ALTERNATİF (YA DA İKTİDAR) ÜZERİNE NOTLAR[*]
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“İktidar hakkında konuşmaksızın,
bir alternatif hakkında
konuşmak mümkün değildir.“[1]
“Türkiye sosyalist ve işçi hareketinin krizi ve krizden çıkış imkânları ve krizden çıkış imkânı olarak sosyalist forum“ eksenli bir yazıyı kaleme almak, -hemen hemen- her şeyden söz etmeyi “olmazsa olmaz“ kılıyor.
“Her şeyden“ söz etmeden önce, “her şeye dair“ yöntem(imiz)e değgin birkaç saptamayı -altını özenle çizerek- sıralayalım:
i-) Sözü uzatmamak gerek. Tıpkı, “İnsan gerçeği söylemelidir, sözü uzatmamalıdır,“ diyen Demokritus'un vurguladığı üzere...
ii-) Reçete(ler) sunmaktan, öğüt vermekten kaçınmak gerek; “Öğüt vermek kolay, örnek olmak zordur,“ diyen La Rochefaucauld'u unutmadan...
iii-) Ayrıca “akıl vermek“ gibi üst perdeden ahkâm kesmemelidir (katkılara açık) eleştirel görüşlerimiz. Pascal'ın, “Akıl veren çoktur, akıl yoktur,“ uyarısını kulağına küpe ederek...
iv-) “Kendi danışmanın ol!“ ilkesine sırt dönmeden; Henry W. Beecher gibi, “Bütün kelimeler fikirlerin asılı olduğu mandallardır,“ demek zorunda olan yazacaklarımız “taraflı“dır, “yanlı“dır, başka türlü olması da mümkün değildir. Tıpkı Feliks Çuyev'in formülündeki üzere, “Kuşkusuz bu yanlı bir tarih, ama yansız tarihin de onsuz yarım kalacağı bir yanlı tarih“...
I. AYRIM: GİRİŞ YA DA “SÖZÜN SİHRİ“ (Mİ?)!
“Taraflı“yız, “yanlı“yız elbette; ancak sözün “sihri“ne, kendinden menkul “kerameti“ne inananlardan da değiliz.
Söylemiş, yazmış, ifade etmiş olmak sadece “bir şey“dir; ama kesinlikle “her şey“ değil.
Yani, yani dememiz o ki, “Önce söz vardı“ diyenlerden değil, “Önce eylem vardı“ diyenlerdeniz.
Yıllardır “tartışır“ız, “araştırır“ız, “yenilenir“iz, “arınır“ız, vs., vd'leri... (Laf aramızda bunlar artık, her seferinde yarı çapı daralan bir ritüele dönüşmüştür...)
Litrelerce mürekkep, tonlarca kağıt, sonsuz-sınırsız söz tüketimine yol açan bu faaliyetlerde biz de yerimizi aldık... (Sakın “neye yaradı?“ diye sormayın!)
Örneği yakın geçmişten bugüne “Türk(iye) Sosyalizminin Tarihi“nden;[2] “Soru(n)lar/ Çözüm(süzlük)ler“den;[3] “Radikal Sosyalizmin Soru(n)ları“ndan;[4] “Marksizm ve Devrim“den;[5] “Örgüt(lenme)“den;[6] “Sendikalar[7] ve Sınıf Tartışmaları“ndan;[8] “Birlik“ten;[9] ve nihayet tüm bunların “deneysel toplamı“ olarak ÖDP'den[10] de söz ettik.
Sadece biz mi? Hemen hemen herkes, her şeyden söz etti... (Örneğin ÖDP'de ÖSP tasfiyeleri sonrasında ortaya çıkan, “Sosyalist Emek Hareketi Politik Bildirge Taslağı: Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde“[11] başlıklı kapsamlı ve yetkin çalışma da buna dahil.)
“Sonuç“ mu? “Her şeyi“ yeniden ve bir kez daha tartışıyoruz.
Pekâlâ buradan çıkartılması gereken ilk ara sonuç ne mi olabilir? Tek bir cümleyle, saltçı bir sözün, teorisist açılımın “büyüsü“yla, “kerameti“yle yol alabilmek mümkün değildir.
Eylemli olmayan, temsil kapasitesini yitirmiş, örgütlü olmayan bir sözün kıymet-i harbiyesi yoktur ve olmayacaktır da.
Geçerken anımsatalım: “Fikirlerin silaha ihtiyacı yoktur, tabii geniş kitleleri ikna etmeyi başarırsanız,“ der Fidel Castro.
O hâlde altını çizerek ilk tezimizi dile getirelim: Yaşlanan ve eylem kapasitesiyle emek eksenli temsil gerçeğine yabancılaşan “birikim“imiz açısından, inkârın inkârı dinamiğine yaslanmış eylemli-eylemci bir Rönesansa muhtacız; söz(ümüz) ancak böylesi bir Rönesans'la anlam kazanabilir.
Yaşlandığımız gerçeğini unutmamalıyız; yaşlanmamızı “olgunluk“ olarak sunmamalıyız; bu kocaman bir yalan olur.
Ingrid Bergman'ın, “Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıkınca yorgunluğunuz artar, soluğunuz daralır ama görüşleriniz açılır“; Platon'un, “Düşüncenin gözü ne zaman iyi görmeye başlar? Gözlerimiz keskinliğini yitirdiğinde,“ sözlerini pek ciddiye almayın...
Önemsenmesi gereken; Schopenhauer'un, “İnsanın kırk yaşına kadar geçen yılları bir kitap, geri kalan yılları da o kitabın eleştirmesidir“; Juvenal'in, “Yaşlılık ölümden çok daha korkunçtur,“ saptamalarıdır...
Evet, yaşlanmış(ların) sözü(nün) gençleştirilmesi, yüzünü eylem dönerek, yaşamla tekrar sınanması gerekmektedir.
Bu yoldaki ilk adım da, bizi biz yapacak sınırların yeniden saptanması, ikircimsizce çizilmesidir.
II. AYRIM: SOLUN SINIRI
Sol ne? Sınırları nedir? Nasıl tanımlanır?
Sorular çoğaltılabilir.
Bunlar açık ve net olarak yanıtlanmalıdır.
Öncelikle CHP: Bu parti ne “sol“dur; ne de “sosyal demokrat“!
Bal gibi devlet partisi olan bu yapılanma solun dışındadır; hiçbir gerekçe ile solun ittifakları içinde görül(e)mez ve gösterilemez!
Dahası, Tevfik Çavdar'ın ifadesiyle, “CHP ömrünü tamamlamıştır.“[12]
Kemalist rantın devlet partisi olarak Baykal'ın CHP'si, AKP'nin bile alternatifi değildir.
CHP'nin aldığı seçim sonuçlarını illere göre inceleyen Merkez Yönetim Kurulu'nun hazırladığı raporda, alınan sonuçtan “ikinci cumhuriyetçiler, Batılı odaklar ve AKP'yi destekleyen tarikatlar“ sorumlu tutuldu. Raporda özeleştiri yapılmaması dikkat çekerken; Baykal diktasının CHP'si korkunç bir erozyon yaşayarak, emek eksenli dinamiklerden tümüyle koparken, milliyetçileşmektedir.
Örneğin yıllardır Baykal'ın kurmay kadrosunda yer alan CHP Genel Başkan Yardımcısı Eşref Erdem, partideki görevlerinden istifa ederken, “CHP sınıfsal kimliği ve sol ideolojisinden uzaklaştı,“[13] diyor; aslına rücu eden CHP gerçekten de bürokratik bir kasta dönüşmektedir.
CHP, solun yanında ya da yandaşı değil, karşısındadır; ve nihayet hiçbir sol formülün içinde yer almamalıdır.
Radikal sosyalistler için solun en sağındaki güç (sicili belli Sarp Kuray'ın da iltihak ettiği SHP de değil) olsa olsa ÖDP'dir...
