Direkt zum Inhalt
Submitted by Anonymous (nicht überprüft) on 2 August 2009

KÜRT TARİHİNDE BÜYÜK BİR KUMANDAN VE ÜNLÜ BİR DEVLET ADAMI

İskenderiye Kütüphanesinde bulunan Selehediné Eyyubi'nin el yazması günlüğü, Fransız Gazetesi Genevieve Chauvel tarafından romanlaştırılmıştır. Ben Selehedin adlı bu romanda , Ünlü devlet adamı, yaşamını şöyle dile getirmiştir.

KENDİ DİLİNDEN SELEHADİNÊ EYUBİNİN YAŞAM ÖYKÜSÜ

“(*) Önce, ben Kürdüm. Ramadi aşiretindenim. Bu aşiret, Kürdlerin en eski ve asil aşiretlerinden biridir. Aşiretin yerleşik yeri, Batı Azerbeycandır. Dedem Şadinin babası Mervandan önceki soyumuz üzerine fazla bilgim yoktur.
Bizim beşiğimiz sayılan Dovin, 10. yüzyılda Küçük Ermenistan'ın başkenti idi. Buraya İç Ermenistan da diyorlardı. Amcam Şêrkoh ve babam Eyup Dovin'de dünyaya geldiler. 1128'de Dovin Türkmenlerin saldırısına uğradığında, dedem Şadi iki oğlunu ve karısını yanına alarak, canlarını Türkmenlerin acımasız katliamından zor kurtarmışlardır. Türkmenler acımasız bir katliam, büyük bir tahrip ve vicdansızca bir talanla Dovin'i yerle bir etmişler. Bununla birlikte, bizimkiler de bütün varlıklarını Türkmenlere kaptırmışlar, sadece canlarını kurtarabilmişlerdir.

Bu katliamdan kurtlan dedem Şadi, Bağdat'ı hedef alarak güneye doğru kaçmaya devam ediyor. Bağdat, o sıralar halifeliğin merkezi ve Selçuklu hanedanlarından Melik şah'ın oğlu Sultan Muhammed tarafından yönetiliyordu. Dedemin eski dostu Behruz da burada vezirdi. Bu Behruz, daha önce Dovin'de bir esirdi. Dedem bunu buradaki esaretten kurtararak, İsfahan'daki Selçuklu sarayında prenslere öğretmen olmasını sağlamıştı. Sultan Muhammed Bağdat'a yönetici olunca, hocası Behruz'u da buraya vezir yapmıştı.

Bağdat'a vardıklarında dedem Şadi, eski dostu ve Bağdat Veziri Behruz'u görebileceğini ve ondan yardım alabileceğini düşünüyordu. Aile Bağdat'a vardığında doğruca saraya gittiler. Vezir Behruz, dostu Şadi'yi çok iyi karşıladı. Hal hatırdan sonra Şadi olanları Behruz'a anlatıyor. O da büyük bir dikkatle dostu Şadi'yi dinledikten sonra, “Şadi“ diyor “Allah seni bana gönderdi. Pek yakında Tikrit'i aldık. Orada yöneticimiz yoktur. Seni Tikrit'e yönetici olarak atıyorum ve bundan sonra senin unvanın ’Dizdar' olacak. En kısa sürede Tikrit'e gideceksin, görevine başlayacaksın.

Tikrit'e geldikten kısa bir süre sonra dedem Şadi öldü. Mezarı Tikrit'tedir. Yerine büyük oğlu babam Eyup geçti. Babama da ’Necm ed-din' unvanı verildi. Dinin yıldızı. Babam, Iraklı bir aşiret reisinin kızı El Harimi ile evlendi. Bu evlilikten ağabeyim Şahin şah ve Turan Şah, sonra üçüncü oğul olarak, 1137'de ben dünyaya geldim. Ama tanrı, beni çok ilginç bir şekilde dünyaya gönderdi.

Amcam Şêrkoh, vezirin çok sevdiği hukukçu bir gence kızıp, bir kılıç darbesiyle kellesini uçurunca, vezir de babamın bütün yetkilerini elinden alıyor ve “şafak atmadan Tikrit'i terk et, yoksa daha çok kelle uçacak' diyor. Bunun üzerine bütün aile, hemen yol hazırlıklarına başlıyor. Tam bu sırada, ben annemi sıkıştırıyorum ve kadınlar bölümünde annemin sancıları tutuyor. Şafak atmadan beni bir kundağa beliyor, bir hizmetçinin kucağına tutuşturuyorlar, kervan Musul'a doğru yola koyuluyor. Ancak ikinci günü akşam, kervanın konakladığı yerde benim doğumumu kutluyorlar. Babamın anlattığına göre; çok cılız ve çelimsiz bir çocuk olduğum için, öleceğimi düşünerek, istemeyerek bana Yusuf adını veriyor, ikinci adımı da Selehedin koyuyor. Daha sonraları Selehedin benim birinci adım oldu.

Babam Eyup Tikrit'ten sürüldükten sonra, hedefi Musul olarak seçiyor ve yoluna devam ediyor. Çünkü Musul'un yöneticisi Zengi babamın çok iyi bir dostu idi. Ben doğmadan önce 1132'de, Tikrit yakınlarında, Zengi Selçuklulara yeniliyor ve kaçıp babama sığınıyor. Babam da, Zengi ve adamlarının canını kurtarıyor ve Musul'a yeniden dönmesine yardımcı oluyor. Aile Musul'a vardığında Zengi, dostu Eyüp'e vefa borcunu fazlasıyla ödemeye çalışıyor.
Bize Dicle'nin kenarında büyük bir bahçenin içerisinde, taştan ve çamurdan yapılmış çok büyük iki katlı bir ev verdiler. Musul'un çevresi uçsuz bucaksız okaliptüs ormanlarıyla kaplıydı. Bahçemiz portakal, limon ve diğer bütün meyve ağaçlarıyla doluydu. Annem son derce becerikli ve zevkli bir kadındı. Bin bir çiçekle dolu olan bahçemizi daha da zenginleştirerek gerçek bir cennete çevirdi.

Zengi'nin düşmanları da çoktu. İran Selçukluları, Şamdaki Nusayriler, Diyarbakırlı ve Erbilli Kürdler ve batıdan gelen Franklar. Biz Musul'a varır varmaz, babam ve amcam da Zengi'nin ordusuna katılarak Frankları denize dökmeye gittiler. Annem üç oğluyla yalnız kaldı. Benim çelimsizliğime çok üzülen annem, bütün zamanını bana ayırıyor, beni ipek kundaklara beleyerek büyütüyordu.

