İhtiyat Kuvvet: Kürtler/Recep Maraşlı
Referandum tartışmaları Türk siyasetini olduğu gibi Kürt siyasetini de keskin biçimde bölmüş bulunuyor. Türk politik dünyası daha çok "Evet" ve "Hayır" ekseninde saflaşmış; Kürt politik camiasında ise "hayır"ı şükür ki tartışan kimse yok; saflaşma esas olarak "Boykot" ve "Evet" arasında...
Acaba Kürt siyaseti açısından bu denli keskin saflaşmaya değecek bir durum var mı?
Türk siyasetinin 12 Eylül Anayasa Referandumu konusunda bu kadar keskin biçimde zıtlaşması karşısında, Kürt politikasının bu ayrışmaya çok daha hararetli biçimde taraf oluşuna bakınca "Zenginin malı züğürdün çenesini yorar" deyişi aklıma geliyor.
Türkiye'deki iktidar blokları arasında kızışan kavgada asıl olarak Yargı bürokrasisinin nasıl ve kimin tarafından denetleneceği ihtiyacıyla gündeme gelen Anayasa değişikliği meselesi Kürt politik camiasında neden bu denli heyecan yaratıyor?
Yoksa ifade edildiğinde hemen birçok Kürt yurtseverinin, milliyetçisinin tepki gösterdiği şu "etle-tırnak" hikayesinde doğruluk payı mı var? İçinde Kürt sorunun çözümüne dair hiçbir şey olmamasına rağmen; Kürt ulusunun ulusal haklarının gasbı temeli üzerine inşa edilmiş sömürgeci bir Anayasal metnin esasa ilişkin olmayan değişiklikleri neden bu kadar heyecan yaratıyor?
"Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!"
Bu politik psikolojinin açıklaması bence, Kürt siyasi elitinin "gönlünde yatan aslan"ın aksine, Türk siyasi hayatının yardımcı yedek oyuncusu rolünü içselleştirmiş olmasında mı yatıyor acaba? Yani asıl olarak Türkiyeli olarak düşünüyor, Türkiye'ye özgü kavramlarla konuşuyor ve Türkiye için çözümlere taraf oluyor; bu bütünlük içinde elbette Kürtler için de iyi şeyler olmasını istiyor, bu yöndeki değişimleri destekliyorlar. "Türkiyeci Kürtçülük" diye tanımlamaya çalıştığım şey bu.
"Türk" etiketli bütün siyasi akımlar sosyalistler, demokratlar [şimdi bunlara liberaller ve Siyasal İslamcılar da eklendi] açısından Kürt ulusal hareketi daimi bir "ihtiyat kuvvet" olarak görüldü / görülüyor. Türk devleti karşısında düşman ya da en fazla "parya" muamelesi gören Kürt hareketi; muhalif Türk hareketleriyle ilişkide "eşit" olacak değil ya! Esas iktidar mücadelesine katkı yapması beklenen bir yedek güç olmaları yeterli görülüyor. Garip olan Kürt siyasasının önemli bir bölümünün de bu rolü benimsemiş görünmesidir.
Bu "yedeklenme"nin Osmanlı Merkezi otoritesi ile Sunni Kürt aşiretleri arasındaki sözleşmeye kadar giden tarihsel arka planı var. Şimdi bunun modern versiyonları üzerine konuşuyoruz.
Sosyalist hareketle ilişkilerde; Sınıf mücadelesi başarıya ulaşıp Türkiye'ye sosyalizm geldiğinde Kürtlere "isterlerse" kendi kaderlerini tayin etme olanağı tanınacağına göre, Kürtlerin de üçü beşi bir kenara koyup var gücüyle Türk sosyalistlerinin sınıf mücadelesine asılmaları gerekir, denirdi.
Demokrasi mücadelesi söz konusu olduğunda; Türkiye demokratikleşmesinden en çok Kürtler de faydalanacağına göre, faşist ve militarist güçlerin işine yarayacak provokasyon ve aşırılıklara düşmeden Türkiye'nin demokrasi mücadelesine destek olmaları beklenir.
Bu klişede "Türk" etiketli akımların siyasi kimlikleri, nitelikleri değişse de Kürt ulusal hareketine, aydınlarına, Kürt toplumuna biçilen yedek rol değişmez. Kendilerine doğrular anlatılır, yol gösteriliri, irşad edilirler. Uyup uymamak da onların izanına kalmış olur.
Eski Türk filimlerinde "iyi" yardımcı oyuncu tipleri vardır. Asçı, hizmetçi, uşak, bakkal, kapıcı, tamirci, komşu her kimse "esas oğlan" veya "esas kızın" dertleriyle dertlenir, neşesiyle neşelenirler, sürekli onların yardımına koşar, didinir dururlar. Kendi sorunları, üzüntü ve sevinçleri, aşkları yoktur. Star olmanın nimetlerinden hiçbir zaman ödün vermeyen Türk politikası Kürtlerden de böyle iyi bir yardımcı oyuncu olmalarını bekler.
