öncü kesimlerin, hareketli sınıf önderlerinin ötesine taşınıp daha “kitlesel“ boyutlara oturtulması zorlama olacaktır. Sınıf hareketindeki bu durgunluğun daha maddi ya da “yapısal“ denebilecek birtakım nedenleri olabilir. Esnekleşme, üretim süreçlerinin parçalanması, hızlı sirkülasyon, taşeronlaştırma, sendikaların güç ve itibar yitirmeleri, vb. bu nedenler arasındadır. Ancak, sınıf hareketindeki durgunluğun, üretim sürecindeki maddi düzenlemelerin ötesinde daha “sosyolojik“ ya da “kültürel“ nedenleri olduğu da söylenebilir. Radikal sosyalist hareket, kendini ihya edecek bir sınıf hareketliliğini beklemek yerine, genel olarak toplumu, oradan da sınıfı hareketlendirebilecek girdilerin neler olabileceğine kafa yormalıdır. Diğer bir sorun ise, “kent yoksulu“ denebilecek kesimlerin bugünkü durumudur. Söz konusu kesimlerin, bugün için sosyalist hareketin uzanım alanının büyük ölçüde dışında kaldığı bir gerçektir. Ancak bu gerçek, radikal sosyalistleri, bu kesimlere ilişkin kolaycı kurgulara yöneltmemelidir. Evet, sosyalistler, solun yeniden kurulması için gerçekçi ve radikal olmayı göze almalıdırlar. Bu alandaki “Sorunları laf kalabalığıyla geçiştirmeye çalışmak kadar zararlı, ilkelere aykırı bir şey olamaz. Bugün en önemli görevimiz, bunalımın derinliğini ve onunla savaşma gereğini anlamış bütün Marksistleri bir çatı altında toplayarak, Marksizmin teorik temellerini ve ana ilkelerini, burjuva etkisinden sıyrılamayan ’yol arkadaşlarının' çeşitli yönlerdeki sapmalarına karşı savunmaktır...“[116] Bu da yenilenme ve sıçramayı gerektirirken; devrimci pratiğe yaslanmış devrimci teorinin önemi; hasılı her şeyin başlangıcının cüret ve isyan olduğunu hatırlatır bizlere... V. AYRIM: HER ŞEYİN BAŞLANGICI: CÜRET VE İSYAN İlk bakışta kimilerine çok bağıntısız gibi gelse de, Theodor W. Adorno'nun, “Bir zaman sanat olan sonradan kitsch'e dönüşebilir. Ama bu çöküş öyküsü belki de sanatın düzeltiliş tarihi, gerçek ilerlemesidir,“ sözünü anımsatarak ekleyelim: İçinden geçtiğimiz çürümenin (veya kitsch'in) çöküş öyküsü ve gerçeği, yeni bir düzeltiliş tarihinin, gerçek ilerlemenin de önünü açmaktadır. Önümüzdeki kesitin başkaldırılarla karakterize olacağını gösterir; ancak buna cüret edilirse; ya da “Profesör dediğin adam, gerçekten profesörse, gazetelerde yazacak, alanlarda konuşacak, gösteri yürüyüşlerinin de önüne geçecek. Bence bilim budur; yoksa sararmış kitap sayfalarının arasında, kurumuş kitap kurdu değil,“[117] diyen Aziz Nesin gibi düşünülüp, davranılırsa... Şimdilerde, küreselleşme çakılmışken, sürdürülemez kapitalizmin sistemi buhranıyla sarsılırken; bize Paulo Freire'in, “Nesneler olarak mücadeleye başlayıp, sonradan insan olamayız,“ uyarısındaki üzere -her zamankinden de çok- insan, başkaldıran insan lazımdır... Açığımız ve temel sorunumuz budur, buradadır. Sorunun çözümü için tekrar Frantz Fanon'nun anımsanması/ anımsatılması gerekiyor. Anımsayın: Fanon sömürgelere yapılan baskıya ve Üçüncü Dünya'nın yaşadığı kültürel travmaya ancak şiddet kullanılarak yapılacak bir devrimle son verilebileceğine inanıyordu. “Şiddet,“ diyordu, “tedavi eder. Halkı aşağılık kompleksinden, umutsuzluktan ve eylemsizlikten kurtarır; onu korkusuz kılar ve özgüvenini tekrar kazanmasını sağlar.