Neden SHP değil?
Gayet açık: “Cumhuriyet Sol'a hiçbir zaman iyi davranmadı...
Şunu belleyelim: Elli bin kez yenilse de sol ve solcu ... devletine düşman olmaz...
Gerçek solcular, Cumhuriyet kendilerine kötü davransa da Cumhuriyet'ten asla vazgeçmezler, Cumhuriyet'in karşısına geçmezler...“[14] diyen bir devletçi vurgudan malûl olan SHP “Gerçek sosyalistler, demokratlar, devrimciler, Kemalistler birlikte hareket edebilecekler mi?“ sorusuna yanıt arayan bir partidir...
Örneğin ’Küçük Kurultayı'nda Murat Karayalçın, “Halkımıza Açık Mektup“ başlıklı açıklamayla devrimcileri, sosyalistleri SHP çatısı altında toplanmaya çağırmıştır; işte bu mektuptan bazı bölümler:
“* 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya çıkışı ile kozasından çıkan ancak 1947'deki Türk-Amerikan anlaşmaları ve ardından, NATO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve askeri müdahaleler sarmalının kuşatmasıyla kesintiye uğrayan Anadolu modernizasyonu, 1960 27 Mayıs'ının kazanımlarının ürünü olan 1968 gençlik hareketleriyle tekrar rayına oturtulmaya çalışılmışsa da bu tarihi şans, sırasıyla 12 Mart ve 12 Eylül operasyonları sonucunda zorbalıkla ezilmiştir.
Bugün Türkiye solu yeni ve güçlü bir çıkış yapacaksa, ki bunun bütün objektif koşulları mevcuttur, bunun yolu; 1919, 1968 ve 1978 hareketlerinin emek ekseninde yeniden güncellenmesinden ve rotasını dünya solunun ve emek hareketinin enternasyonal dayanışmasına çevirmesinden geçecektir.
* Bu aşamada, Türkiye solunun iki önemli bileşeninin, yani Türkiye sosyal demokrasisinin ve Türkiye sosyalist-devrimci hareketinin karşılıklı ilişkilerinin tanımlanması önem kazanmaktadır.
Sosyalist bloğun dağılışını kimi sosyal demokrat çevreler, aceleci bir tavırla kendi tezlerinin doğruluğunun kanıtı ve dolayısıyla sosyal demokratik bir yeni çağın başlangıcı olarak tanımlamışlarsa da, olayların gelişimi, sosyal demokrat siyaset ile sosyalist siyasetin diyalektik bir bütünlük arz ettiğini ve aslında gelişimlerini birbirlerinin varlığına ve karşılıklı mücadelelerine borçlu olduklarını göstermişlerdir.
* Tıpkı Güney Amerika solunun yüzden fazla sosyalist, sosyal demokrat parti, örgüt, sendika ve gruplarının başardığı gibi ortak tarihi değerlerimiz etrafında bütünleşerek, Türkiye halkına umut ve heyecan aşılayacak bir çıkış yakalamamızın bütün objektif koşulları fazlasıyla mevcuttur. Bizler beraberliğin sübjektif koşullarından olan örgütlenme ihtiyacına, her türlü hesaptan uzak, tam bir samimiyet içerisinde katkı sunmaktan mutlu olacağız.“[15]
Burada vurgulanması gereken kritik nokta, sosyalist solun, “1919'da (...) kozasından çıkan (...) Anadolu modernizasyonu“na ilişkin tutumunun saptanmasıdır. Sosyalist sol, Murat Karayalçın'ın varsaydığı “süregenlik“ belitinden, “bağımsızlık vurgunu“ sosyalistlerin, devrimcilerin, bizatihî bu “modernizasyon“un taşıyıcısı TSK tarafından feci şekilde ezildiği 12 Mart'tan itibaren bir kopuş yaşamışlardır. Dahası bu “modernizasyon“un soykırımlar, katliamlar, asimilasyonlar, hasılı demir yumruk eşliğinde gerçekleştirilen bir “bastırma“ ve “tektipleştirme“ ile atbaşı yürü(tül)düğünün bilince çıkartılması, kopuşu sosyalist sol açısından daha da netleştirmiştir.
Dolayısıyla günümüzde, sosyalist solun “Cumhuriyet“le (rejimle) barışmak gibi bir derdi yoktur; olsa olsa yeni bir Cumhuriyet'i kurmayı hedefleyebilir sosyalist sol. Bu “yeni“nin, “İkinci Cumhuriyet“ tezlerinden emek eksenli, eşitlikçi-özgürlükçü bir kardeşleşme perspektifiyle ayrıldığını vurgulamaya gerek var mı?
II.1-) SOLUN EN SAĞI: ÖDP
Siz Ufuk Uras'ın, ÖDP üstüne[16] dediklerini ciddiye almayın; denilenler ile gerçek -yaşayanların bildiği üzere- çok farklıdır; Uras'ın, ’Zaman' gazetesine demecinde, “Son kullanım tarihi geçenler ÖDP'den ayrıldı [doğrusu atıldı!-y.n.]“ dediği gibi![17]
Her neyse, devam edelim...
Ersin Ergun Keleş, “ÖDP, 11 yıllık birikimi ve siyasi-ideolojik içeriği ve pratiğiyle, kendinden çok daha fazla bir şeyi ifade ediyor,“[18] derken; dediklerini neyin üzerine temellendiriyor? Bunu anlamak mümkün değil. Bu olsa olsa, asılsız bir hamaset!
Tıpkı Uras'ın “parlak lafları“ gibi:
“Kendimizi aşmalıyız. Her siyasi yapı kendini aşarak ortak irade oluşturmalı. Yapabilirsek AKP'ye karşı iktidar seçeneği oluşturabiliriz. Yerel seçimlerde bunun patlamasını yapabiliriz.
ÖDP en büyük parçası olacak bu durumun. Toplumsallaştırma ve aslında kendi dışımızdakilerle buluşma konusunda önümüzdeki süreç ılımlı geçecek. Siyasette en tehlikeli şey ayrışma ve daralma. Bu işi aşmamız gerekiyor. Genel psikolojik havanın değişikliği bizim açımızdan işi kolaylaştırıyor. Böyle bir beklenti var. Birinci bölgedeki beraberliğimizden sonra DTP, ÖDP, DSİP, EMEP, Yeşiller, sendikalar ve meslek örgütlerinin talepleri var. Bu enerjinin büyütülmesi ve bu ihtiyaca denk düşen adımların atılması gerekiyor. Buna uygun davranacağız.“[19]
Yine yerel seçimlerde sol partileri “güç birliği“ yapmaya çağıran Uras, solun ortak değerlerini benimsemiş siyasi partilerin yerel seçimlerde ortak aday çıkarmak zorunda olduğunun altını çizerek, çağrısının CHP'yi de kapsadığı vurgusuyla, “Eğer CHP buna yanaşmazsa, İzmir dahil her yeri kaybeder, bunun şakası yok,“[20] diyor...
CHP'den vazgeçemeyen ÖDP, yine Ufuk Uras ile, “Ne yapıp yapıp Adalet ve Kalkınma Partisi karşısında bir sol seçenek oluşturmalıyız. Şu anda öyle bir boşluk var. Bu, sol bir koalisyon mu olur, 3. cephe mi olur, bunun çatısı sonra oluşur. Şimdiden somut işbirlikleri yapmak önemli.“[21] “Türkiye yeni yıla, ABD emperyalizminin belirlediği koordinatlarda hızla ilerleyerek giriyor. 2008, bizim için de emperyalizmin oyununu bozmak, Türkiye'yi barışın, kardeşliğin ve adaletin koordinatlarına sokmak için umudun ve direncin yılı olacaktır. Zenginler bir tarafta, yoksullar diğer tarafta kendi hak ve çıkarlarını korumaya çalışacak,“[22] diyor.