AK Parti iktidarı da kusursuz olarak Kürt toplumunu yedeğinde görmek istiyor. Şimdiye kadar yaptıklarıyla bu peşine takılmayı hakkediyor mu? Ya da peşine takılmak için geleceğe dair hangi kavalı üflüyor?
Anayasa referandumunda Kürtlerin neden "Evet" demesi gerektiğini bildiren son bir ayda yazılmış onlarca makale okudum. Hepsine yetişmek tabiiki mümkün değil. Çağrıcıların hepsi bunun bir demokrasi dönemeci, tarihsel bir hesaplaşma olduğunu, askeri vesayetin kırılması için bu tarihsel hesaplaşmada Kürtlerin Anayasa değişikliğine "evet" diyerek demokrasiye katkıda bulunmaları çağrısı yapıyorlardı. Bunların bir çoğusu sosyalist geçmişleri olan, demokrat nitelikleri bulunan, liberal aydınlar ya da politikacılar.
Bu çağrı ve yönlendirmeler bana 1970'li yıllardaki Ecevit-CHP destekçiliği çağrılarını hatırlatıyor. O yıllarda Ecevit liderliğindeki CHP kitlelerde bir değişim-dönüşüm umudu yaratmış; 12 Mart darbesiyle sendeleyen sosyalist hareket ise var gücüyle CHP iktidarının desteklenmesine çalışıyordu. Seçimlerde CHP'nin desteklenmesi için var gücüyle kampanyalar yürütülüyordu; eğer CHP kaybederse karşısında faşist-MC (Milliyetçi Çephe) iktidarı bekliyordu. Faşizm tehdidine karşı ehven-i şer olarak CHP'nin desteklenmesi demokrasi güçlerine kazandıracaktı.
O yıllarda Ecevit'in popülist söylemleri henüz çok tazeydi ama meydanlarda "Halklara özgürlük" gibi Kürtleri ima eden masum sloganlar bile Ecevit'i çıldırtmaya yetiyordu. O "efendi" adam birden canavar kesiliyor "Türkiye'de Halklar yoktur, halk vardır!" diye kükreyerek polisleri gençlerin üzerine saldırtıyordu.
CHP'nin desteklenip destelenmemesi hem Türk sosyalist hareketinde hem Kürt ulusal hareketinde temel tartışma konularından biriydi. O günün CHP'si yerine bugünün AKP'sini koyarsak tartışmanın argümanlarında fazla bir şey değişmediği görülecektir. Bugünün koşullarında da AKP iktidarının desteklenmesi, gerici militarist-ulusalcı cephe karşısında "ehven-i şer" kabul edilmiyor mu?
Tabiki insaflı olmak gerekirse, bugünün AK Parti'sinin hem Kürt meselesinde hem de Türkiye'nin yapısal sorunları konusunda o günün de (bugünün de!) CHP'sinin fersah fersah ilerisinde olduğunu kabul etmek gerekir. Aradan geçen zaman içerisinde CHP'nin "Kemalist-seçkinci-devletçi" yapısı onu tarihin daha da gerisinde bırakmış; liberal burjuvazinin dünyaya ayak uydurmaya çalışan değişimci dinamizmi önce ANAP ve şimdi de AKP şahsında öne çıkmıştır.
Tabi aradan geçen sürede başka şeyler de hızla değişti. Kürt hareketi artık hem Türkiye'nin hem Ortadoğu'nun etkili siyasi aktörlerinden biridir. Eskisine göre çok daha büyük toplumsal bir desteğe, entelektüel birikime, diplomasi yeteneğine, siyasal ve askeri mücadele deneyimine sahip olmuştur.
"Daha güçlü bir Türkiye!"de Kürtlerin yeri...
Dün "Umudumuz Ecevit!" beklentisiyle, bugünün "AKP'nin Kürt sorununu çözme" beklentisi arasında niteliksel bir fark yok. İkisinde de Kürt toplumunun iç dinamiklerine güvenilmiyor; ikisinde de bağımsız ve iradi bir Kürt siyaseti yok. İkisinde de Türkiye'nin sistem içi değişikliklerinden Kürtlere de pay düşeceğini sanan yüzyıllık yanılgı var. Çünkü onlar demokrasiyi de, çözümü de "daha güçlü bir Türkiye" için istiyorlar.
"Daha güçlü bir Türkiye"de Kürtlerin yeri nedir? Kimliği tanınan "özgür bir yurttaş" mı olacaktır; eşit ulusal haklara sahip bir statüye mi sahip olacaktır; adı konulan ikinci sınıf bir vatandaşlığa mı terfi edecektir? Kürdistan'ın bölünmüş, sömürgeleştirilmiş, adı bile konulmayan statüsü Türkiye'nin güçsüzlüğünden mi kaynaklanıyordu ki, güçlenince bu ceberutluğuna son verecek?
Tabii ki değil; örneğin Türkiye'nin "dış itibarının arttığı" veya AB adaylığına layık görüldükten sonra uluslararası düzeyde yılmadan yaptığı ilk şey Avrupa'nın en ücra köşesinde bile Kürtlerin kazandığı bir hak varsa onunun önünü kesmeye çalışmak olmaktadır.