“ Sömürülenler, diyordu Fanon, sömürenler tarafından insan olarak görülmüyorlardı; bu sömürülenlerin kabul etmeye zorlandıkları bir resimdi. Fanon bu kitapta ırk ve renk sorununun nasıl olup da bütün bir imgeler ve sözcükler dünyasıyla bağlantılı olduğunu gösteriyordu. “Fransızca'daki Adalet, Gerçek ve Erdenlik kavramlarında her zaman yüceltilen beyaz olmanın simgeleri değil midir?“ derdi Fanon ’Yeryüzünün Lanetlileri'nde![118] Beyazların sömürgeciliğinin küreselleşmesi yerküreyi Üçüncü Dünya'lılaştırıp, insan(lık)ın tümünü siyah kurbanlara tahvil ederken, şimdilerde Fanon bir kez daha anımsanmalıdır... Nepal'den ETA'ya, FARC'dan ABD müdahalesinin boy hedefi hâline dönüşen Venezüella'ya kadar tüm başkaldırılar ve direnen Küba tüm başkaldırıların ilham kaynağı; “Umut İlkesi“ni canlandıran dinamik olmalıdır. Unutmayın bir isyancının “Umut İlkesi“nde kayıtlı olan: Hâlihazır olanla yetinmeme, daha iyisini düşleme ve o düşün peşinde harekete geçmek, başkaldırmaktır... Yani Che gibi imkânsızı isteme gerçekçiliğidir! O hâlde şimdi Rahip Dom Helder Camara'nın, “Yoksullara yemek verdiğimde bana aziz diyorlar. Yoksulların neden yemeği yok diye sorduğumda ise komünist diyorlar,“ sözünü unutmadan “Yaratıcı Yıkımı“ ve gerekliliklerini anımsama, anımsatma zamanıdır! Kimilerine çok “uçuk“ gelen önerimize, Eduardo Galeano'nun sözleriyle devam edelim: “Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım, kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Bugün düş kurmak her zamankinden daha gerekli. İnsanlığın bencilliğe ve iğrenç bir biçimde para peşinden koşmaya mahkûm olmadığına, sosyalizmin ölmediğine inanan birinin iddiasıdır bu...Bir dinozorun!“ Şimdi bize kazanmak için mağlupların bakış açısı, öfkesi gerek... Burjuvaziden yeniden nefret etmeliyiz... Onur, gurur, baş eğmemek, vicdan sözcükleriyle karakterize olan değerleri anımsarken; verili sıradanlaştırmanın değersizleştirme kastının karşı dikilmek gerek... Kanımız odur ki, Walter Benjamin'in tarih tezlerindeki başlıca çıkış noktalarından “mağlupların bakış açısı“ kavramı, düşünce dünyamızda bugün de umulmadık derinleşmelere yol açabilir. Tarih tezlerinin her satırında içselleştirilmiş “mağlupların bakış açısı“, her şeyden önce tarihte yaşananların kefaretinin ödenmesini gerektirir. Kefaretinse, tinsel anlamı büyük, ama somut sonuçları belirsizdir. Benjamin'e göre mağlupların ödedikleri bedelin kefareti için onların amaçlarının yerine getirilmesi gerekir. Belki bin yıl gerçekleşmesi olanaksız bir düş bu ya da yalnızca ideal, tasarım... ama tarih düşüncesi içindeki özgül ağırlığı da mağlupların kazanımları arasına yazılır. Benjamin'in devrimci bir entelektüel oluşu, kendinden özveride bulunmayı yaşam biçimine dönüştürmüştür onda. Tarihi mağlupların tarihi olarak anlamaya çalışmak, bugün yaşayanların kendilerinden sonra gelecek olanlardan kazandıkları zaferler için minnettarlık duymalarını değil, mağlubiyetlerini hatırlamalarını bekler. Benjaminci tarih kavrayışı budur. Sınıf savaşımını tarihin yapıcıları arasında sayan tezlerden “IV. Tez“, kapitalizmin ve üretici güçlerin gelişmesinin ve üretim biçimlerinin ileri doğru değişiminin değil, çıplak biçimde ezenlerle ezilenler, sömürenlerle sömürülenler arasındaki sınıf savaşımının tarihin yapıcısı olduğunu belirtir. Bu geçmişe dönük tarih kavrayışı Benjaminci tarih kavramı'nın temel taşlarındandır ki, “V. Tez“ de, “Tarihin hakiki yüzü dörtnala uzaklaşmaktadır. Geçmiş, kendisinin