Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 9 July 2008

Bugünlerde türk basınında ve türk basınına endeksli PKK yayınlarında bir Ergenekon ve çete edebiyatı almış başını gidiyor. Türk devletinin vahşi uygulamaları tahtında kürtlerin geçmişten beri maruz kaldıkları insanlıkdışılığı bilmeyenler yada gözden kaçıranlar TC'nin kürtleri sistemli yoketmesini de neredeyse çetelerle açıklayacaklar. Yazılanlar, kanıksatılmaya çalışılanlar, üstü kapalı bir şekilde TC'nin devlet olarak "pir u pak" olduğu, tarih boyunca rumlara, ermenilere, balkan halklarına, süryanilere, kürtlere yapılanların devletin dışında çetelerin marifeti olduğu mealinde.

Osmanlı Devleti gayet iyi bilindiği gibi 1820'lerden itibaren Avrupa'da tutunamayacağını anladı. Ogüne kadar tam sömürgeleştiremediği Kürdistan Osmanlı'nın yeni yayılma alanı olarak belirlendi. O dönemde Mısır'ın Osmanlı'ya vergi ve asker vermeyen şekli bağlılığı, Kürtlerin asker ve vergi vermekten muaf oluşu, Yunanistan'ın bağımsızlığını ilan edişi, Hicaz bölgesinin vergiden muaf oluşu, Balkanlarda süren Osmanlı karşıtı direnmeler Osmanlı'nın elinde tuttuğu coğrafya daraldıkça buna paralel olarak gelir kaynaklarının da tükendiğini gösteriyor. Osmanlı'nın giderlerini tek başına karşılayamayacak Batı Anadolu'ya ilaveten "devleti doğuya taşıma" planı adı altında yeni gelir kaynakları bulmak gerekiyordu. Osmanlı'nın ihtiyaç duyduğu sadece çöken ekonomisi için yeni gelir kaynakları değildi, aynı zamanda asker temin edeceği sömürge halklara da ihtiyacı vardı. Kürdistan'a bu nedenlerle yönelindi. 1490'lı yıllarda başlayan Kürt Celali direnişleri zaman-zaman Batı Anadolu'nun kuzey kesimlerini işgal ederek, Kalkedon'a (İstanbul'un Anadolu yakasındaki Kadıköy) kadar yayılma başarısı gösterirken Kürdistan'ı Osmanlı'nın korkulu rüyası haline getirmişti. Osmanlı egemenliğini reddetme temelinde 1750'li yıllara kadar kesintisiz devam eden Kürt Celali başkaldırılarının Osmanlı İmparatorluğu'nu çökerten en önemli "iç" etken olduğu konusunda tarihçiler hemfikirdirler.

1820'lerde Osmanlı Kürdistan'da hilelerle ele geçirip has mülk yada temlik haline getirdiği yerleşim birimlerinde yeni askeri karargahlar kurdu. Xarpêt'in Mezra ovasına kurulan El Aziziye (El Aziz, Elazığ) kuruluşu itibarıyla bir askeri karargahtır. Amed'e (Diyarbekir) konuşlanmış beylerbeyliği mevkiine ve gücüne ilaveten Osmanlı askeri harekatlarının gerektirdiği yeni müstahkem mevkiler oluşturuldu. Osmanlı ordusunun silahlandırılması ve Prusya tipi askerlik eğitimi eşliğinde yeniden örgütlenmesi ile sayageldiğimiz oluşumlar aynı zaman diliminde cereyan etti.

