Direkt zum Inhalt
Submitted by Rêvebir on 2 July 2013

Genel bir tasvirini önceki yazıda(*) vermeye çalıştığım Avrupai Türkler, MİT-Öcalan mutabakatından en çok etkilenen gruplardan biridir. Bu etkilenme, temelde, söz konusu mutabakatın Türkiye Cumhuriyetinin inşa yıllarında kurulan bazı dengeleri sarsmasından kaynaklanıyor. Aşağıda bu dengeleri ve söz konusu mutabakatın bunları nasıl etkilediğini özetlemeye çalıştım. Yazı biraz uzadı. Yaz sıcağında fazla göz korkutmasın diye soluklanmaya yarayacak bazı ara başlıklar ekledim. Buna rağmen yazının tümünü okumayı göze alamayacak okurlar sadece siyaha boyanmış yerlere bakarak içerik hakkında genel bir fikir edinebilirler.

Avrupai Türklerin Azınlık Olarak Kuruluşu

Türkiye’nin kuruluş döneminde oluşmuş ve şimdiye kadar fazlaca tartışılmamış dengelerden biri, ağırlıkla Avrupai Türklere dayanan, emperyalizmle işbirliği içindeki bürokrasi ve (yeni doğmakta olan) burjuvazinin öncülüğünü yaptığı azınlık benzeri bir toplumsal grubun Asyatik Türkler ile Kürtler üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir. Türkiye uzun süre bu azınlık yönetimiyle idare edilmiştir.
Esasen bu Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Emperyalizmin I. Dünya Savaşı öncesinde geliştirdiği bir stratejiye dayanır ve kabaca azınlık yönetimler eliyle yönetmek olarak tarif edilebilir.
Ortadoğu’da yakın zaman öncesine kadar geçerli olan düzeni yerleştirmiş olan Sykes-Picot Anlaşması bu anlayış üzerine kurulmuştur. Buna göre, Ortadoğu çok sayıda yeni devlete bölünecek, ancak bu devletlerin yönetimi mümkün olduğu ölçüde azınlıklara devredilecekti. Azınlık yönetimleri iktidarlarını koruyabilmek için emperyalist devletlere bağımlı kalacaklarından, Batılı güçler yeni kurulacak devletleri görece kolay bir şekilde kontrol edebilecekti. Nitekim bu stratejiye uygun olarak Irak’taki yönetim, çoğunluğu oluşturan Şii Araplara değil, azınlıktaki Sünni Araplara verildi. Keza, Suriye’deki iktidar koridorlarında da çoğunluğu oluşturan Sünni Arapların değil, azınlıktaki Nusayrilerin etkinliği arttırıldı.
Biraz farklı bir yoldan gidilmekle birlikte, Türkiye’de de benzer bir durum oluştu. Farklılık, Türkiye’de yönetimi ele geçiren Kemalistlerin, kelimenin bildiğimiz anlamında tek bir etnik veya dini azınlığa mensup olmayıp, farklı etnik gruplardan devşirilerek geleneksel kimlikler karşısında (esas olarak Türklerle Kürtlerin oluşturduğu çoğunluk karşısında) adeta yeni bir etnik grupmuş gibi kurulmalarıyla ilgilidir. Geleneksel kimliğin karşısına dikilen yeni “Türk” kimliği, o yıllarda, yeni oluşmakta olan bir etnik azınlığın kimliği görünümündeydi. Çoktandır popüler hale gelmiş bir anlatı bu durumu gayet güzel özetler. Anlatıya göre, Cumhuriyetin başlangıç yıllarında köylünün birine gururla Türk olduğunu anlatan bir Kemaliste köylü, “Estağfrullah Beyim, biz Müslümanız,” mealinde cevap verir. Bu anlatımdaki Kemalistin eski etnik mensubiyetinin (Bulgar, Türk, Boşnak, Kürt, Rumen, Aranavut veya Makedon) bir önemi yoktur. Onlar artık yeni bir etnik grupturlar. Yeni, azınlıkta ve yöneten bir etnik grup. Emperyalist devletlerle işbirliği içinde çoğunluğu yöneten azınlık modeli Türkiye’de işte bu yolla kuruldu.
Elbette oluşum Türkiye’ye özgü değildi. Örneğin, İran’da da genel hatlarıyla buna benzeyen bir süreç yaşandı. Nitekim bu modeli yıkan ilk ülke de İran oldu. Ne yazık ki yıktığından da beter bir modelle değiştirerek. Günümüzün her derde deva sözü “Arap Baharı”, değişik unsurlar içerse de her şeyden daha çok bu eski modeli İran’dakiyle aynı doğrultuda yıkmak isteyen Arapların mücadelelerini anlatır. Ama bu ilişkiyi anlatmak başka bir makaleye kalsın. Biz tekrar Türkiye’ye dönelim.