tanınmasına izin verdiği anda bir daha görülmeyecek bir ışık saçan bir imge gibi akılda tutuluyor ancak,“[119] diye başlar... Diyeceklerimizi toparlarsak; Cervantes'in, “Akıllı insan bütün yumurtalarını tek bir sepete koymaz“; Beydeba'nın, “Akıllı bir kimse, düşmanından da akıl öğrenmeyi ihmal etmez,“ uyarılarını göz ardı etmeden; eylem dönük “11. Tez“ci kolektif bir aklın yaratıcı yıkıcılığına muhtacız“ Hâlâ çok geç değil; malum ya, “Son dakika olmasaydı çoğu iş yapılamazdı,“ der Michael S. Taylor... Özetin özeti: Evet, çok şey yaşadık, çok şey gördük, çok konuştuk - belki de çok fazla. İşin ilginci, her “çok konuşma“ dönemini yeni bir savrulma, yeni bir ayrışma izledi... Küresel ölçekli bir savrulma döneminden geçtiğimiz; reel sosyalizmin çöküşünün elini serbestleştirdiği neo-liberal saldırganlığın emek cephesinin yaşam ve eylem alanını büyük ölçüde daralttığı, bir veri... Böylesi dönemlerde sol cephede “gerçekçi ol, mümkün olanı iste!“ diyen “ezber bozucu“ların sayısının arttığı da öyle... “Devrimci sosyalist“ tarafta kalanlar için, belli ki artık söylemi eylemle, teoriyi pratikle yeniden buluşturma zamanı geldi de geçiyor... “Hangi doğrultuda“ mı? İşte -kuşkusuz ki katkıya, eleştiriye açık olan- sözlerimizi toparlıyor ve diyoruz ki: Devrimci sosyalistler, * Kemalist rejimden bir kopuşu temsil ederler. Onların ne -tüm “ötekiler“: Kürtler, gayrımüslim azınlıklar, kadınlar ve de emekçiler için- bir baskı, tahakküm ve tektipleştirme rejimi demek olan “Birinci“, ne de neo-liberal bir talan projesi olan “İkinci“ Cumhuriyet'le bir işleri olamaz. Onların tahayyülü, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Müslüman-gayrımüslim-ateist, kadın-erkek, tüm emekçilerin kardeşçe yaşayacağı bir özgürlük-eşitlik ülkesini yaratmaktır. * Bu bakımdan işçi sınıfının tarihsel misyonuna bağlıdırlar. Ancak onun, neo-liberal “bozgun“ koşullarındaki aktüel durum ve koşullarına gözlerini kapatmaz, Kürt sorunu üzerinden geliştirilen milliyetçi konumlanışlarına teslim olmazlar. * Yanı sıra, neo-liberal küreselleşmenin sömürünün çapını küreselleştirir, emek cephesini “deregülarize“ ederken, insanlığın büyük bölümünü bir “kolektif proletarya“ya dönüştürdüğünün de bilincindedirler. Bu nedenle devrimci sosyalistlerin çabalarının eriminde yalnızca örgütlü fabrika işçileri değil, marjinal(leştirilmiş), dışlanmış kesimler, işsizler, göçmenler, enformeller, kadınlar, çocuklar, kır yoksulları, kırsaldan kopmuşlar, iflasın eşiğindeki esnaf... da bulunmaktadır. * “Ezber bozma“ adına geçmişini inkâr edip başkalaşma yoluna gitmez. Ama geçmişini fetişleştirmez de... İsyanın Spartaküs'ten Marx'a, Geronimo'dan Che'ye uzanan ve çeşitli biçimleri, renkleri içeren, güncel ve yerelle tüm emekçilerin, ezilenlerin özlem ve düşlerinin bir sentezi olduğunu, bu sentezin kopuş-süregenlik diyalektiği içerisinde devindiğini bilir. Bu nedenle Anadolu'nun devrimci tarihinin tüm deneyimlerini eleştirel bir tarzda sahiplenirler. * Ve hepsinden önemlisi, devrimci sosyalistler, “İhtilalci duruş“ta ısrarlıdırlar. Onlar sömürü/baskı düzenlerini “diyalog/müzakere“ yoluyla “uyarlama“, “düzeltme“, “insanîleştirme“nin değil, kökten değiştirmenin peşindedirler. Bunun gerektirdiği araçlardan da kaçınmazlar... 23 Şubat 2008 09:56:06, Ankara. N O T L A R [*] Yeniden Kuruluş İçin Forum, Kitap 2, Eylül 2008. 