(Ölümünün Yirminci Yılında, Anısına)
Zeki'ciğim,
Uğruna defalarca ölümlere gidip geldiğin, ruhunu ve yaşam biçimini şekillendirdiğin, son arzun olarak ulaşmayı düşündüğün Kürdistan topraklarına, yoldaşların, dostların ve yakınların tarafından, yirmi yıl önce Nisan'ın 23'ünde Köln'den zılgıtlarla uğurlandık. Arkandan ağıt ve gözyaşı istemiyor, kutsallığına inandığın topraklara ulaşmanın haklı heyecan ve gururunu duyuyordun. İkimizde on bir yıllık bir aradan sonra, burnumuza çekecektik toprağın kokusunu, kucaklayacaktık insanın hasını, yiğidini ülkemizin.
Tüm zorlamalara rağmen, ülkemize girmemizi engelleyemediler. Sen vatandaşlıktan çıkarılmış, halkının efsaneleşmiş kahramanı, ben ise tahditliydim. İkimiz de yasaklıydık. Dost ve yurtsever güçlerin, halkımızın ısrarlarına ve baskılarına, kararlı davranışımıza dayanamayıp yasağı kaldırdılar ve bir hafta gecikmeli de olsa yola koyulduk.
İstanbul'da zorunlu olarak kaldığımız, soğuk sevimsiz gecede hep seni ve senin 12 Eylül 1980 gecesi küçük bir otelin tek yataklı odasında, Mustafa Budak (Apê Selim) ve B.A. ile geçirdiğin o kudumsuz geceyi düşündüm. 12 Eylül faşizmini orada karşılamıştınız.
Nasıl da heyecanla radyoya kapanmış, sorumluluk duygusu ve endişe ile en son haberleri almaya çalışıyordun. Endişelerin kendin için değil, ülkedeki arkadaşların içindi. Onları düşünüyordun. Üç arkadaş düşünüp karara vardınız. Sınır geçişleri için yol açmanız gerekiyordu.
Ertesi gün, tüm rizikolara rağmen tereddüt etmeden Van'a doğru yola çıktın. Korkusuzluğun, fedakarlığın, inanç ve azmin, her şeyi başarmanda rehber oluyordu sana.
Mustafa Budak dedim!
Sana komşu oluyor. Görüşüyorsunuz muhakkak.
Ölümünde, Köln'den Stockholm'e taziyesine, hiç düşünmeden, tereddüt etmeden gitmiştin. Oradaki şefler senin geldiğini duyunca, taziye evine girmemen için önlemler aldırdılar. Gelirse, ’'sokmayın içeri'' dediler.
Tatsızlık çıkmaması için, Apê Selim'in acısını içine gömerek, taziye evine gitmekten vazgeçmiş, Almanya'ya geri dönmüştün.
Yattığınız Kürdistan topraklarında, “sen geç, sen geçme!“ Diyecek cehennem zebanileri, şefler yoktur.
Bol bol görüşürsünüz umudundayım.
İşte bu zebani kılıklıların, insanlıktan nasiplenmemiş olanların, gelecekten söz etmelerini, barışçıl, yumuşak görünme ikiyüzlülüğünü, nasıl başardıklarına şaşıyorum.
Zeki'ciğim,
Sabahın erken saatlerinde, senin de bin bir sıkıntı içinde yaşadığın, CHP'liler tarafından saldırıya uğradığın, en zor şartlarda illegal olarak yaşarken, ameliyat olmak zorunda kaldığın, Ankara'ya ilk uçakla hareket edecektik. Uçuştan önce senin bizimle olmadığını fark ettim. Cansız bedeninden korkanların, başına bir şeyler getireceklerinden endişe ettim. Hemen uçaktan aşağı indim. Seni sordum soruşturdum. Neden uçağımızda olmadığını araştırdım. Yarım saat önce kalkan bir önceki uçakla Ankara'ya uçurmuşlar seni. Orada buluşacağımızı bildirdiler. İkna olup uçağıma bindim.
Ankara'da seninle buluşunca, rahatladım.
Güzel bir Nisan gününde, güneşin tepemize yaklaştığı sıralarında birlikte Ankara'dan Diyarbakır'a uçmuştuk.
Diyarbakır!
Öğrencilik yıllarının geçtiği, Kürdistan işçi hareketine öncülük ettiğin ve bunun faturası olarak hapishanelerinde volta attığın, işkenceler gördüğün, ser verip sır vermediğin kent.
Kara Kent.
Umutların kara taşlar üzerinde yeşerdiği, boy verdiği Kent. Her Kürdün kalbinin attığı, beyninin meşgul olduğu kent.
Bu yeşeren fidanlara az su vermedin sen de. Göz nurun gibi korudun yeşermekte olan ve geleceğin umudu, özlemi olmazsa olmazlarını.
Yol boyunca bunları düşünmekten boğulur gibi oluyordum. Sen yıllar sonra Diyarbakır'a ulaşmanın heyecanı içindeydin. Vücudundaki her hücrenin kıpırdadığını fark eder gibiydim sanki.
Uçaktan iner inmez, zamanın Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu'nun beraberinde başka kişilerle alanda olduklarını gördüm. Yanındakiler, Diyarbakır Valisi ve Emniyet Müdürü imiş. Bizi almaya gelen minibüse, hemen bindirerek hareket etmemizi istediler. ’'Ya valizlerimiz'' dedim: ’'Onları hemen aldırırız'' deyip geri döndüler. Eşyalarımızı uçaktan çıkarıp bizi harekete zorladılar. Dostların terminal binasında bekliyorlardı. Amaç onların sana yaklaşmalarını engellemekti. Ben, hareket etmek istemiyor, kahroluyordum. Sen, “sömürgecilerin vicdanı bu kadar olur“ deyip beni teselli ediyordun.