Türkiye’nin kuruluşundaki bu oluşum, Cumhuriyet Türkiyesinin üzerinde fazla tartışılmamış şifrelerinden birini oluşturur. Oluşum, genel hatlarıyla özetlenirse, bazı iç ve dış dengelere ve mekanizmalara dayanır. Dengenin dış ayağını yukarıda özetledim; çoğunluğu oluşturan geleneksel kimlikler karşısında Batılı emperyalistlerle yapılan işbirliğince belirlenir.
İç ayakları ise biraz daha karmaşıktır. Öncelikle yeni inşa edilmekte olan “Türk ulusu”na insan devşirecek, yani yeni azınlığın sosyal zeminini genişletecek sistemlerin kurulması gerekmiştir. Bunların en önemlileri, Kemalist eğitim sistemi ve Ordu’dur. Bu iki kurum, bir fabrikanın işleyişi gibi, bir ucundan geleneksel sektörlere mensup insanları almakta, şiddet ve indoktrinasyonla öğütüp yoğurduktan sonra diğer ucundan yeni etnik Türk kimliğine değişik düzeylerde entegre edilmiş insanlar olarak piyasaya salmaktadır. Türkiye’de Ordu’nun siyasal, sosyal ve kültürel yaşama müdahalesi genellikle onun darbeci faaliyetleri ekseninde tartışılmıştır. Oysa bu analiz, Ordu’nun anılan fonksiyonu hakkında fazla bir şey söylemez. Ordu’nun en önemli toplumsal ve kültürel işlevi, onun yeni ulusun kurucu fabrikalarından biri olarak işlemesidir. Bu fabrika sayesinde, kendi köyünün dışına pek çıkmamış, geleneksel kimliklerden bir veya birkaçına mensup, Müslüman bir Mehmet, askere alınıp iki yıl boyunca dayağın ve küfürün eşlik ettiği bir indoktrinasyondan geçirildikten sonra, köyüne genellikle Türkleşmiş bir Müslüman olarak dönmüştür.
Geleneksel kimliklere Türklük aşısı yapılarak oluşturulan bu yeni tipoloji, Asyatik Türklerin ideolojisini oluşturan Türk-İslam sentezinin sosyal maddesini oluşturmaktan başka, Kemalist rejim açısından tehlike arzeden komünizm, anarşizm, Kürt hareketi, solculuk, liberalizm gibi “tehlikeli” akımlara (ki neredeyse hepsi sosyalist bir söylem kullanmışlardır) karşı Kemalist yönetimin başvurduğu gericiliğin ve kıyıcılığın insan kaynağını da meydana getirmiştir.
Bu işbirliğini -ki zirvesini 12 Eylül ile Hizbullah-JITEM işbirliği oluşturur- mümkün kılan şey, esas olarak Komünizm tehdidi ve Soğuk Savaş’tı (Hizbullah-JİTEM örneğinde Kürt hareketinin oluşturduğu tehdit). Nitekim bunlar ortadan kalkınca, geleneksel kimliklerin asıl patronu olma iddiasındaki Asyatik Türklerin önderleri, Avrupai Türklerin kontrolündeki kitleyi yavaş yavaş geri aldılar (Bin Ladin-Amerika ayrışmasının Türk versiyonu). Bu iktidar kavgası, uluslararası koşulların da el vermesiyle esas olarak 2000’li yılların başlarında Asyatik Türkler lehine sonuçlandı.
Elbette askerden evine sadece Türkleşmiş Müslümanlar dönmedi. Modernist, laik, Batıcı bir Türk olarak dönenler de oldu. Ama geleneksel malzemeden bu tür modernist Türkler türetmek, esas olarak sivil Kemalist eğitim kurumlarının ve diğer bürokratik aygıtların işi olarak kaldı. Bu kurumlarda yeterince rendelenenler, kural olarak milliyetçi, laik, modernist ve Batıcı Türkler olarak şekillendiler. Avrupai Türklerin sosyal tabanının genişlemesi esas olarak bu şekilde sağlanmıştır. AKP’nin, iktidarını sağlama alır almaz okul sistemiyle oynamaya başlamasının temelinde de bu ilişki yatar. Bu okullarda artık Avrupai Türkler değil, Asyatik Türkler yetiştirilecektir. İktidar kanadından sık sık duyduğumuz “Bundan böyle dindar nesiller yetiştireceğiz,” yolundaki sözler bunu anlatır.