1) Aurelio Alonso, aktaran: D. L. Raby, Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, Yordam Yay., 2007, s.93. 2) Temel Demirer, “Başlangıcından 1960'a Türk(iye) Sosyalizmi“, Uzun Yürüyüş, No:79, Kasım 2006; Uzun Yürüyüş, No:80, Ocak 2007; Uzun Yürüyüş, No:81, Şubat-Mart 2007; 3) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Soru(n)lar/ Çözüm(süzlük)ler...“, Kaldıraç, No:80, Ağustos 2007. 4) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “... ’Sol'dan Radikal Sosyalizme... Edilgenlikten Sınıf Hareketine...“, Kaldıraç Dergisi, No:56, Mart 2005; Kaldıraç Dergisi, No:57, Nisan 2005; Kaldıraç Dergisi, No:58, Mayıs 2005; Kaldıraç, No:59, Haziran-Temmuz 2005; Kaldıraç Dergisi, No:60, Eylül 2005; Kaldıraç Dergisi, No:61, Ekim-Kasım 2005... Coşkun Adalı-İlker Belek-Temel Demirer-Yücel Demirer-Hüseyin Kayabekman-Zeki Öçal-Sırrı Öztürk-Nihat Varol-Mustafa Zeyrek, Sosyalizmin Sorunları Üzerine Açılım Tartışmaları, Sorun Yay., 1992... Temel Demirer, T.B.“K“.P Program Taslağının Eleştirel Analizi, Sorun Yay., 1988... 5) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Marksizm ve Devrim“, Kurtuluş, No:7, Kasım-Aralık 2006; Kurtuluş, No:8, Ocak-Şubat 2007. 6) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Örgüt(lenme) Üzerine“, Kürt Solu, No:7, Mart 2002... Vehbi Ali-İlker Belek-Eriş Bilaloğlu-Temel Demirer-Yücel Demirer-Saltuk Ertop-Orhan Gökdemir-Hüseyin Kayabekman-Arif Şair-Sacit Şen-Songül Türkmen, Toplumsal Dinamikler ve Örgütlenme Eksenleri, Sorun Yay., 1992... 7) Cahide Sarı-Temel Demirer, “Proletarya, Sendikalar ve Sınıf Tartışmaları“, Uzun Yürüyüş, No:79, Kasım 2006... İlker Belek-Temel Demirer-Yücel Demirer-Orhan Gökdemir-Sırrı Öztürk-Müslüm Şahin, DİSK'in “Ören Tezleri“ ve Sosyalist Tavır, Sorun Yay., 1992... 8) Temel Demirer, “Olmaz“ Demişlerdi Oldu! 2007'de “İşte Taksim İşte 1 Mayıs“!, Kaldıraç, No:78, Mayıs 2007... Temel Demirer, Yeni Kapı, No:4, Ağustos 2007... 9) Temel Demirer, “Birliği Ne Üzerinden, Kimlerle, Nasıl Kuracağız?“, Kaldıraç Dergisi, No:67, Mayıs 2006. 10) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Seçim Sonrası Türkiye ve ÖDP“, Kurtuluş Dergisi, No:3, Haziran 1999... Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Elbette Aşk Yeniden... Ama Asla Unutmadan...“, Kurtuluş Dergisi, No:12, Mart 2002... Sibel Özbudun-Temel Demirer, “ÖDP'de ÖSP Darbesi...“, Uzun Yürüyüş Dergisi, No:57, Mart - Nisan 2002... Sibel Özbudun-Temel Demirer, “ÖDP ve Sonrası...“, Odak Dergisi, No:2002-05 (SN:7), 8 Mayıs 2002; Odak Dergisi, No:2002-06 (SN:8), 7 Haziran 2002; Odak Dergisi, No:2002-07 (SN:9), 5 Temmuz 2002... Temel Demirer, ÖDP'ye Kenar Notları, İnsancıl Yay., 1997... Temel Demirer, ÖDP: İmkânlar ve Soru(n)lar, Öteki Yayınevi, 1998... Nispet Atmaz-İlker Çayla-Temel Demirer-Yücel Demirer-Evrim Kubilay-Murat K.-Özgür Orhangazi-Nida K. Özpolat-Sibel Özbudun-Gökçer Özgür-F. Ayhan Özkaya-Tayfun Şen, ÖDP Yazıları, Ütopya Yayınevi, 2001... 11) Sosyalist Emek Hareketi Politik Bildirge Taslağı: Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde, Çalışanlar Basın Yayın Kitap Dizisi: 1, 2003. 12) Tevfik Çavdar, “CHP“, Kızılcık, No:31, Kasım-Aralık 2007, s.14. 13) “Erdem: CHP Sağ Kuşatma Altında“, Radikal, 17 Kasım 2007, s.6. 14) Özdemir İnce, “Cumhuriyet, Cumhuriyet Devrimleri ve Sol“, Hürriyet, 4 Ağustos 2007, s.18. 15) Hikmet Çetinkaya, “SHP'ye Devrimci Soluk...