Uras'ın sözcülüğüyle ÖDP, dışa dönük profiliyle “solu toparlamak“ gibi asılsız hülyalarla iştigal ede dursun; gerçeklik başka türlüdür.
Örneğin Halil Güven'e göre, “ÖDP, 11 yıllık tarihi ile övünebilir... (oysa - b.n.) geldiği son nokta itibarıyla toplumsal muhalefeti kucaklamak ve kapsamaktan uzaktır. İzlemiş olduğu politik hat ile ilk kuruluş döneminde yarattığı coşku ve heyecanı sönümlendiren, ’umudu umutsuzluğa' çeviren, çoğulculuğu, çoğunluğa kurban eden ve partiyi parlamenter organ hâline getiren bir yapıya dönüştü.“[23]
Bir diğer kapsamlı saptama da -zamanında ÖSP'nin bileşenlerinden olan- ÖDP'li “Yeni Yol“dan:
“1. ÖDP, son 22 Temmuz 2007 seçim tartışmalarına indirgenemeyecek ciddi bir kriz içindedir. Kriz ne bir takım ’abilerin' köhneliğinden ne de birtakım ’abilerin' cinliğinden kaynaklanmaktadır. ÖDP'nin krizi dört dörtlük bir siyasal ve örgütsel krizdir. Kriz, 11 yıllık ömrü hayatında ÖDP'nin kendini inşa etmesine dair sistemli ve düzenli bir faaliyetin yürütülmemiş olmasının ürünüdür. Böylece ÖDP, organik bir parti hâline gelemediğinden her kritik anda -seçim, sendika içi gerilimler, gençlik, siyasal tutumlar ve diğerleri gibi- bir darma dağınıklık hâli sergilenmektedir.
2. Bu değerlendirme somut durumda her şeyi eşitlemeye veya aktüel olanı (’hukuk', parti içi demokrasi) önemsizleştirmeye yönelik değildir. Ancak bugünkü tartışma konularını daha tarihsel bir zeminden değerlendirmeden sağlıklı bir çözüme ulaşılamaz. Böyle bir zemin yoksa zaten seçim kırılmasının tartışılmasının da bir anlamı yoktur. Eğer partinin program, işleyiş ve yönelişine ilişkin ortak bir zihniyet söz konusu değilse, ’hukuk' herhangi bir sorunu çözemez.
3. 5/7 Ekim 2007 Olağanüstü Konferansı yalnızca aktüel sorunu gündemine alacak, belki de bu nedenle temel sorunlara değinme ihtimali ortadan kalkacaktır. ’Hukuk' tartışması en yüksek organ tarafından karar altına alınacaktır. Tıpkı başka organların aldığı kararlar gibi bu kararın da gerçekten ’hukuki' olduğu anlamına gelmeyecek ve tartışma devam edecektir. Sonunda çoğulcu partimizin yüzde 51'ini ikna etmek, diğerlerine diz çöktürmek için durmaksızın argüman üretenler, elde ettikleri oranın yarısıyla yola devam edebilirlerse ne âlâ.
Neticede tıpkı SEP ile ayrılık döneminde yaşandığı gibi krizin kaynağına gidilmediği için hareketi büyüteceğiz derken hem içte hem dışta bir daralmaya neden olunabilir.
4. Aktüel mesele ise her şeyden önce kongre kararlarına aykırı bir tutumun ürünüdür. Ne MYK'nın ne PM'nin ’istisnai' ve ’özgül' diyerek İstanbul'un bütününde veya bir yerinde ÖDP için hayati olan bir faaliyeti ’bağımsız' adayları destekleyerek imkânsız kılmaya yetkisi vardır. Partiyi bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakan İstanbul ’istisna'sı ve ’özgül'ü, partinin bütünlüklü bir siyaset yürütmesine imkân vermediği gibi, organ kararı olmadan ilişkiye geçilen siyasal partiler, çevreler nezdinde de partinin ağır ithamlara hedef olmasına neden olmuştur.
ÖDP'nin bağımsız aday çıkarması veya desteklemesi, sosyalist hareketin toplumsal mücadeleler içerisinde güç biriktirerek toplumsal ve örgütsel yeniden inşasına uygun bir tutum değildir.
5. ÖDP'nin konumunu değerlendirirken toplumsal karşılığının ’ihmal edilebilir' bir oranda olduğu atlanmamalıdır. Bu, her zaman için Türkiye'de sosyalizmi telaffuz eden bir partinin ulaşabileceği bir orandır. Ayrışma kongresinde 16-17 bin üyenin iradesi kongreye yansımışken, ayrışma sonrasında bu üyelerin dörtte üçü gitmiş (gidenlerin büyük kısmı örgütlü siyasetin dışında kalmış, örgütlenenler de ÖDP'de temsil ettiklerinin ancak dörtte birini, hatta çok daha azını örgütleyebilmişlerdir), ÖDP'de eski üyelerin yüzde 40'ı kalmış ve o gün bu gün 4 bini aşmayan üye sayısıyla varolmuştur. ÖDP, başkaları, özellikle gençler, kadınlar, emekçiler için bir çekim merkezi olamamıştır.“[24]
ÖDP mevcut hâliyle, solun en sağını belirten bir sınır çizgisi ya da alâmettir!
II.2-) SOL NE?
Mehmet Merdan Hekimoğlu, “Liberal sol bir siyasal parti, geri kalmışlık sorunumuzu gelenekle modernite, laiklikle İslâm, kenarla merkez arasındaki tali çatışma alanlarından kurtarıp asli bir hürleştirme harekâtı üzerine yerleştirirse, otoriter sınırlamalarının prangasını ilk defa kırma fırsatını bulabilir.“[25] “Marksist soldan başka sol olamayacağı iddiası otoriter bir ideolojik zihniyeti ima ediyor“;[26] veya Ferhan Şensoy, “Aktif bir sol yok artık. Kayboldu, paramparça oldu. Sosyal demokrat kalmadı,“[27] diye sızlansa da “sol“ emek ekseni dışında var olamaz...[28]
Tıpkı “devletçi“ ya da “serbest piyasacı“ veya “liberal“ bir solun olmayacağı gibi...
“Ülke siyasetinde sınıf temelinde örgütlenen bir ’sol' parti, bir ’sosyal demokrat' parti olmadığı kesin“ken;[29] “sol“u sol olmaktan çıkartan, hayatı değiştirme kapasitelerini dumura uğratan, organik olmayan, önüne geleni “solcu“ ilan eden saltcı-soyut “iddialar“dır...
Saptayarak ilerleyelim:
i) “Sağ ve sol tanımlamaları bugün de, (yarın da) siyaseti analizde naif kalmaz“; tabii “sol“ sağcılaşmamışsa ve sağcılaşan “sol“un yerine sağ manipülasyon ikame edilmemişse...
Bu tür “anomali“ler “geçiş süreçleri“nde olabilir; oluyor da.
ii) Bu topraklarda devletçi CHP'nin “sol“ olarak sunulması, “sol“a en büyük haksızlık ve zulümdür.
Kemalist bir “sol“ olamaz. Çünkü Kemalizm sol değildir.
Lenin döneminde II. Enternasyonal'in şoven-milliyetçi partilerinin “sol“ olmadığını unutmadan; solu “sol“ yapan değerleri “es“ geçmemenin, göz ardı etmemenin çok hayati olduğunun altı, defalarca ve ısrarla çizilmelidir.
iii) Kaldı ki “sol“u sol yapan “iddialar“ı, “söylem“i değil; siyaseti toplumsallaştırma kapasitesiyle doğrudan temsilcisi olduğu sınıf ile/ emekle organik ilişkileridir.