Sorun şu ki, bir zamanlar CHP'nin, sonra ANAP ve şimdi de AKP'nin değişimciliğinin Kürtler için otomatik bir statü değişikliği zemini sunmamaktadır. Sonuçta onların tüm değişimci, reformcu programları kendi devletlerini, kendi sistem ve iktidarlarını daha da güçlendirmek için vardır. Kürt sorununu daha rasyonel tarif edip daha rasyonel çözüm bulma arayışları da Türkiye'yi, kendi iktidarlarını daha güçlü kılmak içindir. Bu da gayet normal. Ev sahibi değişmeyecek, ama kapıcı ya da hizmetçiye hot zot yapmak yerine adam gibi muamele edilecek. Ki hoşnutsuzluğa kapılan adam sorun çıkarmasın, çocukları kapıyı pencereyi dağıtmasın! Onların ufkundaki Kürt sorununun çözümü bundan ileri değildir...
"Taraf" gazetesi bir süre önce Genelkurmay'la "Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye" mi, "Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu" mu diye bir polemiğe girmişti. Genelkurmay'ın ilkesi ordu güçlü olursa ülke de güçlü olur. "Taraf" ise esas olan Türkiye'nin güçlü olmasıdır, Türkiye güçlü olursa Ordu da güçlü olur, mealindeydi. Güçlü Türkiye de ancak güçlü demokrasi ile oluşur.
Kürtlerin en önemli vazifesi Türkiye'yi güçlendirmek; Türk demokrasisini güçlendirmek; Türk ekonomisini güçlendirmek vb. midir? Halbuki benim bildiğim Kürt ulusal demokratik mücadelesi bu eşikleri aşmıştı. 70'li yıllarda "Türkiye'ye demokrasi, Kürtlere özgürlük" mealinde Türk sosyalistleri tarafından kullanılan slogana büyük bir ideolojik kararlılıkla karşı çıkılırdı. "Kürtlerin Türkiye'ye demokrasi gibi önceliği yoktur; çünkü Kürtlere özgürlük olmadan Türkiye'ye demokrasi gelmez. Denklemi tersten kurmayın!" denirdi.
Şimdi ise dünün ve bugünün radikalleri, silahlıları, silahsızları, ılımlısı keskiniyle Kürt siyasetinde egemen olan görüş Türk solunun begenilmeyen sloganını da gerisine düşmüş görünüyor: "Türkiye'ye demokrasi!" öne çıkmış, Kürtler ilişkin talepler ise [eh herhalde bundan Kürtler de biraz yararlanır!] düzeyinde.
Oysa Kürt hareketi 70'li yıllarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir kitle potansiyeline, dinamizmine sahiptir şimdi. Uluslararası koşullar 70'li yılların tersine Kürtler için daha büyük olanaklar sunmaktadır. Fakat bugün 70'li yıllarda olmadığı kadar ideolojik ve politik bağımsızlık düşüncesinden uzaklaşılmıştır. Türkiye'nin kavramları, Türkiye'nin hukuk yapısıyla Kürtlere "özgürlük" de değil "bir şeyler" bekleyen bir Türkiyelilik determinizmi çıkmıştır.
Örneğin anahtar bir kavram olan "anti-sömürgeci"liğin artık neredeyse hiç kullanılmaması önemli bir göstergedir.
Bence Kürt hareketinin öncelikle kendi kendisine "Yedek kuvvet" muamelesi yapılmamasını ancak ve sadece "eşit göz seviyesi" ile bir ilişkiyi kabulleneceğini göstermesi gerekiyor.
Abartmaya gerek yok
Bu genel çerçeve içerisinde "Evet", "Hayır" ya da "Boykot" tavırlarını nasıl değerlendirdiğime gelince. "Hayır" seçeneğini tamamen bir yana bırakıyorum. Çünkü "Hayır"ın asıl olarak statükonun devamını, militarist bürokrasinin, Kemalist kurumların değişime karşı duruşunu sembolize ettiğini düşünüyorum. İster Türkiye'nin legal düzleminde, isterse Kürdistan'ın meşruiyeti çerçevesinde duralım Kürt ulusal demokratik güçlerinin bu çizginin karşısında olmaları gerektiğine inanıyorum.
"Evet" ve "Boykot" seçenekleri ile başka nasıl bir duruş gösterilebilir soruları bağlamında yürüyen polemiklerde gördüğüm "yanlış" ve "doğru"lara kısaca değinmekte fayda var.
12 Eylül'de yapılacak Anayasa referandumuna olduğundan daha büyük anlamlar yüklemek, abartmak yanlış. Bu referandumla sanki demokratik bir devrim olacakmış ya da olmazsa faşizm gelecekmiş gibi bir hava yaratılması oldukça yanıltıcı. Evet de çıksa, Hayır da çıksa 13 Eylül'den sonra Türkiye'nin sisteminde köklü hiçbir değişiklik olmayacak! Özellikle Kürt toplumu açısından hemen hemen hiçbir şey değişmeyecek. Bunun için Kürt aydınlarının, politikacılarının kıyasıya birbirleriyle kavgaya girmeleri, kamplaşmaları, tabiri caizse "kafa göz yarmaları"nın hiçbir anlamı yok.