“, Cumhuriyet, 25 Aralık 2007, s.5. 16) Ufuk Uras, “ÖDP Siyasetnamesi Üstüne“, Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce-Sol, Cilt:8, İletişim Yay., 2007, s.779-789. 17) Geçerken bir itiraf: “ÖDP-SEP ayrışmasında yapıldığı gibi hukuk değiştirmek, hukukun kendisini ilga eden bir tavırdır. Ayrışmayı hukukileştirmek için hukuku değiştirmek, ayrışmanın siyasallaştırılmasını da engellemiştir.“ (Ecehan Balta, “Çoğulculuk Nimet mi? Hak mı?“, Yeni Yol Dergisi, No:27, Güz 2007, s.39.) 18) Ersin Ergun Keleş, “Yapıcı Olmak“, Radikal İki, 2 Eylül 2007, s.6. 19) Ufuk Uras, “Türkiye'nin Aydınlık Yüzüyüz“, Birgün Pazar, 29 Temmuz 2007, s.12. 20) Ayşe Sayın, “Ufuk Uras: Yerel Seçimler İçin Birlik Çağrısı“, Cumhuriyet, 23 Kasım 2007, s.4. 21) “Siyasi Rönesansa İhtiyaç Var“, Cumhuriyet, 13 Eylül 2007, s.5. 22) “Uras: 2008 Direncin Yılı Olacak“, Cumhuriyet, 1 Ocak 2008, s.5. 23) Halil Güven, “Çürüyen Solun Mezar Kazıcılığı mı?“, Radikal İki, 23 Eylül 2007, s.8. 24) “Tehlike Çanları mı Çalıyor? Yeni Fırsatlar mı Doğuyor?“, Yeni Yol Dergisi, No:27, Güz 2007, s.11-15. 25) Mehmet Merdan Hekimoğlu, “Liberal Sol ve Türkiye“, Radikal İki, 30 Aralık 2007, s.6. 26) Mehmet Merdan Hekimoğlu, “Sol Liberalizme Bakmalı mı?“, Radikal İki, 20 Ocak 2008, s.6. 27) Ferhan Şensoy, “Sol'un Resmini Çizemeyiz Artık“, Radikal, 14 Şubat 2008, s.22. 28) “Sosyal demokrasi“ye gelince o da ayrı bir konu; anımsayın şöyle demiş Başbakan Erdoğan: “Asıl sosyal demokrat biziz. Sosyalist Enternasyonal'e girmemize ramak kaldı. Ama önce CHP'nin oradan çıkarılması lazım“! (Tayyip Erdoğan, aktaran: Ahmet Hakan, “Sosyalist Tayyip“, Hürriyet, 23 Aralık 2007, s.4.) 29) Akın Evren, “Ahmet Hoca'nın Dersleri“, Radikal İki, 12 Ağustos 2007, s.5. 30) H. Gökhan Özgün, “Türkiye'ye Nasıl Bir ’OL' Gerekiyor?“, Radikal, 4 Ocak 2008, s.7. 31) N. Bobbio, Sağ ve Sol: Bir Politik Ayrımın Anlamı, çev: Z.Yılmaz, Dost Kitabevi, 1999 32) Halil Turhanlı, “Sağ ve Sol Arasındaki Ayrım Güncelliğini Koruyor“, Radikal, 14 Ağustos 2007, s.11. 33) Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış-Yeni “Hakiki“ Sosyalizm, çev: Şükrü Argun, Akış Yay., 1992. 34) Deniz Adalı, Kapitalizmden Komünizme Geçiş, Kaldıraç Yay., 2'inci baskı, 1999, s.185. 35) Babür Pınar, “Uzlaşmak Kirlenmektir“, Damar, No:200, Kasım 2007, s.10. 36) Bekir Ağırdır, “Yeni Bir Proje ve Yeni Bir Parti Zamanı“, Radikal, 30 Ağustos 2007, s.8. 37) Selçuk Salih Caydı, “Sağ ve Sol Ayrımının Ötesinde“, Radikal, 13 Eylül 2007, s.11. 38) Erol Katırcıoğlu, “Nasıl Bir ’Sol' Siyaset?“, Radikal, 29 Eylül 2007, s.15. 39) D. L. Raby, Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, Yordam Yay., 2007, s.45. 40) Bertrand Russell, Sosyalizm, çev: Murat Belge, de Yay., 1965, s.94. 41) H. Gökhan Özgün, “Solun Solması Üzerine Bir Deneme“, Radikal, 3 Ağustos 2007, s.7. 42) Serdar Turgut, “Solda Hareket Zamanı“, Akşam, 2 Eylül 2007, s.11. 43) Tanju Tosun, “Merkez Sol, Yenilenme ve İktidar“, Radikal İki, 2 Eylül 2007, s.4. 44) Oğuzhan Müftüoğlu, “Liberal Değişim Sürecine Karşı Sol Politikanın Açmazları“, Birgün, 10 Şubat 2008, s.15. 45) Mehmet Bekaroğlu, “Merkez Sağ Tamam, Ya Sol?“, Radikal İki, 5 Ağustos 2007, s.5. 