Çok basit bir deyişle: Sol, soldadır; sağcılaşan “sol“cu solda değildir. Hayır, bu “solculuğu kutsamak falan değildir; eşyayı adıyla çağırmak “bir yüceltme“ değil; her şeyi yerli yerine oturtmaktır.
Bu nedenle, “Ayıldım ve hatırladım. Solculuk kutsaldır. Kimse öyle kolay kolay solculuğa layık olamaz,“[30] diyen H. Gökhan Özgün, sadece “ucuz“ demogoji yapıyor! Solun ve solculuğun, tanımı vardır; tanımsız bir şey olabilir mi?
Norberto Bobbio'nun da işaret ettiği gibi, aynı anda hem sağcı hem de solcu olunamaz, bu da sağa ve sola eşit mesafede durulamayacağı anlamına gelir.[31]
Ya da H. Gökhan Özgün ile aynı gazetede yazan Halil Turhanlı'nın, “Sağ kimi kez de ayrıcalıkları, eşitsizlikleri gelenek adına savunur, eşitsizliği geleneklerin arkasına sığınarak meşrulaştırır. Örneğin, kadın-erkek eşitsizliğini biyolojik nedenlerin yanı sıra ataerkil aile yapısına ve değerlerine de bağlar. Sol eşitsizliğe yol açan gelenekleri kabul edemez,“[32] derken solu tanımlamış olmuyor mu?
Burada bir ara sonuç daha çıkartmamız gerekiyor: Solun tanımı vardır; olmalıdır; tanımsızlıktan kaynaklanan “Fetret Devri“ nihayete erdirilmelidir.
Hatırlatalım: Yüzyıllara damgasını vuran emek eksenli sol politikanın enerji kaynağı, var olan sınıflar ve sınıflararası mücadelede ezilen sınıflardı; bu bugün de böyledir...
Neo-liberal “yeni sol“un “iddiaları“na inat...
II.3-) NEO-LİBERAL “YENİ SOL“
Demokritus'un, “Çoğu insan en çirkin şeyleri yapar, fakat en güzel sözleri söyler,“ saptamasıyla betimlenmesi mümkün olan neo-liberal “yeni sol“, Ellen Meiksins'in işaret ettiği üzere, “sınıftan kaçış“ın[33] “demokratçı“ versiyonudur...
Bilindiği üzere Berlin Duvarı'nın yıkılması ardından “İdeolojik geri çekilişin politik alandaki yansıması demokrasidir. Sosyalizmden yüz çevirmenin biçimi, tekelci kapitalizm koşullarında demokrasiye sığınmaktır. Demokrasi, devrimcilerin sosyalizmden (günahlarından) yüz çevirip tanrının kutsal kollarına (kapitalizmin kutsal kollarına diye okuyun) sığındıkları kilisedir. Bernstein, ’demokrasi bir uzlaşmalar yüksekokuludur' derken ne kadar da haklıymış...“[34]
Yinelemek pahasına bir de Babür Pınar'dan nakledelim: “Uzlaşma bir toplumsal ilişki biçimidir; bir davranış tarzıdır. Uzlaşma kire bulaşmaktır. Ancak, ’kirlenmek güzeldir' denilebilen bir toplumda uzlaşma erdem sayılabilir“![35]
Bu saptamalardan hareketle bir projecinin, Bekir Ağırdır'ın dediklerine göz atarsak, şu türden maruzatlarla karşılaşırız: “Bugünün problemlerini yalnızca sınıflararası mücadele düzleminde görmek ve çözmek mümkün görünmemektedir. Sınıf tanımını bile herkesin mutabık olabileceği kavramlarla açıklayabilmek kolay değildir. XXI. yüzyıl problemlerine çözüm arayan çağdaş politikanın yani değişimin enerji kaynağı yenilenebilir, çoğaltılabilir, statik değil dinamik enerji kaynakları olmalıdır. En önemli güç kaynağı demokrasi talepleridir.“[36]
İşte zurnanın “zırt“ ettiği yer burasıdır: Yani demokrasi mücadelesini “talepler“e (parçaya) indirgeyen ve sınıf mücadelesi bütünselliğinden (yani iktidar hedefinden) kopartan; (böylelikle de yer yer AKP'ye göz kırpan) iktidarsızlıktır!
Neo-liberal “yeni sol“ dedik; onda “gerekçe“/ “tarif“ tükenmez...
Alın size bir tanesi! “Klasik sol-sağ ayrımı fikri, en genel anlamda -kapitalizm içi- uzlaşmaz bir ’sınıf çatışması'na işaret eder. Burada, sistemin iki asli sosyal sınıfından işçileri sol temsil etmekte, işverenleri de sağ temsil etmektedir. Söz konusu çatışmanın, uzlaşmaz değil uzlaşır bir sistem içi çıkar çatışması olduğu, artık iyice anlaşılmıştır.
Günümüzde bu iki sınıf arasında çatışmanın değil, birlikte çalışmanın ve hatta sistemin merkez ülkelerinde borsa üzerinden ortaklığın esas olduğu, gözle görünür bir gerçektir. Sol-sağ ayrımı, sistemin asıl sorunlarını konuşmayan, kapitalizmin adını bile ağzına almayan sığ bir ’demokrasi' tartışmasına indirgenmiş bulunuyor“![37]
Ne diyelim? Neresini düzeltelim?
Evet, evet onlara göre, “Yeni sol siyaset (...) ’çatışmacı' bir siyaset yerine ’uzlaşmacı' bir siyaset gütmelidir... Böyle bir uzlaşma ortamını oluşturmak için ’daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi' talebinde bulunmalıdır...“[38]
Dikkat edin, söz konusu olan “istem“dir, “uzlaşma“dır; kesinlikle çatışma değil!
D. L. Raby'nin, “Demokrasinin münhasıran liberalizmle özdeşleştirilmesi, tamamen yeni bir olaydır ya da daha doğrusu, yönetici sınıfın demokrasiyi liberal şekliyle sınırlandırma arzusudur,“[39] uyarısını “es“ geçenlere ya da yıllar öncesinde, “Marx'ın sınıf çatışması öğretisi, orta sınıfı ürkütüp gerici durumuna getirerek ve politik kanıların insanlığın genel iyiliği yerine ekonomik önyargılara dayanması gerektiğini öğreterek, Avrupa'nın XIX. yüzyıl açık görüşlülüğünü (liberalizm) öldüren güçlerden birisidir,“[40] diyen Bertrand Russell'ın bile gerisindeki tavır(sızlık)a ne diyelim? Neresini düzeltelim?
Sol, kendisini emek düşmanlığına karşı çatışma alanında inşa eder, bunun dışındaki tüm eksenler -yer yer öne çıksa da- talidir ve bu ana eksene tabidir...
İş bu nedenle, “...’Sol', ’sağ'ın muhayyilesinin alamayacağı ’özgürlükler' peşinde koşarsa, zaman içinde yavaş yavaş kaybettiğini geri alabilir. Sağın bünyesinin elvermediği noktalara gidebilir. Dünyada bölüşüm yalnızca ekmeğin bölüşümü değil, özgürlüklerin de bölüşümüdür,“[41] diyen H. Gökhan Özgün'ü yanıtlamadan geçmeyelim: Ezilenler, egemenlerin özgürlüğünü bölüşemezler; olsa olsa kırıntılarla “yetinmek“e mahkûm edilirler...
Özgürlüğün kazanılması başlı başına bir mücadele alanıdır; temel siperleriyse “ekmek kavgası“dır... Ekmeği olmayanın özgürlüğü olmaz; ekmeksiz bir özgürlük “iddiası“ysa boş bir lafazanlıktır!
II.3.1-) AKP'DEN MEDET UMANLAR!
