Kritik Zamanlar-Avrupa taktikleri
Faysal DUNLAYICI
Roma'daki ruh hali de, PKK'den istifa etmesi ve o dönemde kongreye atfettiği rol de, yaptığı açıklamalar da, kendisinin konumuna uygun ruh halinden kaynaklanıyordu. Çok tersi de söylenebilirdi. Örneğin,Türk Devletine yönelik en ağır ifadeler o dönemde kullanıldı. Savaşın tırmandırılacağından, “Avrupa'ya çıktık, devlet olacağız“ sözüne kadar her şey söylendi.
Ben cezaevindeyken Avrupa'da yer yer şiddet olayları sürüyordu ve bunun üzerine Almanya'dan bir heyet Şam'a görüşmeye gitmişti. Şam'da Öcalan'dan şiddeti durdurması ve Avrupa politikalarının değiştirilmesi isteniyor. Bunun karşılığında hem PKK üzerindeki yasağın kalkacağı, hem Kani Yılmaz'ın serbest bırakılacağı söyleniyor. Roma sürecinde kendisiyle görüştüğümüz Emin Kaya bu görüşmeye tanıktır.
O zaman Öcalan Alman heyetine şöyle diyor: “Aslında ben şiddete karşıydım. Ama Avrupa'da bunlar kendi başlarına şiddet uyguluyorlar.“ Yani sırf kendisini aklayabilmek için kendi yoldaşlarına her şeyi bir anda yıkabiliyor. Neyse ki görüşmeye giden heyet herhalde Öcalan'ın talimatlarının bulunduğu sayısız kasetle gitmiş ve kendisine “Oradaki yönetim senin talimatlarının yüzde beşini bile uygulamadı. Biz hepsini dinlemişiz, hepsi kasetlerde var“ demişler. Bunun üzerine A. Öcalan yazılı ve sözlü olarak Almanya'dan özür dilemek zorunda kaldı. Bir daha şiddet uygulanmayacağı sözünü verdi ve ben de bu görüşmenin bir parçası olarak serbest bırakıldım. Olayın önemli olan yanı ve dikkat edilmesi gereken nokta; onun bir anda verdiği talimatların hepsini yok sayabilmesi ve orada bulunan arkadaşlarına, oradaki yönetime bütün sorumluluğu yükleyebilmesidir. Ama Almanlar belgelerle karşısına çıkınca kabul etmek zorunda kalıyor ve özür diliyor.
Roma'daki ruh hali de, PKK'den istifa etmesi ve o dönemde kongreye atfettiği rol de, yaptığı açıklamalar da, kendisinin konumuna uygun ruh halinden kaynaklanıyordu. Çok tersi de söylenebilirdi. Örneğin,Türk Devletine yönelik en ağır ifadeler o dönemde kullanıldı. Savaşın tırmandırılacağından, “Avrupa'ya çıktık, devlet olacağız“ sözüne kadar her şey söylendi. Ama iki ay sonra Türk Devletinin eline düşünce, kullandığı dil önceki ifadelerinin tam tersi oldu.
Şu soru sorulabilir. Diyelim ki siz bir Avrupa ülkesinin liderisiniz. Öcalan geldi ve sizden sığınma talep ediyor. Ve Öcalan'ın ardından da onun dosyası geldi. Gençliğinde devletle kurduğu ilişkilerinden tutalım da kendi insiyatifiyle, kendi alanında işlenen cinayetlere kadar bu dosyada bulunsaydı siz sığınma hakkı verirmiydiniz? Tabi bunu şimdiki bakış açımızla değerlendirmek, o zamanki bakış açımızla değerlendirmekten çok daha farklıdır. Mesela ben o zaman Avrupa'nın doğru politika yapmadığını, sığınma hakkı verilmesi gerektiğini, (ki İtalya sığınma hakkı verdi) sığınma hakkı vererek doğru bir Kürt politikası uygulayabileceklerini, hem Türkiye'de akan kanı durdurabileceklerini, hem de Kürtleri kazanabileceklerini düşünüyordum ve Avrupa'nın böyle yapmamasını yanlış politika olarak görüyor ve eleştiriyordum. Şu nedenle bunları belirtiyorum: Sanki o zaman da bunları görüyorduk, bugünkü değerlendirmelere ulaşmıştık da, işte bunları dile getiremiyorduk, vb. tarzındaki yaklaşımlar bana çok samimiyetsiz geliyor. Pek çok insan PKK'den ayrıldıktan sonra şunu söylüyor: “Ben aslında görmüştüm, ben farkındaydım, biliyordum“ diyor. İnternet sitelerinde böyle yazan çok kişi var. “Ben işte Lübnan'da da gördüm, Şam'da da gördüm, dağda da gördüm“ diyorlar ve ben bu kişilerin samimi olduğuna inanmıyorum.