Alevilerin Kemalistlerce Arkalanması

Sosyal tabanındaki genişleme, Avrupai Türklerin çekirdeğinde duran Kemalist bürokrasiyle büyük burjuvazinin sorunsuz biçimde Türkiye’ye egemen olabilmelerine yetmemiştir. Bunun için geleneksel Türk kimliği, Aleviler ve Kürtlerle ilgili bazı ek düzenlemeler ve mekanizmalar gerekmiştir.
Birincilerle ilgili olarak yapılan en önemli düzenleme, geleneksel dini kurumların yasaklanarak din işlerinin Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanması olmuştur. Kamusal alanlarda dinin ve geleneğin etkisini sınırlayıp Cumhuriyetin sembolik egemenliğini sağlama yönündeki uygulamalar, diğer bir tedbir manzumesini meydana getirir.
Alevilere gelince, Kemalist laisizm, Aleviliği yasaklamış, fakat karşılığında onlara, pogrom tehdidini azaltan bir güvenlik ortamı sunmuştur. Tehdidi yok eden diyemiyoruz; çünkü 1970’lerin sonlarında gerçekleştirilen Maraş ve Çorum katliamlarında görüldüğü üzere, Kemalist rejim, iktidar mücadelesi gerektirdiğinde Alevilere karşı pogromlara devam etti. Bununla birlikte pax-Kemalanın egemen olduğu Cumhuriyetin ilk elli yılında Türk Alevilerine karşı pogrom uygulanmadığı da bir gerçektir.
Yeni düzenin bu özelliğini fark eden örgütsüz Aleviler, geleneksel Sünni tehdidini, iktidardaki azınlık rejimine yaklaşarak dengelemeyi rasyonel bir varoluş stratejisine dönüştürdüler. Bir diğer deyişle, kitlesel kırım tehdidinden bir ölçüde uzak yaşamanın bedeli olarak inançlarını gizlice ifa etmeye razı oldular. Buna, Kemalist azınlığın Alevileri arkalaması adını verebiliriz.
Bu ilişkiye arkalamak diyoruz, çünkü gördüğümüz şey, eşitler arası bir ittifak veya işbirliği ilişkisi değildir. Kemalist yönetim, Alevileri asla işbirliği yapılacak eşit bir partner olarak görmemiştir. Tersine Sünni geleneğe sadık kalmış, Alevileri sistemli ve inatçı bir şekilde dışlayıp asimile etmeye çalışmıştır. Örneğin, Alevilerin köylerine cami yaptırmış, çocuklarını Sünni tedrisat çerçevesinde din eğitiminden geçirmiştir. Alevileri, Ordu’nun ve diğer güvenlik kurumlarının yönetiminden uzak tutmuştur. Bürokraside ve iş hayatında da aynı ayırımcı politikayı sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilk elli yılında devlet eliyle palazlandırılan büyük iş adamları arasında Alevi yok gibidir. Alevilerin büyük iş adamları arasında görünmeye başlamaları, toplumsal ve iktisadi yapının devlet tarafından kontrol edilemeyecek kadar kompleks bir nitelik kazanmasından sonraki döneme denk gelir. Bürokrasi alanında da durum farklı değildir. Kazara müsteşar veya genel müdür makamına yükselmiş bir Alevinin –ki genellikle dört başı mamur bir oportünizm veya takiye sayesinde mümkün olur- bu makamdaki ömrü, kural olarak, Sünni bir rakibi tarafından Alevi olduğu gerekçesiyle gammazlanmasına kadar sürebilmiştir.
Fakat bütün bu sistematik dışlama ve yok etme siyasetine rağmen, Kemalist rejim, Alevilerin ileri gelenlerini küçük jestlerle satın alarak ve sıradan Alevilerin geleneksel Sünni korkularını değişik mekanizmalarla besleyerek Türk Alevilerini arkalamayı başarmıştır.
Aynı formül Kürt Alevileri için de işletilmek istenmiştir. Özellikle Cemal Bardakçı’nın Elazığ valiliği döneminde bu yönde ilginç girişimler yapılmıştır. Fakat 1938’de gerçekleşen soykırıma kadar Dersim’in egemenleriyle Kemalist yönetim arasında arzulanan düzeyde bir yakınlaşma sağlanamamıştır. Dersim Alevilerinin de Türk Alevilerinin izlediği çizgiye getirilmeleri/gelmeleri, esas olarak soykırımdan sonra ve onun sayesinde mümkün olmuştur. İslamcılara, Alevi Türklere ve Sünni Kürtlere karşı dışlama, bastırma ve en uç noktada katliam politikası uygulayan Kemalist rejimin, Kürt ve Alevi kimliklerinin üst üste düştüğü Dersim’e karşı soykırımı da repertuvarına eklemesi, Kemalist rejimin değişik sosyal ve kültürel kimliklerle kendisi arasına koyduğu mesafeyi anlamak bakımından iyi bir göstergedir.

Sünni Kürtlerin Dengedeki Yerleri