İnkâr ettiklerine bakmayın; neo-liberal “yeni sol“un AKP'den medet umduğu; 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP'ye oyu verdiği, desteklediği bir “sır“ değildir. Serdar Turgut'un ifadesiyle, “Birçok sosyalist düşünürün AKP'ye destek verdiği biliniyor. Solcular, uzun yıllardır mücadele verdikleri otoriter yapılara karşı olması, demokratik haklar ve özgürlüklere sahip çıkması nedeniyle AKP'ye sempati ile bakıyorlar.“[42]
Bu arada; “AKP tipik bir ’beklentiler koalisyonu'. Dolayısıyla, sosyolojik dokusu ve seçmeninin tercihi itibarıyla bugünün AKP'si ’kumdan bir kale' olup, Türk siyasetinde yeni bir ’demirkırat efsanesi' olarak uzun süre kalıcı olabilmesi, bizatihi herkesi yakalayıcı niteliği dolayısıyla zor,“[43] diye nitelenen AKP'den “demokrasi“ beklemenin; medet ummanın elbette bir faturası var; kaldı ki, “Bugün sadece Türkiye'de değil Avrupa (Birliği) ülkeleri ve Amerika dahil bütün dünyada dinin yükselişine/ yükseltilişine tanık olunmaktadır. Burjuvazinin kapitalizmin ilk/ yükseliş dönemindeki modernizme has pozitivist dünya görüşünün yerini mistisizm, akıl dışılık ve dinsel inanışlara dayalı bir dünya görüşü hâkim kılmaya çalışılıyor. Modernist dönemin aksine çürüme çağı yaşayan küresel kapitalizmin sınıf mücadelesi alanını dinsel, mezhepsel, etnik çatışmalarla daraltma çabasının bir ifadesidir bu...“[44]
Marx'ın, ’Alman İdeolojisi'ndeki deyişiyle, “Görünüşte bireyler burjuvazinin egemenliği altında daha özgürdürler... gerçekte ise kuşkusuz, daha az özgürdürler, çünkü nesnel bir güce daha fazla bağımlı durumundadırlar“ diye nitelenmesi mümkün olan AKP'den medet umanlar, 22 Temmuz 2007'de ona oy verenler bunu unutmamalı.
İyi de, “Türkiye'nin şiddetle ’sahici, ayaklarını bu topraklara basan bir sol parti'ye ihtiyacı var. Bu sol partinin hiçbir inanç ve kimlikle problemi olmamalı elbette, ama öncelikle de bu ülkenin çoğunluğunun inancı olan Müslümanlık'la barışık olmalı. Esasen bunun için bir engel de yok, yeter ki sol ezberlerini bozsun, tercüme solculuğu bıraksın, Avrupa merkezciliği aşsın. O zaman Müslümanlığın Avrupa Aydınlanması ve solunun savaştığı teokrasi ile fazla ilgisinin olmadığını, onun eşitlik, adalet ve özgürlüğü amaçlayan bir din ve kültür olduğunu görecektir,“[45] diyen Mehmet Bekaroğlu'na ne mi diyecek?
Gayet açık; varolduğu, oluşabildiği kadarıyla ezilenlerin İslâmı ile bir cephede, ezilenlerin tarihsel bloğunda omuz omuza, yan yana olabiliriz; ama bir partide asla...
II.4-) “SOL PARTİ“
ÖDP sonrasında yaşananların ardından, bunları yaşatanlar “Yeni Bir Sol Parti“ söylemine sarıldılar...
Bu alanda söylemler, söylenceler kuşkusuz farklı, ama murad bir idi.
Mesela Ahmet İnsel, “22 Temmuz seçimleri, Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı bir dönem olacak. Bu devir değişiminin birkaç alanda birden gerçekleşeceği görülüyor.
Değişimin birinci ve belki en önemli tezahürü, 12 Eylül sonrasında esas olarak sivil toplum girişimleri etrafında ve tek hedefli biçiminde yoğunlaşan genç militan enerjinin, bu seçimlerde, özellikle İstanbul'daki bağımsız sol aday kampanyaları vesilesiyle siyasal alana dönmesidir. Bu enerjinin siyasal alanda kalmasının sağlanması, Türkiye solunun yakın geçmişte yaşadığı marjinalleşmeyi sona erdirebilir.[46]
Özellikle 1970'leri mitleştirerek etraflarında iyi kötü bir kadro oluşturmayı alışkanlık hâline getirenler açısından, yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak. Böyle bir gelişme, Türkiye'de sol hareketlerin bir nostalji kulübü veya art arda gelen başarısızlıklarda erdem arayan bir keşişhane olmaktan kurtulmaları için elzemdir,“[47] diyor...
Mesela Oral Çalışlar, “Ülkemizin sol hareketi, tarihinin belki de en çaresiz dönemini yaşıyor. Solun yokluğu, Türkiye'de birçok sorunun çözümünü zorlaştırıyor, sağlıksız hâle getiriyor. Bütün bu olumsuz tablo, aynı zamanda arayış ihtiyacını da güçlendiriyor. Solun, muhafazakâr alışkanlıklardan kopması ve dünyanın yeni gerçekleri üzerine yeni siyasetler üretmek gerektiğini düşünenlerin sayısı da artıyor,“[48] diyor...
Mesela Seyfi Öngider, “Solun sosyalist bir anlayışla kitlesel bir sol parti ekseninde yeniden inşası, ’merkez sol'un inşası kadar umutsuz bir vaka değil.“[49] “22 Temmuz sonrasında, Kürt hareketinden 10 Aralık Hareketi'ne kadar uzanan hayli geniş bir siyasi yelpaze içinde yer alan demokratik, sol ve sosyalist muhalefetin ne yapacağı, birlikte nasıl hareket edeceği ve örgütleneceği sorunu karşımızda duruyor,“[50] diyor...
“Farklı“ kalemler, duruşlar, sesler olduğu iddia edilse de; denilenler birbirini bütünlüyor; şöyle ki:
“Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı ... yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacak“MIŞ!
“Muhafazakâr alışkanlıklardan kopmak“ gerekiyorMUŞ!
“Kürt hareketinden 10 Aralık Hareketi'ne kadar uzanan hayli geniş bir siyasi yelpaze içinde yer alan demokratik, sol ve sosyalist muhalefetin... sosyalist bir anlayışla kitlesel bir sol parti ekseninde yeniden inşası sorunu karşımızda duruyor“MUŞ!
II.5-) BİZİM “O SOL“
Aşağı yukarı yirmi-otuz yıldır parıltılı bir ortaçağda yaşıyoruz. Karanlığın üzerimize kâbus gibi çöktüğü o günlerde, öyle bir ortaçağın içine girmiştik ki, insanların kendilerini büyük bir aldanış içinde bulacakları kesin gibiydi.
Neo-liberal parıltı, janjanlı karanlık, insanlığı büyük rüyalarından, ütopyalarından koparıverdi. Göz göre göre üstümüze çullanan riyakârlık, sahtekârlık, cıvık paranın her şeyi satın alan egemenliği yeryüzünü kapladı.
Peki kurtuluş yok mudur? Elbette vardır!
İnsanlık kendini ortaçağda, sessizliğin, karanlığın, işkencenin, zulmün, hurafenin, engizisyonun, dinsel köktenciliğin, ama aynı zamanda her bakımdan büyük birikimin içinde yeniden, üstelik daha zenginleşerek bulmadı mı? Aydınlık orada mayalanmadı mı? Biz de öyle yapamaz mıyız? Sahtesini değil, karanlığın içindeki gerçek ışığı aramaya, hazineyi topraktan çıkarmaya yoğunlaşamaz mıyız?[51]
Verili durum, geleceğin önünü açıyor; olup-biten bir de böyle yorumlanmalı, görülmelidir!
Böylesi solun, sol gibi olmasını “olmazsa olmaz“ kılıyor...
Bizim “o sol“, sokaktadır.
Bizim “o sol“, 6. Filo ve “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü“ düzenleyerek Kanlı Pazar'da iki işçi dostunu kaybeden geleneğin ve aktivitenin taşıyısıdır.