Elbette Anayasa değişikliği konusu önemsiz mesele değil, oldukça da önemli; ama bu denli keskin, uzlaşmaz, hırçın bir saflaşmaya girmek; ulusal demokratik, yurtsever veya sosyalist güçlerin kendi aralarındaki ilişkileri kırıp dökmeye değecek bir durum da yok ortada.
Okuyucuların hepsinin bildiğine inandığım birkaç basit nedenden ötürü böyledir:
Birincisi: Osmanlı-Türk siyaset sisteminde "yazılı hukuk" genel olarak bir tür "kılıflama" olarak düşünülmüştür. Yazı aldatmak için yazılır; Modern terminoloji ile yönetenlere bir manipülasyon olanağı verir yazılı hukuk. Siyasetin, uygulamanın ana doğrultusunu belirleyen zahiri prensiplerdir. Bu zahiri prensipler, "devlet sırları" olarak kuşaktan kuşağa geçmiş ve adeta siyasetin genetik kodlarına işlemiştir. Türk hukuk sistemi bu tarzını, Avrupa'ya, Küreselleşmeye uyum çabalarına karşın günümüzde de sürdürmektedir.
Dolayısıyla en ideal bir "Anayasal Metin" bile karşımıza getirilse, bu Türk egemenliği politikasının değiştiği garantisini vermez. Örneğin; 12 Eylül Anayasa'sında "kimseye eziyet ve işkence edilemeyeceği, işkencenin insanlık suçu olduğu" yazılıdır. Peki ama Anayasa'da böyle yazdı diye kimseye eziyet ve işkencenin yapılmadığı bir ülkede mi yaşadık 28 yıl boyunca? Anayasa, Temel hak ve özgürlükler için uluslararası sözleşmelere atıfta bulunurken TC, bunların hangisine sadık kaldı?
İkincisi: 1982 Anayasası ilk kez değiştirilmiyor; 1987 yılından 2008'e kadar tam 16 kez değiştirildi bu Anayasa. Şimdiye kadar yapılan değişikliklerin tümü gibi bu kez yapılan değişiklikler de 12 Eylül Anayasasını tümüyle ortadan kaldırıp yepyeni bir Anayasa düzenlemiyor; temel yapısına dokunmuyor, onda bir takım "iyileştirmeler" yapıyor o kadar. Bir bakıma her yerinden dökülen 12 Eylül Anayasasına yeni yamalar, yeni payandalar koyarak onu onarmaya çalışıyor.
Bu kez yapılan değişikliklerin diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar önemli müdahaleler olduğu doğrudur. Ama yine de bu müdahale Anayasa'nın "ruhunu ve özünü" koruyor; bundan dolaylı da yapılan değişikliklerin siyasal yaşama etkisi çok fazla yansımayacak. Bunun içindir değişikliklerden yana olan çoğu kesim "Evet"'in önüne bir "Yetmez ama..." şerhini koymak zorunluluğu duyuyorlar. Daha köklü değişiklikler hatta tamamen yeni bir Anayasa ihtiyacı olduğunu kabul ediyorlar. O halde bu kör-topal değişikliğe bir "devrim" muamelesi yapmanın bir anlamı yok.
Üçüncüsü; Ki bu, Kürt ulusal hareketi açısından temel bir sorundur: Türk ulusal egemenliğine dayalı, Kürtlerin ulusal varlığının, haklarının ret ve inkarı üzerine temellendirilmiş Irkçı-Sömürgeci bir Anayasa var karşımızda. Kürt ulusunun sömürge olarak bile kabul edilmediği dünyanın en ırkçı, en ayrımcı Anayasalarından biridir bu. Kürt ulusal hareketinin, aydınlarının bu metni meşru bir zemin olarak kabul etmeleri kendi kendilerini inkar etmeleri anlamına gelir.
Bu Anayasa'nın tümüyle reddedilmesi ile özünde "meşru" kabul edilip, iyileştirmeler yapılmasını istemek arasında basit bir tercih değil stratejik bir farklılık vardır. Görece de olsa demokratikleşmeye, değişime yönelik adımları desteklemeyi, cesaretlendirmeyi küçümsemiyorum; ne var ki aslolanın hakkettiği yeri koruması kaydıyla...
Bu temel nedenlerledir ki 12 Eylül günü yapılacak Anayasa referandumu ile yapılacak değişiklikleri küçümsememekle beraber, Kürt ulusal demokratik hareketi açısından temel bir konuymuş gibi abartılması son derece yersizdir.