Sünni Kürtlere gelince, bunların bir kısmı Ermeni soykırımına aktif biçimde katıldıkları veya katledilen Ermenilerin mallarına el koydukları için başından beri Kemalist güçleri bir koruyucu olarak görmüşlerdir (Buradan, Alevi Kürtlerden de bu tür işler yapan insanlar olmadığı sonucu çıkmasın. Fakat bunlar Sünni Kürtlerle kıyaslandığında daha küçük orandadır). Kemalist hareket, bunlara ve Müslümanların birliği düsturunu diğer her türlü ilkenin önünde tutan diğer bazı Kürtlere yaslanarak Sevr Anlaşması’yla ortaya çıkan tehlikeli durumu savuşturmuş, dönemin yeni canlanan modern Kürt milliyetçi hareketini ezmiştir.
Fakat dışarıdan Kemalist orduların, içeriden ise kökleri II. Abdülhamit’in politikalarına (Hamidiyecilik) uzanan bu iki gücün yarattığı kuşatmaya rağmen Sünni Kürtlerin belli kesimleri, milliyetçi Kürt aydınlarının da katkılarıyla Avrupai Türklerin azınlık yönetimine karşı direnmeye devam etmişlerdir. Bu direniş, özellikle “Şark Islahat Planı” çerçevesinde Kürdistan’daki geleneksel egemen sınıf ve tabakaları sindirme politikalarının yürürlüğe konulmasıyla genişlemiş (Bu aşamada Hamidiyeci Kürtlerin bir kısmı da direniş saflarına katılmıştır) ve yer yer silahlı biçimler alarak 1930’lara kadar sürmüştür. Dersim’deki soykırım, Sünni Kürtlere uygulanan bu ezme ve sindirme politikasının başarıya ulaşmasıyla mümkün hale gelmiştir.
Dikkat edileceği üzere Avrupai Türklere dayanan Kemalist rejimin başarısının arkasında yatan etkenlerden biri, karşısına aldığı geleneksel Türk ve Kürt kimliklerini bölerek aralarında birliğin oluşmasını engelleyebilmiş olmasıdır. Normal olarak, Kemalistlerin öldürücü tehdidi altında yaşayan bu grupların kendi aralarında birleşerek direnmeleri beklenir. Fakat böyle olmamıştır. Sadece Türkiye’nin değil tüm bölgenin en modern örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki’nin tecrübesine, örgütçülüğüne, kadro gücüne, entelektüel donanımına, politika yapabilme kabiliyetine vb. dayanan Kemalist hareketin karşısındaki geleneksel güçleri manipüle etmesi, bölmesi ve giderek birbirine düşürmesi zor olmamıştır.
Kemalizmin karşısındaki güçlerden geleneksel Türk kimliğine yaslanan muhalifler, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, Kürtler söz konusu olduğunda, kural olarak birlikten kaçan bir tavır takınmışlardır. Yer yer Kemalistleri destekleseler bile ilgisizlik baskın tutumları olmuştur. Cumhuriyetin ilerleyen dönemlerinde ise, yukarıda özetlediğimiz gibi, söz konusu kitle Türk-İslam sentezinin ana toplumsal maddesine dönüşmüş ve böylece Kürtlere karşı Kemalist iktidarın asker kaynağını oluşturmuştur.
Kürtler cephesinden böyle bir birlik sağlamaya yönelik bazı adımlar daha çok Sünni Kürtlerden gelmiştir. Örneğin, Azadi örgütünün liderlerinden Yusuf Ziya Bey’in 1924’taki Beytüşşebap isyanı öncesinde Türk muhaliflerle birlik oluşturmak amacıyla İstanbul’da bazı görüşmeler yaptığını biliyoruz. Ancak bu görüşmelerden somut bir işbirliği çıkmamıştır.
Bir diğer deneme Şeyh Sait ayaklanmasının hemen öncesinde ve ayaklanma esnasında yapılmıştır. Hareketin öncü kadroları İstanbul’daki Türk muhalefetiyle birleşebilmek için çaba göstermiştir. Israrla dinci bir söylem kullanmalarının arkasında yatan nedenlerden biri de böyle bir birliğin imkanlarını arttırma düşüncesidir. Ancak bunlar hiçbir sonuç vermemiştir.
Aynı dönemde Dersimli Kürt Alevilerle birleşme yönündeki girişimler ise sadece bireysel veya ailesel ölçeklerde başarı sağlamıştır. Nitekim Sünni Kürtlerle işbirliği yapan bazı Alevi Kürtler, ayaklanma bastırıldığında Elazığ ve Diyarbakır’da idam edilmişlerdir. Fakat Aleviler, kural olarak bu ayaklanmanın dışında kalmıştır. Genel tutum böyle olmakla birlikte, geleneksel Alevi-Sünni çekişmesinin aşiretler arası çatışmalarla üst üste düştüğü bazı durumlarda, Alevi Kürtler, ayaklanan Sünni Kürtlere karşı Kemalist yönetimle işbirliği halinde hareket etmiştir.

Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi, Kemalist rejim, gerçekte bir tür etnik azınlık yönetimi gibi kurulmasına rağmen, Alevileri büyük ölçüde arkaladığı, Kürtler arasındaki geleneksel bölünmeleri beslediği ve geleneksel Sünni Türkler ile Sünni Kürtlerin birleşmelerini engelleyebildiği için Türkiye’yi uzun yıllar yönetmeyi başarmıştır. Bu, Cumhuriyet Türkiyesinin pek de gizli olmayan bir sırrıdır.

MİT-Öcalan Mutabakatının Kuruluştaki Dengelere Etkisi

MİT-Öcalan mutabakatı, bu sırrın arkasında yatan dengeleri bozacak bir içerik taşıdığı için Avrupai Türkleri ürkütmektedir. Çünkü bu mutabakat, Öcalan’ın Newroz konuşmasında açıkça ifade ettiği üzere, Kürtleri, devletle mücadele eden bir güç olmaktan çıkarıp, Sünni İslam kardeşliğine dayanan yeni-Osmanlıcı bir program çerçevesinde iktidardaki Asyatik Türklerin Ortadoğu’ya yayılması eyleminin destekçisi haline getirmeyi öngörmektedir. Bu açıdan, Öcalan’ın yapmak istediği şey, Kürtleri, iktidarın ezdiği bir diğer grupla birleştirerek ezilen grupların soluk almalarını kolaylaştıran bir ittifak yapmak değildir. Tersine, Kürtleri iktidarın arkasına takarak diğer ezilenler üzerindeki tahakküm gücünü arttırmaktır.
Daha önceki yazılarımın birinde Türk devletini Ortadoğu’nun efendisi yapmayı öngören bu tür planların boş hayallerden ibaret olduğunu belirtmiştim. Bu, sadece dış koşulların uygun olmayışıyla ilgili bir durum değildir. Bizzat mutabakatın Kürtler için öngördükleri de böyle bir programın köküne kibrit suyu dökecek cinstendir. Çünkü Türkiye’yi Ortadoğu’da emperyal bir devlet haline getirmenin karşılığı olarak Kürtlere verilmesi öngörülen şey, kocaman bir hiçtir. Mutabakata göre, Kürtlere statü bir yana, dil hakları bile verilmeyecektir; ama Kürtlerden Türkiye’nin emperyal yayılması için savaşması istenecektir! Denklemin kuruluşundaki bu çarpıklık, mutabakatın ne kadar çürük bir zemine dayandığını göstermektedir. Avrupai Türklerin Türkiye çapında eyleme geçmeleri, bu zemine Türkler cephesinden de ağır bir darbe indirmiştir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da hegemonya kurma hayali, Türk ulusunun son eylemlerdeki bölünüşüyle birlikte iyice zora girmiştir. Amerika ve Rusya’nın Suriye konusunda stratejik planda bibirlerine biraz daha yaklaşmaları da benzer etkiler doğurmuştur. Kısacası, burada MİT-Öcalan mutabakatının Avrupai Türklere etkisinden bahsederken bunun mutlaka gerçekleşecek bir mutabakat olduğunu söylemiş olmuyoruz. Sadece böyle bir mutabakatın lafının bile, Türkiye Cumhuriyeti denilen politik bütünlüğü oluşturan ana kütleler arasındaki ilişkileri etkileyebileceğini anlatmaya çalışıyoruz.
Bir varsayım yapalım ve diyelim ki mutabakatın bahtı açık gitti ve Hanefi Türkler ile Şafi Kürtler İslam kardeşliği esasında birleşerek yönlerini Kürdistan’ın diğer parçalarına (Suriye ve Irak’taki parçalar) çevirdiler ve mutabakatta öngörüldüğü üzere sınırları silikleştirip Suriye Kürtleri ile Irak Kürtlerini Türkiye’nin bir parçasına dönüştürdüler. Böyle farazi bir tabloda Avrupai Türklerin durumu ne olacaktır?
Böyle bir tabloda Avrupai Türkler, Sakarya’dan El Haseki’ye, oradan da Süleymaniye’ye kadar uzanan büyük Sünni deryasında yüzmeye çalışan küçük bir tekneye dönüşeceklerdir. O teknenin bu denizdeki ömrünün uzun olmayacağını söylemek ise gereksiz bir laf olur. Mutabakatta öngörülen birlik başarılı bir şekilde inşa edilirse Avrupai Türkler bir daha asla iktidar yüzü göremeyeceklerdir. Daha da önemlisi, Avrupai Türkler bir süre sonra muhtemelen Asyatik Türklerin içinde eriyip yok olacaklardır. Tabii süreç barışçı biçimde ilerlerse. Burası Ortadoğu, bu tür süreçlerin kanlı aşamalar içermesi ihtimali de tümüyle yok sayılamaz. Türkiye’dekine benzer bir süreç şu sıralar Mısır’da yaşanıyor ve dünkü olaylarda 16 kişi öldü bile. İşte Avrupai Türklerin MİT- Öcalan mutabakatına karşı tavrını belileyen şey bütün bu ilişki ve olasılıklar sistemidir.
Dikkat ederseniz, MİT-Öcalan mutabakatı ile Alevilerin ilişkisini ele aldığımız yazıda(**) çizdiğimiz tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Avrupai Türkler için yukarıdaki paragrafta dile getirilen durum, Türk Kürt fark etmez Aleviler bakımından da geçerlidir. Eğer bu mutabakat gerçekleşirse uzun vadede Alevilerin bu coğrafyada yaşama şansı olabildiğine azalacaktır. İlişkinin bu karakteri matematik bir kesinlik taşıdığı için Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki yeni-Osmanlıcı programın kamuoyuna sunulduğunun ertesindeki gün, Türk Kürt fark etmez bütün Alevilerin ve Avrupai Türklerin bu programa karşı direneceklerini yazmakta tereddüt etmedim.
Nitekim şu sıralar olup bitenler, her şeyden çok bu iki toplumsal gruptaki hareketlenmeye işaret ediyor. Aleviler irkilmiş vaziyetteler ve kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Medyada, Taksim direnişi esnasında öldürülen dört kişinin dördünün de Alevi olduğuna dair haberler çıktı. Bu durum, Alevilerin son direnişte tuttukları yer konusunda bir fikir vermesi bakımından dikkat çekicidir. İstanbul’da, Taksim dışındaki en çok ses getiren gösterilerin Gazi Mahallesi’nde yapılmış olması da aynı şeye işaret ediyor. Kürdistan’daki Kürtler arasında Taksim direnişine tek gerçek kitlesel desteğin Dersim’den gelmesi, aynı yöndeki bir başka veridir. Kısacası, Aleviler gidişatı görüyor ve kendi kaderlerine etki edebilmek için yavaş yavaş hareketleniyor. Hükümet de bu silkinmeyi pasifize etmek ve gelişmeyi rayından çıkarmak için şu sıralar Alevileri bölmeye yönelik yeni bir paket hazırlamakla meşgul.