Bizim “o sol“, gerektiğinde legal, gerektiğinde ise illegal, ama illa ki “gayrınizamî“dir.
Bizim “o sol“, THKO, THKP-C, TİKKO'nun düşlerine sırt çevirmeyendir.
Bizim “o sol“, işkenceden, kovuşturmadan, hapisten, cezaevlerinden, idamdan, katliamdan ve sokaklardaki infazlardan “nasibini“ alsa da, hâlâ umutla gülümseyerek; sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayanlarındır...
Bizim “o sol“, yeniden örgütlenme çabasındadır; “tek yol devrim“ diye haykırmaktadır.
Bizim “o sol“, amacın oyla değil, öteki silahlarla hasıl olacağı kanaatindedir.
Bizim “o sol“, solcu sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkiden söz eder.
Bizim “o sol“, halkların kendi kaderini tayin hakkında ikircimsiz ve ödünsüzdür.
Bizim “o sol“ için “Solu birleştirecek ve onu işlevli kılacak olan artık kendisi değil, geleceğin yeni bir sosyal hareket dalgasıdır,“[52] demekse; ekonomist bir yılgınlığın haksızlığından başka bir şey değildir...
Gelelim Nuray Mert'in, “Türkiye'de sol siyaseti temsil etme iddiasındaki tüm çevrelerin en büyük sorunlarından biri, kararlı bir çizgiyi dahi belirleyememiş olmasıdır,“[53] maruzatına: Mert'in bu eleştirilerinin muhatabı kimdir? Mert “sol“dan ne anlamaktadır?
Bunlar meçhul!
Meçhul ile uğraşmak yerine söyleyelim: Aristoteles'in, “İradene hâkim ol, fakat vicdanına esir ol“ sözünü kulağına küpe edinen bizim “o sol“ deyince...
Haksızlıklara başkaldırarak, ezilenin, sömürülenin, haksızlığa uğrayanın yanında tavır alır...
Düşüncelerini, duygularını, görüşlerini, analizlerini, kalıplardan, etiketlerden, şablonlardan kurtarıp bağımsız ve özgür düşünmeyi ilke edinir...
Emek eksenli ve özgürlükçüdür...
Enternasyonalisttir...
Halkların kardeşliğinden yanadır; yani bir Türk için ne söz konusuysa bir Ermeni ve Kürt ya da öteki için de onu savunur...
Çifte standartlı değildir...
Militandır...
Düşmana koz, dönekliğe prim vermez.
Catherall'in, “Öğrenmenin üç kaynağı vardır; çok görmek, çok acı çekmek, çok çalışmaktır,“ sözünden hareketle kendini yeniden ve durmadan inşa eder.
Dünya perspektifinden bütünsellik içinde bakabilme yetisi; ve bunu herkesin anlayabileceği bir dilde aktarabilme gücü vardır...
Siyaseti toplumsallaştırırken; kişisellik yerine toplumsallığı; duraksama yerine atılganlığı; çekimserlik yerine kararlılığı ikame ederek; mücadelenin, örgütlü özgürlük olduğunu kanıtlar...
“Yeryüzünde boşuna mı bulunduk, onca toprağı boşuna mı çiğnedik?“ sorusuna, “Hayır, asla boşuna çiğnenmemiştir,“[54] yanıt veren bizim “o sol“da; Şevket Süreyya Aydemir gibi “Suyu arar“ken yolunu kaybetmişlerin sayısının da bir hayli fazla[55] olduğunu da göz ardı edilmeden devrimci geleneğe sarılmalıyız.
II.6-) “O SOL“, SINIF VE SENDİKA(LAR)
Sınıfa yabancılaşmayan, sınıftan kaçmayan ve sendikaların gerçeğini de “es“ geçmeyen bizim “o sol“, Murat Belge'nin, “Ortodoks teorinin anlattığı üstün niteliklere sahip bir ’proletarya'dan mucizevi başarılar beklemekle bir yere varacağımız yoktur,“[56] diyen liberal savrulmasına aldırmazken;
i-) “Ve ne zaman birtakım insanlar ortak deneylerin sonucu olarak aralarındaki çıkarların özdeşliğini, çıkarları kendilerininkinden başka (ve genellikle karşı) olanlara göre duyumsar ve ifade ederlerse o zaman sınıf oluşur,“ diyen E. P. Thompson'un saptamasıyla işçi sınıfının tarihsel rolünü;
ii-) Theodor W. Adorno'nun, “Yaşamın en dolaysız hakikâtini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır,“[57] saptamasıyla da güncel açmazını kavrarlar...
iii-) Belge bilir ama biz Belge'nin “zırvası“na karşı, anımsatarak ilerleyelim: “Proletaryaya yüklenen devrimci misyon, Marksist yaklaşımın olmazsa olmaz bir koşuludur.“[58]
“Marx için proletarya, insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan ’kolektif Prometheus'un ta kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.“[59]
İyi de, örneğin İlker Belek'i, Gramsci'nin “siper savaşları“ tanımından, önerisinden hareketle “kısmi kazanımlar için bile neredeyse mecalinin kalmadığı“nı belirtip, işçi sınıfına “güç biriktirmeyi“ önerdiği[60] koşullarda işçi sınıfının mevcut hâli nice midir?
Gayet açık: Bir zamanlar, “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim,“[61] diyen bir geçmişten bugüne (1971 ve 1980 darbeleri de dahil) sendikalar büyük ölçüde güç kaybettiler. Hele ki 2000'li yıllarda... Üye sayıları yüzde 30 - 40 oranında azaldı. Nedenleri ise ekonomik krizler, ithalat artışı, sanayiye ilişkin yanlış politikalar. Bu kayıp öylesine büyük ki, sendikalar 1963'te Bülent Ecevit'in çalışma bakanlığı döneminde elde ettikleri haklarından bile geri adımlar attılar. İkramiye sayıları azaldı, esnek çalışma ve taşeronlaşma kabul edildi. Bugün birçok işyerinde çalışma saati 12 saat oldu. Sendikalar, toplumsal, siyasal ağırlıklarını yitirdiler.
Türkiye'de 11 milyon 600 bin ücretli var ancak SSK'ya kayıtlı çalışanların sayısı 8 milyona bile ulaşmıyor.
Türkiye işçisi Avrupalıya göre yılda 1152 saat fazla çalışıyor. 3 kişilik iş ise 2 işçiye yaptırılıyor.
Hak-İş'in araştırmasına göre Türkiye'de haftada en fazla 45 saat olarak belirlenen çalışma süresi, bazı sektörlerde 72 saate kadar çıkıyor. AB'de ise bu süre, 48 saati aşamıyor.
Türkiye'de 9 milyon 480 bin kişinin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalıştığı belirlendi. Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre kasım 2007'de istihdamdaki toplam nüfus 20 milyon 867 bin kişi olurken, bunun 9 milyon 480 binini, herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kaydı bulunmayanlar oluşturdu. Ücretli olarak çalışan toplam 10 milyon 989 bin kişiden, yüzde 20.6 oranındaki 2 milyon 268 bininin kayıt dışı çalıştığı belirtildi. Toplam sayıları 1 milyon 468 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 90.6 oranındaki 1 milyon 330 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. İşveren olarak faaliyet gösteren 1 milyon 200 bin kişiden yüzde 27.8 oranındaki 334 bini ile kendi hesabına çalışan 4 milyon 488 kişiden de yüzde 65.5 oranındaki 2 milyon 939 bininin de sosyal güvenlik kaydı bulunmuyor.
Türkiye, 1946'dan beri iş kazalarında ölen ve sakat kalan işçilerin kaydını tutuyor. Bugüne kadar ’iş kazaları'nda ölen işçi sayı 55 bine, sakat kalanların sayısı ise 145 bine ulaştı. 1982-2006 kesitindeki 25 yılda ise 30 bin ölü işçi sığmış. Her yıla 1200 ölü işçi...