46) “DTP zemini ile sosyalist hareketin aynı kaba dökülmesini de; sosyalist hareketle bir zemin kurmaksızın tamamen insan hakları üzerinden hareket eden ve hiçbir toplumsal talebin tercümanı olmayan Baskın Oran'ın kampanyası ile sosyalist yönelişin bir arada olması ısrarını da yerinde bulmuyorum... Bence bu çalışmalar ayrı kulvarlarda gidecekler, örtüşemezler. Kapitalizme karşı duran bir halk oluşturma çabası olmadan, emek mücadelesini listenin en başına yazmadan, sol bir kampanyanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.“ (Ertuğrul Kürkçü, “Emek Mücadelesi Liste Başıdır“, Birgün, 15 Ağustos 2007, s.8.) Biz de... 47) Ahmet İnsel, “Sol Sesin İçeriği Değişmeli“, Radikal İki, 5 Ağustos 2007, s.4. 48) Oral Çalışlar, “İyimserlik ve Karamsarlık Üzerine...“, Cumhuriyet, 1 Ocak 2008, s.4. 49) Seyfi Öngider, “... ’Daha Sol'a İhtiyaç Var“, Radikal İki, 30 Eylül 2007, s.5. 50) Seyfi Öngider, “Soldaki Boşluk“, Radikal İki, 19 Ağustos 2007, s.5. 51) Güray Öz, “Saklı Rönesans“, Cumhuriyet, 14 Kasım 2007, s.6. 52) Ergun Aydınoğlu, Türkiye Solu, Versus Yay., 2007, s.410. 53) Nuray Mert, “Sol, Kararlı Bir Çizgi İzleyemiyor“, Birgün, 24 Eylül 2007, s.8. 54) Sevim Belli, Boşuna mı Çiğnedik?, Cadde Yay., 2006. 55) Metin Çulhaoğlu, “Şevket Süreyya Aydemir: Suyu Ararken Yolunu Yitiren Adam“, Toplum ve Bilim, No:78, Güz 1998, s.92-107. 56) Murat Belge, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek, Birikim Yay., 1989, s.192-193. 57) Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev: Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, Metis Yay., 1998. 58) Tülin Öngen, “Maksist Sınıf Kavramının ve Sınıf Analizinin Ayırt Edici Özellikleri“, 2. Sınıf Çalışmaları Sempozyumu-Türkiye'yi Sınıf Gerçeğiyle Anlamak, SAV Yay., 2006, s.29. 59) Tülin Öngen, “Marx ve Sınıf“, Praksis, No:8, Güz 2002, s.27. 60) İlker Belek, Marksizm ve Sınıf Bilinci, Dipnot Yay., 2007, s.169-170. 61) Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes, 1950... aktaran: Ahmet Makal, Ameleden İşçiye, İletişim Yay., 2007. 62) Engin Ünsal, “Türk-İş ve Politika“, Cumhuriyet, 29 Kasım 2007, s.2. 63) Şadi Ozansü, “Dünya Durumu, Ortadoğu ve Türkiye“, Sosyalizm, No:38, Kasım 2007, s.19. 64) György Lukács, Lenin'in Düşüncesi-Devrimin Güncelliği, çev: Mehmet R. Zaralı, Belge Yay., 1979. 65) Immanuel Wallerstein, İki Kültürlü Yaşamak, çev: Aysun Babacan, Metis Yay., 2007. 66) Metin Çulhaoğlu, Bir Mirasın Güncelliği-Tarih Türkiye Sosyalizm, Gelenek Yay., 1988, s.58-59. 67) Masis Kürkçügil, “Devrim Önümüzde...“, Cumhuriyet Dergi, 4 Kasım 2007, s.6. 68) Serpil Çakır, “Batı Devrimi ve Kadın“, Cumhuriyet Dergi, 4 Kasım 2007, s.6. 69) Jean-Marie Chauvier, Sovyetler Birliği: Ekonomik ve Siyasi Gelişmeler, çev: Temel Keşoğlu, BDS Yay., 1990, s.24. 70) Rüçhan Akcan Selim, “Ekim Devrimi 90 Yaşında“, Cumhuriyet Dergi, 4 Kasım 2007, s.1-6. 71) Hakan Aksay, “Ekim Devrimi'nden 90 Yıl Sonra“, Cumhuriyet, 8 Kasım 2007, s.10. 72) Rosa Luxemburg, Siyasal Yazılar (1917-1918), çev:Zafer Üskül, V Yay., 1989, s.95-96. 73) Server Tanilli, “1917 Unutulmamalı, Unutulmaz...“, Cumhuriyet, 16 Kasım 2007, s.6. 74) Necip Fazıl Kısakürek, İhtilal, Büyük Doğu Yay., 2'inci baskı, 1977, s.270. 75) Alberty Camus, Resistance, Rebellion and Death Essays. 76) Aurelio Alonso, aktaran: D. L. Raby, Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, Yordam Yay., 2007, s.93. 77) Metin Çulhaoğlu, “Balık Baştan Kokunca!“, Cumhuriyet Dergi, 4 Kasım 2007, s.7. 