Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 19 August 2009

Bugünlerde, (Ağustos 2009) Küt sorunu üzerinde yoğun bir tartışma yaşanmaktadır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın, 1 Ağustos 2009 da, Ankara'da, Polis Akademisi'nde, 15 gazeteciyle ve üniversite mensubu hocalarla bir toplantı yapması bu sürece hızlandırmıştır. Her gün, televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, Kürt sorunu üzerinde konuşmalar, tartışmalar yapılmaktadır.

Bu ortamın dikkati çeken en önemli özelliği devletin ve hükümetin hiç özeleştiri yapmaması, geçmişle yüzleşmemesidir. Devletin ve hükümetin bu konuya özen gösterdiği kanısındayım. Devlet ve hükümet hiçbir özeleştiri yapmadan, geçmişle yüzleşmeden bazı küçük düzenlemeler yapmayı planlamaktadır. Tartışmalara katılanlar da, devletten ve hükümetten özeleştiri yapmasını, geçmişle yüzleşmesini talep etmemektedir. Bu da, bu ortamda dikkati çeken başka bir özelliktir. Halbuki bu aşamada, devletin iki önemli kurumunun, yargı organlarının ve üniversitelerin özeleştiri yapmaları, geçmiş uygulamalarıyla yüzleşmeleri gerekir. Asimilasyona, inkara, imhaya dayalı politikalar ve uygulamalar bu iki temel kurumun işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir. İnkar ve imha siyasetinin, asimilasyon siyasetinin, gerek üniversitede, gerek yargıda, memur zihniyetli bürokratlar yetiştirdiği açıktır. Bu süreçte idari organların, kamu yönetiminin, örneğin, Cumhurbaşkanı'nın, ordunun, Milli Güvenlik Kurulu'nun, basının işlevi de şüphesiz çok büyüktür. Ama, resmi ideolojinin gereklerini yerine getiren iki kurum başta üniversite ve yargıdır. 1960'ları, 1970'leri, 1980'leri düşünelim. Yargı organları, Kürtlerden, Kürtçe'den söz edenleri çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Yargı organları, mahkemeler, kararlarında, Kürtlerin Türk olduğunu, Kürtçe diye bir dil olmadığını vurguluyordu. Kürtlerin Türklüğünü, Kürtçe'nin aslının Türkçe olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Üniversite, Kürtlerden, Kürtçe'den söz edenleri bünyesinden uzaklaştırıyordu. Bu konuda, yargı, üniversite, idari organlar ve basın arasında yoğun bir işbirliği vardı. Üniversite idari cezalarla, tahkikat komisyonu kararlarıyla ilgili kişinin görevine son veriyor, yargı organları mahkemeler de bu kişilere çok ağır cezalar veriyordu. Bunlar geçmişte kaldı, bugüne bakalım, denemez. Kanımca bu iki kurum, resmi ideolojinin iki önemli icracısıdır. Hatta hakkımızda mahkumiyet hükmü vermiş bazı yargıçlar, aynı dönemde gördükleri başka davaların sanıklarının ailelerinden rüşvet alırlarken suçüstü yakalanmış ve mahkum olmuşlardır. Buna rağmen, yüz kızartıcı suçlardan mahkum olan bu yargıçların hakkımızda verdiği mahkumiyet hükümleri hala geçerlidir. Çünkü yargıçlar, sonuç olarak Kürtlere veya Kürtlerden söz edenlere haddini bildirmiştir. Devlet açısından, resmi ideoloji açısından önemli olan budur. Bu cümleden olarak kitap yasakları, hukuksuzluk hala sürmektedir.

