Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 11 Mai 2012

Abdurrahman Dürre yıllardır Kürd Ulusal Mücadelesi içinde bilinen bir şahsiyettir. Hatta bazen konuşurken heyecana gelir bağırır sağa sola tükürükleri sıçrar. Yurtseverliğinden kimse şüphe etmez. Şimdi soruyorum: Milli Birlik Komitesine bağlı çalışan Dürre neden “maskesi’’ 1971’de düşmesine rağmen halen Ulusal Mücadele içinde yer alır?
Anılardan Fışkıran Kürd Ergenekon’u
Yaşı ilerlemiş insanlar deneyim ve birikimlerini anılar adı altında biz okuyuculara aktarırlar. Böylesi kitapları okumak bana açıkçası zevk veriyor. Yakın geçmiş ile ilgili birçok bilgiye sahip olursun, tanımadığın ancak ismini duyduğun birçok şahsiyeti bu şahısların kaleminden tanıma fırsatını yakalar, birçok bilgiyi de ilk ağızdan öğrenme şansına erişirsin.
Anı yazmak çok önemli, hele gelecek kuşaklara bilgi aktarmak amaç ise doğru bilginin aktarılması ayrı bir önem kazanır.
Bizim siyasetçilerimiz, çınarlarımız, daha doğrusu bizden birkaç kuşak öncesi aydınlarımız anılarını yazarken takındıkları ortak bir tutum var. Her nedense bizlere kendilerinin ne kadar önemli olduklarını ve çok önemli kişilerle arkadaşlık yaptıklarını, yol arkadaşlarının ise ne kadar kötü olduğunu yazıp, günah çıkarmak, öz eleştiri yapmak yerine başarısızlıklarının sorumluluğundan bir şekilde sıyrılmaya çalışırlar.
Mehdi Zana’nın anılarını okurken Kürdistan’ı bilmezsek, süreci bilmezsek yabancı bir okur olursak kitabın sonunda Kürdistan’da Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin sosyalizmle taçlandırılarak devrim olacağını düşünürsünüz. Mehdi’nin kitabı böyle bir beklenti yaratır.
Kemal Burkay’ın anılarında tüm yol arkadaşları kötüdür. Mümtaz Kotan’ın anıları ise evlere şenlik. İnsanın aklına neden bu kadar kötü yol arkadaşları ile yol aldıkları sorusu ister istemez geliyor. Örneklerle devam edelim:
İlk örneğimiz Naci Kutlay'ın kitabı olsun…
İtiraf etmek gerekirse okuduğum tüm anı kitapları içersinde en elle tutulur, en gerçekçi kitap. Bu nedenle bu kitabı önemsiyorum. Birinci basıksı 1988 yılında Avesta Yayınları tarafından basılan “Anılarım” adılı kitabında yazar, her ne kadar çocukluğu ile başlamış ve konuları karıştırarak yazmışsa da önemli bir kaynak. Naci Kutlay kitabında zaman zaman mütevazı, zaman zaman da ailesine eleştirel bakan bir yazar görüntüsünde. Naci Kutlay kitabının birçok yerinde Kürtçe Türkülerden söz eder. Ancak Kürdçe nasıl bir “türkü” olur diye sorgulamaz (Sayfa 23).
Nuri Dersimi’nin (Baytar Nuri) Kürdistan Tarihinde Dersim kitabını "hem zevkle okudum hem de korkuyla. Kitabın sonundaki 'Hitabenin' üslubunu şimdi yadırgamama karşın o zaman hoşuma gitmişti” (Sayfa 44). Sormak lazım, şimdi neden yadırgıyor. Değer yargıları mı değişmiş Sayın Kutlay’ın Nuri Dersimi’nin Kürd gençlerine hitabı hâlâ da Kürd gençlerini heyecanlandırıyor.