"Evet", "Hayır" ve "Boykot" polemiklerinde doğrular ve yanlışlar
"Hayır" ve "Boykot" tavrının aynı şey olduğu veya aynı sonucu doğuracağı yanlış. "Boykot"u caydırmaya, mahkum etmeye yönelik propagandif bir belirleme bu. "Boykot" başlı başına bir içeriği olan bir tavırdır. Boykot'un doğru veya yanlış oluşu başka "Hayır"la aynı anlama geldiğini söylemek başka.. Nitekim "Hayır"cılar da "Boykot" yapan BDP'inin "Evet" cephesinde olduğu söylemini kullanıyorlar. Bu söylemin oldukça basit bir mantığı vardır: Eğer benden yana değilsen, karşıdakindensin!
Örneğin, her iki taraf da "Boykot"u karşı tarafın işine gelen bir tavır olarak göstererek BDP'yi de "kötülüğün temsilcisi olarak lanetli bir sıfata büründürerek" karşı blokta göstermeye gayret ediyorlar. Şu günlerde BDP "evet" ya da "hayır"dan yana tavır koyacak olsa, bu durum taraflar arasında herhalde büyük panik yaratırdı.
"Boykot" tavrının "Hayır"lara mı "Evet"lere mi yarayacağı spekülatif bir durumdur. Eğer BDP tabanının otomatikman "Evet" diyeceği var sayılırsa bu çıkarım doğru olabilir. BDP tabanının sandığa gidip "Evet" demesinden korktuğu için "Boykot"a yönelindiği de gerçekçi bir tespit değil.
Son 20 yıldır onlarca kez isim, tabela, kadro, genel başkan, siyasi çizgi, taktik veya strateji değiştirdiği halde yaklaşık % 4, ile 5 arasında [yaklaşık 1,5 milyonluk ] bir seçmen kitlesi "siyasi irade" olarak kabul ettiği kararlara şaşmaksızın oy kullanıyor. BDP "Hayır" kararı alsaydı da yine yaklaşık bu oranda bir seçmenin "Hayır" oyu kullanacağından kuşkum yok. Eğer HEP; DEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP'nin seçmen kitlesi "legal" kadroların tercihlerini, politikalarını değerlendirerek oy kullanacak olsaydı bu oranda her seçimde dramatik artışlar veya azalışlar olması gerekirdi. Oysa sözünü ettiğimiz seçmen kitlesi arka plandaki PKK önderliğinin işaretine bakıyor ve oyunu bu konsepte göre veriyor. "Hayır" kararı verilmiş olsaydı da çok fazla bir oynama olacağını sanmıyorum.
Bu seçmen kitlesinin PKK iradesine rağmen "hayır" veya "evet" diyeceğini varsaymamız için elimizde hiçbir veri yok. Şu andaki anket sonuçlarına bakarsak eğer BDP "Hayır" kararı verecek olsa Hayırlar ağırlık kazanacak, ama boykot tavrı matematiksel olarak baskın eğilimin oranını yükselteceği için "Boykot" şimdilik objektif olarak "Evet"i güçlendiriyor.
Referandum tavrı nedeniyle "şu şununla yan yana, bu bununla yan yana" türünden caydırıcı fotoğraflar vermek ise gerçek durumu yansıtmaktan çok uzak. Örneğin "Hayır" derseniz Ergenokoncularla, MHP ve CHP ile yanyana düşersiniz" diye bir söylem var. İyi ama "Evet" diyen birçok "ülkücü-MHP"li de var. Derin devletin taşeronluğundan hiç de geri durmamış bir BBP de "Evet"çi. Sırf bu yanyanalık olmasın diye öbür yana geçerseniz ne olur. Sözgelimi PKK ile yan yana görünmek istemeyen bir dolu kesim var. BDP son anda "Evet" kararı alsa sırf "yan yana gözükmemek" için "Hayırcı" veya "Boykot"çu mu olmak lazım?
Bunlar iradi değil, kendisini karşıtıyla tarif eden reaksiyoner belirlemeler. Eğer gerekçelerinizin tutarlılığına, haklılığına gerçekten inanıyorsanız kiminle yan yana düştüğünüz sizin değil öbürünün sorunu olmalı, tabi eğer "sorun"sa!
"Evet"in haklı gerekçeleri
Türkiye'de son 5-6 yıldır adeta kansız bir iç iktidar savaşı yaşanıyor. Henüz ateşli silahların kullanılmadığı, ama onun dışındaki tüm yöntemlerin kıran kırana kullanıldığı bir savaş bu. İktidar blokları arasındaki dengeler tamamen değişti; her kurumda, her alanda bir hesaplaşma, bir ele geçirme ya da mevzi koruma mücadelesi var.
Son 30 yıldır kapitalizmin küresel normlarıyla uyum, özellikle de AB ile ekonomik ve siyasal bütünleşme çabaları içindeki liberal burjuvazi, sistem içindeki bürokratik-askeri vesayeti kırmaya çalışıyor. Kökleri Osmanlı ve hatta ötesinden gelen askeri-bürokratik oligarşi'nin ise sahip olduğu ayrıcalıkları terk etmek bir yana paylaşmamaktaki direnci her vesileyle görülüyor.