Bugün üniversitede, bilim yöntemi anlayışına uygun hareket eden, Kürtlerin ve Kürtçe'nin varlığının inkar edilemeyeceğini bilen hocalar az da olsa olabilir. Yargı organlarında adalet duygusuna sahip savcılar ve yargıçlar az da olsa olabilir. Fakat bunlar, özeleştiri yapılmasının, geçmişle yüzleşmesinin gereklerini ortadan kaldırmaz.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 28 Temmuz 2009 da, Kürt sorunu konusundaki “açılım“ın yöntemini dile getiren bir konuşma yapmıştı. 1 Ağustos 2009 da, Polis Akademisi'nde 15 gazeteciyle yaptığı konuşma, bu konudaki tutumunu pekiştiren bir etki yarattı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın, Kürt sorunundaki tutumunu belirleyen esas olgu, 4 Nisan 2009 da, Mardin'in Mazıdağı ilçesinin Zangırt Köyü'nde meydana gelen katliam üzerine yaptığı açıklama olmuştu. Bu katliamda aynı aileden 45 kişi yaşamını yitirmişti. Yaralananlar da vardı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, olayın cereyan ettiği gün, olay mahalline gitmiş, “bu olay terör saldırısına benzemiyor“ demişti. Halbuki, bu, PKK'nin üzerine atılmak üzere planlanan bir katliamdı. “Olay terör saldırısına uymuyor“ açıklamaları da bununla ilgiliydi. İçişleri Bakanı'nın açıklamalarıyla bu senaryonun önü alınmış oldu.

Kürt sorunuyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün tutumunun da olumlu olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Başbakan'ın tutumunun da. Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın, 11 Ağustos 2009 da, Adalet ve Kalkınma Partisi Meclis Grubu'nda yaptığı konuşma, sorunla ilgili olarak olumlu bir konuşmadır. Bu konuda, Cumhurbaşkanı'nın, Başbakan'ın, İçişleri Bakanı'nın, kendilerinden önceki cumhurbaşkanına, başbakana ve içişleri bakanına benzemedikleri söylenebilir.

Kürtlerin ve Kürtçe'nin inkarı ve imhası nedeniyle başlayan savaş, Kürdistan'ın yakılmasını, yıkılmasını getirdi. Kürt coğrafyası tahrip edildi. Ormanlar yakıldı, Temel geçim kaynakları tahrip edildi, imha edildi. Binlerce “faili meçhul“ denen cinayetler işlendi. Köyler yakıldı, yıkıldı, onbinlerce hayvan telef edildi. Milyonlarca Kürt yerini yurdunu terke zorlandı. Kürt toplumu çok büyük, çok ağır sarsıntılar yaşadı. Üretim çağında olan, 40 binden fazla Kürt yaşamını yitirdi. Bundan daha fazlası sakat kaldı, üretim dışı kaldı. Bu tahribatın temel nedeni de Kürtlerin ve Kürtçe'nin inkarını, imhasını ve Kürtlerin asimilasyonunun amaçlayan devlet politikalarıydı. Kürt dilinin ve kültürünün tahrip edilmesi için her türlü önlem yaşama geçirildi. Bunun için her türlü operasyon mübah sayıldı. “Kürt açılımı“yla ilgili konuşmalarda, tartışmalarda bu konulara da hiç değinilmiyor. Ama konuşmacılar, hala, Kürtlere “şöyle yap, böyle yapma“ diye akıllar veriyor. Bu tutum da son günlerde yaşanan Kürt tartışmalarının, konuşmalarının ikinci bir özelliği oluyor.

Bu konuşmaların, tartışmaların üçüncü bir özelliği de sorunun temel niteliğine hiç değinilmemesidir. Sorunun ana niteliği, şüphesiz, 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürtlerin ve Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Dönemin emperyal güçleri, Büyük Britanya ve Fransa, bu politikayı, Ortadoğu'daki, Arap, Fars ve Türk yönetimleriyle işbirliği yaparak, Sovyetler Birliği'yle de anlaşarak gerçekleştirmiştir. Bu, Kürtlerin ve Kürdistan'ın iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir etki yarattı. Kürtlerin ve Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin ilk karşılaştıkları bölünme, parçalanma ve paylaşılma değildir. 15. yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında, yani Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasında gerçekleşen savaşta Kürdistan ikiye bölünmüş, 1639 da bu bölünme ve parçalanma resmiyet kazanmıştır. Ama bugünü belirleyen esas süreç, 1920'lerde yaşanandır. Konuşmalarda, tartışmalarda, bu ana etkene değinilmemesi şüphesiz eksikliktir. Bu ana etkene vurgu yapılmadığı, değinilmediği, bu süreçler işlenmediği, bilince çıkarılmadığı için, Kürt coğrafyasının, insan kaynaklarının, dil ve kültür varlıklarının tahribi bilince çıkarılmadığı için, Demokratik Toplum Partisi yöneticileri ve Qandil'deki PKK yöneticileri gayet kolay bir şekilde, “17 bin ’faili meçhul' cinayeti unutabiliriz“, “geçmişi unutabiliriz“ açıklaması yapıyorlar. Bu tahribatlar işlense, bilince çıkarılsa “unutabiliriz“ sözü bu kadar kolay bir şekilde söylenemez.