İlk "cezalandırma" (askeri işgal) harekatı 1823 yılında Osmanlı'ya başeğmeyi reddeden Murat vadisi kürtlerine (Ginc Mireliğine) karşı başlatıldı. Tarihi kaynaklar bu askeri harekatla o dönemde Murat Vadisi'ni neredeyse insansız hale getiren bir vahşetin uygulandığını naklediyorlar. Reşit Paşa ve daha sonra yerine geçecek olan Hafız Paşa adlı Osmanlı kasaplarının komuta ettikleri askeri birlikler bir alman subayı olan Helmuth von Moltke'nin yönlendirmesiyle tarihi sıralanışa göre Soran Mireliği (Mir Mıhamedê Rewanduz), Hakkari ve Şemzînan Mireliklerî (Mir Said ve Mir Nurullah), Müküs Mireliği (Xan Mahmud), Botan Mireliği (Mir Bedirxan), Bedlis Mireliği (Mir Şerif) gibi önemli kürt mireliklerini tasfiye ederek ilhak edilmesini sağladı. Kürdistan'ın ilhakı ve işgali tarihte eşi görülmemiş barbarlık örneklerine ilaveten soykırımlarla gerçekleştirildi. Sömürgecilik özü itibarıyla askeri zora, katliamlara dayanan çapulculuk ve çeteciliktir. Osmanlı'nın 1820'lere kadar barbarlığıyla ünlenmiş çeteciliği yeni ve modern silahlarla daha kapsamlı ve daha yoğun bir insanlıkdışılığa yükseldi. Ortada çetelerin marifeti demek için herhangi bir neden yok. Çete olan, çeteci olan yukardan aşağıya devletin bütün kurumları yani devletin ta kendisi. Ortada devletin asli ve en yetkili kurumlarının planlı ve sistematik yoketmeler ve tehcir uygulamasıyla yaşama geçirdiği sömürgeleştirme eylemi var. Tabii avrupalıların teşviki, askeri ve mali desteği ile.

Osmanlı, 1830'lu yıllarda Mısır'ı da aynı şekilde yeniden kontrol altına almaya çalıştıysa da ordusundaki kürt birliklerinin silahlarıyla birlikte saf değiştirmeleri nedeniyle 1837 yılında Nizip'te iki kez üst-üste kürt asıllı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu Sait Paşa karşısında hezimete uğradı. Sait Paşa, Kütahya'ya kadar ilerleyerek işgal etti. İngiltere ve Rusya'nın araya girmesiyle işgali kaldırarak geri çekildi.

1849 yılında son Bitlis Miresi Şerif Beg'in esir alınıp İstanbul'a sürgüne gönderilmesiyle kürt mirelikleri tasfiye olundu ama mireliklerin tasifye edilmesi döneminde kandırılarak hilafet yanlısı konumda tutulan tarikat liderlerinin devletle anlaşmazlıkları alevlenerek yeni başkaldırılara neden oldu. 1870-80 yılları bu tür hareketliliklerin yaşandığı dönemdir. 1890'lı yıllarda Dersim başkaldırıları yoğunluk kazandı. Aynı yıllarda (1893) ilk Ermeni Soykırımı gerçekleştirildi.

1908 yılına gelindiğinde eski tarz çetecilikten arzuladığı sonuçları istihsal edemeyerek umudunu kesen Almanya 80 yıla yakın bir dönem iplerini elinde tuttuğu Osmanlı asker elitine darbe yaptırdı. Çete örgütlenmesini daha disiplinli ve fonksiyonel hale getirerek yeni tekniklere kavuşturduğu çeteci devleti topyekun kuvvetleriyle soykırımlara yöneltti. İttihat ve Terakki örgütlenmesi devlete çöreklenmiş sıradan bir çete değildi. Devletin önemli kademelerine yerleştirilmiş temel, "modern" ve en diri gücüydü. 1912 bozgununa kadar balkanlara kan kusturan Osmanlı'nın yönetiminde İttihat ve Terakki vardı. 1915 Ermeni Soykırımı devletin tüm kurumlarıyla katıldığı bir vahşetti. 1919 Koçgiri direnmesini vahşetle yenilgiye uğratanlar, cumhuriyeti kuranlar aynı kadrolardır. Cumhuriyetten sonra kürt katliamları ve tehcirlerinin sorumluları da yine aynı kadrolardır. Cumhuriyet ilanından günümüze kadar sömürgeci devletin kilit noktalarına egemen olanlar ittihatçıların ya kendileri yada ardılları ve öğrencileri konumunda olan kişilerdir. Aralarında ast-üst, halef-selef bağlamında organik birliktelikler vardır. Temel özellikleri kürt düşmanlığına endeksli olarak inkar ve katliamcılıktır. Çeteci karakter ve kadrolar Türk devletinde hiç eksilmeden günümüze kadar süreklilik gösterirler. Devletin sömürgeci niteliği çetecilik dışında bir vasfın devlete egemen olmasına doğası gereği elvermez.