Nerdeyse bütün Kürd aydınlarının ortak yanı, anılarında Sait Elçi var ve hepsine de Berzan’nin egemenliğindeki Kürdistan parçasına geçme teklifi yapmış ve hepsi de Elçi’yi ret etmiş. “Saat 15.30-16.00 sıralarında muayenehaneme yeniden uğradı Sait elçi, bir kez daha önerdi ve ben yine olumsuz yanıt verdim”. (sayfa 95) İnsan inanamıyor, çünkü güya Kutlay, sosyalist, Elçi ise milliyetçi. Milliyetçi biri neden Güneye gitmeyi bir sosyaliste önersin? Neyse Taraflardan biri yok ki teyit ettirelim. Kutlay arka sayfada Sait Elçi’nin öldürülmesini anlatır. Musa Anter anılarında Mit yetkililerinin mezarı açtıklarını ve resimlerini kendisine gösterdiklerini söylüyor. Doğru mu?
Olay karışık mı karışık. Musa bey içerde MİT yetkilileri O’na bunları neden, niçin ve nerde iletiyorlar. Neden Musa beye özel olarak duyuruluyor. Neyse burada işler biraz karışıyor (sayfa 96) hem de ne karışıyor. Sayın Kutlay, Musa beyin tutuklu olduğu hapishanede Sait Elçi’nin Merkez Komitesi’nden insanlar var. Neden resim çekmişlerse Musa Anter yerine onlara göstermiyorlar?
Musa Anter “Hatıralarım” kitabında hiç de bana resim gösterildi demiyor. Bir MİT sorgusunda Diyarbakır MİT Başkanı Hava Albay Faik de benden aynı şeyi sordu. Bilmediğimi söyleyince, kendisinin bana anlatacağını söyledi bana “teşkilatımız gidip Elçi ile Begé’nin mezarlarını açtı ve fotoğraflarını çekti” dedi. Burada Namı diğer Apé Musa hiç de bana resim gösterildi demiyor. Diyemez de, çünkü Resim değil MİT tarafından direk cezaevinden alınıp güneye geçirildiği, mezarları açıp orada kendisine gösterildiği söylentisi daha yaygın. Günahı sevabı başkalarına var mı böyle bir olay bilmem?
Devam edelim:
Naci Kutlay; ben bildim bileli (yani yurt dışında kaçak yaşamıyorsa) fırsat bulduğunda milletvekili adayı olur. Ancak hâlâ bu amacına ulaşabilmiş değil, umarım yakın tarihte Milletvekili olur. İçinde böylesine “ulvi” bir görevi yerine getiremem duygusu ile kendini harap etmez.
Anılara devam edelim...
Hatta Kürt sağcıları kendilerini ulusalcı ve bu solcuları da bir tür “hain” görüyorlardı, ne var ki bu Kürd sağ cephesi konuşmanın ötesine geçemiyor ve legal olarak “Kürt” kelimesini ağızlarına almıyorlardı.’’ (Sayfa: 110) Bir deyim var; dinime küfür eden Müslüman olsa bari. Naci Kutlay 1960’lı yılların sonunda Kürd milliyetçilerinin Kürd diyemediklerini söylüyor. Kendisi 1998 yılında Kürdistan’ın Kuzey parçasına Doğu Anadolu, Güney parçasın da Kuzey Irak diyor. Sayın Kutlay’a ne demeli?
12 Mart Diyarbakır yargılanmalarına anlatırken Sayın Kutlay, çok ilginç iki konuya değinir: ’’Mahkemede hukuki durumdan çok yargıçlarla birlikte görev yapan MİT’in kararı dikkate alınacaktı. Sızan haberler iç açıcı değildi, ağır cezalar verilecekti. Oysa Musa Anter’e bazı dostları az ceza verileceğini söylemişlerdi.’’ (Sayfa: 124) Burada Naci Kutlay 96. sayfada MİT yetkililerinin Elçi’nin mezarda çekilmiş resimlerini gösterdiğini söyler, 124. sayfada ise Musa Anter’in bazı “dostlarından’’ söz eder ama bu dostlar kimdir, söylemez. Direk olarak Musa Anter’in MİT ile ilişkisini söyleyemiyor, ama ima etmeye çalışıyor.
