Silahlarin Birakilmasi ve PKK’nin Metamorfozu Mümkün mü?
Mehmet Müfit
Türk devlet istihbarati MIT ile A. Öcalan arasinda sürdürülen görüşmeler neticesinde hazirlanan ve Diyarbakir’daki 21 Mart Newroz’unda okunan A. Öcalan’in beklenilen açiklamasi beklenti içinde olan kesimlerde hem kargaşaliga, belirsizlige, burukluga ve hemde eleştiriye neden oldu. Kürtlerde ve PKK’de kafalar iyice karişti ve belirsizlik hakim hale geldi; ne olup bittigini kimse bilmiyor.
Daha önceleride bir çok kez ifade etmeye çalistigimiz gibi; «Kürtler» ve «Türkler» arasinda bir barisin olabilmasi için öncelikle iç ve diş şartlarin bir araya gelmesi neticesinde siyasi bir ortamin oluşturulmasi gerekiyor. Cok kan dökülmüş olmasi, Türk devlet zulmünün hat safhaya çikarilarak Kürdistan’in cehenneme çevrilmiş olmasi, buna mukabil olarak Kürt halkinin gittikçe daha çok bilinçlenerek güçlü direniş içine girmiş olmasi barişi otomatik olarak getirmez.
Uluslararasi güçlerin, çikarlarina uygun olarak Türk devletini köseye sikiştiracak bir takim siyasi ve ekonomik yaptirimlara girişmesi, Kürtlerle «bariş» yapmaya zorlamasi söz konusu degildir. Kisacasi, Türkleri gözden çikarmiş degildirler. Aksine; merkezinde Iran’in «nükleer silah» elde etme faaliyetlerinin yarattigi sorun, Suriye’deki iç savaş, «Arap bahari» dalgalarinin nerede duracaginin belli olmamasi yani genel olarak tabir edilebilecegi gibi ortadogu’da son derece ciddi güvenlik sorunlarinin olmasi, Türkiye’ye yeni rollerin düştügünü göstermektedir. Bati’nin büyük güçlerinin çikarlariyla Türklerin çikarlari yeniden çakişmaktadir. Bu şu demektir; ne «Kürt sorunu»ndan dolayi nede esasa ilişkin olmayan bir başka meseleden dolayi Türkiye «rahatsiz» edilemez. Israil ile yaşadigi siyasi ve diplomatik soruna bile müdahale edilerek, kendisine ekonomik ve askeri çikarlar saglanarak «bariştirilmasi» saglandi.
Bölgede iki güç çok yönlü bir savaş yürütmektedir; bir yandan Iran’in liderligini yaptigi «Şii aksi», diger yandan başini vahabî Suudi Arabistan’in çektigi ve yükselmekte olan «Sunni Arap aksi». Geriye, bu ikinci cepheyi destekleyen «ilimli» islama sahip Türkiye ve Israil kaliyor. Batinin büyük güçleri bölgede, Arap olmayan bu ikiliye dayanmayi esas almaktadirlar ve bu taktirde, Türkiye’nin «iç meselesi» olarak gördükleri «Kürt sorunu»na çözüm dogrultusunda müdahale etmezler. Türklerle «iyi» geçinmek ve jeopolitik çikarlarini kollamak durumundadirlar. Diş koşullarin kisa özeti budur ve buradan Kürdistan’dan yana bir şey çikmaz.