Bugünkü adıyla MİT 1912 yılında Karakol Cemiyeti olarak kurulmuştur. İstihbarat teşkilatı olarak kurulduğu sanılmasın. Karakol Cemiyeti öncelikle azınlıklara karşı gayri nizami savaş yürütmek için kurulmuştur. Azınlıklara karşı gayri nizami savaş demek, devletin silahlı güçlerinin üniforma ve rütbe taşımadan, hiç bir kanun yada talimnameye uymadan, gizli örgütlenme şeklinde sivil ve savunmasız insanlara karşı cinayetler işlemesi ve karışıklıklar çıkarması demektir. Aynı teşkilat sonraki dönemde MAH (Milli Amala Hizmet) ve daha sonra MİT adını almıştır. Devletin en asli kurumlarından olan istihbarat teşkilatı bile istihbarat toplamak yerine çapulcuğu esas alan bir temelde örgütlenerek günümüze kadar icrai sanat edegelmiştir. Ordusu hakeza. Selanikli devşirme Kemal, Bedlis rumu sağır İsmet, İsmet'ten sonra cumhurbaşkanı olacak olan devşirme muhacir Bayar da İttihat ve Terakki'nin aynı zamanda Karakol Cemiyetinin üyeleri ve görevlileridirler. Sadece bunlarmı? Rauf Orbay'dan Refet Belen'e kadar, Kazım Karabekir'e, Fevzi Çakmak'a kadar, ilk meclisi mebusanın tayinle gelmiş milletvekillerinin ezici ekseriyetine kadar bu böyledir. Cumhuriyet dönemi itibarıyla sömürgeci devletin valileri, kaymakamları, yargıçları, genel müdürleri, polis şefleri, subayları, politikacıları İttihat ve Terakki'nin (devamı Halk Fırkası sonra CHP) dolayısıyla Karakol Cemiyeti'nin (MİT) oluru olmadan devlet aygıtında yer bulma imkanından yoksundurlar. Devletin sivil ve asker yöneticileriyle paramiliter örgütlenmelerinin mensupları ve yöneticilerinin bu kadar içiçe geçtiği bir devlet şekli TC'den başka hiçbir devlette görülmez.

Karakol Cemiyeti, günümüzün "ihtiyaçlarına" cevap verebilmesi için MİT ve Özel Harp Dairesi şeklinde farklı seksiyonlara ayrılmıştır. Askerlerin güya sivil istihbarat teşkilatı olan MİT'i yönetmesi ise Türkiye'ye özgü ayrı bir ucube olarak derkenar edilmeli. İttihat ve Terakki ise, Halk Fırkası ve Serbest Fırka'yı çağrıştırır bir tarzda CHP ve MHP bünyesinde siyaseten yaşamaya devam etmektedir. Hürriyet ve İtilafçı gelenekten geldiği imajını vermeye çalışan AKP'nin durumu ise tamamen aldatıcıdır. MTTB'nin, genelkurmayın "sofulaştırma" organizasyonu olarak kurulduğunu ve yönetildiğini bilenler kuşkusuz bu partinin de İttihat ve Terakki geleneğinden geldiğini bilmektedirler. Kaldıki AKP'yi parti kapatmalarla ortaya çıkaranın, palazlandıranın genelkurmay olduğu bugün daha bir netlik kazanmış durumdadır. AKP'nin söylemi ve uygulamaları, onun CHP ve MHP karşısında "biz daha iyi yaparızcı" üçüz kardeş konumunda olduğunu kanıtlıyor.

Yine tarihe dönelim.

Dersim 1940 yılına kadar işgal edilemeyen Kürdistan parçası olarak kaldı. Dersim direnişi müddetince devletin asli kuvvetlerinin uyguladığı vahşet de münferit çetelerin marifeti olmayıp, adına devlet denen çetenin, cumhurbaşkanı, başvekil sıfatlı çetebaşılarının yönetiminde devletin üst düzey organlarında yapılan planlamalar, alınmış kararlar uyarınca gerçekleştirilmiş bir vahşetti. 1919-20 yıllarında Koçgiri'de vahşetin görülmemiş örneklerini sergileyen Topal Osman'a basit bir çeteci dense kim inanır? Topal Osman, Selanikli devşirmenin muhafız alayı komutanı değilmiydi?