’’Savunma sırası Abdurrahman Dürre’ye geldi; (...) Ayağa kalktı, cüsseli hali ve eski duruşmalarda bulunmayıp şimdi savunma için gelmesi dikkatleri çekmesine neden oldu. Nede olsa bazıları için yeni bir kimseydi. Herkes merak ediyordu ne diyecekti. Çevresine baktı, tutuktu, söylemek istemiyordu bazı şeyleri sanki. ’Ya ceza verirlerse?’ diye düşünüyor gibi geliyordu insana. Yüzü morardı, ter bastı. Kendisini yakından tanıyan bir dostuydum. Ön sırada oturuyordum. Döndüm ve dikkatle dinlemek istedim. Güçlüklede olsa başladı. Bölücü olamayacağını ve Milli Birlikçi Suphi Karaman vasıtasıyla kurduğu ilişkiler sonucu bu konudaki çalışmaları ve bilgileri gerekli kurumlara bildirdiğini (...)’’ Sayfa 124.
Abdurrahman Dürre yıllardır Kürd Ulusal Mücadelesi içinde bilinen bir şahsiyettir. Hatta bazen konuşurken heyecana gelir, bağırır, sağa sola tükürükleri sıçrar. Yurtseverliğinden kimse şüphe etmez. Şimdi soruyorum: Milli Birlik Komitesine bağlı çalışan Dürre neden “maskesi’’ 1971’de düşmesine rağmen halen Ulusal Mücadele içinde yer alır?
İşte benim anlamadığım şeylerden biri de budur. Abdurrahman Dürre Ulusal Mücadele içindeki ajan mıdır? Naci Kutlay’a göre ajandır. O dönmeleri anımsayanlara bu olayı sorduğumda hepsi Naci Kutlay’ı doğrular biçimde konuşuyorlar. Eh Naci Kutlay’a cevap vermek Dürre’ye kalmış.
Bu kadar eleştirmeme rağmen bence okunmaya değer bir kitap yazmış Naci kutlay. Çünkü kitabının içeriği ve tarihsel bilgileri teyit ettiğimde Sayın Kutlay’ın anılarının doğruluğu öne çıkıyor.
Diğer bir kitap olan Musa Anter’in Hatıralarım…
Daha kitabın künyesini okurken; insan doğru yazılmış bir kitapla karşı karşıya olmadığını anlar. Bir kitap daha birinci sayfasından eleştirilir mi? İşe Avesta’dan çıkan bu kitap öyle: “(...) 1918 yılında Mardin’in Nuseybin ilçesine bağlı Zivingé köyünde doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren Anter (....)” (Sayfa 1) Musa Anter kitabın hiçbir yerinde Fakülteyi bitirdiğini söylemeyi bırakın da, fakültede ikinci sınıfa bile geçtiğini söylemez. Hep öğrenci yurtları kurup ticaret yaptığını söyler.
Kitabın birinci baskısı 1990 yılında Doz Yayınları tarafından basılmış. Musa Anter kitabına yazdığı önsözde:
Bu hatıralar Kürtçe düşünülüp yazıldı. Fakat zamanın faşist idaresinin faşist kanunları ana dilimizle konuşup yazmayı yasak ettiği için, benim için yabancı dil olan Türkçe ile bu hatıratı yazmak mecburiyetinde kaldım." (Sayfa 19)
Musa Anter öyle faşist kanunlara pabuç bırakacak bir tip mi?
