Direkt zum Inhalt
Submitted by Rêvebir_D on 8 Juni 2014

2006-2008 yılları arasında kaldığım Güney Kürdistan’da ne zaman bir PDK ya da YNK yetkilisiyle Sohbet etsem, mutlaka sözü PKK getirir, (sanki bilmiyormuş gibi) ona bu örgütün gerçek kimliğini anlatmaya çalışırdım...

PKK’nin bir TC organizasyonu olduğunu; TC, sahte Kürt milliyetçi kimlikle kurduğu bu örgüt vasıtasıyla Kürt milliyetçiliğini tasfiye etmek, Kürtleri bu sahte milliyetçi örgütün peşinde koşturarak yormak, böylece direncini tamamen kırarak onu asimilasyonu ret edemeyecek bir hale getirmek istediğini anlattıktan sonra onlardan Kuzey Kürdistan’da büyük bir yıkıma neden olan bu örgütün Güney Kürdistan’da barınmasına izin vermeleri gerektiğini hatırlatırdım.

Bu konuşmalarım PDK ve YNK yetkililerinin hoşuna gitmiyordu. Ne zaman onlarla bu konuyu konuşsam yüz ifadeleri hemen değişiyordu. Konuşmam bittikten sonra da bana, PKK’nin bir Türk kuruluşu olduğu sözümü abartılı bulduğunu belirgin bir şekilde hissettirdikten sonra, oldukça duygusal bir ses tonuyla bütün Kürtlerin kardeş olduğunu, Kürtlerin kendi aralarındaki ihtilafları artık bir tarafa bırakmaları gerektiğini söylüyor ve konuyu bir daha açmamak üzere kapatıyorlardı.

PDK ve YNK’li yetkililer, PKK gerçeğini kendilerine anlatmaya kalkıştığınızda sizi, Kürtlük adına bu sözlerinizden duydukları rahatsızlığı hissettirip epey sert bir tonla eleştirilmekle kalmazlar, yaptıkları konuşmanın tınısının, on yıllardır bu üç partinin döktüğü kardeşkanından kendilerinin değil, sizin gibi ulu orta konuşan „müzmin muhalif aydınların sorumlu gören bir anlam taşıdığını hissedersiniz.

Oysa bu aşırı hassasiyetin altındaki gerçek neden farklı. Konuyu bir parça irdelediğinizde, Güneyli yetkililerin bu büyük milliyetperver gösterisinin altında, tersi bir gerçeğin gizli olduğunu fark edersiniz: PKK konusunda PDK ve YNK'yle başta TC olmak üzere sömürgeci İran ve Suriye'yle yapılmış olan gizli antlaşma.

Bu antlaşmanın evveliyatı, yaklaşık yarım asır öncesine dayanıyor. Başlangıçta antlaşma sömürgeci devletlerle PDK arasında yapıldı. Daha sonra YNK dahil oldu antlaşmaya. Anlaşma Körfez Savaşı'ndan sonra bir kısım Güney Kürdistan toprağı üzerinde kurulan Kürt yönetim tarafından da geçerli sayılacaktı. 2003’te Kerkük ve diğer bir kısım Kürdistan toprakları kendisine bırakılınca Irak devleti de bu antlaşmaya dahil oldu.

Bilgi ve tecrübemizden yola çıkarak söz konusu antlaşmanın içeriği hakkında genel hatlarıyla bazı belirlemeler yapmak mümkün...