Konuşmaların, tartışmaların dördüncü bir özelliği daha var. Konuşmalarda, tartışmalarda, devletin kırmızı çizgileri korunuyor. Kürt insanı, Kürt özgürlüğü, temel hareket noktası olmuyor. Kürt sorunu, devletin Kürtleri ve Kürtçe'yi inkarıyla , Kürtlerin asimilasyonuyla, asimile olmayanların imha edilmesiyle ilgili bir sorundur. “Çözüm“ gündeme gelince, insan, Kürt insanı, Kürt özgürlüğü, elbette ön planda olmalıdır. Halbuki, tartışmalarda, konuşmalarda, hala insan değil, özgürlükler değil, devletin korunduğunu görüyoruz.

Konuşmalarda, tartışmalarda dikkati çeken beşinci bir özellik olarak şunu belirtebiliriz: Günümüzde, Kürtlerle ilgili birçok kitap yayımlanıyor. Bu kitaplarda “kardeşlik“e vurgu yapılıyor, “ayrımız-gayrımız yok, asırlarca birlikte yaşadık, birlikte ağladık, birlikte güldük“ deniyor. Bu çok çirkin bir yalandır. Etik bir tutum değildir. Mücadelenin kızıştığı dönemlerde, Kürtler, Türk basını tarafından, yazarlar tarafından, “eşkıya“, “hain“, “sergerde“, “haydut“ “mikrop“ “haşere“ vs. diye anılıyordu. Daha dün, “eşkiyayı inlerinde vurduk“ deniyordu. “Hainlerin tepesine yağmur gibi bombalar fırlattık“ deniyordu. Bu dönemlere ilişkin yazılara, haberlere yorumlara baktığımız zaman , Kürtlerin, temizlenmesi gereken mikroplar, haşereler olarak değerlendirildiği görülmektedir. “Barışa giden yol“daysa, “kardeşlik“e vurgu yapılıyor, “ayarımız-gayrımız yok, asırlarca birlikte yaşadık, birlikte ağladık, birlikte güldük“ deniyor. Bu da kanımca, Kürtlere, temel insan haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını vermemek için yapılıyor. “Biz zaten kardeşiz, şu hakka bu hakka ne gerek var “ anlayışı egemen... “Şu hakka bu hakka gerek yok“ derken elbette, Türk dili ve Türk kültürü içinde bir “birlik“ten, bir “kardeşlik“ten söz ediliyor. Bu konulardaki temel soru şudur: 1923, Lozan. Lozan'ı Türkler nasıl değerlendiriyor, Kürtler nasıl değerlendiriyor? 1984 Eruh ve Şemdinli baskınları... Bu olayı Kürtler nasıl değerlendiriyor, Türkler nasıl değerlendiriyor? 1992. Güney Kürdistan'da Kürt Parlamentosu'nun kurulması. 2005 Güney Kürdistan'da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin kurulması... Bu olguları Türk basını nasıl değerlendiriyor, Kürt basını nasıl değerlendiriyor? Em. Orgeneral Abdullah Alpdoğan, Em. Orgeneral Mustafa Muğlalı... Bu isimler Kürtler tarafından nasıl algılanıyor, Türkler tarafından nasıl algılanıyor? Bütün bunlara rağmen “birlikte ağladık, birlikte güldük yalanları nasıl söylenebiliyor?