Biz onu hep kahraman görürdük. 1959’da 49’lar Davası’nda boyun eğmeyen hatta sözüm ona Harbiye hücrelerinde İlk Kürtçe sözlük yapan, 1971 Askeri Darbesi’nde direnen(!) Apé Musa neden şartlar Kürdler lehine değişmişken, Kürdçe düşünüp Türkçe yazar? Ki aynı dönemlerde Kürdçe çıkan gramer kitapları, hikâyeler, romanlar ve dergiler var. Neden böylesine komik bir mazeret bulur? Anlamıyorum!
Kitabın başından sonuna kadar ailesine bir övgü yağdırır. Aile bireylerini öne çıkarır. Aslında bu konuda yazacak çok şey var ama yazmakta fayda yok diye vaz geçiyorum. Mesela; oğlunun Kurmay Albayın kızı ile evli olmasını bir övünç olarak anlatırken bile insan sinirleniyor!.. “İki kız, iki de erkek çocukları vardır onlar İsveç’te mesut bir hayat yaşamaktadırlar”(sayfa 61) İnsanın akılana Musa Anter’in torunlarının isimlerini sormak geliyor.
1950 yıllarda İleri Yurt adlı gazete çıkaran Anter bu gazetede Kımıl adlı Kürdçe şiir yazabiliyorken, 1990’larda Kürdçe yazayım da beni cezalandırsınlar mı (Sayfa 76) diye sitem ederken elimdeki kitabı da Türkçe yazmış!!!
Sayfa 85,86 ve 87’de Bitlis’te kan emiciliği ve tiranlığı ile bilinen bir aileden yani Xayus Ailesi'nden söz ediyor. Ve kelimenin tam anlamıyla bu Kürd ve Kürdistan düşmanı, insanlık düşmanı, ailenin en zalimini yurtsever göstermenin gayreti içine düşmüş (Kamuran İnan ve ailesinden söz ediyor) Şex Selahattin gözünü kırpmadan çocuk öldüren bir Şex olarak bilinir. Dönemin iktidarı Kürd Bey, Şex ve ileri gelenlerin fermanını çıkarır. Her fermanı çıkan yurtsever değildi. Aksine birçoğu devlet yanlısı idi. İşte Şex Selahattin de devlet yanlısı bir zattı. Kamuran İnan'ın Babası Şex Selahattin’in vahşeti hâlâ Bitlis, Hizan bölgesinde destansı bir şekilde anlatılır. “Apé”miz bu Kürd ve insanlık düşmanı insana önemli meziyetler yüklüyor, acaba neden?
1990’li yıllarda artık yurtsever Kürdler doğu ve güney doğu demiyorlardı. Ama Apé Musa kitabının birçok yerinde coğrafyamızı tarif etmeyen isimlerle anıyor. (Sayfa 97)
Tanıdık bir Kurmay Albay bir dostum vardı. Benim Yassı Ada Mahkemesi’ne seyirci olarak gitmek isteyip istemediğimi sordu, İstedim. Bana bir kart verdi..." (Sayfa 135) 1959'da idam edilmek üzere tutuklanan Anter 1960 darbesinde “tanıdık” Albay sayesinde Yassı Ada’ya gidiyor. Mahkemeyi izliyor. Sırf zevkine turistik boğaz turuna çıkmış gibi. İşte buna kargalarda güler. Anter’in tandık Kurmay Albayları çok. Hatta, biri oğlunun kayınpederi. Bir diğeri de Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi'nde onların az ceza alacağını fısıldıyor. Hatta Sait Elçi’nin mezarda çekilmiş resmini gösteriyor. Ve yine bu tanıdıklar sayesinde 12 Eylülde bir tek gün gözaltına bile alınmıyor.
Sayfa 207'den 210'na kadar iki Sait Olayı’nı anlatır. Bu İki Sait Olayı (Dr. Sait Kırmızıtoprak ve Sait Elçi olayı) Kürd yazarları arasında bir prestij meselesi olarak ele alınır. Sanki bu konuda bir şeyler söylemleri gerekiyormuş gibi zorlanarak da olsa bir şeyler yazıyorlar. Olay birinci derecede tanıklardan ziyade bu olaydan bihaber insanlar bilgi kirliliği yaratacak kadar yanlış bilgi vermekten kaçınmazlar. Bu bölümde “Apé”miz hiçbir şeyi doğru söylemediği için ben de bu bölümü es geçeceğim.