Taksim Direnişinin MİT-Öcalan Mutabakatıyla İlişkisi

Avrupai Türklere gelince, onların kimler olduğunu ve yeni süreci nasıl algıladıklarını Taksim patlamasıyla pratikte görmüş olduk. Piyasada Taksim direnişini analiz etmek amacıyla geliştirilmiş bir çok görüş var. Buların büyük çoğunluğu, bu direnişi, onun bir parçasına eşitleme düşüncesine dayanıyor: Orta sınıf hareketi, post-modern direniş, ayrıcalıklıların eylemi, burjuvaların direnişi vbg. Gerçekte bu tanımların hiç biri hareketi açıklamayamıyor; çünkü hareket başka her şeyden çok bir ulusal harekete benziyor. İçinde burjuvası da işçisi de, modernisti de post-modernisti de, Ergenekoncusu da liberali de, Marksisti de faşisti de.... var. Taksim direnişi, çok yönlü bir fenomen olamkla birlikte, başka her şeyden çok, Avrupai Türklerin yeni bir ulus yaratmaya götürebilecek devinimlerinden biri olarak tanımlanabilir. Karşımızda, kendisi Müslüman olsa da sosyal yaşamın referanslarını Şeriat’tan almak istemeyen ulus-benzeri bir topluğun, Asyatik Türklerin dayattığı programa yönelttiği bir itiraz var. Bu devinimin ileride dört başı mamur bir ulus kurmayla neticelenebileceği gibi soluksuz kalıp bambaşka bir şeye de dönüşebilir. Hareketin hangi yöne evrileceğini kesin olarak bilemeyiz. Fakat Şafi Kürtlerle Hanefi Türklerin Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya doğru çevirme hedefinde birleşmeleri olasılığı yükseldikçe, birinci ihtimalin güç kazanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Buradan kalkarak, Taksim direnişinin, MİT-Öcalan mutabakatının birinci aşamasının sorunsuz biçimde sona erdiğine dair bir izlenimin yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde patlamasının tesadüf olmadığı söylenebilir. Avrupai Türkler bu eylemleriyle, Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin İslam birliği zemininde Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirme niyet ve girişimlerine itiraz ettiklerini deklare etmiş oldular.
Bu manada anlaşılmak kaydıyla, Taksim direnişinin MİT-Öcalan mutabakatına karşı bir boyut içerdiği doğrudur. Ancak bu karşıtlık, PKK-BDP çevrelerinin sunmaya çalıştığı türden bir karşıtlık değildir. Çünkü onlar, özellikle Taksim direnişinin başlangıç günlerinde, bu direnişi Ergenekoncuların barış sürecini boşa çıkarma girişimi olarak lanse ettiler. Hala da ortada sanki gerçek bir barış süreci varmış da Ergenekoncular onu sabote etmeye çalışıyormuş gibi konuşanlar var. Bu tür değerlendirmeler, meselenin küçük bir parçasını onun esası olarak sunmaktan ibarettir. Ergenekoncular elbette bu hareketin içinde varlar ve harekete kendi renklerini vermek için çalışıyorlar. Tıpkı bazı küçük Marksist grupların militan çıkışlarla bu hareketi kendi çizgilerine doğru yönlendirmeye çalışmaları gibi. Ne var ki Taksim direnişinin Ergenekoncu bir hareket olduğu yolundaki iddia, dinci iktidarın kara propagandasından başka bir şey değildir.
Taksim’de direnenlerin ana hedefleri Kürtler değildir. Onlar, muhtemel bir Sünni deryasında iki gün içinde darmadağın olacak bir tekneye dönüşmemek için direnen Avrupai Türklerdir. Bu nedenle ana hedefleri de Kürtler değil, Asyatik Türklerdir. Direnişin içinde, Kürtleri esas problem olarak gören kesimlerin, örneğin Ergenekoncuların varlığı bu gerçeği değiştirmiyor. Kürtler, yeni-Osmanlıcıların gerici fetih programına destek verdikleri ölçüde böyle bir hareketin hedefine dönüşürler. Mevcut durumda ise, bu harekette, Kürt muhalefetiyle çıkar ortaklığı içinde olduklarına dair bir bilinç yavaş da olsa gelişmeye devam ediyor. Taksim direnişçilerinin geçtiğimiz hafta içinde İstanbul ve İzmir’de yaptığı “Lice yalnız değilsin” gösterileri bunun bir göstergesi.
Bu açıdan bakıldığında Avrupai Türklerin direnişini, Kürtlere karşı bir hareket olarak görmek sadece yanlış olmaz, aynı zamanda Kürt hareketini, sırf liderinin tutsaklığından ötürü içine yuvarlanmakla yüz yüze bulunduğu gericilik kuyusundan (yeni-Osmanlıların Ortadoğu’daki yayılmasına destek olma eylemi) uzaklaştırmaya yardımcı olabilecek önemli bir olanağı da tepmek anlamına gelir.
Türkiye’nin mevcut durumunda Avrupai Türkler ve Kürtler, Asyatik Türkler karşısında iki azınlıktır. Artık darbe yaparak Avrupai Türkleri bu durumdan kurtaracak bir ordu da bulunmadığına göre, bu iki grubun çıkarları bundan sonraki süreçte, isteseler de istemeseler de büyük ölçüde paralel yürüyecektir.
Bu durum, esasen kabaca 2005’ten beri, yani Ordu’nun darbe yapamayacağının belli olduğu tarihten beri böyleydi. Nitekim tabloyu daha rahat görebilsinler diye referandum dönemi yazılarımda konuyu şöyle özetlemiştim.
“Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün, Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma düşmüşlerdir.
“Böyle olmasının nedeni, Avrupai Türklerin önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır:
“1-‘Yenildik, yapılacak bir şey yok’ diyerek, iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak.
“2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik Türklerin iktidarını dengelemeye çalışmak.
...
“Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler, Asyatik Türklerin yarım kalmış işlerini tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir. Bundan kuşkunuz olmasın. Öcalan’ın Mustafa Kemal aşkı bile Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha polikasına kurban vermiş bu halkın içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp hararetle destekleyecek bir hayli insan çıkacağı da kesindir.” (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları, 2011, s. 200-201)
Ama Avrupai Türkler bu gerçeği o zaman görüp buna uygun hareket etmediler. Çok küçük bir kesimi Kürtleri anlamaya çalıştı. Büyük çoğunluk Kürtleri kendisine dert edinmedi. Grubun içindeki etkin ve örgütlü kesimler ise, AKP’nin Kürtlere karşı açtığı savaşı kışkırtıp derinleştirerek iki tarafın da güçten düşmesine yol açacağını umdukları bir strateji güttüler.
Ama umdukları gibi olmadı; ne Kürtler yenildi, ne AKP iktidardan düştü. Ve gelinen noktada deniz tükendi. Taksim direnişinin tam böyle bir anda patlaması hem dikkat çekicidir, hem de hayra alamettir. Çünkü Avrupalı Türklerin meseleyi yavaş yavaş idrak etmeye başladıklarını göstermektedir. Ordu’nun darbe yapmasından umudunu kesmiş Avrupai Türkler, kendi göbeklerini kendileri kesmeye karar vermiş görünüyorlar. Sokağa inmeleri bunun ifadesidir. Bir yandan sokağa inerken diğer yandan da Kürtlerin bu mücadelede kendilerine kalıcı bir müttefik olabileceğini idrak etmeye başlıyorlar.
Esasen görmesini bilenler için bu yönlü gelişmeleri Taksim direnişinden önce de tespit etmek mümkündü. Örneğin, bu direnişten yaklaşık bir ay evvel Avrupai Türklerin popüler yazarlarından Ertuğrul Özkök, Kürtlerle Türkler arasındaki problemin en iyi çözümünün “ya dostça ayrılık, ya da federatif bir model” olduğunu yazdı. (bkz. Ertuğrul Özkök, “Işın: ‘Düello mu istiyorsun? Buyur’”, 24 Nisan 2013/Hürriyet. (***)
Kemalist rejimin son otuz yıllık kötülüklerinin ortaklarından biri olan Özkök’ün birden bire Kürtlere bağımsız devlet veya federasyon önerecek kadar hayırlı bir çizgiye gelmiş olmasının nedeni ne olabilir?
Nihayet doğruları görmüş olabilir mi?
Olabilir. Ama neden bugün?
Kürtlerin önüne yağlı bir börek atmak suretiyle “barış sürecini” dinamitlemek amacıyla böyle bir yazı yazmış olabilir mi?
Olabilir, ama bağımsız Kürdistan teklifi biraz fazlaca yağlı bir börek olmuyor mu? Nedir Özkök’ü bu kadar yağlı teklifler yapmaya razı eden şey?
Soruları uzatmak mümkün. Fakat teklifin yapıldığı konjonktürü gözden kaçırırsanız en masumundan en komplocusuna kadar bütün bu sorulara bulabileceğiniz cevaplar sadece yeni sorular doğurur. Bu nedenle gözlerimizi konjonktüre çevirmemiz gerekiyor. Orada ise Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin birleşerek Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirmeleri eyleminin politik gündeme girmesi ihtimali duruyor. Bu ihtimalin ciddileştiğini gören bir Avrupai Türk’ün, Kürtlerin en doğal haklarını kabul ederek onlarla ittifak yolları aramasından daha rasyonel ne olabilir? Yani Özkök’ün davranışında mutlaka bir komplo aramamız gerekmiyor. Çünkü böyle bir strateji kendi mantıki sonuçlarına varırsa, Asyatik Türkleri bir müttefikten yoksun bırakıp zayıflataacağı gibi, Avrupai Türklere de bir müttefik kazandırarak pozisyonlarını daha da güçlendirecektir. Bir diğer deyişle Özkök, üç yıl evvelki makalemde Avrupai Türklere önerdiğim yolun tek çıkar yol olduğunu iş ciddileştikten sonra görmüş olabilir.
Durumun böyle olup olmadığını bilmiyorum. Dahası, şahıs olarak Özkök’ün ve onun gibi düşünenlerin yeni çizgilerinde sebat edip etmeyeceklerini de bilemem. Ancak toplumsal bir grup olarak Avrupai Türklerin önündeki tek yolun Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengelemek olduğunu, üç yıl sonra bugün daha güvenli biçimde ileri sürebilirim. Denklemin kuruluşu böyle olduğu müddetçe, Avrupai Türklerin saflarında Kürtlerin haklarını kabullenme yönünde başka gelişmeler görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Taksim direnişçilerinin Lice’ye destek eylemleri bu türden bir gelişmedir. Kürtler cephesinden yapılması gereken şey, bunu teşvik etmek ve daha bilinçli hale gelmesini sağlamaktır.