Zengi, Şam ve çevresinde stratejik önemi olan bir çok kaleyi alıyor, bunların en önemlisi olan Baalbek'e babamı komutan olarak atıyor. Babam buraya yerleşir yerleşmez, bizi Musul'dan almak üzere adamlarını gönderiyor. Ben artık büyümüştüm ama babamı hiç görmemiştim ve sesini hiç duymamıştım. Sadece beni ipekli ve kokulu kundaklara beleyen ve güzel sesiyle ninniler söyleyen annemin sesini duymuştum. Baalbek'e vardığımızda, altın takılarla bezenmiş ipek kalpaklı resmi elbiseler içerisinde bizi karşılamaya gelen babamı görünce, korkudan ağladım ve annemin arkasına saklandım. Ayrıca bu heybetli adamın, annemin gözlerine bakarak ağladığını gördüm. Annem de bu heybetli adamı teselli etmeye çalışıyordu. Büyüdükten sonra öğrendim ki, babam bizden ayrı kaldığı üç yıl içerisinde başka bir kadınla evlenmiş, annemin de bundan haberi yokmuş.

Ben çok güzel bir şehir olan Helipolis'te büyüdüm. Babam buraya bir cami ve sofiler için de bir manastır yaptırdı. Babamı resmi elbiselerinin dışında ve geleneksel Kürd kıyafetlerinin içinde görebilmek için, hep ikindiyi beklemek mecburiyetindeydim.

Amcam Şêrguh, ağabeylerime savaş oyunlarını öğretmeye başladığında, ben çelimsiz halimle onları kıskanırdım. Bu arada okula başladım. Hocalarım sufilerden oluşuyordu. Okumayı öğrendikten sonra, en çok okuduğum sufilerden Gazali beni etkilemiştir.

Bize bu güzel yaşamı sağlayan Zengi 14 Eylül 1146'da öldürüldü. Kısa bir süre sonra Şam'ın büyük ordusu kapımıza dayandı. Amcam Şêrkoh'un girişimleri sonucu çok sayıda Kürd aşireti bizi destekledi. Taraflar büyük kayıplar verdiler. Babama pazarlık yapmaktan başka çare kalmamıştı. Böylece Baalbek eski sahiplerine verildi. Buna karşılık Şam'da bir ev ve arazi aldı, böylece Şam'a taşındık. Amcam Şêrkoh gizlice Zengi'nin adamlarıyla buluşur, Halep yöneticisi Nurettin'e katılır. Burada Franklara karşı başarılı savaşlar yaparlar. Bu da Şam komutanını korkutmaya başladı.

Şam'da hocalarım artık Sufiler değildi. Burada matematik, tarih ve coğrafya derslerini sevmeye başladım. Hocam Abu Taman, Kürd dili, tarihi ve geleneklerini bana öğreterek, benim bütün hayatımı değiştirdi ve hayatım boyunca onun etkisinden kurtulamadım.

24 Temmuz 1148'de sabahı Frank ve Alman birleşik ordusu Şam'ı kuşattı. Bunlar daha önce Kudüs'ü almışlardı, sıra Şam'a gelmişti. Çok kanlı çatışmalar oldu. Franklar, Arapların da biz desteklemeye geldiklerini duyunca, savaşmayı bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşı kazandık ama çok sayıda ölü verdik. Bu savaşta büyük abim Şahinşah da hayatını kaybetti. İki küçük oğlu öksüz ve karısı dul kaldı. Babam çok üzgündü. İlk defa bana yaklaşarak başımı okşadı, ’artık sen benim ikinci oğlumsun' dedi ve ben çok mutlu olmuştum.

Savaştan kısa bir süre sonra vezir öldü. Sultan da babamı komutan olarak atadı. Muhtemel Arap saldırılarına karşı tedbir alıyordu. Artık babam benim atlara binmeme ve savaş oyunlarını öğrenmeme izin vermişti. Ama şunu unutmamam gerekiyordu: ’Ben bir Kürdüm ve Başkomutanın oğluyum.' Artık ince bedenim ata binmeme çok uygundu. Bu da beni sevindiriyordu.

Halep Komutanı Nurettin, komutanı Şêrkoh'u babama gönderiyor, güçleri birleştirmek istediğini söylüyor. Babam da bunu kabul ediyor. Böylece de Şam Valisi oldu. Ben o zaman 16 yaşındaydım. Sultan, bütün toplantılarında beni yanından ayırmıyordu. Kendisi entelektüelleri, filozofları, düşünürleri, şairleri ve din adamlarını çok severdi. Bunlara sık sık davetler verir, sohbetlerini dinlerdi. Bu davetlere ben de katılırdım. Bazen ava çıkardık; panterleri, geyik kovalayan çıtaları ve aslanları seyrederdik.

Mart 1164'te Sultan Nurettin, Generali Şêrkoh'a Kahire Seferi için emir verdi. Amcam Şêrkoh beni yanına çağırarak; ’Yusuf, sen de benimle geliyorsun' dedi. Ben o zaman 27 yaşındaydım. 1 Nisan 1164'te Sudan Kapısından Şamdan çıktık. General Şêrkoh, on binlerce Kürd süvariden oluşan ordusuyla gurur duyuyordu. Mayısın başı 1164'te zaferle Şam'a geri döndük. Bu savaşta gösterdiğim başarı, sevk ve idaredeki becerim nedeniyle, Sultan Nurettin beni ’Şina' ilan etti. Böylece de 27 yaşımda, koca Şam'ın Emniyet Müdürü olmuştum. Akşamları sufi arkadaşlarımla buluşuyor, saatlerce zikir çekiyorduk. ’La ilahe illallah' diyerek, belden yukarısını sallayarak, ruhumuz huzura kavuşuncaya kadar devam ediyorduk.

Ocak 1167'de tekrar Kahire'ye sefere çıktık. Bu sefer General Şêrguh'un yanında komutan olarak. Ağustos 1167'de Şam'a geri döndük. Buradan da Halep'e Sultan Nurettin'in yanına gittik. Burada zamanımı kuş, çita, panter ve aslan avlamakla geçiriyordum. Halep ovası ve dağları bu hayvanlarla doluydu. Bu arada annem bütün tanıdıkları seferber etmiş, beni evlendirmek için kız arıyordu. Benim için o kadar çok seçenek vardı ki; mavi gözlü Kürd kızları, yeşil gözlü Suriye (Nusayrili) kızları ve siyah gözlü Arap kızları. Ben de sonunda, asil ve mavi gözlü bir Kürd kızını tercih ettim. Çünkü evimize en uygun olanı o idi. Şemsê ile nişanlandık.