Güney Kürdistan yönetimi ve siyasi güçleri, Güney Kürdistan’la sınırlı bir Kürt ve Kürdistan politikası izleyecek, Kürdistan’ın diğer parçaları üzerinde hak iddia etmeyecektir. Kürt yönetimi ve siyasi güçler Kürt milliyetçiliğinden ve bu fikri savunan Kürt çevrelerinden uzak duracak, onlarla ancak sömürgeci devletler ve onların gizli servisleri üzerinden ilişki kurabileceklerdir. Güney Kürdistan’da Sorani dili ve kimliği ön plana çıkarılacak, bu dil resmi ve tek eğitim dili olarak kabul edilecek, Kurmanci'ye gelişme şansı tanınmayacaktır. Güney Kürdistan’ın yükümlükleri bunlarla bitmiyor... Güney Kürt yönetimi ve meşru siyasi güçleri, sömürgeci devletlerin kendi hâkimiyetleri altında Kürdistan parçalarının asimilasyonu doğrultusunda yürütecekleri faaliyetler karşısında kayıtsız bir politika izlerken, talep halinde sömürgeci devletlerin bu doğrultudaki faaliyetlerini destekleyecek, hatta ihtiyaç duyulduğunda onların bu yöndeki faaliyetlerine gerekli katkıyı sunmakla yükümlü olacaklardır. Ayrıca Kürdistan meselesi konusunda sömürgeci devletlerle dış güçler arasında ihtilaf çıkması halinde, Güney Kürdistan yönetimi ve siyasi ve askeri güçleri sömürgecilerin yanında yer alacaklardır.

Bütün bunların karşılığında sömürgeci devletler de, Başta PDK ve YNK olmak üzere, onların oluşturduğu Kürt yönetimine (daha ileri bir statü talep etmediği sürece) yaşama şansı tanıyacaktır.. Ayrıca sömürgeci devletler, ilerde milletlerarası nedenlerle bir Kürdistan devletinin kurulması söz konusu olursa (Güney Kürdistan’ın bir parçasıyla sınırlı kalması şartıyla) onu onaylamayı taahhüt etmektedir.

1960’li yılların ikinci yarısından itibaren yürürlükte bulunan bu kirli antlaşma yüzünden bir bütün olarak Kürt milli hareketi ve Kürt halkı büyük trajediler yaşadı. Bu makalede, Kürt milli bünyesinde derin yaralar açan üç büyük trajediden söz etmekle yetineceğiz: 1968’de, Doğu Kürdistan direniş hareketinin liderlerinin öldürmesi; 1971 yılında, Kuzey Kürdistan direnişinin lideri Dr. Şivan ve iki arkadaşının öldürülmesi; diğer sömürgeci devletlerin de onayıyla TC tarafından kurulan PKK projesinin PDK, YNK'nin ve nihayet bu ikisinin ortaklığında oluşturulan Güney Kürdistan yönetimi tarafından desteklenmesi. Bu desteğin kuru bir onayla sınırlı kalmadığı bilinen bir gerçek. Özellikle PDK'nin desteği olmasaydı, PKK başarılı olmazdı. En azından onun Kürdistan'da neden olduğu tahribat bu kadar büyük olmazdı.

*

PKK projesinde PDK ve YNK ile onların ortaklığında oluşturulan Güney Kürdistan yönetiminin rolünü bütün boyutlarıyla ortaya koymak, bu makalenin çerçevesini ve benim gücümü çok aşan bir çalışmayı ve çabayı gerektiriyor. Bunun için zaman da henüz yeterince elverişli değil.

Bütün bu ileri sürdüğüm tezlerle ilgili okuyucunun fikir yürütmesinde yararlı olacağı inancıyla makalemin bu bölümünü iki PDK yetkilisi tarafından anlatılan iki olay naklederek bağlamak istiyorum. İlkini 1999’un sonunda henüz İstanbul’dayken, diğerine 2003'te Almanya’da dinledim.

Birinci olay: Bir grup arkadaş İstanbul'da önde gelen bir PDK yetkilisini ağırlayacakları yemeğe beni de davet etmişti. Sohbetin ağırlık noktasını doğal olarak Öcalan, PKK ve Güney Kürdistan'daki gelişmeler oluşturuyordu. Sohbetin akışı içinde PDK yetkilisi o günlerde dudak uçuklatan nitelikteki şu olayı anlattı:

Bir PDK heyeti 90’lı yılların başında Güney Kürdistan’daki gelişmeleri görüşmek üzere Türk Genelkurmayına mutat ziyaretlerinden birini yapar. Taraflar masaya oturduğunda PDK heyetinden biri, karşısında oturan Türk yarbayını görünce, ”Aa ben bunu bir yerden tanıyorum, ama nereden!“ diye sorar içinden ve doğal olarak da bakışları onun üzerinde sabitleşir. Durumu fark eden Türk yarbayı, gülümseyerek sorar kendisine;

-Hayrola, niye öyle dikkatlice bakıyorsun?