Sakallı Nurettin Paşa'mı sıradan bir çeteydi, yoksa Abdullah Alpdoğan'mı?

İkisi de muvazzaf subay ve korgeneral değilmiydi? Emirlerine devletin orduları verilmemişmiydi? Sabiha Gökçen devşirme bir ermeni olarak Atatürk'ün manevi evladı değilmiydi? Bunların hangisi sıradan çete yada hangi çete bu suçları işledi diye sorulmazmı? Devletin kendisinin büyük ölçekte örgütlenmiş bir çete olduğu açık değilmi?

Mustafa Muğlalı'yı ilk rumlara karşı işlenen hunharca cinayetlerden tanıyoruz. 1925 yılına gelindiğinde kur. albay rütbesine yükseltilmiştir. İnönü kendisini çağırıp "bize bu işte senin gibi demirden bir adam lazım" diyerekten görevlendirir ve 1925 hareketinin cereyan ettiği mıntıkaya gönderir. Muğlalı, Palu'dan başlayarak Muş Gediği'ne kadar Murat Vadisi'nde 227 köyü insanlarıyla birlikte yok eder. Anılan yörenin Moltke'den sonra ikinci kez soykırma uğratılmasıdır bu. Aynı Muğlalı, 1943 yılında TC başbakanı Recep Peker'in emriyle Van'ın Özalp ilçesinde 33 günahsız ve savunmasız sivil kürdü kurşuna dizer. Olayın duyulmasının ardından Van'a gelen cumhurbaşkanı İnönü, Orgeneral Muğlalı'yı koluna takarak Van çarşısında gezmek suretiyle gözdağı vermeye ve Muğlalı'nın arkasında bizzat kendisinin olduğunu hissettirmeye çalışır.

Dikkat edilirse çeteci eylemlerin uygulayıcıları her zaman devletin en üst düzeyde yöneticileri ile komutanlarıdır. Bu sivil ve askeri yetkililerle devlet piramidinin tepesi arasında her zaman dolaysız bir ilişki vardır. Özel durumlarda bizzat cumhurbaşkanından yada başbakandan emir alırlar. Görevleri hakkında üstlerine bilgi vermezler, sorumluluk taşımazlar. Cumhuriyet tarihinin kürtlere karşı işlenmiş suçlar bağlamında önemli özelliklerinden biri de budur. Demeki devletin en üst kademesi aynı zamanda çetebaşı olarak çeteci eylemleri sevk ve idare eder pozisyondadır.

Son yıllara gelelim. Kürt düşmanı Ecevit'in babası olan çingene Karakol Cemiyeti'nin basit bir muhbiri değilmiydi? Ecevit'in kendisi İttihat ve Terakki'nin Edirne temsilcisi olan İsmet İnönü'nün himayesinde ve gözetiminde yetişmedimi? Baykal, İnönü'nün yetiştirmesi değilmi? Bahçeli, özel harpçi Türkeş'in çömezi ve yetiştirmesi değilmi?

Demirel, "derin devlet" derken suçüstü yakalanan, aslında olmayan derin devleti aklamaya çalışarak her birimi, her kademesiyle çete ve çeteci olan devletin infaz emirlerini uygulamaya hevesli politikacısı olarak kürt katliamlarının, köy boşaltmaların suçlusu, sorumlusu değilmi?

Tansu Çiller, türklerin vaziyeti kurtarmak için aptal sarışın rolünde koltuğa oturttukları, "Avrupa Mahkemesi, faili meçhuller için Türkiye'yi istediği kadar tazminat ödemeye mahkum etsin, parayı öder istediğimizi yaparız" diyen ve bu nedenle katliamcı Doğan Güreş'e "kırk erkeğe bedel kadın" dedirten başbakan değilmi? Doğan Güreş, genelkurmay başkanı değilmi? Oturdukları mevkiler devletin en üst kademeleri değilmi?