Hatıralarım adlı kitap yayınlandığında Musa Anter’e sorarlar: Neden bu kadar yanlış bilgi verdin? Anter'in yanıtı: Valla ben yaşlı bir adamım, bazı şeyleri unutuyor veya karıştırıyorum, oluyor! Bunu söylediği adam hâlâ yaşıyor ve bu İki Sait Olayı’nın birinci elden bilen şahıstır. İsterse kendisi bu konuda bir açıklama yapabilir.
Türkiye için kötü niyet beslemeyen Bay Anter sayfa 215’te; “aslında kötü bir niyetim yoktu! Ama Yılmaz Güney, Hüseyin Cevahir, Ömer Ayna ve Deniz Gezmiş’in de bana gelmeleri idareyi büsbütün zıvanadan çıkarıyordu.” Başından beri dedim Musa Anter’in anıları baştan sona kadar doğru olmayan şeylerle dolu. Dikkat ederseniz o dönemin “Kahramanlar”ından söz ediyor ve hiçbiri hayatta değil. Ziyaretçilerin hiç birinin yaşamaması Musa Anter ziyaretçilerini o dönemin şehitlerinden veya şimdi yaşamayanlardan seçiyor. Tanıklığına başvurabileceğimiz pek kimse yok.
Sayfa 210 ve 11'de Ziverbey Köşkü’nü anlatır. Burada Hüseyin diye bir MİT mensubundan söz eder. Bu MİT mensubu ile birkaç kez buluşmasına rağmen soyadını hatırlamaz. İlginç.
Aynı başlık altında şöyle devam eder; ”...Misafir dedikleri Hüseyin beydi o zamanki Diyarbakır MİT Başkanı Hava Albayı Faruk’u da yanında getirmişti… Bizi tanıştırdı. Bana devletle dost olmam için rica etti. Muhbir olmam karşılığında büyük paralar teklif etti. Bedava ve ahmakça devlet dostu olduğumu söyledim.
Şimdi burada şu çok net bilinmelidir ki, polis, MİT zayıf gördüklerine ajanlık, polislik teklif eder. 30’un üzerinde tutuklanamama rağmen, bana böyle bir teklifte bulunmadılar. Neden bu kocaman Musa Anter’e teklif ediyorlar acaba? Anter; kitabın başından bu yana bu devlet “büyüklerini” bir şekilde anlatır ve ilişkilerini ele verir. Neyse bu ”büyük” adam Apé Musa’dır. Apo da demişti; MİT beni kullanmaya çalışırken ben onları kullanıyordum. Demek ki bu MİT bizim Kürd “büyüklerini’’ kullanamıyor, hep bizimkiler(!) onları kullanıyor...
Musa Anter kitabının hiçbir yerinde işkencecilerin soyadlarını vermiyor. Sadece rütbe ve adlarını veriyor. Burada da bedava ve “ahmakça” devlete dostluğunu gösteriyor, işkenceleri koruma altın allıyor. İşi o kadar ileri götürüyor ki Bay Musa, mahkeme başkanının bile soyadını vermekten kaçınıyor. (Sayfa 224) Sayfa 321’de kirli ilişkilerini şöyle dile getirir Apé Musa; (...) "vefatına kadar (Halide Edip’ten söz ediyor) da fırsat buldukça gider ellerini öper, derin bilgi ve görgüsünden yaralanırdım. Her ikisi de nur içinde yatsın." (Her ikisinden kastı Halide ve Adnan Adıvar'dır) Kürd düşmanlarına rahmet okuyan ve bu insanların bilgisinden feyiz almış olan Musa Anter’i tarih yargılayıp hak ettiği yere koyacaktır.