Aralık 1168'de Franklar, Kahire'de yaptığımız anlaşmayı bozmuşlar ve Kahire'yi yeniden işgal etmişlerdi. Sultan beni çağırdı; ’acele Şêrkoh'u bul' dedi. Ben Şêrkoh'u bulduğumda; ’6000 Kürd süvariyi çoktan hazırladım bile' dedi. 2000 süvari de Halep'te hazırdı. Bunların arasında Türkmenler de vardı. Amcam çok istemesine rağmen, bu sefere katılmak istemiyordum. Ama yine de katıldım. 4 Ocak 1169'da Kahire kapılarına dayandığımızda, Franklar bizimle savaşmayı bile göze alamadılar, çekilip gittiler. Böylece, Şêrkoh hiç kan dökmeden Kahire'yi teslim aldı.

Fatımi Halifesi bize çok büyük ilgi gösterdi. Ama, vezir Şavar ikiyüzlünün biriydi. Biz Kahire'den ayrılınca, yeniden Frankları çağıracağı haberini aldım. Amcamın karşı çıkmasına rağmen, vezir Şavar'ı öldürdüm. 18 Ocak 1169'da Şêrkoh kendisini Kahire'ye vezir ilan etti. 23 Mart 1169'da, akşam yemeğinden sonra banyoya giren Şêrkoh, kalp krizinden öldü. Çok üzüldüm, artık ben her şeyimi kaybetmiştim. Derhal Halep'e dönmek istiyordum. 26 Mart 1169'da Fatımi Halifesi, beni Şêrkoh'un yerine vezir atadı. Bu işte gönülsüz olmama rağmen, çok zorluk çekmedim. Çünkü daha önce Şêrkoh için şehrin idaresini ve memurlarını hep ben ayarlamıştım. Ben 32 yaşında, artık küçük Yusuf değildim. Çünkü artık Mısır'ın Veziri Selehedin olmuştum.

Ağustos 1169'da kardeşim Turanşah, diğer kardeşlerimi ve Şemsê'yi de alarak, Kahire'ye yanıma geldiler. Burada Şemsê ile evlendim. Şemsê çok güzel bir Kürd kızıydı. Ay gibi yüzünü, yay gibi kaşlarının altındaki mavi gözler süslüyordu. İnce uzun boylu, sarı saçları beline kadar iniyordu. Sanki başından aşağı bal süzülüyordu. Şemsê beni çok mutlu etti. Haziran 1170'te oğlum El Abdal Ali'yi doğurdu. İlk defa baba oldum. Daha sonra çok çocuklarım oldu. Nisan 1170'te babam Eyüp de Kahire'ye geldi. Onu İskenderiye Komutanlığına, kardeşim Turanşah'ı Yukarı Nil Komutanlığına getirdim ve diğer kardeşlerime de Mısır'ın idaresini paylaştırdım.

Eylül 1171'de Bağdat'ta Halife El Mustarut öldü, yerine oğlu El Mustazi geçti. Sultan Nurettin'e karşı çıktı. Çünkü Kahire'de hala Abbasilerin siyah bayrağı dalgalanıyordu. 200 yıldan beri, Mısır'da bir Şii Fatımi Halifeliği vardı. Biz aile olarak Şafiiydik. Buradaki Şii Fatımi Halifesine dokunmak istemiyordum. Çünkü el yakıyordu. Ayrıca, beni Vezir yapan da Fatımi Halifesiydi. Sonunda, 14'üncü Fatımi Halifesi hastalandı ve öldü. Önemli bir olay da kendiliğinden çözüldü. Halife öldüğünde 21 yaşındaydı. Arkada 4 dul kadın, 11 erkek ve 4 kız evlat, 152 hizmetçi, muhteşem bir saray ve bir servet bıraktı. Sarayın kütüphanesinde 200 binden fazla kitap vardı. Kasadaki 2 milyon dinarın talan edildiği söylendi. Bu servetin bir kısmını ben aldım ve önemli bir kısmını Sultan Nurettin'e gönderdim.

15 Mayıs 1174'te sultan Nurettin kalp krizinden öldü ve geride sadece 11 yaşındaki oğlu Melik Salih İsmail'i bıraktı. Böylece bana yeni ve çok önemli görevler düşmüştü. Çünkü Araplar bu fırsattan yararlanarak, Şam'ı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ben derhal Şam'a hareket ettim. Böylece Şam yönetimini ele aldım. Suriye'deki bütün kaleleri ele geçirdim. Hatta kısa bir süre önce, Nurettin'in Kılıç Aslandan aldığı Konya'yı, Ermenilerden aldığı Malatya'yı bile ele geçirdim. Sonunda Halife Mustazi, beni Suriye ve Mısırın Sultanı ilan etti.

Şubat 1177'de İskenderiye'ye geri döndüm. Oğullarım El Abdal Ali ve El Aziz Utman da yanımdaydı. Çocuklar denizi görünce çok sevindiler. Benim amacım, güçlü bir bahriye oluşturmaktı. Elimizdeki gemileri yenileyip ve yenilerini yapmaktı. Bu iş için, Ürdün Dağlarındaki sonsuz ormanlar, bize istediğimiz kadar ağaç veriyorlardı.“ (* ) Bu Metin İbrahim Aksoy tarafından aktarılmıştır. Yazarın, Navkurd adlı sitedeki makalesinden alınmıştır.

SULTAN SELEHADDİN'İN İSLAMİYETE HİZMETLERİ

Kürt ulusu dünyanın en mazlum uluslarından biridir. Günümüz dünyasında 52 bağımsız devletin toplam nüfusundan daha fazla bir nüfusa sahip oldukları halde Kürtlerin, hala bir devleti yok. Dahası, Kürt nüfusun büyük bir kısmı baskı altında yaşıyor. Dili ile eğitim göremiyor, okuyup yazamıyor.