Fakat artık militarist-bürokrasi ya güç ve iktidarının paylaşmak ya da tümüyle kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya. Kemalist resmi ideolojiye dayalı bu oligarşik yapının, Türkiye'nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel olduğuna kuşku yok. AK Parti iktidarı, kendisinden önceki sivil iktidarların yapamadıkları iki şeyi başararak bu oligarşinin gücüne meydan okumayı başardılar. Hem geleneksel değerlerini koruyarak modernitenin olanaklarından yararlanmak isteyen orta sınıfların, ve Anadolu sermayesinin desteğini aldılar; hem de dünyada radikal islamcı muhalefetin sistem için bir tehdit oluşturduğu bir coğrfyada İslamci-Demokrat bir iktidar biçimi olarak Küresel sisteminin aktif dış desteğine mazhar oldular.
Militarist-oligarşinin bu yalıtılmışlık duygusuyla adeti 3.dünyacı, Anti-Amerikan, ulusalcı bir retoriğe yönelmesi; alışık olduğu komplocu, provokatif aygıtlarını eskisi gibi rahatça kullanmasına fırsat vermeden birer birer deşifre olması ve güç kaybetmesine yol açtı. Buradaki aktif dış desteği görmemek mümkün değil.
Türk siyasetinin temel çizgilerine yön veren bu asıl derin-iktidarın yıpranması, güç kaybetmesinin demokratikleşmenin yolunu açacağı, başta Kürt sorunu olmak üzere bir çok yapısal sorunun çözümünün yolunu açacağı bir sır değil. Yine de militarist-bürokrasinin birkaç operasyonla tasfiye edileceğini sanmak yanlış olacağı gibi; iktidar bloklarının birbirilerini yok etmekten ziyade yeni güç dengeleri üzerinde kapıştıkları ve ulaşılacak yeni statükonun ne derece "demokratik" bir zemin sunacağı da ayrı bir konu.
Buna rağmen bu blokun geriletilmesinin tarihi bir şans olduğuna kuşku yok. Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde TSK'nın sivil iktidarı açıkça tehdit etmesi karşısında, halkın AK Partiyi daha büyük bir oranda desteklemesinin dengeleri açıkça Militarist oligrşi aleyhine çevirdiği ortada. "Ergenekon" operasyonları bu gücün operasyonel olanaklarını elinde alan ama aynı zamanda "Yargı" eliyle girişilmiş bir çeki düzen verme girişimi olarak ortaya çıkmıştı. Ne ki AK Parti'nin siyasal değil hukuksal araçları kullanmasının pek de elverişli olmadığı, Yargı bürokrasisinin aktif direnişiyle bir karmaşaya dönüştü.
Hükümet ve yolu da açmak izin "Anayasa Değişiklikleri" yolunu buldu. Evet bu süreçte AK Parti yeterli halk desteği bulursa, militarist bürokrasi biraz daha geriletilmiş olacak.
Bu gücün geriletilmesinin Kürt sorununun çözümünde de yol açacağı sır değil. çünkü militarist oligarşinin, hem statükonun, hem çözümsüzlüğün, hem savaşın sürmesinden yana birçok açık gizli kirli ilişkinin içinde olduğu biliniyor. Her girişimi çeşitli biçimlerde provoke ettiği de ortada. Bu nedenle Anayasa Değişikliği'nin AK Parti iktidarını lehine değişmesi bu güçlerin de gerilemesi anlamına gelecek.
Her ne kadar yetersiz olduğu, sivil iktidarın ideolojik ve siyasi zaaflarla mlül olduğunun bilinmesine rağmen bu statükocu cephenen geriletilmesinin daha önemli olduu acık. Ayrıca Anayas Değişikliği paketinde demokratikleşme yönünde pek çok önemli madde değişiyor. Örneğin Sembolik bile olsa 12 Eylül'e yargı yolunun açılması; kadınlar için pozitif ayrımcılık; grev haklarındaki iyileştirmeler bunlardan bazıları.
Bu yüzden "Evet" oyları militarist-bürokrasinin egemenliğine karşı çıkma anlamı taşıyor ve demokratikleşme yolunda birkaç adım daha atılmış oluyor.
"Boykot"un haklı gerekçeleri
AKP iktidarının "Açılım" sürecinde gösterdiği samimiyetsizliğe, aldatmacalara ve milliyetçi-şöven tutarsızlıklara karşı Kürt toplumunun bir cevabı olmalı, bir tepkisi olmalı diye düşünüyorum.
Eğer bu tepki gösterilmezse, "Kürtleri istediğim gibi yönlendiririm, peşime takarım, gündemi istediğim zaman açar istediğim zaman kapatırım; istediği kadar veririm istediğim kadar vermem; benim verdiğim kadar ve benim tayin ettiğim yer ve zamanda yaparım" biçimindeki buyurgan ve "köle-efendi" tarzındaki yaklaşımına geçit verilmiş olur.
AK Parti iktidarı, tam da "Açılım" söylemleri sürecinde KCK operasyonları ile binlerce kadroyu cezaevlerine doldurdu. Bunu "Ergenekoncuların provokasyonu" diye açıklamak imkansızdır. Çünkü seçilmiş Belediye Başkanlarının kelepçelenip tek hiza kuyruğa sokularak sorgu, savcı ve mahkeme kapılarına çekilmeleri; tamamen İç işleri Bakanlığının, Emniyet'in, MİT'in yani tamamen sivil iktidarın emrindeki birimlerin gerçekleştirdiği operasyonlardır.