Sayfa 372’de bu kez iftira etmeye başlıyor; “şimdiye kadar aklı başında bölücü tek bir Kürde rastlamadım. (....) aslında Kürt Türk’ten ayrılmak istemez. (...) Kürt bilir ki Ortadoğu da hatta tüm dünyada dostsuz kalmış iki garibandır.(....) Devamında ise meşhur sözünü söyler; Kürt o kadar aptalmıdır ki Türkiye bölünsün de İstanbul İzmir, Ankara, Bursa Antalya, Adana Türk’e düşsün. Mardin, Siirt, Bitlis, Hakkari, Bingöl, Urfa da Kürde kalsın. (...)
Bilindiği gibi her Kürdün yüreğinde (işbirlikçi Kürdlerin dışında) Bağımsız Kürdistan yatar. Bazen bazıları bunu yüksek sesle söyler. Yani Kürdün çoğunluğu bağımsızlık ister. Ama tıpkı yeni gelin gibi naz eder veya korkar bunu söylemekten. Bir söz vardır civciv yumurtadan çıkar kabuğunu beğenmez. İşte burada civciv Musa Anter oluyor. Mardin’i beğenmiyor. Medeniyetlerin buluştuğu tarihi kentini beğenmiyor, ama Adana’da birkaç sene kaldığı için Adana’yı istiyor.
Ben buradan ilan ediyorum; Ankara’yı, İstanbul’u, İzmir’i istemiyorum. Ben Ziving’i istiyorum, Musa Anter’in doğduğu köyü istiyorum. Ben Ömerli’nin çamurlu sokaklarını istiyorum.
Ben Rahva'nın kışını, Van Gölü’nün sodalı suyunu istiyorum, ben Hakkâri’nin bakımsız çelimsiz çocuklarını istiyorum.
O halde ben Musa Anter ve onun gibi düşünler açısından aptalım. Ben bu aptallığımı seviyorum.
Başkasının malında, toprağında benim gözüm yok. Kör topal da olsa ben kendi malımı, çorak da olsa kendi toprağımı istiyorum.
“Ahmakça” ve “bedava” devletin adamlığının bu kadar basit olmadığını biliyorum. Musa Anter Kürd Ergenekon’un en iyi adamlarından biri olduğu konusunda şüphem yok. Apé Musa yaşı ilerledikçe “bedava” ve “ahmakça” hizmet ettiği devletine daha bir hizmet etme sevdasıyla kendisini Hakkâri’den Edirne’ye kadar herkesin dedesi olarak görür. (Sayfa 378) Kitabın 381. sayfasında hızını almaz bu dede kendini tüm dünyanın dedesi ilan eder.
Gerçi ne yapsak partimize Kürd partisi diyorlar (Sayfa 379) demek, Kürd olmamak için çok çabaladığı ama bunu beceremediğini itiraf ediyor. Zaten Musa Anter’in ne rengi, ne kültürü, ne de yaşam biçimi Kürdlere benzemiyor.
Musa Anter’den son alıntı: Bilmem okurlarım benden ne isterler? Hepsi de bu ülkenin yani Türkiye dediğimiz vatan parçasının çocuklarıyız.
Acaba ben haksız mıyım?
Bazen şöyle derim iyi ki erken öldün be Musa amca, yoksa daha ne kadar Kürd gencinin beynini yıkayacaktın.
Aynı kuşaktan Canip Yıldırım’ın anılarına bir kısaca göz atalım…
Canip Yıldırım'ın anıları demek at izi ile it izinin karıştırıldığı yer demek.