Kozakçıoğulları, Ağar, Ünal Erkan sokak infazcıları olarak devletin olağanüstü hal valileri, emniyet genel müdürleri hatta bakanları değillermiydi?

Türklerin tarihinde bunlardan farklı düşünen, söyleyen, uygulayan bir başbakan, yada bakan, yada cumhurbaşkanı, yada genelkurmay başkanı, yada ordu komutanı, yada polis şefi hatırlayan varmı?

Kürdistan'da bugüne kadar görev yapmış istisnasız her birlik komutanının, diğer yandan MİT personeli olan her valinin, kaymakamın, polis şefinin, hukuk tanımazlığıyla, yargısız infazcılığıyla, işkenceciliğiyle, talancılığıyla, tehditkarlığıyla çete olmadığını, çeteci olmadığını, adına devlet denen büyük çetenin üyesi ve nimetleneni olmadığını söyleyebilirmiyiz?

O halde çete nerede, çeteler nerede? Çete devletin bizzat kendisi ve çetecilik Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere devletin temel ve belirleyici karakteri değilmi?

Seçimler öncesinde yazmıştım. Ağar-genelkurmay ayrılığı, Baykal'ın beklenen "randımanı" veremeyişi olgularından hareket ederek süreç içerisinde AKP ile genelkurmay arasındaki ilişkinin mükemmel denebilecek düzeye taşınacağına, AKP'nin, talancılığın fetva kurumu olma özelliğinin ve kadrolarının buna müsait olduğuna dair belirlemeleri okurlarımla paylaşmıştım. Aynı yazımda, devletin imajını düzeltmek için zaman-zaman safra atma ihtiyacında olduğuna da değinerek Ağar, Bucak benzeri çetebaşlarının bir takım çetelerle birlikte tasfiyesinin gündeme gelebileceğini de belirtmiştim. Aradan bir yıl geçti. Bucak ve Ağar'a yargılama yolu açıldı. Devletin çete karakterini gizlemek için en çok deşifre olanları elimine edildi. İttihat ve Terakki döneminde de aynı yol izleniyordu. Daha sonraki dönemde cumhuriyeti kuran ittihatçılar da aynı yolu izlemişlerdi. Talat ve Cemal paşaları elimine etmiştiler. Biri Tiflis'te öldürülmüştü, diğeri Berlin'de. İttihat ve Terakki'nin Enver Paşası ise Türkiye ile Sovyetler arasında yapılan anlaşma gereği Sovyet muhaliflerine Türkiye'de göz açtırılmamasına karşılık Sovyet muhafızlarına öldürtülmüştü. Hem de yerine ve faaliyetlerine ilişkin detaylı istihbarat bilgileri Rus tarafına verilerek. Çete denilenler bir şekilde ya yargılandı yada yokedildiler ama TC'nin çeteci niteliği hergün biraz daha güçlenerek ve cesaretlenerek günümüze kadar geldi ve hala varlığını sürdürüyor.

Güncel olan Ergenekon isimledirmesini başlığa alarak yazıya başlamıştım. Ergenekon örgütüne gelince, mensuplarının çoğu daha genç yaşta, 20 yıl öncesinde eli silah tutacak durumda olmayan insanlardan oluşuyor. Birçoğu Kürdistan'a ayak bile basmamış. Çete oldukları, devlet tarafından sevk ve idare olundukları açık. Yine devlet tarafından komplolarda kullanıldıkları bariz bir şekilde ortada. Adi suçlara bulaştıkları da anlaşılıyor. İçlerinde general rütbesine kadar askerler var. Ayrıca öğretim üyeleri var. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı ile, başbakanlığı ile, bakanlıkları ile, orduları ile, müsteşarlıkları ile, çeşitli genel müdürlükleri ile her kademeden görevliyi istihdam ederek bünyesine alan tarihin ender gördüğü büyüklükte bir çete. Bunu en iyi kürtler biliyorlar. Neredenmi? Yaşadıklarından ve karşılaştıklarından biliyorlar.