"Açılım" tartışmaları yapılırken, Kürt meselesinin TC tarihinin en önemli yapısal sorununu olduğu ve köklü değişikliklerle çözülebileceği dile getirildi. Bunun için öncelikle Anayasa'da değişiklikler yapılması gerektiği bizzat iktidar kanadının sözcüleri tarafından da beyan edildi. Ama tam da "Açılım" gündemde olduğu süreçte yapılan Anayasa değişikliğinde bu konuda en küçük bir değişikliğe yer verilmedi. Bu bile iktidarın Kürtlerin yüzyıldır yaşadıkları ulusal eşitsizlik sorunu karşısında ne kadar içtenliksiz ve hafife alıcı bir yaklaşım içinde olduğunu göstermeye yeter.
Yaratılan büyük beklentiye, umutlara ve vaatlere karşın; iktidarın yapabileceği hiçbir yasal, hukuksal adımı atmamış olması; buna karşın çokça şikayet ediyor görünmesine rağmen bu sorunu yine "Askeri, polisiye yöntemlerin" eline bırakması; yalnız gerillalara karşı değil yasal zeminde politika yapan kadrolara karşı da yoğun bir saldırı başlatmış olması karşısında; kendisinin siyasal olarak desteklenmesini ne yüzle istediği hayret konusudur.
AKP iktidarı bu sürecin asıl olarak Türk şovenizmi ile mücadele edilerek çözüleceğini çok iyi bilmesine rağmen, her aksamada milliyetçi söylemlere, şovenizm dalgasına yattı. Tüm bunların Kürt toplumu tarafından nasıl algılandığını, neye tekabül ettiğini görmesi, gösterilmesi gerekir.
"Boykot" tavrı bunun en uygun, meşru yollarından biridir.
Esas olan Kürt ulusal hareketinin meşru zeminleridir
Özellikle belirtmekte fayda var ki BDP'nin Boykot'u sistem dışına çıkan, Türkiye'nin Anayasal ve hukuksal kurumlarıyla bir kopuşu ifade eden ilkesel bir tavır değildir. Daha çok "protestocu" bir tavırdır; hükümeti, siyasi iktidarı kendisiyle pazarlığa zorlamaya çalışan "pazarlıkçı" bir tavır olarak ortaya çıkmaktadır. Tabiiki hiç bir şey dayatmadan, kayıtsız koşulsuz "destekçilik"le kıyaslandığında siyasi olarak daha etkili bir duruştur. Başarısı oranında da pazarlık gücünü artıracağı söylenebilir.
BDP'nin "Boykot"unun tutarlılığı da oldukça sorunludur. Örneğin Anayasa Mahkemesi DTP'yi kapattıktan sonra bu dışlanmayı protesto etmek için "Sine-i millete" dönme kararı alınmış, fakat İmralı'dan verilen "irade" sonucu vazgeçilmişti. Seçilmiş Belediye Başkanları ve sivil politikacıların kitleler halinde tutuklanması karşısında da yine tercih siyasi sistemin içinde kalarak çalışmak biçiminde tecelli etmişti.
Eğer her türlü itilip kakılmaya rağmen Türkiye'nin siyasi sistemi içinde kalmaya bu kadar hevesli" olursanız, protestoların, boykotların siyasi iktidar üzerinde caydırıcı bir etkisi olmaz. Çünkü bilinir ki ne yapılırsa yapılsın, eni sonu dönüp dolaşıp "Kürkçü dükkanına geri gelineceği" garantidir.
Türkiye'nin hukuksal zeminleri içinde politika yapılacaksa doğrusu BDP ile AK Parti'nin demokratikleşme dogrultusundaki işbirliği yapabilmeleriydi. Aksine sert bir çekişme söz konusu. Elbette böyle bir zeminin olmamasında AKP'nin şöven milliyetçi politikalara taviz vererek seçmen tabanını ve siyasal garantilerini koruma kaygısı kadar; BDP'nin legal sivil siyaseti belirlerken kendi dinamiklerine dayanamaması, sürekli iç ve dışı müdahalelere maruz kalarak yön belirleyememesinin de etkisi var.
Fakat Kürt ulusal demokratik hareketi için asıl sorun bu değildir. Asıl sorun kendi meşruiyet zeminlerine ne ideolojik ne de siyasal olarak çıkamayan bir açmaza yakalanmasıdır.
PKK ve onun legal uzantıları geniş bir toplumsal desteğe sahip olmalarına karşın; öncelikle Türkiye'nin sistemi içinde ökendi liderlerine, kendi kadrolarına bir siyaset alanı açma peşindedirler. Kürt ulusal hakları bu mücadelede çok ağır ilerleyen ve çoğu zaman bir argüman haline düşen, değişken ve düşük profilli bir seyir izlemektedir.