Içte ise, Türk tarafi esas olarak ne siyasi bakimdan, ne toplumsal nede psikolojik bakimdan barişa hazir degildir ve daha uzun yillar Kürdistan’da savaşi sürdürebilir durumdadir. Bunun önüne geçebilecek alttan gelen bir halk hareketi yoktur Türkiye’de. Türklerin, kendi egemenlerine karşi tarihten gelen bir baş kaldiri geleneginin olmadigini, devleti ve özellikle orduyu kutsayan kültürlerinin buna engel oldugunu biliyoruz. Daha öncede ifade etmeye çalistigimiz gibi, Kürdistan sorununu Türkler kendi «milli meselesi» olarak telaki etmektedirler. Bu bakima, sorunun çözümü için «milli mutabakat» dedikleri birliklerinin saglanmasi ve buna da bizzat devletin karar vermesi gerekiyor. Oysa ki, böyle bir durumun söz konusu olmadigi görülmesine ragmen bir çok Kürtte hakim olan görüş, gerçegi degil görmek istediklerini ifade etme biçimi hakimdir. Arzu ve temennilerini gerçeklerin yerine koyma uslubu seçilmektedir. Hatta Ruşen Arslan gibi bir aydinimiz daha ileri giderek, «Türk devletine düşmanligin Kürtlere bir faydasi yoktur» demektedir. Kafalari yillardir kariştirilmiş ve önünü göremeyecek konuma düşürülmüş bir halk ve «aydin» zümresiyle karşi karşiya oluşumuz, esasinda çok yüksek boyutlarda nasil siyasi bir trajedi yasadigimizi bize tarihi ironiyle bir kez daha hatirlatmaktadir.
Hükümet partisinin «barişin» lehine üstten geliştirdigi, bölgedeki çelişki ve çatişmalarin Türkiye’yi kendi atmosferi içine almiş olmasi ve içte yeni bir «anayasa» oluşturmak isteminden kaynaklanan çalişmalar sonucu bu «süreç baslatilmiştir. Bu taktiksel bir siyasettir. Nitekim sayin M. Barzani’de, 25 Mart’ta basina verdigi bir mulakatta «Kürt sorununun barişçil çözümünün taktik olarak degil, stratejik olarak ele alinmalidir» derken aslinda kaygilarini dile getirmiştir.
Türk devlet politikasini ve icraatlarinin esas yönünü tespit etme yerine, Türkiyecilik yapanlarda hakim olan görüs, AKP’nin A. Öcalan’la «Kürt sorununu» çözecegine inanmadir.
Türk devletinin, Kürtlerin millet olmaktan kaynaklanan dogal haklarinin, Kürdistan’in işgal ve ilhak sonucu ihlal edilen haklarinin, kismide olsa ne siyasi nede kültürel düzeyde, hukuki teminatlarla tanima durumunda olmadigini hepimiz görüyoruz ve biliyoruz. Karşi tarafi oluşturan PKK ve A. Öcalan’in da siyasi ve kültürel hak iddia etmedigi de bir kez daha Diyarbakir Newroz’unda okunan mesajda görüldü. Beklentilere cevap verilmemiştir.
O halde neyin «barişi» yapiliyor? Verilen ve alinan nedir? Hak talebine dayanan bir kazancin elde edilmisi mi söz konusu? Türk tarafinin «verdigi», pratik ve hukuki tanidigi siradan bir hak mi var ortada? PKK’nin geri çekilmesi ve ardindan silahlari bütünüyle birakmasindan sonra Türk devleti, Kürtlerin belli olmayan bir takim haklarini tanimak için muzakereler yapacakmiş. Buna Kürtlerin inanmasini istiyor devlet ve A. Öcalan. Türk devleti A. Öcalan’i, oda PKK’yi ve Kürt halkini manüpüle etmektedir. Hadise budur.
Kürtler adina, Islam’a ve Türklerin «Misak-i Milli» yani «ulusal sözlesme»sine vurgu yapilmasi tamamiyla Kürtler ve Kürdistan’a ait ne varsa hepsinin inkarindan başka bir şey olmadigini hepimiz biliyoruz. Yapilan, Türk-Islam sentezini savunmadir. Bu temelde oluşturulan politika eskidir ve Türk sömürgeci sisteminin mesrulaştirilmasi ve kaybedilen Osmanli «topraklarinin» yeniden ele geçirilmesinin hegemonyaci arzularini ifade etmektedir. Dolayisiyla, MIT- A. Öcalan görüsmesi «Misak-i Milli»yi Kürtlere empoze etmeyi önermektedir. Kürtlerin Türklerle ittifakina vurgu yapilmasinin amacida budur. Ama tabi, mücizevi bir hikmetmiş gibi sunulmaya çalişilan «büyük Türk-Kürt ittifaki»nin sanki kölelikten baska bir şey oldugu bilinmiyor.