İrkilip kendine gelen PDK’li yetkili mahcup bir vaziyette;

-Kusura bakmayın, sizi sanki bir yerlerden tanıyormuşum gibi geldi bana. Nereden tanıdığımı bir türlü çıkaramadım. O yüzden gözlerimi bir türlü ayıramıyorum sizden. Yanılıyor muyum acaba?

Türk yarbay yine gülümseyerek;

-Yok yanılmıyorsunuz. Tanışıyoruz tabii. Hem de çok iyi tanışıyoruz. Ben PKK kadrosuyken siz de PDK heyeti ile birlikte Qandil’e gelmiştiniz. PKK heyetinde ben de vardım. Nasıl unutursunuz? Aramızda meseleleri birlikte oturup müzakere etmiştik.

Abdullah Öcalan’ın Türklerin adamı olduğu fikri o sırada kafamda çok net olmasına rağmen (üstelik bu olayı anlatan kişi sözüne itibar edilir bir kişiydi) içimden, bu kadarı da fazla diye düşünmüştüm. Türk devleti on binlerce Kürdün ve Türkün hayatına mal olan böyle bir şeye nasıl cesaret edebilir, ortaya çıkarsa bunun hesabını nasıl verir? diye düşünmüştüm içimden. Bu yüzden de, döne döne sordum PDK yetkilisine;

-Bir yanlışlık olmasın? Bu olayın yaşandığından ne kadar eminsin?“ diye. Çok ısrar edince PDK yetkilisi bana dönerek;

-Kesinlikle eminim çünkü o heyette ben de vardım. Olay gözlerimin önünde cereyan etti, dedi.

İkinci olay: 2003’te Irak’ta Baas rejiminin yıkıldığı günlerde Almanya’nın Hannover kentinde bir Cafe’de benim de aralarında bulunduğum bir grup Güneyli ve Kuzeyli Kürdün oturduğu bir masada PDK mensubu eski bir pêşmerge komutanının anlattığı olay da bir o kadar ilginçti...

-Abdullah Öcalan Şam’dayken zaman zaman Güney Kürdistan’a gelir Mesut Barzani’yle görüşürdü. Bir defasında bir Türk yüzbaşı onu TC üzerinden Halil İbrahim kapısına getirdi, perșmerge de onu alarak Barzani’nin yanına götürdü. Görüşme bitince yine aynı peșmerge komutanı onu İbrahim Halil gümrük kapısına götürüp orada bekleyen Türk yüzbaşısına teslim etti.

Eski peşmerge komutanı bu olayı anlattığında benim aklıma hemen üç yıl önce PDK yetkilisinin anlattığı olay geldi. Biri birini tamamlayan anlatımlardı. Buna rağmen tıpkı birincisi gibi peşmerge komutanının bu anlattığına da ilk anda inanmakta güçlük çekmiştim. Bu yüzden péșmerge komutanının da yakasını bırakmamış, döne döne kendisine aynı şeyi sormuştum:

-Bu anlattığın olayın doğru olduğundan ne kadar eminsin? Sonunda peşmerge komutanı bana baba şunu söyledi:

-Seni çok iyi anlıyorum. Şüphesiz anlattığım olay kolay inanılacak gibi değil, ama kesinlikle doğru; çünkü Öcalan’ı İbrahim Halil kapısında Türk yüzbaşıdan teslim alarak Mesut Barzani’nin yanına götüren de, daha sonra onu alıp aynı kişiye teslim eden de bendim. Bu anlattığım olaya inanıp inanmamak artık senin bileceğin şey.

On yıl sonra Cumhurbaşkanlığı döneminde Turgut Özal’ın MİT’le ilişkisini düzenleyen Fevzi İșbașaran Türk basında yayınlanan bir söyleşisini okuduğumda kafamda taşlar nihayet yerli yerine oturmuştu. İşbaşaran söyleşide, Özal’ın Güney Kürdistan’a gidip Abdullah Öcalan’la görüştüğünü söylüyordu.

08.06.2014

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.