PKK dışındaki siyasi gurup ve eğilimler ise kitle desteklerini kaybettikleri veya yaratamadıkları için, Kürt toplumundan umutlarını kesmiş, liberal burjuvazinin reformların bel bağlamış görünmektedirler. Daha da kötüsü PKK'nin hegemonik varlığına karşı siyasi iktidarın çözücü adımlarından medet umar hale gelmeleridir.
Bu durumda siyasi bir dengesizlik söz konusudur ve her yanından sistemin sınırları içinde, sistemin kavramları ile belirlenen bir determinizm söz konusudur. Oysa asıl olarak Kürt ulusal hareketinin meşru zeminlerine dayanmaktır.
Adına "Türkiye" denen ve Batı Ermenistan'dan Kürdistan'a; Lazistan'dan Asur ülkesine; Pontus'tan Kapadokya'ya kadar birçok ülkeyi yutmuş bir İmparatorluk kalıntısı; bölgenin kadim yerleşik halklarını soykırımlarla kazıyıp "azınlık" haline getirmiş; asimilasyon politikasıyla "Türkleştirmiş"; olmayanları ulusal zorbalıkla, kırımlarıyla, savaş ve sürgünle zapturapt altına almaya çalışmış bir devletten söz ediyoruz. Militarist oligarşik bir siyasal, hukuksal ve ideolojik bir yapının egemen olduğu bu Devlet yönetimine karşı Kürt ulusal hareketi ancak bağımsız bir duruşla, kendi meşruiyeti ile var olabilir.
Buna karşılık bu son derece karmaşık siyasi coğrafya içinde İstanbul'da, İzmir'de, Antalya'da ya da Konya'da oturup "Türkiye" bütünü içinde kalmaya her koşulda devam edecek büyük bir Kürt nüfusu olmaya devam edecektir. Bu kitle elbetteki kendi ulusal kimliği ve özlük haklarının da takipçisi olacak ve köklerini aldığı ülkesindeki sorunlara da "uzak" durmayacaktır. Dolayısıyla çözüm formülleri bu sistemin demokratikleştirilmesi ve iyileştirilmesi yönünde olacaktır.
Bunun dışında [sınırların şurası veya burası olması tartışmasına girmeksizin] Kürdistan'da, kendi kaderini tayin etmeyi, özgürlük ve bağımsızlığa ulaşmayı hedefleyen bir kitle de olacaktır. Ortadoğu düzeyindeki statüko değişikliklerin tetikleyecek olan çözücü dinamizm de buradadır.
Bu nedenle "Türkiye"deki Kürt ulusal hareketinin gövdesi aynı, ama talep ve yönelimleri birbirinde farklı iki eğilimi bulunmaktadır. Bunların toplumsal tabanları henüz birbirlerinden net biçimde ayrışmamışlardır. Her iki yöndeki taleplerin de kendi içinde haklılığı ve tutarlılığı bulunur. Kürt ulusal hareketinin politik örgütleri, kurumları, aydınları bu taleplerin birinin diğerini yutmasına, bloke etmesine fırsat vermeden, birbirini destekleyen, güçlendiren bir siyasi akılla yönetmesini becerebilirlerse bunalımdan çıkış yolu bulanabilir.
Dahası Kürt ulusal hareketinin, diğer parçalarla oluşmaya başlayan siyasi statü farklılıkları karşısında; geçmişe oranla kendisini daha güçlü biçimde ifade eden etnik-ulusal, din ve inanç farklılıkları karşısında daha kapsayıcı, esnek, çoğulcu politikalar üretmesi gerekecektir.
Keşke önümüzdeki devası sorunlar Türk Anayası'na verilecek "Evet", "Hayır", "Boykot" yanıtlarıyla çözülecek kadar basit olsaydı!
Sonuç olarak
Her iki tavrın da riskleri, artı ve eksileri bulunabilir. Ne var ki birbirine zıt gibi görünse de "Evet" ve "Boykot" tavırları şu anda Kürt toplumunun ana eğilim ve taleplerini ifade eden iki farklı biçim olarak ortaya çıkmaktadır.
13 Ekim günü Referandum sonuçları Kürdistan'da oldukça düşük bir katılım oranı ama yüksek bir "evet" oranı ortaya çıkaracak. Bu her iki durumun birbirini destekleyen ortak bir mesajı olduğuna inanıyorum: Kürt toplumu Türkiye'deki demokratik değişimleri desteklemektedir; ama esas olarak bu değişimlerde kendisinin de aktif bir aktör olarak kabul edilmesini istemekte, kendi sorunlarının çözümünü talep etmektedir.
Kürt ulusal demokratik hareketi, talepleri, toplumsal zemini ve siyasi eğilimleriyle hem Türkiye'nin, hem Irak, İran ve Suriye'nin, hem de Ortadoğu'nun demokratikleşmesinin "yedek gücü" değil temel aktörlerinden biridir. Kendisi için bir özgürlük ve demokrasi dinamosu oldukça, eşit, aktif ve değiştirici rolü daha iyi belirecektir.
Recep Maraşlı
Gelewêj