Bugünkü Kürt tartışmalarında, konuşmalarında dikkati, bu temel özelliklere çekmek gerekiyor. Hükümet, Türk aydınları, bir kısım Kürt aydınları sorunu bu temel niteliklere vurgu yapmayarak tartışıyor. Bunlara rağmen Kürtler, bu temel özelliklere vurgu yapabilmelidir. Devlet ve hükümet, bireysel ve kültürel haklarla sınırlayarak ucu kapalı bir siyaset yürütmeye çalışmaktadır. Kürtlerse ucu açık bir siyaset yürütmelidir. Irak Cumhurbaşkanı ve Kürdistan Yurtseverler Birliği başkanı Celal Talabani'nin “Kürt devleti hayaldir“ demesi, yazar Yaşar Kemal'in, “Kürtler devlet istemiyor, endişelenmeyin...“ demesi yanlıştır. Hiç kimsenin, gelecek kuşakların iradesine ambargo koymak hakkı olmamalıdır. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürdistan'ın iç dinamiklerini bozmuştur, tahrip etmiştir. Bugün Kürdistan'da dış dinamikler daha belirleyicidir. On yıl kadar öncesine bakalım, Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani'nin, Irak'a Cumhurbaşkanı olacağını kim düşünebilirdi?

1960'ların sonlarından beri, İsrail'in egemenlindeki topraklar üzerinde bir Filistin Arap devletinden söz ediliyor. Hiç kimse, hiçbir kurum, Filistinlilere, “ayrı devlet iyi değil, Musevilerle kardeşçe yaşayın, zaten sınırlar kalkıyor...“ demedi. Bilakis, Filistin Arap Devleti'nin kurulması yoğun bir şekilde teşvik ediliyor. 25 yılı aşkın bir zamandır Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti varlığını sürdürmektedir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasının istemektedir. Türkiye'nin, Birleşmiş Milletler'den, Avrupa Konseyi'nden, Avrupa Birliği'nden, İslam Konferansı'ndan, Rusya Federasyonu'ndan vs. istediği budur. Türk basınında, yazarlar arasında bu sürece de bir itiraz, eleştiri yoktur. Ne zaman ki, Kürt devleti olasılığı gündeme geldi, (2000'lerin başları) işte o zaman, Türk basını, yazarlar, sivil toplum örgütleri vs. ’devlet kötüdür, devlet başta Kürtler için kötüdür, sınırlar zaten kalkıyor, sınır yapmak için uğraşmaya ne gerek var, zaten bin yıldır beraber yaşıyoruz, İslam kardeşliği...“ vs. demeye başladılar. Bu devletçi görüş, enternasyonalizm adına, kardeşlik adına, devrimcilik adına da savunuluyor.

Halbuki, kardeşlik de, enternasyonalizm de, ancak, eşitlik söz konusu olduğu zaman gerçekleşebilir. Bugün, Türkiye –Suriye kardeşliğinden, Türkiye- İran kardeşliğinden söz edilebilir. Türkiye-Yunanistan kardeşliğinden söz edilebilir. Çünkü siyasal birimler egemenlik açısından eşittir. Egemenlik haklarına aynı derecede sahiptirler. Filistin'de, Arap-Musevi kardeşliğinin gerçekleşmesi için yine, Filistin Arap Devleti'nin kurulması gerekir. Kıbrıs'ta, Rum-Türk kardeşliğinin kurulması da, ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti'nin uluslar arası toplum tarafından tanınmasıyla mümkün olabilir. Bugünkü koşullarda, “Kürt-Arap kardeşliği“, “Kürt-Fars kardeşliği“, “Kürt-Türk kardeşliği“ sloganları gerçek durumu ifade etmiyor. Bu sloganlar, Kürtlere dayatılan resmi görüşlerin ifadesi oluyor. Eşitlik gerçekleşmeden kardeşlik olmaz. Barış da olmaz.

Kurdistan-Post,18 Ağustos 2009

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.