Bir şey daha: Türkiye'deki tersanelerde 1985'ten 2007'ye kadar meydana gelen iş kazalarında 80 işçi hayatını kaybetti. Ölen 80 işçiden 50'si ise 2000-2007 kesitinde Tuzla tersanelerinde hayatını kaybeden işçilerdi!
Bu tabloda “Türkiye işçi hareketi bugün çok parçalı ve uyumsuzdur. Bu hareket üç konfederasyon ve 104 sendika tarafından temsil edilmektedir. Kendi içinde gerek sendika gerekse konfederasyon düzeyinde kıyasıya bir iç çekişme yaşamakta ve iktidardaki siyasal güç de bundan yararlanarak kendisi ile uyumlu bir sendikal düzen kurmak istemektedir. Başka bir deyişle işçi hareketi siyasal iktidarı yönlendireceğine, siyasal iktidar işçi hareketini yönlendirme hazırlığı içindedir.“[62]
Ve nihayet “İşçi sınıfının ezici çoğunluğu ilk parti olarak AKP'ye ikinci parti olarak MHP'ye oy veriyor. Bu burjuva partilerinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini yıkmak için esas olarak politik bir müdahale gerekiyor.“[63]
III. AYRIM: UNUTULAN SORU(N): DEVRİM NE?
Sınıfa (ve hayata) devrimci politik bir müdahale gereksiniminin giderek büyüdüğü; ayrıca da, hayata geçirilmedikçe de, muhataplarını ezdiği gidişatta; anımsamamız gereken, unuttuğumuz/ unutturulan bir hayatiyet kaynağı olarak: Devrim'dir...
Devrimin güncelliğine inanmayan bir devrimci hareket olamaz; hareketi devrimcileştiren “devrimin güncelliği“ fikrine yaslanmış, bunu faaliyetlerinin merkezine koyan devrimci praksistir... (Bu konuda György Lukács'ın uyarıları kulağımıza küpe edilmelidir.[64])
İyi de, bugün devrim ve güncelliği kim için ne ifade ediyor? Sıralayalım...
Oğuzhan Müftüoğlu, “Devrim: Yeniden“! Alaaddin Dinçer, “Devrim: Kurulu düzenin değiştirilmesi“! Süleyman Çelebi, “Devrim: DİSK“! Doğan Tarkan, “Devrim: Bir gün gerçekleştireceğiz“! Ahmet Türk, “Devrim: Bu kelime güzel. Devrim bir yeniliktir. Devrim özgürlüktür. Devrim yeniden doğuştur. Devrim hakların kucaklaştığı ve birlikte mücadeleyi gerçekleştirdiği bir süreçtir“! Ahmet İnsel, “Devrim: Tarihi insanlar yapar inancı“! Kenan Kalyon, “Devrim: Yeni bir içerikle yeniden güncellenecek bir sözcük“! diyorlar...
Bu eylemini yitirmiş söylemlerden hangisi siz kesiyor ki, işçi sınıfını kessin ve hareketlendirsin...
Immanuel Wallerstein'ın ifadesiyle, “Toplumsal hayat her şeyden önce eyleme dayanır. Teoriyi mistizme götüren bütün esrar, insan eyleminin içinde ve bu eylemin anlaşılmasıyla, akla uygun bir çözüme kavuşur“ken;[65] “Her devrim, kendi politikasını, kendi somut durumunun somut tahlilinden üretmiştir. Eklemek gerekir: Kuşkusuz, her deneyim, kimi noktaların evrensel bir geçerliliğe sahip olduğunu yeni baştan kanıtlamıştır...
Günümüzde ’devrim teorisi' adına yapılan açılımlar da, selin gitmesi ile geride kalan kuma biçim verme çabalarıdır. Başarılı ya da başarısız, deneyimler olmadan kimse bu kuma istenilen gelişkinlikte biçim veremez.“[66]
Devrimin ve devrimciliğin yeniden güncellenmesi gerekiyor; bu da düzen için liberal demokratlıktan kopmayı ve Ekim Devrimi pratiği üzerine bir kez daha kafa yormayı “olmazsa olmaz“ kılıyor...
III.1-) EKİM DEVRİMİ'NİN GÜNCELLİĞİ
Bugünlerde “Jakoben bir darbe“ olarak sunulmaya kalkışılan Ekim Devrimi nedir?
Bugün Rusya'da bazılarının “devrim değil, darbe“ dediği gelişmeler, yıllar önce kendiliğinden ortaya çıkmadı.
Evet, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Almanya'dan gizli maddi yardım aldıkları ortaya çıkarıldı. Ama bu durum, 1917'yi “Alman senaryosu“ olarak nitelendirmeye yetmiyor...
Lenin'in üstün organizatörlük yetenekleri de her şeyi açıklamıyor.
Ekim Devrimi, kim ne derse desin sosyal bir hareketlenmenin sonucu ve ürünü.
Halk kitleleri Çarlık Rusyası'ndan rahatsızdı.
Bu rahatsızlık bir başkaldırı doğurdu.
Bu da kitlesel devrim hareketini ortada çıkardı.
Bu bağlamda “Öncelikle Ekim'in bir darbe değil, kitlesel bir devrim olduğunu teslim etmek gerekir. Bugün, 90 yıl sonra dünyanın her tarafında, insanlığın kurtuluşundan, özgürlükten söz eden insanlar yine Ekim'e dönüyor... Özetle, Ekim Devrimi ardımızda değil, önümüzdedir. Onu pratiğimiz içinde yaşatmalıyız. Buna koşut olarak, şu söylenebilir: Marksistler açısından devrim bir model değildir, her devrim bir deneyimdir. Her devrim kendi modelini yaratır.“[67]
“Ekim Devrimi, ezilenlerin tarihinde somutlaşan bir isyan, değişim ve umut yaratan önemli bir deneyim eşiği anlamını taşır.“[68]
“Curzio Malaparte'nin sözüyle Ekim 1917 şeklen devlet devirme tekniğinin bir ürünü gibi gözüküyordu. Aslında bu, bir devrimdi. Topraklar köylülerin, fabrikalar işçilerin. İlk ayların gerçekleri bunlardı. Sovyet rejimi fabrikalarda işçi denetimini ilan etti ve bunu sağlayan komiteler hemen kendiliğinden öz-yönetime döndüler. Ataerkil evlenmenin kaldırılması; cinsel, ulusal, ırksal ayrımlara son verilmesi; gebeliği önleme ve kürtaj hakkı; halkların kendi kaderini tayin hakkı; inançları gereği askerlik yapmama; sekiz saatlik işgünü; okullara girişin demokratikleştirilmesi; karma eğitime geçilmesi; hapishanelerin ve psikiyatri kurumlarının eğitim açısından öz-yönetimi; yerleşim birimlerine tarımsal çalışmada özgür komünler; okuma yazma öğretimiyle kültür devrimi; tiyatro, şiir, kamunun ayağına getirilen plastik sanatlar, mimaride ilerici hareketler vb.; bütün bunlar çok büyük coşkusu ve ütopyasıyla ve aynı zamanda Rus köylüsünün gerçeklerinden şaşırtıcı biçimde uzak olmasıyla, gerçek bir devrimi gösterirler.“[69]
Tarihçi Eric Hobsbawm, “Devrimler Çağı“ olarak nitelediği XX. yüzyıl tarihinin Ekim Devrimi ile onun doğrudan ve dolaylı etkilerinin tarihi olduğunu söyler. Bir tarım ülkesi olan Rusya'da, Gregoryen takvimi 25 Ekim 1917'yi gösterdiğinde dünya tarihi açısından yeni bir dönem başlamıştı.[70]
1917 yılında eski takvimle 25 Ekim, yeni takvimle 7 Kasım'da Kışlık Saray el değiştirirken belki fazla kan dökülmedi (bu yüzden bazıları, Ekim Devrimi'ni “barışçıl devrim“ olarak değerlendirir), ama yöntem şiddete dayanıyordu ve ardından kan döküldü.[71]
Bu kaçınılmazdı, çünkü Rusya tarihin tanık olduğu en çaplı iç savaşı yaşadı; bu bağlamda da Ekim Devrimi için şiddet bir “tercih“ değil, kaçınılamayan “zaruret“ti...