Bu “saygın” 49’lar Davası’nda yargılanmış “ulu çınarımız” kitabın 245. sayfasında Orhan Miroğlu’na şöyle der; “...Biliyorsun, İstanbul DDKO içinde Abdullah Öcalan var. DDKO’da bir müddet çalıştı. Ondan sonra Ankara’ya geldi...” Ya bunlar hafızalarımızla dalga mı geçiyorlar ya da bizi ahmak yerine mi koyuyorlar! Bu kitap Orhan Miroğlu ve Naci Kutlay’ın Canip Yıldırım’la yaptıkları bir söyleşi kitabı.
Hal böyle iken neden Orhan ve Naci bu tarihe yanlış not düşen “ulu çınarımıza” uyarıda bulunmazlar. İstanbul DDKO kuruluşunda Apo gerici kurumlar içinde çalıştığı dönemdir. Üstelik Apo hiçbir zaman DDKO sürecine dâhil olmamıştır. Burada Canip Yıldırım’ın anılarının hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı açıkça görülmektedir. Canip Yıldırım vitrinlere oynayan, hafızasında problem olan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitabın birçok yerinde kendi eksiğini Musa Anter’le tamamlamaya, birçok konuda onu referans göstermeye çalışır, hatta bazı şeylere tanık yapar. Hevsel Bahçesi’nde bir dut ağacı baştanbaşa hafıza sorunu ile dolu bir kitap olarak karşımıza çıkmaktadır.
Orhan Miroğlu'nun Dıjwar kitabı…
Bu kitap çıktığında ki merakla bekliyordum. Sayfaları yutarcasına okumaya başladım. Musa Anter cinayetinin tek tanığı olan Orhan Miroğlu bu kitabı ile bu cinayeti açıklayacağını karanlık yerleri bırakmayacağını sanıyordum. Ancak öyle olmadı. Bu kitap sadece ticari amaçla yazılmış hiçbir şey anlatmayan bir kitap olarak karşımıza çıkar.
Cem Ersever’e, Yalçın Soner sorar; “Musa Anter’i kim öldürdü?” Birçok cinayeti kabul eden Cem Ersever, Musa Anter cinayetini üstlenmez ve bu sorunun muhatabının Orhan Miroğlu olduğunu söyler. Yani Orhan Miroğlu cinayeti biliyor ve bilinçli olarak da saklıyor...
Cim Karnında Nokta ve Ruşen Arslan…
Tek kelimeyle Ruşen Aslanın bu kitabı Kürdler arasında yazılmış en doğru en yalın kitaptır ve mutlaka okunmalıdır. Sonuç olarak birkaç soru sorarak bu yazımı bitireyim:
Musa Anter neden 12 Eylül'de hiç tutuklanmaz? (Derwişi Sado, Canip Yıldırım gibi “büyük Kürtçüler" tutuklanamazlar o vahşet günlerinde.)
Yaşar Kaya neden uzun bir süre sesi çıkmayan tanınmayan bir şahıs olarak köşesinde oturan adam olarak görüyoruz? (Ve bir anda Musa Anter, Canip Yıldırım, Derwişi Sado, Orhan Miroğlu ve Yaşar Kaya servis ediliyor Kürd Ulusal Mücadelesi içine)
Peki, bu ismini saydıklarımı kim servis ediyor? (İşte bunlar Kürd Ergenekon’un parçaları, figüranları olduklarını düşünüyorum…)
Abdurrahman Dürre’nin ajanlığını ortaya çıkaran Naci Kutlay’a ayrıca da teşekkür ediyorum...
Kaynaklar:
-Canip Yıldırım'la Söyleşi / Hevsel Bahçesi’nde Bir Dut Ağacı: Yazar Orhan Miroğlu İletişim yayınları 1. baskı 2005
-Musa Anter / Hatıralarım Avesta yayınları 2007 2. baskı
-Musa Anter / Hatıralarım Doz yayınları
-Naci Kutlay / Anılarım / Avesta yayınları 1998 1. baskı
-Ruşen Arslan / Cim Karnında Nokta Doz yayınları 2006 1. baskı

Ferzende Sağlam

Ankara 2012

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.