Necmettin Büyükkaya'nın eşi Cemile Hanım polis kordonunu yararak bize ulaştı ve üzüntülerini bildirdi. “Kimsenin haberi olmadı gelişinizden. Herkes burada olmak ve sevgili Zeki'yi karşılamak için ayaktaydı.“ diyordu.
Zeki'ciğim,
Anımsarsın minibüsümüz önde, polis ekibi arkadaydı. Onun da arkasında, işçi dostlarından, yoldaşlarından, arkadaşlarından bir grup takıldı arkamıza. Seni terk etmek istemiyorlardı. Diyarbakır'ı 20 – 30 Km geçince durduk. Gelen arkadaşların seni ziyaret etti ve onları ikna edip geri çevirdik.
Bahar gelmiş memleketin dağlarına, ovalarına. Gül kokuları deli ediyor insanı. Yeşile bezenmiş tüm tabiat. Fis Ova'sını, Belqeyin'i geçtik dağlara tırmandık. Kaç kez bu dağlara tırmandığını, büyük bir görev aşkı ile gece gündüz demeden aştığını düşündüm.
Tam zirvesi dağların, Bingöl – Diyarbakır sınır hattını teşkil eder. Orada beklemekte olan ve Bingöl'den gelen polis ekibine bizi teslim edip, Diyarbakır ekibi geri dönmüştü muzaffer bir eda ile. Minibüse bindirilmiş tabutun bile korkutuyordu onları.
Bingöl sınırından itibaren, karşılamaya gelen dostlar, hemşeriler kalabalıklaştı. Yüzden fazla bir araba konvoyu ile birlikte şehre girdik. Resimlerini takmıştı her kes yakalarına. İnanılmaz bir kalabalık karşılamıştı seni.
Polisler durmadan fotoğraf çekip, videoya alıyorlardı.
Bingöl'de bir ilk yaşanıyordu. Özgürlük şehitlerine yapılan ilk kitlesel cenaze töreniydi. Baskı, zulüm kol geziyor, halka nefes aldırılmıyordu. Yakınları, devrimciler ve halk, Zeki'yi yalnız bırakmak niyetinde değildi.
Polisler kitleden ürkmüş, saklanarak kayıt yapıyorlardı. Ben polislere yanaşmış: “Bu halkın size direnmesi, başkaldırışıdır. Mutlaka bir gün başınızda patlayacaktır“ demiştim.
Korku çemberi kırılmış, halk Zeki ile birlikte, zulme baş kaldırıyordu.
Bingöl'de at arabasının üstüne çıkıp halka hitap ettiğin kalabalığı anımsadım. “Bu ülke, bu topraklar kimsenin babasının malı değil. Hele Orta Asya'dan gelenlerin hiç değildir“ diye haykırıyordun. Halk tufan koparıyor, arabacı: “Aman arabamdan in, polisler fotoğrafını çekiyor“ diyordu. Hep çektiler, çekiyorlar ve çekecekler. Bu çektikleri senin zafer nişanlarındır.
Uzun süredir ayrılığını ve özlemini duyduğun toprakların kokusunu doya doya ciğerlerine çekip dinlenesin diye seni orada, Bingöl'ün bağrına bırakıp geri döndük.
Varlığını içine sindiremeyen bazı kişiler, yokluğundan yararlanarak, ’'Anı'' diye zehirlerini kusmaya başladılar.
Belki haklılar. (!) Sen ve yoldaşların, fikren kötürümleşmiş olan bu zihniyet sahiplerini, yıllarca sırtınızda taşıdınız. Sonuçta değmeyeceğini görüp yere bırakmanızı hazmedemiyorlar. Çünkü çakılıp kaldılar. Bir adım ilerleyemediler o andan sonra. Mirasınızı da harcayıp hovardaca tükettiler.
Zeki'ciğim,
Sen hiç merak etme. “Akan ırmak kir tutmaz“ der halkımız. Sen, Kürdistan Umman'ına akan berrak, coşkulu bir ırmak gibisin. Nice pislikleri kenara atıp yoluna devam ettin. Aşıladığın genç fidanlar, yoldaşların ve yakınların bu tiplere gülüp geçiyor. Belirlediğin rota istikametinde yollarına devam ediyor, gereğini yapıyor, yapmaya devam edecek.
Ülkede senin mezar taşlarına tahammül edemeyip, saldırıp kıranlar ile Avrupa metropollerinde yokluğuna saldıranlar arasında pek fark göremiyorum. Hatta buradakiler, oradakilere yaranma gayreti içinde de olabilirler. İzledikleri yol, yol değil onu da bilsinler.
Zeki'ciğim,
Ayrılığımızın arasından tam 20 yıl geçti. Özlemin, dünkü gibi tap taze duruyor yüreklerimizde.
Unutmadık, unutmayacağız. Bu seninle son yolculuğum idi, ancak son mektubum olmayacak, arada bir yazacağım sana, yokluğunda olan gelişmeleri, değişmeleri...
Gözlerinden, gözlerinden öperim.
Kürdistan'ın umudu, aşıladığın, büyümüş meyve vermiş, genç nadide fidanlarda. Biliyor musun?
16 Nisan 2010 - KÖLN
Sait AYMAZ
Re: ZEKİ ADSIZ İLE SON YOLCULUĞUM