Bu nedenle, esas çetenin, büyük çetenin, ilaveten devletin çete karakterinin ve örgütlenmesinin varlığı, işlenen ağır insanlık suçlarının inkar edilemez örnekleriyle karşımızda dururken dikkatlerinizi "profesyonelliğin" gereğini yeterince yerine getiremediği için diskalifiye edilen çete artıklarından alarak devletin bizatihi kendisine yöneltiniz. Yargılayacaksanız devleti topyekun çeteciliği tahtında yargılayınız.

Öcalan'ın bir çeteyle ilişkilendirilmesinden çok daha kapsamlı ve kürtleri tarihi açmazlara düçar edebilecek ihaneti örgütü aracılığıyla yaşama geçiriliyor. Suç ortağı devletin bizzat kendisi. Öcalan, kürtlere karşı çete zihniyetini resmi ideolojiye, çete pratiğini devlete dönüştüren ve tarih boyunca kürtlere zulüm uygulayan türk devletiyle aynı gemide. Gemiler fırtınaya tutulduklarında suyun üstünde kalabilmek için ağırlıklarını denize atarlar. Buna safra atma denir. Sadece atılan safraya değil aynı gemide birarada bulunanlara bakın. Yahudi suçlamaları yapanlar, İttihat ve Terakki'nin günümüzde bile mantığı ve kadrolarıyla devlete hakim olduğunu gizlemek için ittihatçıları geçmişte kalmış bir güruh olarak niteleyenler, Ergenekon diyenler, ilkel kürt milliyetçiliği diyenler, tek dil-tek bayrak-tek devlet diyenler, çetecileri kardeş ilan edenler, çeteci devlete bizim de devletimizdir diyenler, kürt devleti tehlikedir diyenler aynı gemide. Foyaları çıktıkça safra atıp oyalayabileceklerini sanıyorlar. Oyunlarını oldukça iyi düzenlenmiş senaryoya uyarak oynuyorlar. Rol paylaşımına "devlet nizamı" da diyebiliriz. Kaldı ki çete denilen "nizam ve intizam" birkaç başıbozuğu binlerce kez aşacak örgütlülüğe ve donanıma sahiptir. Tarih boyunca sahip olduğu devlet ölçeğinde çete örgütlenmesinin tecrübeleri de cabası.

Aksini iddia edecek olanlar, İmralı'nın türk genelkurmayına merbutiyeti temelinde savaştırılan iki karşıt silahlı gücün aynı merkezden idare edilmekte olduğunu hatırlamak zorundadırlar. Olayın doğru tanımı, devletin korumasında olan bir mahkumun yine devletin sorumluluğunda bulunan bir hapishaneden avukatları aracılığıyla 'savaş ve barış kararları buyurarak' savaş örgütü sevk ve idare etmesinin bir başka örneği bulunup bulunmadığı sorusuna verilecek cevaplarda saklı duruyor. Kürtlerin yapması gereken çeteciliğin her iki versiyonu arasındaki düzenli işbirliğinin nedenlerini ve kürtlere maliyetini hesaplamaktan ibarettir. Bu kirli oyunla kayba uğratılan kürtlerdir. Silahların gücüyle zaptedilmeye çalışılan, yerleşme birimleri boşaltılan, milyonlarcası göçe zorlanan, mağduriyetin en ağırına mahkum edilen kürtlerdir. Çeteler ve çetecilik tarih boyunca kürtler için yedekte tutulmuş ve gerektiğinde kürtler için yürürlüğe konup kullanılmıştır. Zikredilen nedenlerden ötürü çete olgusuna en çok kafa yorması gereken kürtlerdir. Çeteler tasfiye olunmadıkça kürtlerin soluklanması imkansızdır. Kürtlere dayatılan yoksulluk, açlık hatta dilencilik çeteci devlet karakterinin davet ettiği sonuçtur. Tahteravallinin öteki ucunda yağma ve soygun olgusu yer tutmaktadır. Birilerinin palazlanması için ötekilerin sahip olduklarından arındırılması gerekmektedir. Kürtler bu nedenle tarih boyunca kurban edildiler ve hala kurban edilmektedirler.

[b]Kenan Fani Doğan[/b]

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.