Kürtler, tarihte birçok kez harikalar yaratarak savaş meydanlarında üstün başarılar elde etmiş; tarım ve el sanatları alanında ciddi gelişmeler göstermiştir. Buna rağmen Kürt yurdu işgal ve talan ordularının istilasından bir türlü kurtulamamıştır. Barbarca ve vahşice saldırılarla, yaratılmış olan zenginlikler çalınmış ve yağmalanmıştır, Kürt vatanında. Bu yüzden kendini savunma gereği herkesten çok Kürtler için zorunlu hale gelmiştir. Kürtler askerlik ve savaş sanatını da kısa sürede geliştirmiş ve dünyanın üstün savaşçı kavimleri arasında adlarından söz ettirmişlerdir.

Tarihte Kürt yurdu sürekli baskı altında tutulmuştur, zenginlik kaynakları talan edilmiştir. Bu durum bu gün de hala sürüyor. Kuşkusuz bu Kürtlerin rızasına dayalı olmamıştır. Yani işgal ve istila hep Kürtlerin karşı koyamayacağı bir zorbalıkla meydana gelmiş. Hem de kanla, baskıyla ve şiddetle gerçekleştirilmiştir.

İşte bu yüzdendir ki parçalı coğrafyada Kürtler tarihinin hiçbir döneminde ve asla yabancı boyunduruğunu ve işgal ordularını sindirememiş; bunun doğal bir sonucu olarak ta kavga etmeyi gelenek haline getirmiş kavgada ustalaşmıştır. Ama ya masada, ya usulden, ya iyi niyeti ve merhametinden ya da değişik politik nedenlerden kaybetmiştir.

Dedik ya; Kürtler yabancı egemenliğini sindiremediler. Bu yüzden yabancı egemenlere de ulusça sadık olmadılar. Zaten bunu beklemek de mümkün değildir.

Kürt coğrafyasını işgal edenler hiç insaflı ve dürüst olmamışlardır. Kürtlere insan olarak gerekli değeri vermemişlerdir.

Diğer yandan, Kürtler zaman zaman kısa ömürlü de olsa birtakım yönetimler kurmuş, egemenlikler elde etmişlerdir. Bu egemenliklere bakıldığında görülecektir ki Kürtler kendi boyunduruklarında yaşayan halklara her zaman iyi davranmış, onlara gerekli insaf ve hoşgörüyü göstermiş, hatta birçok şeyi onlarla paylaşmıştır.

İşte ; büyük Kürt komutanı ve devlet adamı Selehaddiné Eyübi, böylesi üstün erdemlere sahip Kürt yöneticilerinden biriydi. Tarihte onun yiğitliği, insaf ve hoşgörüsü ile yetenekleri bugün Ön Asya'da ve Orta Doğu'daki birçok tarihçi tarafından ifade edilir.

Peki, kimdir Selehaddinê Eyübi.? Nasıl ulaşmıştır bu aşamaya? Neler yapmıştır.? Nasıl yaşamıştır.? Tüm bunları kısaca da olsa anlatmaya çalışacağız bu yazıda. Hala onu gerçek kimliğiyle tanımayan birçok Kürt var. Hala birçok sahte tarihçi, onu kendine mal etmekte ısrarcı davranmaktadır.

Selahaddine M.S. 1137 yılında Mısır'a sultan olduğu sırada 35 yaşında idi. Bu yaşam, Ortaçağ uygarlığının sürdüğü bir döneme denk geliyor. Eyyub ailesi bugün Azerbaycan'da hala bilinen Rawadi aşiretindendir. Babası Necmeddin Mervan'dır. Necmeddin'in kendisi de aslen Diwen köyündendir. Onun da babası Şadi'dir. Selahaddin'nin esas adı Selahaddin Yusuf'tur.

Selahaddin'in dedeleri olan Mervan ailesinin, Emevi Mervanları ile ilgisi olduğu söylense de, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü 400 yıl gibi önemli bir zamanı küçümsemek olanaklı değil. Her iki dönemin arası, 400 yıldır.

İbni Haldun, on yedi göbekten sonra Şadi'yi El Herriri'ye dayandırmakta; Linpal ise Şadi Mervan için, onun Behruz Egriki'nin dostu olduğunu, Behruz'un ise Diwén köyünde yalnız bir adam olduğunu, daha sonra Selçuklulara Şahendelik yaptığını anlatmaktadır. Bu bilgi doğrudur.

Behruz, Diwen köyünden, Melikşah'ın oğlu Sultan Mesud'un yanına gittikten sonra, sarayda önemli görevlere terfi edince, eski dostu Şadi Merwan'ı da yanına aldırır.

Behruz, Selçuklu sultanı tarafından Bağdat seferine gönderildiğinde ise gene Şadi yanındadır. Daha sonraları, Şadi'nin Behruz'un emriyle Tikrit'e vali yapıldığını görürüz. Ve Şadi vali iken Tikrit'te ölür; yerine ise oğlu Nemeddin Eyyub (Selahaddin'in babası) atanır. Bu gün Şadi'nin türbesi hala kutsal bir anıt olarak Tikrit kendinde bulunmaktadır.

Şadi Mervan kendi aşiretinin ileri gelen bir kişisi idi. Ancak o geleneksel bir aşiret reisi ve miri değildi. Şadi Mervan'ın babasına ilişkin bilgiye rastlamak mümkün olmadı.

El Bistani, Mervanlar'ın bir Kürt ailesi olduğunu, Mısır ve Şam'ı ele geçirdikten sonra Eyübi Devleti'nin kuruluşunda bulunduğunu yazmaktadır. Şadi'nin, Necmeddin'den başka bir de Eseddin Şerguh adlı bir oğlu daha vardır. Azerbeycan'dan gelip Behruz'un ordusuna sonradan katılmıştır.

Bu gün Güney Kürdistan'da Şaqlawa ve Hewler arasında güzel bir yazlık yeri vardır. Buraya o dönemin etkileriyle Selahaddin adı verilmiştir. Son derece turistik bir yer olan bu kentte birçok otel ve tatil evi bulunmaktadır. Saddam'ın özel yazlığı bile buradaymış. Şu anda o yazlıkta Barzani ailesi kalmaktadır.

Kürt Federe Devleti'nin ilanından sonra Saddam'ın, Selehaddin'den umut kesince, bu kez Tikrit kentine Selehaddin adını verdiği söylenmektedir. Saddam, zaman zaman, Mervan ailesinden olduğunu dile getirmekten de geri kalmamıştır.Hatta, kendisine “ Saddam Tikriti “ dediği de bilinir. Bu tutumun, gerçekten çok ince bir politika olduğu söylenebilir.