78) Mehmet Yılmazer, Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu?, Alaz Yay., 2000, s.175-421. 79) Murat Belge, Türkiye Dünyanı Neresinde?, Birikim Yay., Tarihsiz, s.21. 80) İlker Aktükün, SSCB'den BDT'ye Nasıl Varıldı-Marksist Bir Tahlil İçin Saptamalar, Sorun Yay., 1995, s.160. 81) Ç. Can, Dünya Türkiye ve Sosyalizm, Odak Kitap., 2004, s.438. 82) Milovan Djilas, Yeni Sınıf, çev: Sedat Umran, İstanbul Kitapevi, 1982. 83) Ç. Can, Sosyalist Hareketin Sorunları, Odak Kitap., 2003, s.11-12. 84) Henri Alleg, Büyük Geri Sıçrama, çev: Kerem Kurtgözü, Evrensel Yay., 1988. 85) Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm-Muhalefet Yılları, C:1, çev: Osman Akınhay, Belge Yay., 1990, s.115. 86) Semih Yakın, Lenin Dönemi ya da Mutlaka Okunması Gereken Alıntılar Kitabı, Dipnot Yay., 2006, s.177. 87) Oskar Anweiler, Rusya'da Sovyetler (1905-1921), çev:Temel Keşoğlu, Ayrıntı Yay., 1990, s.87. 88) V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, C:26, s.266. 89) Metin Çulhaoğlu, Bir Mirasın Güncelliği-Tarih Türkiye Sosyalizm, Gelenek Yay., 1988, s.62-63. 90) Bkz: Ali Haydar Can, “XX. Yüzyılın En Büyük Devrimcisi: Vladimir İliç Lenin -1-“, Baran, No:57, 7 Şubat 2008, s.10-11; Ali Haydar Can, “XX. Yüzyılın En Büyük Devrimcisi: Vladimir İliç Lenin -II-“, Baran, No:58, 14 Şubat 2008-7, s.8-9. 91) Yalçın Küçük, Sol Marksizm, Akış Yay., 1998, s.260-266. 92) Semih Gümüş, “Düşünceyi Dogmadan Kurtarmak“, Radikal Kitap, Yıl:6, No:350, 30 Kasım 2007, s.54. 93) Bertrand Russel, Bolşevizm, çev: N. Sel, Habora Yay., 1967, s.9-11. 94) Çağatay Anadol-Zülfü Dicleli-Ertuğrul Kürkçü-Sezai Sarıoğlu-Sungur Savran-M. Emin Sert-Ahmet Ural-Oral Çalışlar-Umur Coşkun-Nurullah Ankut-İskender Savaşır-Zeki Tombak-Burhan Özkan-Mustafa Çubuk-Aydın Giritli-Şadi Ozansü-Selma Atabek-Gülnur Savran-Ahmet Zengin-Yaşar Yiğit-Hürriyet Karadeniz-Ayşe Deniz, Demokrasi Mücadelesi ve Devrim Perspektifi-Birlik Tartışmalar 1-Tartışma Tutanakları, BTDK Yay., 1989. 95) Yavuz Aloğan-Çağatay Anadol-Oral Çalışlar-Servet Z. Çoraklı-Metin Çulhaoğlu-Necmi Demir-Zülfü Dicleli-Devrimci Mücadele Dergisi-Emek Dergisi-Mehmet Gündüz-Gencay Gürsoy-Celal A. Kanat-Saim Koç-Orhan Koçak-Ertuğrul Kürkçü-Saruhan Oluç-Şaban Ormanlar-Şadi Ozansü-Celal Polat-Nail Satlıgan-Sezai Sarıoğlu-İskender Savaşır- Gülnur Savran-Sungur Savran-Zeki Tombak-Nesrin Tura-Ahmet Ural, Demokrasi Mücadelesi ve Program Anlayışları-Birlik Tartışmalar 2-Tebliğler, BTDK Yay., 1990. 96) Nurullah Ankut-Umur Coşkun-Gürdal Çıngı-Mustafa Çubuk-Metin Çulhaoğlu-Orhan Dilber-Saim Koç-Ertuğrul Kürkçü-Saruhan Oluç-Nail Satlıgan-İskender Savaşır-Gülnur Savran-M. Emin Sert-Zeki Tombak-Ahmet Ural-Ahmet Zengin, Sosyalist Demokrasi-Birlik Tartışmalar 3- Tartışma Tutanakları, Tebliğler, BTDK Yay., 1990. 97) Devrimci Mücadele-Emek-Gelenek-Hedef-İktidar Yolu-İşçi Sözü-Murat Gürol-Edibe Şahin Karasoy-Saruhan Oluç-Şadi Ozansü-Sungur Savran-Nesrin Tura-Ahmet Ural, Enternasyonalizm-Birlik Tartışmalar 4- Tebliğler, BTDK Yay., 1990. 98) Çağatay Anadol-Nurullah Ankut-Atilla Aytemur-Muzaffer Bal-Serhat Baysan-Oral Çalışlar-Ayhan Çelik-Gürdal Çıngı-Mustafa Çubuk-Metin Çulhaoğlu-Devrimci Mücadele-Orhan Dilber-Emek-Muzaffer Erdoğdu-Gelenek-Aydın Giritli-Gencay Gürsoy-Ahmet Kaçmaz-Hürriyet Karadeniz-Filiz Karakuş-Saim Koç-Ertuğrul Kürkçü-Saruhan Oluç-Şadi Ozansü-Burhan Özkan-Celal Polat-Sezai Sarıoğlu-Nail Satlıgan-İskender Savaşır-Gülnur Savran-Sungur Savran-Yüksel Selek-M. Emin Sert-Zeki Tombak-Mehmet Toruş-Nesrin Tura-Ahmet Ural-Kemal Ümitli-Yaşar Yiğit-Ahmet Zengin, Türkiye'nin Toplumsal ve Sınıfsal Dinamikleri-Birlik Tartışmalar 5- Tartışma Tutanakları, Tebliğler, BTDK Yay., 1990. 