Avrupai Türkler İlerlerken Kürt Hareketi Geriliyor mu?

Ne yazık ki Kürtler cephesinden bu yönde ölçülmüş, kararlı ve istikrarlı bir tutum görmüyoruz. Hatta bazı belirtilere bakılırsa Avrupai Türkler olumlu yönde ilerlerken Kürtlerin ters tarafa doğru yürümeye başladıkları bile söylenebilir. Kürt hareketinin saflarındaki önemli bir kitlenin, Avrupai Türklerin olumlu veya olumsuz her eylemini gözü kapalı bir şekilde Ergenekoncuların süreci sabote etme eylemi olarak lanse etmeleri bunun işaretidir. O kadar ki, Taksim direnişi gibi Türk tarihinde görülmemiş nitelikteki bir eylem bile Kürt hareketi tarafından görmezden gelindi. Hatta ilk günlerinde olumsuz değerlendirmelerin konusu edildi. Elbette kaçamak ifadelerle. Bütün Türkiye’de eyleme destek vermemiş dört vilayetin Hakkari, Şırnak, Muş ve Bitlis olduğu yolundaki medyada çıkan haberler bu açıdan dikkat çekicidir. Bütün bu olumsuzlama, görmezden gelme, önemsizleştirme eylemlerinin üstü “biz gaz ve bomba yerken siz neredeydiniz?” türünden siyasette anlamı olmayan söylemlerle örtülmeye çalışıldı. Bunlar geriye doğru gidişin işaretleri.
Peki neden?
Durumu kavrayamamaktan kaynaklanan geçici bir tekleme olabilir mi?
Olayın bir teklemeyle açıklanabileceğini sanmıyorum. Doğrudur, Taksim direnişi birçokları açısından beklenmedik bir olaydı. Bu nedenle Kürt hareketinin de başlangıçta durumu anlamakta zorlanması anlaşılır bir şeydir. Hele son otuz yıldır bu topraklarda kendileri dışında dişe dokunur bir direniş hareketi göremeyen PKK yöneticilerinin, bu pozisyonlarının yol açtığı kendileri dışındaki her direnişe tepeden bakma tavrını artık içselleştirmiş oldukları gerçeğiyle bir arada düşünülürse. Buna rağmen, bütün olup bitenleri, beklenmedik bir durumu anlayamamanın geçici şaşkınlığıyla açıklamak ikna edici değil. Direnişe karşı Kürt hareketi saflarında şahit olduğumuz dayanıklı soğukluk, bunun ötesine giden bir direnişe işaret ediyor. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bugün bile aynı soğukluğun hissediliyor olması, açıklanmaya muhtaç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
En yaygın izah tarzı, Kürt hareketinin, Taksim direnişinin “barış süreci”ni sabote etmek için Ergenekoncular tarafından tezgahlanmış olduğundan kuşkulandığı için direnişe şüpheyle yaklaştığı yolundadır. Bu izahta bir gerçek payı vardır. Yani, Ergenekon komplosuyla ilgili kuşku, Kürt hareketini Taksim direnişi karşısında bir dereceye kadar tedirgin, şaşkın ve hareketsiz bırakmıştır. Fakat tek sebebin bu olduğuna inanmak zordur. Eğer öyle olsaydı direnişin Ergenekonla ilgili bir şey olmadığının anlaşılmasıyla birlikte Kürtlerden bu direnişe tam katılım sağlanırdı. Oysa Dersim dışında böyle bir katılım yok ve Dersim’deki katılım da PKK-BDP’nin çabasından ziyade bölgenin Alevi olması ve sosyalist akımların bölgede hala belli ölçülerde varlıklarını sürdürmeleriyle ilgili bir durum.
Dolayısıyla başka faktörlere göz atmamız gerekiyor. Kendi payıma en az iki faktör sayabilirim. İlk faktör, Kürt hareketinin kendi politikasının sınırlarını cezaevindeki bir tutsağın sınırlarına hapsetmeyi kabul etmiş olmasıdır. O sınır çok dardır ve Taksim türünden gelişmeler yaşandığında manevra yapma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır.
Kürt hareketi, politikasının sınırlarını bir cezaevinin sınırlarına hapsetmeye devam ettiği müddetçe bundan sonra da eline geçecek politik fırsatları doğru veya etkili biçimde kullanamayacaktır. Çünkü kafanızı kendi elinizle bir hapishaneye soktuğunuzda, bütün yumurtalarınızı o cezaevinin gardiyanı olan Erdoğan’ın sepetine koymuş olursunuz. Yumurtalarınız Erdoğan’ın sepetinde duruyorken diğer sepetler otomatikman manevra alanınızın dışına çıkar. Böylece, dünya ölçeğinde örgütlü bir hareket olmanıza rağmen Taksim direnişi gibi Türkiye’yi sarsan bir olayı dahi elinizi böğrünüzde bağlayarak seyretmek zorunda kalırsınız.
İkinci faktör ise, Kürt hareketindeki gelenekselci reflekstir. Buna Sünni refleksi de diyebilirsiniz, çünkü kültürel planda Sünniliğin değerleriyle paralel yürümektedir.
PKK yönetimi, söz itibarıyla da olsa, bir süre önce Taksim’e ilişkin destek tavrını ilan etti. Ama PKK tabanı buna rağmen Taksim direnişine kitlesel bir destek sunmadı. Bu geri duruşun bir kısmının Hükümete verilmek istenen “mutabakata sadığız” mesajıyla ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil. “Biz bomba yerken siz neredeydiniz?” şeklindeki duygusal tepkileri de bir faktör olarak sayabiliriz. Yine de geleneksel kültürel kodlara epeyce bağlı bir tabanın, kendisini Taksim’le sembolize olan modern, hatta post-modern yaşam tarzlarıyla özdeşleştirmekte hissettiği zorluğu anmazsak tabloyu eksik bırakmış oluruz. Daha açık bir şekilde yazmak gerekirse, PKK kitlesinin en azından bir bölümü, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kapışmada kendilerini kültürel olarak ikincilere yakın hissetmektedir. Bu nedenle Avrupai Türklerin eylemi, Kürt hareketi safalarında MHP’dekine benzer sorunlar yaratmaktadır. MHP’nin durumunu bu yazının birinci bölümünde özetlemiştim. Kürt hareketinin sorunu ise, hareketin omurgasını kültürel planda Avrupai Türklerinkine benzer değerler taşıyan kadrolar oluşturuyorken, hareketin tabanın Asyatik Türklerin kültürel kodlarına yakın duran kitlelerden oluşuyor olmasıdır. Dün fazla sorun çıkarmayan bu terslik, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kültürel kodlar üzerinden yürüyen savaş keskinleştikçe Kürt hareketinde de iç gerilim yaratmaya başlıyor. Taksim’e karşı kitlesel dirençten anlaşılıyor ki Kürt hareketinin saflarındaki Sünni refleksi artık reel bir siyaset faktörüdür.

Bu durumda bize kalan, üç yıl önce Avrupai Türkler için yazdıklarımızı bu kez Kürt hareketi için tekrarlamak oluyor: Türkiye hızlı bir cemaatleşmeye doğru gidiyor. Bu koşullar altında Avrupai Türkler, Kürtler, Müslüman olmayan azınlıklar ve Aleviler artık Türkiye’deki Asyatik Türklerin iktidarından muzdarip birer azınlık pozisyonundadırlar. Erdoğan’ın, kendisini destekleyen % 50’lik payı kemikleştirmeye yönelik provokativ bir politika izlemesine ve Polis aygıtına yeni yatırımlar yapmasına bakılırsa bu durumun daha uzun yıllar sürmesi ihtimali vardır. Dolayısıyla azınlıktaki gruplar ya gerçek hayattaki bu ilişkinin gereklerine uygun davranıp Asyatik Türklere karşı herkes için yaşam alanı sağlayacak demokratik bir işbirliği geliştirirler, ya da Asyatik Türklerle tek tek hesaplaşmayı tercih ederek kötü kaderlerine razı olurlar. Dünün efendileri olan Avrupai Türklerin bu gerçeği yavaş yavaş görmeye başladığı bir dönemde, Kürt hareketinin, sırf lideri tutsaktır diye bundan yan çizmeye başlaması veya gelişmeye ayak uyduramaması tarihin ironisi olsa gerek.
2013-07-02

----------------------------------

(*) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10917-2013-06-22-16-06-…
(**) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10557-2013-06-03-12-14-…
(***) Yazının internet adresi şöyle: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23120048.asp?utm_source=hurriyet&ut…

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.