Güney Kürdistan'daki Selahaddin , başkent Hewlér'e 25 km. uzaklıkta, şirin bir kasabadır.

Ortaçağ uzun sürmüş bir dönemdir. Avrupa'da Hıristiyanlığın, ön Asya ve Ortadoğu'da İslamiyet'in geliştiği bir dönemdir. Yani batı ve doğu uygarlıklarının sürdüğü bir dönemdir. Kuşkusuz uygarlık ve sanat alanındaki gelişmeler tümü ile egemenlerin denetiminde bulunuyordu.

Avrupalı sermayedarlar, Ortadoğu'daki zenginliklere göz dikmişlerdi. Bu yüzden kendi aralarında birleşik ordular oluşturup bölgeyi ele geçirme planları yapmışlardır. Bu dönemde güçlü, birleşik bir orduya rastlamaktayız. Roma Papa'sının emirleri ile Fransa Kralı Agust'un ve İngiliz Kralı Aslan Yürekli Rişar (I. Richard) başkanlığında Alman Kralı Frederik Barbarossa komutasında gemilerden ve güçlü bir donanmadan oluşan bir ordu hazırlandı. 200 bini aşan asker ve süvari, İstanbul üzerinden Kudüs, Dimyat, Aqqa ve İskenderiye'ye doğru yol alır. Aqqa'daki çatışmalarda birçok Avrupalı komutan Selahaddin tarafından esir alınmıştır. Selahaddin yaralı bir komutanı samimi ikrarından sonra bağışlamış, verdiği hediyelerle kendisinin haçlı ordusunun karargâhına geri göndermiştir.

Hemen belirtmek gerekir ki Selahaddin milliyetçi değil, ancak dinci bir karaktere sahiptir. İleriki bölümde bu konuyu daha derin irdeleyeceğiz. Ama öyle de olsa, O önemli bir Kürt değeriydi. Kürt realitesinin tarihsel bir kanıtıdır.

Selahaddin'in doğduğu gün -ki hangi ay olduğu bilinmiyor- ailesi Tikrit kentine göçmüştür. O, doğumundan birkaç gün önce amcası, Şerguh, Tikrit kentinde görevli bir askeri öldürünce, Behruz'un komutanları Şerguh ve Necmedin'i Tikrit'ten çıkarmışlardı. Bu bir cezadır.

Yola konulduklarında Selahaddin bir günlük bir bebekti . Babası; bu koşullarda bebeğin yaşamasını istemeyip, bu yüzden onu öldürmek istemiştir. Ancak komutanlarından Katib Nesrani buna engel olmuştur. Nesrani, Necmeddin ve ailesine Belbek, Şam ve Mısır'a kadar refakat etmiştir.

Nesrani'nin Selahaddin'in babasına “ bu çocuğun bir gün büyük bir adam olacağını ve ün salacağını “ söylediği anlatılır. Selahaddin, Mısır'a sultan olduktan sonra ; Nesrani bu olayı kendisine hatırlatmıştır.

Necmeddin Eyyüp, Tikrit'te koruma görevlisi olduğu sıralarda, Nureddin Zengi'nin babası Emredin askerleri ile sultan Mesud'un yardımına giderek Abbasi Halifesi Mısterşid üzerine yürümüştür. Bu savaşta Emreddin yenilgiye uğramış ve Tikrit'e sığınmıştır. Bunun üzerine Necmeddin Emreddin'e kucak açmış ve onu barındırarak düşman saldırılarından korumuştur. Musul Sultanı'na gösterilen bu saygı Eyyub ailesini yüceltmiştir. Necmeddin, Dicle nehri üzerine bir köprü inşa ederek Emreddin'in askerlerinin karşı tarafa, kendi topraklarına geçmelerine yardımcı olmuştur.

Behruz, Eyübi ailesini Tikrit'ten sürünce onlar da eski dost Emreddin'in yanına gittiler. Necmeddin ve kardeşi Şerguh'un yardımları sayesinde Belbek kenti 1239 yılında Emreddin'in egemenliğine geçti.

Emreddin ölünce çocukları anlaşamayıp birbirlerine düşerler. Şam ise bu durumdan yararlanıp Beelbek kentini almak ister. Bunun üzerine Necmeddin'e haber yollayıp güç birliği önerisinde bulunurlar. Necmeddin bu yardıma karşılık on köy ile; Şam'da kendisinin kalabileceği bir köşk ister. Şam yönetimi bu isteği kabul eder. Necmeddin, oğlu Selahaddin Yusuf ile birlikte Şam'a yerleşir. Ama kardeşi Şerguh Musul'da Nureddin Zengi'nin yanında kalır. Ancak daha sonra Necmeddin kendisine verilen on köy ile yetinmemiş ve Eybık komutasında asker olmaya karar vermiştir.

Bu sırada Şam kenti sık sık haçlı odlularının istilasına uğramaktadır. Necmeddin ise her seferinde büyük kahramanlıklar göstermiştir.. Bu yüzden Şam halkı onu çok seviyordu. Şam komutanı, Emir öldükten sonra, Eybık, onu Şam'dan sorumlu askeri komutan olarak tayin etmiştir. Tam da bu sırada, kardeşi Şerguh da Halep komutanı olmuştur. 1154 yılında Şerguh komutasında bir ordu Necmeddin'in koruması altındaki Şam kentine doğru yola koyulur.

Bu iki kardeşin karşı karşıya gelecekleri bir savaşın başlangıcı olabilirdi. Necmeddin kardeşinin komutasındaki orduyla savaşmak istemedi. Bunun üzerine altı gün içinde, Nureddin Zengi'nin askerleri Şam'a savaşsız girdiler. Bundan sonra Şerguh, Şam komutanı, ağabeyi Necmeddin ise Şam'ın genel yargıcı oldu. Böylece Şam, bu tarihte ( 1154 ) Kürt kimlikli iki kardeşin kontrolüne girmiş oldu.

Henüz bir yaşında öldürmek istediği oğlu Salahaddin Yusuf'u, iyi bir eğitim ve öğretimle yetiştirmeye özen gösteren Necmeddin, oğlunun bilgili, deneyimli ve birikimli bir kişi olarak yetişmesine büyük özen göstermiştir.

Selahaddin'in gençliği Şam'da geçer. İlk kez amcası Şerguh ile birlikte Mısır seferine katılır. O, son derece dürüst, iyi ahlaklı ve kişilikli biri olarak tarihe geçmiştir.