99) Çağatay Anadol-Atilla Aytemur-Muzaffer Bal-Oral Çalışlar-Devrimci Mücadele-Emek-Muzaffer Erdoğdu-Gelenek-Gencay Gürsoy-Hürriyet Karadeniz-Filiz Karakuş-Saim Koç-Ertuğrul Kürkçü-Saruhan Oluç-Şadi Ozansü-Celal Polat-Sezai Sarıoğlu-Nail Satlıgan-İskender Savaşır-Gülnur Savran-Sungur Savran-Zeki Tombak-Mehmet Toruş-Nesrin Tura-Ahmet Ural-Kemal Ümitli-Ahmet Zengin, Birlik Düzlemleri ve Parti-Birlik Tartışmalar 6- Tebliğler, BTDK Yay., 1990. 100) “Devrimci Hareket ve Nesnel Gerçekler“, Türkiye Gerçeği, No:2, Kasım-Aralık 2007, s.32. 101) Naomi Klein, No Logo, s.471. 102) V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yay., s.63. 103) V. İ. Lenin, Krizin Dersleri, 1917. 104) Haluk Gerger, “Aydınlığın En Yakın Olduğu An, Karanlığın En Koyu Olduğu Andır...“, Kızıl Bayrak, No:2007/01, 16 Kasım 2007, s.17. 105) Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, çev:Bülent Aksoy, Birikim Yay., 2004, s.161-162. 106) V. İ. Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yay., s.145. 107) Alın size buna bir örnek: “Sosyalistlerin birliğinden anlaşılması gereken programatik temelde örgütsel birliktir. Ve sosyalizmin dünya planında hegemonyasını neden yitirdiğini sorgulamadan, bunun nedenlerini araştırmadan, bundan dersler çıkartmadan yapılacak bir birlik de değildir. Toplumun kıyısına itilmiş olmak, gündemlerin peşine takılarak sürüklenmek ve bu nedenle de ’bir kuvvet' olmak arzusuyla yan yana gelme isteği hiç değildir... İşte sosyalist harekette ’birlik' üzerine süren tartışmalarda kilit nokta burasıdır. Kurtuluşçuları diğer soldan farklı kılan da bu noktadır.“ (Kadir Akın, “Zihniyetler Değişmeden Sosyalistlerin Birliği İmkânsızdır“, Kurtuluş, No:11, Ekim-Kasım 2007, s.117.) 108) “Devrimci Kolektif Özne İçin Re-Organizasyon!“, Toplumsal Özgürlük, No:22, Aralık 2007, s.10. 109) Baran Anıl, “Türkiye Solu Dünya Soluna Nasıl Bir Katkı Sunacak?“, Toplumsal Özgürlük, No:22, Aralık 2007, s.11. 110) Eric Hobsbawn, Aşırılıklar Çağı, Kısa XX. Yüzyıl Tarihi, s.666. 111) D. L. Raby, Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, Yordam Yay., 2007, s.353. 112) Aslolan Devrimdir, Kaldıraç Yay., 1996, s.20-21. 113) Ernest Mandel, “Karl Marx'ın Düşüncesinde İşçi Sınıfının Devrimci Potansiyelinin Merkezi Konumu“, s.85... Ernest Mandel-Daniel Singer-Carlos M. Vilas-Oliver Macdonald, Sosyalizmin Geleceği, derleyen-çeviren: Fikret Başkaya, İmge Kitapevi, 1991 içinde... 114) Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor? Siyasi Yazılar, çev: N. Sarıali, Belge Yay., 1979, s.121. 115) Barış İnce, “Kürt Sorunu ve Solun Aczi“, Birgün, 21 Aralık 2007, s.8. 116) V. İ. Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yay., s.144. 117) Aziz Nesin, Tanin Gazetesi, 8 Nisan 1961. 118) Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Çev: Şen Süer, Versus Yay., 2007. 119) Michail Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı “Tarih Kavramı Üzerine“ Tezlerin Bir Okuması, çev: U.Aydın, Versus Yay.

Şîroveyeke nû binivisêne

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.