PKK’nin bu «ittifak»a tabi olmasi, Türkiyecilik yapan ve Türklere her firsatta yagcilik yapmaya kalkişan bir takim kafalarin iddialarinin aksine, Kürtlere ve ona yeni ufuklar açmaz, yeni müttefikler bulmaz. Aksine, Türklerle yani kendi düşmaniyla ittifaki seçmesi PKK’ye Ortadogu’da manevra alanlarini daraltacaktir. Kendisine, bu güne kadar savaşi sürdürmesini, manevra alanlari açarak hareket etmesini saglayan, lojistik destegi yaratan 1982‘de kurulmuş Iran ve Suriye ile olan ittifakindan kopmak PKK için asil tehlikeyi oluşturuyor. Yeni oluşan güçler dengesi kompleksi içinde PKK yeni zorluklar ve hareket daralmasi olayini yaşayacaktir ve belki bölünecektir. Kolaylikla tahmin edilebilecegi gibi, Türk devletiyle ittifak, ona sadece düşman kazandiracak, tecrit olmasina ve daha çok kullanilmasi yolunu açacaktir. Buda, başkalarinin hesabina savaş demektir, Kürt savaşçilarinin daha çok kaninin heba olmasi demektir.
Bu süreçte, tayin edici olabilecek asil etken alternetif bir çikiştan gelebilirdi. Oysa ki böyle bir seçenek, ne yazik ki söz konusu degildir. 1988 Birlik Kongresi’nde, KAWA bir başka alternatifin oluşturulmasi gerekliligine ve zorunluluguna işaret edip dogru tespitler yaparak silahli ulusal kurtuluş hareketine pratik planda müdahale edilmesi projesini ortaya koydu. Bunun için, KUK-Niştiman grubu ve Rizgari ile «Kürdistan Ulusal Kurtulus Blogu»nu oluşturmaya çalişti. Halepçe olayindan sonra, kendilerine hiç bir güvenleri olmayan bu iki grup sözlerinde durmayarak blog faaliyetini daha dogmadan terk ettiler. Ama KAWA, karşilaştigi «yeni» zorluklara ragmen siyasi projesini baska birlikler oluşturarak -PYSK örneginde oldugu gibi- 1998‘e kadar pratige geçirmeye çalişti. Bu ayri bir tartişma konusu ancak, bunlarin hepsi bir alternatif yaratmak için KAWA’nin fedakarligi sonucu ortaya çikarilan icraatlardi. Nihayetinde ne oldu? Bizden yada başka siyasi formasyonlardan çikabilecek bir seçenegin yaratilamamasi Kürdistan ulusal kurtuluş hareketine kaybettirdi. Dogru olana degil, ortaya çikişi bile tartişmali olan, kuşkulu, güvenilmez ve başkalarinin hizmetinde şiddetle büyütülen yanlişa hizmet edildi. Sonuçta, bu gün bir başka alternetif yoktur ve öyle kisa sürede de yeniden ortaya çikma ihtimali pek yakin görülmüyor.
O halde dikkatler, PKK’nin Kandil kadrosu üzerinde yogunlaşacaktir; bu silahli kadro «Imrali sürecine» tavir alabilir mi? Kandil kadrosu, A. Öcalan’a hak ettigi dersi vererek onu tarihin çöp sepetine atabilecek mi? Ciddi bir hayal kirikligi yaşayan ve kafasi allak-bulak olan ve soru soran kitlelerin bu yönlü beklentileri oluşmaktadir. Kürdistan bayragini yükselterek dalgalandirabilecek bir «Kandil çikişini» vatansever olan her kes kayitsiz şartsiz destekleyecektir. Esasinda bir olasalik vardir burada, ama bu, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi çizgisine dönüşü olan bir çark etmeden ziyade, Iran-Suriye ile olan ittifaki sürdürme dogrultusunda olacaktir. Son açiklamalardanda kolaylikla anlaşilabilecegi gibi Türk devleti bu olasaligi A. Öcalan etkeni ile engellemeye çalişmaktadir. Devlet şimdilik, ona bagli ve kontrol altinda «bütünlük» içinde hareket eden bir PKK’den yanadir. Iran tehlikesine vurgu yapilmasinin sebebi budur, yani PKK’yi Iran’a böldürtmemek ve kullandirtmamak.