Dindarlığı ve kişiliği sayesinde Nireddin Zengi'ye çok yakın bir kişi olmuş ve onun sempatisini kazanmıştır. Avcılığı sevmediği halde Selahaddin ata binmeyi ve at sürmeyi çok seviyordu. Hele ciriti, sürekli oynar ve oynatırdı. O, defalarca Zengi ile birlikte cirit oynamıştır.

Selahaddin, amcası Şerguh'un Mısır seferinden önce eline hiç kılıç almamıştı.

Ancak o savaşta yaşamına yeni bir boyut kazandırarak, savaş alanında da üstün bir kişi olduğun ispatlamıştır.

Kısa sürede askeri alandaki üstün başarıları sonunda Zengi ailesinin tartışılmaz mirasçısı durumuna gelmiştir. Bu aşamada Selahaddin'in amcası ve babasını geçerek, ününe ün kattığına tarih tanıktır.

Avrupa orduları Hıristiyanlıkça kutsal sayılan kentleri geri almak için defalarca seferler düzenlemiş, ancak Selahaddin her keresinde bu saldırıları püskürtmüştür.

İslam bilginleri, bu gücün olağanüstü olduğu ve ilahi bir kuvvet olarak Allah tarafından Selahaddine-- islamı koruması için--verildiğini söylerler.

Kimi bilginler Selahaddin'i kutsarlar.

Doğrusu, kendisinin de islam'a inanan ve İslam'ı iyi bilen, kültürlü bir kişi ve köklü bir Müslüman aile geleneğine sahip olduğu tartışılmaz.

Nureddin Zengi, kahramanlıkları, cesareti ve savaşçılığı yanı sıra kültürlü, akıllı ve yaratıcı yapısından ötürü, Selahaddin'i kendisine danışman tayin etmiş ve tüm atılımlarını henüz 20 yaşında olduğu halde Selahaddin'e danışarak gerçekleştirmiştir. Her keresinde de kazançlı çıkmış ve topraklarını bu sayede, daha da genişletebilmiştir.

SELÇUKLULAR DİYARBAKIRI ELE GEÇİRMEK İÇİN BEŞ YIL SAVAŞTILAR.

DİYARBAKIR'IN ELE GEÇİRİLMESİ

Hiç kuşku yok ki 12. yüzyılda İslam dini Selahaddin'e çok şey borçludur. Çünkü o, İslam dinine büyük bir soluk aldırmış, Hıristiyan saldırılarını göğüsleyerek, İslam dininin yok olmasını engellemiştir.

Ancak Abbasiler'in zayıflaması, İslam dininin de, zayıflamasına neden olmuştur.

Hz. Muhammed'in ölümünden sonra, halifelik konusundan çıkan anlaşmazlık; sonunda Ebubekir taraftarları ağır basmış ve Ebubekir halife olmuştur. Ondan sonra Ömer, daha sonra da Osman halife oldu. Ardından Medine ileri gelenleri ve Kureyşi kabilesi halife olarak Ali'yi seçtiler. Ama Muaviye bu duruma razı olmadı. Ali'nin oğulları Emevilerle savaşmak istiyorlardı.

Abbasiler başından beri kendilerini peygamber ailesinden kabul ediyorlardı. Bu yüzden onlar da halifelikte ve İslam dininin öncülüğünü yapma konusunda, ısrarlıydılar. Abbasiler, kimi kendilerine yakın görüyorlarsa, onu egemenlikleri altındaki kentlere vali tayin ediyorlar ve bu anlayış babadan oğula geçiyordu. Bu durum , yönetimde düzensizliği ve laçkalığı doğuruyordu. Egemenlik giderek zayıflıyor, kargaşa başlıyordu. Sonunda Beni Bıweh yönetimi ele alarak bu kötü gidişata dur dedi. Ancak daha sonraları Selçuklu Türkleri bu toprakların denetimini Ebu Bıweh'ten alıp, kendi egemenliklerini kurdular.

Selçuklular Hazar Gölü'nü ve Akdeniz'in egemenliğini ele aldılar. Buradan da Arap ülkelerine yöneldiler. Kısa bir süre sonra Şam alındı, buradan da Mısır'a sultan ataması yapıldı. (1171).

Haçlı ordularını Ortadoğu'da bozguna uğratan Selahaddin, Avrupa'da kısa sürede ün saldı ve İslam dünyasının önemli simaları arasında yer aldı.

SELEHADİN, bir muharebe öncesinde Arslan Yürekli Rişar'la bir görüşmesinde yaptığı güç ve yetenek denemesi sırasında, Rişar kılıcı ile sert bir kayayı tek hamlede ikiye bölerken, Selahaddin'in ise cebinden çıkardığı ipek bir mendili havaya atıp kılıcı ile ortadan ikiye böldüğü söylenmektedir. Selahaddin'in haçlı orduları karşısındaki tavrı, adaleti ve merhameti tüm dünyanın dikkatini çekmiş, bu yapısı ile dünyada örnek bir komutan ve devlet adamı olarak gösterilmiştir.

Selahaddin 1187 yılında Kudüs'ü alır. Mısır'da yönetime gelir gelmez de , Kahir kalesini yaptırır.

Selahaddin dönemindeki idari şekillenme, federasyon tipi bir devlet örgütü idi. O, her bölgeyi iç işlerinde özerk bırakıyor, kendi melikleri ve yöneticileri vasıtasıyla buraları yönetiyordu.
Eyübi egemenliği sırasında mühendislik ve askerlik alanında İslam alemi önemli yenilikler ve üstünlükler elde etmiştir.

Eyübiler'in Mısır'daki egemenlikleri 1250 yılına dek sürmüştür

Selahaddin'in kardeşleri Adil ve Kamil'in gevşek ve başarısız durumları sonucu bir süre sonra Kudüs gene Hıristiyanların eline geçti. Bölgede tümü ile Eyübi egemenliğinin etkisini kırıp kendi egemenliklerini kuranlar ise, Akkoyunlular ve İlhanlılar'dır.

Akkoyunlular en son Eyübi emirliği olan Hasankeyf ve Diyarbekir emirliklerini (1470 yılında) ele geçirdiler. Zayıf düşmüş olmalarına karşın 1250 yılında 14. Lui'yi de yenmeyi başaran Eyübiler'in, bu tarihten sonra gerileme dönemine girdikleri görülmektedir.