Ekim bizimdir; onun “bizim“ olduğunu unutmadan, onu “kutsallaştırmak“tan da kaçınmak gerek.
Ekim, ezilenler için yol gösteren bir kilometre taşıdır; bizlere neyin ne ve nasıl yapılacağı konusunda engin bir deneyim ve bilgi sunmaktadır.
Tıpkı Rosa Luxemburg'un ifade ettiği gibi, “Lenin, Troçki ve arkadaşları, verdikleri örnekle dünya proletaryasına yolu açan öncüler oldular, hâlâ Hutten gibi bağırabilecek tek kişi onlar: ’Ben Cesaret Ettim!'
İşte Bolşevikler'in siyasetinde asıl ve kalıcı olan. Bu anlamda, iktidarı ele geçirerek ve sosyalizmin gerçekleştirilmesi pratik sorununu ortaya koyarak yolu uluslararası proletaryaya açmakta...
Rusya'da sorun ancak ortaya konulabilirdi. Sorun Rusya'da çözümlenemez. Bu anlamda, gelecek her yerde ’Bolşevizm'indir“![72]
Evet, tam da böyle, “Sorun ortaya konulmuştur, Rusya'da çözümlenememiştir ve bu anlamda, gelecek her yerde ’Bolşevizm'indir“...
Ekim Devrimi açısından mesele bu kadar yalındır; kaldı ki Marx'ın, ’Alman İdeolojisi'nde de belirttiği gibi, “Devrim kendi şiirini geçmişten hareketle yaratamaz; tersine o, şiirini gelecekten çıkarır ve geçmişe duyulan tüm yanlış inançları silip atar.“
Ekim bizim için bir geçmiş değil, yol açan gelecek ufku olmalıdır; bunun için de Ekim Devrimi statik bir bakış açısıyla değil, tam tersine dinamik bir eleştirellikle ele alınmalıdır...
Bu noktada Wendell Philips'in, “Yenilgi, eğitimden başka bir şey değildir“; Eflatun'un, “Kendi kendine yenmek, zaferlerin en büyüğüdür,“ sözleri unutulmadan eklemek gerek: “Sovyet Rusya'nın -iniş ve çıkışlarıyla- XX. yüzyılın tarihinde büyük bir yeri vardır. Çöküşü beklenmiyordu, birden oldu. Yıkılışını, sosyalizme bağlamak inandırıcı olmaz.“[73]
Ekim Devrimi başlangıcı ve yol açtığı sonuçlar ile yerli yerine oturtulmalıdır; ama asla inkârcı bir reddiye ve tövbekârlıkla değil...
Çin Halk Cumhuriyeti'nin liderlerinden Çu En Lay (1898-1976), kendisinden 1789 Fransız Devrimi ile ilgili görüş soranlara “Bu konuda bir yorum yapmak için henüz çok erken“ demişti. İnsanlık tarihinin önemli dönemeçlerinden biri olan 1917 Ekim Devrimi için de böyle demek, düşünmek mümkündür...
Ama yine de biraz aceleci davranma riskine girerek birkaç değerlendirmenin altını çizmeye çalışalım.
i-) Necip Fazıl Kısakürek'in bile, “Asrımızın en büyük hareketi“[74] dediği Ekim Devrimi deneyimi şu gerçeği ortaya koymuştur: “Özgürlük olmadan sosyalizm olmaz“![75]
Gerçekten de “Tarih, demokrasi olmadan kapitalizmin kendini yeniden üretebileceğini göstermiştir; ama sosyalizm asla demokrasisiz olmaz“![76]
ii-) Bunu yanında “Sovyet deneyiminin gösterdiği şudur: Yönetim ideolojik ve siyasal anlamda sağlam bir hat tutturduğunda, genel olarak halk politize olmasa, sürece tam katılmasa, kültürel bir dönüşüm geçirmese bile kendisine sağlananlarla (iş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) yetiniyor ve rahatsızlık duymuyor.
Buna karşılık ’balık baştan kokarsa', ideolojik donanımı ve duyarlılığı çok yetersiz olan ’halk' da ne yapacağını bilemiyor; o da savruluyor. Bence Sovyetler'de olan da budur: ’Balık baştan kokmuştur'...“[77]
Evet, bu iki olumsuzlukla birlikte, tek dünya pazarındaki reel sosyalist sektörel ülkeler geçeğinin dünya devrimine bağlanmak yerine “rekabetçi ve kalkınmacı“ bir ekonomizme kurban edilmesi, sosyalist dalganın geri çekilmesini, oto-likidasyonunu devreye sokmuştur.
Ekim'in ardından; Mehmet Yılmazer'in, “Son olaylarla [Berlin Duvarı'nın yıkılması sonrası kastediliyor-y.n] sosyalizmin ortaçağı kapanıyor, modern çağı açılıyor olmalıdır... Yaşanmış, ölü tarih sosyalizmin çöküşü ile canlandı, yeniden yazılıyor“;[78] ya da Murat Belge'nin, “Dolayısıyla, ’varolan sosyalizm' yalanının çökmesi yararlı olmuştur. Bunun sonuçlarını hemen şu anda görmeyebiliriz, ama bir süre sonra bu sonuçlar ortaya çıkmaya başlayacaktır,“[79] saptamaları asılsız aceleciliklerden malûl anlamsız reflekslerdir...
Örneğin bunları diyenlere “canlanma“ veya “olumlu sonuçlar“ nerede derler!
Kanımızca İlker Aktükün'ün yerli yerinde saptamasıyla, “SSCB'nin yozlaşmasının koşullarının kavranması önemlidir. Geçmiş-şimdi-gelecek üçlemesi içinde, ’Nereye gidiyoruz?' sorusunun cevabı, ’Nerden geldik ve neredeyiz?' sorularının cevaplarına dolaysız olarak bağlıdır.“[80]
Sovyet deneyi bürokratik deformasyonun kurbanı olmuştur; Ç. Can'ın ifadesiyle, “Reel-sosyalizm bürokratik diktatörlüğe dayanan sosyal devlet kapitalizmiydi“[81] denilebilir mi? Bu fazlasıyla topyekûn bir yargı olmakla birlikte, bürokratik deformasyonun Milovan Djilas'ın “Yeni Sınıf“ dediğine[82] benzer olumsuzlukları (ve yıkıcı sonuçları) ortaya çıkardığı bir “sır“ değildir...
Bunun böyle olmasında “parti fetişizmi“nin rolü çok büyük olmuştur.
Bu bağlamdadır ki, “Sosyalist hareketin sorunlarının birçoğu geçmişten devralınmadır. Ekim Devrimi'nin ardından yaşanan olumsuz gelişmelerle Leninist parti anlayışı bozuldu ve devrimci esaslardan sapıldı. Leninist öncü örgüt anlayışı ve işçi sınıfına bilincin dışarıdan verileceği görüşü zamanla aşırılığa vardırılmıştır. Kitlelerin ve hatta davanın yerini örgüt almış, manipülasyon yöntemleri öne çıkmıştır. Lenin'in işçi sınıfının hizmetkârı olarak tasarladığı örgüt zamanla işçi sınıfının efendisi olmuş ve kurulmasına önayak olduğu düzeni sonunda çürütmüştür.“[83]
Henri Alleg de buna “Büyük Geri Sıçrama“[84] der.
ReYazı'nın Devamı