Kuzey Kürdistan’da, mevcut şartlar altinda siyasetin önü kapalidir. Ne BDP ve nede PKK aslinda A. Öcalan’a güvenmiyor. Ancak, bu iki yapi da iç yaşamlarinda çok ciddi boyutlarda bir güvensizlik ve paranoya ortamini yaşamaktadir. Kimse kimseye güvenmiyor ve inanmiyor. Böylesi bir ortamda, önderlerinin «davadan» koptugunu her kesten çok daha iyi bilmelerine ragmen olasi bir çikişin yaratilmasina kalkişacaklarina inanmak zordur. Mevcut «sürece» karşi, PKK’den bir çikiş beklenemez.
Fakat zamani geldimi, AKP’yi sikiştirmak yada bertaraf etmek isteyen Türk ordusu generalleri de PKK üzerindeki etkilerini ve içindeki uzantilarini kullanarak «bariş sürecine» son vermek isteyebilirler. Her şey bölge dengelerine ve Türkiye’nin kendi iç çelişkilerine bagli olarak yeniden konumlanacaktir. O taktirde, Kürtler yeniden «barişla» aldatilmiş olacaklardir.
Hafiza-i beşer’de çogu zaman unutkanlik var oldugundan, burada önemli gördügüm ve firsat buldukça üzerine dikkatlerin çekilmesi geregine inandigim bir mevzuatin bir daha altinin çizilerek hatirlatilmasi gerekiyor; Türk ordusu, iç dengeleri elinde tutarak gelişmelere yön vermeye devam etmektedir. Her seyden önce, 82 generaller cuntasi anayasasinin kendisine verdigi hukuki yetkiler icabi o, 147 bin kişilik muazzam subay kadrosuyla hala esas olarak devlet erkini elinde tutmaktadir. Bir takim, çogu emekli ordu döküntülerinin Ergenekon davasindan dolayi tutuklanmalari esas iktidar erkinde bir degişiklige neden olmamiştir. Siyasi partilerin politikalari, bu devlet erkinin esas politikasinin varyantlari ve bütünleyici parçalari konumundadirlar. Bu bakima, Türk ordusu genel kurmayinin «Kürt sorunu»ndaki tavri belirleyicidir. Bunu anlamayanlarin Türk devletinden fazla bir şey anladiklari söylenemez.
Şunu ifade etmek istiyorum; devlet AKP’nin önüne, zamanlamasi belirlenmiş ve sinirlari çizilmiş politik bir çerçeve koymuştur. Basbakan Erdogan ve hükümeti bu sinirlar içinde hareket etmektedir. Hükümet yetkililerinin sikiştiklarinda «her şey devletin bilgisi ve denetimi altinda sürdürülmektedir» demelerinin sebebi budur. Zaten herkesin bildigi gibi, «bariş görüsmelerini» yürüten ve denetleyen Türk istihbarat teskilati olan MIT’tir. Bu teşkilatin esasinida Türk ordusu subaylari oluşturmaktadir ve müşteşarin sivil olamasi bu mekanizmanin özünü degiştirmiyor. Dolayisiyla, ilişkileri, dengeleri ve denetimi elinde tutan Türk ordusu genel kurmayidir yani generallerdir.
Bu durumda, cevaplanmasi gereken soru şudur; Kürtler Türk ordusu genel kurmayinin piyonlari olarak mi kalacaklar yoksa ulusal kurtuluş hareketinin esas prensiplerine ve Kürt milli iradesine yeniden sahip mi çikacaklar? Ama bu soru burada bir başka soruya kapiyi açmaktadir; kim hangi siyasi güç yada mihrak bu işi yapacaktir?
Işlevsiz olan siyasi örgüt ve gruplarin bu sürece etkide bulunma konumu ve durumu söz konusu olmadigina göre PKK içindeki vatanseverler bunu yapabilirler mi? Esasinda bu dinamik var, ne var ki, denetim altindadir ve son derece ciddi rizikolarla tehlike içinde bulunmaktadir. Hem A. Öcalan’a bagli kesimler ve hemde Türk devleti tarafindan imha edilmeyle karşi karşiya bulunuldugundan dolayi milli bir çikişin şansi oldukça zayif kalmaktadir.