1260 yılında Şam, Halep ve Cizre, Moğollar'ın eline geçti. Yemen ise, daha 1229 yılında, Resuiler tarafından alınmıştı. Eyübiler, Selahaddin zamanında çok parlak bir yükselme gösterdikleri halde, onun, 1193 tarihinde ölümünden sonra dağılmaya ve zayıflamaya başladıkları bilinen bir gerçek.

Selahaddiné Eyübi'nin iyi bir din adamı ve inançlı bir Müslüman olduğunu söylemiştik. O, Kürt olduğunu da unutmamış, ancak mücadelesinde, daha çok İslam dininin korunup gelişmesine hizmet etmiştir. Bu yüzden kurduğu egemenlikte İslam kültürü gelişmiş ve Kürt milli kültürü özel gelişme fırsatı bulamamıştır. Ancak onun hüküm sürmüş olduğu toprakların önemli bölümü Kürt yerleşim bölgeleri olmuş, bunun yanı sıra da Ortadoğu'daki Arap toprakları Selahaddin'in uzun süren yönetiminde , gerçek adalet ve eşitlik düşüncesine tanık olmuştur.

12. ve 13. yüzyıllar arasındaki savaşların çoğu dinsel nedenlerden olmuştur.

Kurulan egemenliklerin hemen tümü ise, dini kurallarla sürmüştür. Selahaddin, adaleti ve eşitliği sunduğu , özgürlüğü sevdiği için yönetimi; altındaki halklara iyi davranmış, insanların kardeşçe bir arada yaşamalarına özen göstermiştir.

Diyarbakır, Edessa (Urfa), Harran, Nusaybin, Mardin, Cizre ve Botan o dönemlerde Selahaddin'in yönetimine girmiştir. Ancak, İslamiyete uygun davranmayan kişiler Kürt bile olsalar hoş görülmemişlerdir.

SELEHADİN döneminde Kürt kavimleri özerk bir yaşam sürmüş, federe bir tarzda yönetimleri biçimlenmiştir.

Güçlü şark uygarlığının Asya'daki gelişimini sindiremeyen Avrupa, batı uygarlığı alanında yenileşmelere yönelmiş; din, sanat, edebiyat ve sosyal bilimlerde üstünlüğü ele alma savaşımı, dünyada Avrupa uygarlığının egemen olması çabalarını yükseltmiştir.

Bu dönem Hıristiyanlığın ve İslam dininin kıyasıya çekişip savaştığı, birbirlerine üstünlük kurmak istedikleri bir dönemdir.

İslamı benimseyen halkların topraklarını haçlı ordularının istilasından korumak, barış ve adaleti yerleştirmek konusunda Selahaddin önemli görevler başarmıştır.

Eyübi egemenliği 12. yüzyıldan 14. yüzyıla dek sürmüştür. Selahaddin, Eyübi devletinin sınırlarını genişleterek dünyanın sayılı güçlü devletini yaratmıştır

1138 yılında doğan Selahaddin, zaten kendini daha doğarkan savaşların, göçün ve seferlerin içinde bulmuştu. Yaşadığı yıllar ona, savaşmak gerektiğini öğretmeye yetiyordu. 1175 yılına gelindiğinde Nurettin Zengi de ölmüştü ve Eyübi egemenliği artık Irak'ı da kapsıyor, Fırat'a dek uzanıyordu.

Selahaddin, Kuzey Afrika'ya uzanmak istiyordu. Yeğeni Fer Şah ve Karakuş adlı bir komutanını bu seferi gerçekleştirmekle görevlendirdi. Bu sefer, Trablus kentinin yeniden fethedilmesine yaradı.

Selahaddin, sunni bir müslümandı. O, Mısır ve Şam'da türlü medreseler açarak İslami eğitim ve öğretime ağırlık vermiştir. Bu çaba İslam aleminde körelmiş olan fetih ruhunun yeniden canlanmasını da sağlıyordu.

Ramla yakınlarında yapılan bir savaşta Müslümanlar yenilmişti. (1178). Ancak bir yıl sonra Fer Şah, Şam yakınlarında bir Hıristiyan ordusun püskürttü. 1187 yılında ise bir başka yöre Eyübi devletine katılıyordu: Güney Kürdistan'ın Şehrezor yöresi.

Selahaddin üstün bir diplomat ve politikacıydı. O, bu sayede önemli kazanımlar elde etmiştir. Kemal Burkay Selahaddin için şöyle der: “ Selahaddin'in komutan ve devlet adamı olarak üstün nitelikleri, yiğitliği, nazikliği, adilliği rakipleri tarafından da hep söylenmiş ve tüm bu nitelikleri ile tarihe ’Büyük Selahaddin' olarak geçmiş, yaşamı çeşitli incelemelere konu olmuştur. Selahaddin'in askeri başarılarının bir nedeni olarak, onun büuyük ama düzensiz ordulardan ziyade, sıkı disiplinli ve iyi eğitilmiş bir orduyu tercih edişi göstirlir. Suriye'yi böylesine küçük ama sıkı disiplinli bir orduyla fethe çıkmıştı. Selahaddin aynı zamanda usta bir taktisyendi ve savaşta yeni geliştirilmiş tekniklere önem vermekteydi.“
(Kemal Burkay, Geçmişten Günümüze Kürtler ve Kürdistan, Cilt I, sayfa: 154-157, Deng Yayınları, Ağustos 1992.)

Ünlü devlet adamı Selahaddin 1193'te öldüğü zaman, 55 yaşındaydı. (1138-1193) Arkasında zengin bir devlet, geniş bir ülke bırakmıştı ama kendisinin, 47 gümüş dirhemin dışında, cenaze masraflarına yetecek kadar bile parası yoktu.

Bu büyük komutanın türbesi Şam kentinde bulunmaktadır.

Selahaddin sağken ülkeyi federatif bir tarzda yönetmiş ve oğullarını çeşitli ülkelere hükümdar olarak tayin etmiştir. Melik Aziz Mısır'ı Melik Evdal Şam'ı yönetiyordu. Babalarının ölümünden doğan boşluğu doldurmak konusunda kardeşler arasında anlaşmazlık başladı. Melik Aziz, amcası Melik Adıl'ın yardımı ile kardeşi Melik Evdal'ı Şam'dan uzaklaştırdı. Ancak Şam'a yakın bir kaleyi de, ona vermeyi ihmal etmedi.

1199'da babasından 6 yıl sonra Melik Aziz de ölünce, taht kavgası yeniden alevlendi. Melik Adıl artık güçlüydü ve Mısır ile Şam'a hükmediyordu. Adıl, Melik Evdal'e ise Samsat kalesini vermişti.

Melik Adıl de, ağabeyi SELEHADİN gibi devleti kendi çocukları arasında bölüştürdü. Mısır'dan Melik Kamil, Şam'dan Melik Muazzam, Cizre'den Melik Eşref, Ahlat'tan Melik Ehwad ve Yemen'den ise Melik Adıl'ın torunu Melik Kamil'in oğlu Mesut sorumlu tutulmuştu. Melik Adıl 1218 (Hicri 615) yılından ölünceye dek, imparatorluğun genel yöneticisi sıfatını taşıyordu.

Eyübiler döneminde Kürtler ve Türkmenler arasında kanlı çatışmalar olmuştur.

ZENGİLER daha ilk dönemlerinden başlayarak, Hakkari, Cizre ve Musul kentlerine baskı yapmış ve onlara saldırmışlardır. Kürtler ise Selahaddin döneminde ancak bu saldırılardan kurtulabilmişlerdi Ama, Selahaddin'den sonra tekrar Zengiler'in Kürdistan'a saldırdıkları görülmektedir.

Kürtler ve Türkmenler arasındaki ilk kanlı ve büyük çatışma ise 1183'te olmuştur.

Bu savaş 2 yıl sürmüştür. Bu arada, iki gücün de ateşkes yapıp Hıristiyan saldırılarına karşı ortak savunmaya giriştikleri söylenmektedir.

Ancak bu tarihte Türkmenlerin çok sayıda Kürdü Kilikya ve Suriye'de katlettikleri, pek çoğunun göç etmek durumunda kaldıkları, mallarını bile Hıristiyanlara emanet ettikleri söylenmektedir. Bu yüzden Türkmenler intikam için Arapgir yöresindeki Hıristiyanlara da saldırmışlardır.

Selahaddin, Meyyafarqin'i (Silvan) ve Taqyeddin ise Ahlat'ı aldıktan sonra bölgede güçler dengesi Kürtlerin lehine değişmiştir.

1191 yılından sonra ise Van ve Bitlis de, Eyübi devletine katılmıştır.

Melik Kamil de, 1232 yılında, Amed'i Artukoğulları'ndan geri alır ve Diyarbakır ile Heskif te Eyübiler'e bağlanır.

Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat güçlü bir ordu ile Ahlat ve Van'a saldırdığında, tüm Eyübi güçleri Selçuklu saldırılarına karşı birleşerek Melik Kamil yönetiminde savunmaya geçtiler.

Eyübiler bu sırada Hısn Mansur (Adıyaman) ve Xarput'u da topraklarına kattılar. Ancak 1235'te bu kez Selçuklular Urfa ve Harran'a saldırdılar ve buraları aldılar.

Selçuklular Diyarbakır'ı da kuşattılarsa da alamadılar. Dört ay sonra Melik Kamil bu yöreleri geri aldı ve Selçuklular'ın işbirlikçisi Artukoğlu Nasıruddin himayasindeki Mardin'i de alarak, Kürdistandaki Selçuklu saldırılarını püskürttü.

Alaeddin Keykubat Diyarbakır'dan vazgeçmiyordu. 5 yıl süren bir kuşatma sonucu, kanlı çarpışmalarla Diyarbakır düştü. (1240) Silvan kalesi hariç Kürdistan'daki kaleler, bir bir Selçiklular'ın eline geçti. 1244 yılında ise en son kale olan Ahlat kalesini de Moğollar ele geçirdi.Bu tarih, aynı zamanda Kürt halkı için baskı ve şiddetin başladığı tarih olarak da bilinir.

Askerlik sanatının yanında, Eyübiler'de tarım da bir hayli gelişmişti. Ticaret ise son derece iyi bir durumda idi. “ Eyübiler tarım ve sulama işlerinin yanı sıra ticarete de önem vermişlerdir. Bir yandan haçlılarla savaşırken, öte yandan da ticari antlaşmalar yapmayı ihmal etmemişlerdir. Onlar döneminde özellikle İtalyan kentleri ile ticaret canlıydı.“ (Kemal Burkay, a.g.e..s.:162.)

Her ne kadar haçlı seferleri büyük tahribatlar yarattılarsa da, bu savaşlar Avrupa'daki gelişmelere de büyük katkı sağlamıştır. Avrupa kentsoylu kültürünün, ( burjuva kültürünü ) büyük ölçüde, Eyübiler'den etkilendiği söylenebilir.

Eyübi Devleti; Selahaddin'den ; İslamiyet ise Eyübiler'den sonra, ağır darbeler almıştır.

Kürt asıllı olan Sultan Selahaddin,hükümdarlığı döneminde, güçlü bir etki yaratarak İslamiyetin korunmasına önem vermiştir. Araplar ve Türkmenler'in Kürdistan'a yönelik hevesleri, Selçuklular dönemine uzanır. Onlar, o tarihten beri Kürdistan'a egemen olmak için çok şey yaptılar. Bugün bile bu emellerinden vazgeçmiş gibi görünmüyorlar...
Oysa ki bu günkü Arap topraklarının büyük bir bölümü, Kürt Devlet adamı SELEHADİN zamanında Haçlı ordularından korunmuştur. Ancak aynı topraklarda SELEHADİNin soyundan olan Kürtler, Irakta'kiler hariç, hala baskı altında yaşamaktadırlar.
Selehadiné Eyübi'nin 4 Mart 1193'te, henüz 55 yaşında iken Şam'da öldüğü bilinmektedir. İslam Ansiklopedisine göre ise, o Şubat ayında, iki haftalık bir hastalıktan sonra öldüğü yazılmıştır..Büyük oğlu El Abdal Ali, babası için bir anıt mezar yaptırılmıştır. Selehadinin, 17 si erkek ve biri de kız olmak üzere toplam 18 çocuğu olmuştur..
Yukarıda yaşamını ve mücadelesini dile getirdiğimiz bu büyük Kürt devlet adamının, sanılanın tersine hiç servetine rastlanmamaktadır.Öldüğünde serveti cenaze giderlerine de yetmemiştir. O, yaşamında tüm kazancını askerlerine, onların ailelerine ve dul kalmış asker eşlerine bağışlamıştır.

Neuen Kommentar schreiben

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.