Tipki Türk devleti gibi, PKK’nin «bu baris sürecinde» «kesinlikle bölünmemesini» salik veren, bütün Kürtleri A. Öcalan’in arkasinda saf tutmaya, «kurda kuşa yem olmamanin asgari şarti bu birliktir» diyerek ikna etmeye çalişan kafalar, Newroz açiklamasindan sonra ise A. Öcalan’i, önce tapan sonra da tepen bir tutarsizlikla, «Hamidiye» olarak tanimlamaktan geri kalmadilar. Aponun sunniliginde kendi aleviligini dişlamiş olarak görenlerin basit tepkilerini anlamak lazim tabi.
Ne var ki, «sunni Kürtler» vurgusunu yapanlar, «alevi Kürtleri» bu süreçten ayirmaya çalişmaktadirlar. A. Öcalan’in yaptigi bu ayrimi onlarda başka bir «cepheden» yapmaya yelteniyorlar; bu iş «sunni Kürtlerin» işidir, «alevi Kürtlerin bu işle alakasi yoktur» demeye getiriyorlar. Oysa ki, burada söz konusu olan, bütün farkliliklari ve bileşenleriyle bir tek millet ve bir tek ülke, bütün dini kesimleriyle Kürt milleti ve Kürdistan vardir. Bu talihsiz kafalarda, millet ve ülke olma bilincinin ne kadar zayif olduguda ayri bir hadisedir. A. Öcalan’nin islam dinine vurgu yapmasinin alternatifi, karşisina «Alevi olmayi» koymak olamaz; kapsayici ve birleştirici olan Kürt milleti ve Kürdistan’dir. Peki ama bu kişilerin havsalalari bu kadarini da mi almiyor? Hayir, yapilan bilerek yapiliyor; kendilerini Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinden ayirmalarinin bir baska ifadesidir bu. O bakima, sözü ettigim kişilerin vardigi «dogal» yer alevilige siginmadir.
Seküler Kürt milli bilinci bizlere şunu ögretmiştir; millet ve ülke olma bilinci ve siyaseti olmadan ne milli birlik nede ulusal kurtuluş hareketi geliştirilemez. Burada, dini ön plana çikarmak peşinen bölünmeyi kabul etmektir. Türk devleti ve bölgedeki hegemonyaci çikarlari lehine A. Öcalan’in islama vurgu yapmasi, Kürt milletinin tarihsel kollektif milli bilincini ve iradesini dumura ugratmaktir. Bir çoklarimizin hemfikir oldugu gibi bu, Kürt milletinin kendi davasinin efendisi olmadigi sonucundan çikmiştir. A. Öcalan karşi tarafta bulunuyor, peki Alevi oluşunu ön plana alanlarin Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi içindeki yerleri neresidir? Esasinda, bu saf degiştirmiş kafalar kendilerini Kürdistan davasi içinde görmüyorlar. Geçelim...
Bilinen biçimiyle, PKK’de somutlaşan Kürdistan silahli ulusal kurtuluş hareketi bir yere vardirilamadi. O halde ulusal kurtuluş hareketinin önünün açilmasi gerekiyor. Bu dönemde, bu iki biçimde yaşam bulabilir; birincisi, PKK’nin silahlari birakmasiyla mümkündür. Bazi arkadaşlarin dedigi gibi bu hareketin silahli oluşu «Kürt bahari»nin önünde engel oluşturmaktadir. Ikincisi, bagimsiz milli iradeyi ortaya çikarmak dogrultusunda bu hareketin bölünüp yeni siyasi bir yogunluk halinde ortaya çikmasiyla olabilir. Ama muhtemelen bu iki seçenekte olmayacaktir. PKK kendi eliyle, varlik sebebi olan silahi birakmayacaktir. Cünkü onun gibi bir yapinin metamorfozunun mümkün olmadigini biliyoruz. 7.04.2013
Mehmet Müfit
Kimse kemalist TC'ye hizmet etmemelidir.../Ali