Tabi biz o zaman bazı çelişkileri fark etmiştik. Mesela ben cezaevi sürecinden başlayarak bazı çelişkilerin farkına varmıştım. Roma'da bu çelişkiler çok daha bariz bir biçimde açığa çıktı, ama PKK'ye de, izlediği siyasete de gerçekten inanıyordum. İnandığım için o kadar koşturuyordum. İnandığım için elimden geleni yapmaya çalışıyordum.
Bugün açısından ele aldığımızda bu kadar şey açığa çıkıyor. Baki Tuğ'un açıklamalarından Atasagun'un durumuna kadar bir çok şey var. En önemlisi de mahkemede ve İmralı sürecinde kendisinin yaptığı açıklamalar söz konusu. Bir de stratejiyle, Kürt hedefiyle bu kadar oynamasından sonra daha farklı değerlendirmelere ulaşabildik. Eğer bugünkü kafayla bakacak olursak, bizim o zaman bilmediğimiz, bugün de ancak çok az bir kısmına vakıf olduğumuz bilgilere büyük ihtimalle o zaman Avrupa devletleri sahipti. Bu devletlerin bir ölçüde bu bilgilere sahip olmadığını düşünmek de saflıktır. Ve belki de onun için güvenip çağrılarını kabul etmediler. Mesela Almanya olayı bu açıdan önemlidir. Almanya 1990'dan itibaren Öcalan'ın tutuklanma kararını bilgisayarlarda tutuyor, ama Almanya'ya geleceği işaretini almalarından itibaren bu kararı kaldırıyor ve bilgisayarlardan çıkarılıyor. Bugün bu kadar çelişkiyi, bu kadar ilişkiyi kısmen de olsa öğrendiğimiz için, bana göre de iltica veremezlerdi, kabul edemezlerdi, biçiminde değerlendiriyorum. Bence o gün de onlar için Öcalan ve kurduğu sistemin aşılması gerekiyordu. Fakat biz o sistemin içindeydik ve o sisteme inanıyorduk.
Birileri şöyle de sorabilir. Alman mahkemelerinin sizin için hazırladığı iddianamede Öcalan'ın sözleri yer alıyor. Öcalan'ın gerçek savunması, yani sorguculara verdiği savunması size karşı kullanıldı mı? Niye bu kadar zahmet ediyorsunuz ki? O savunmayı, onun sorguculara verdiği savunmayı kitap halinde yayınlayın ve gerçekler büyük oranda aydınlansın. Bunu neden yapmıyorsunuz?
Tabi sorun sadece benimle ilgili söyledikleri değil. Sanıyorum yirmi yoldaşı için suçlamalarda bulunuyor. Belki de en masumu benim için yaptığı suçlamadır. Ömrünü savaşta vermiş, kendisiyle bu kadar yıl yoldaşlık yapmış arkadaşları için söyledikleri Miloseviç'ten daha ağır, uluslar arası mahkemelerde yargılanma gerektiren olaylar. Ve kendisini bu olayların dışında tutarak, kendisini sıyırarak, aklamaya çalışarak bunları söylüyor. Benim için geçmişte İngiliz ajanı da dedi, Almanlarla işbirliği yapıyor da dedi, Mandela olmaya çalışıyor dedi, Avrupa onu benim yerime koyacak gibi mantığın kabul etmediği şeyler söyledi. Ne ben o konumdayım, ne öyle bir şeye niyetim var, ne de batılılar hiçbir gün bana ya da başka bir arkadaşa öyle yaklaşmadılar. Çünkü biz zaten Öcalan'ı Öcalan'dan daha fazla savunuyorduk. Ve politik etkinliği bir yana bırakılım, adamlar bizdeki bu çaresizliği, bu zavallılığı, onun gölgesinden çıkmamak için elimizden geleni yaptığımızı biliyorlardı. Öcalan'ın sorguculara verdiği savunmaları herhalde pek çok yerde zaten yayınlanmış. Fakat bir de bizim yaşadıklarımız var. Yani onun söyledikleri kitap olarak basılabilir, tam olarak varsa bunu herhangi biri de yapabilir. Fakat bizim de her döneme ışık tutma gibi bir sorumluluğumuz var. Hem bu halka karşı bir özeleştiri borcumuz var, çünkü suç ortaklıklarımız var. Eğer bu kadar olumsuz şey söylüyorsak, biz de bu olumsuz şeylerin uygulayıcılarıydık. Bir yönetim düzeyinde uygulayıcılarıydık. Bu nedenle bizlerin de değerlendirme yapması gerekiyor. Kendi bakış açımızla olaylara yaklaşmamız gerekiyor. Bir de yaşadıklarımızı halka paylaşma gibi bir görevimiz var. Bunları tarihe not etmemiz gerekiyor.
Şu cok soruldu. Bir yalnızlık durumu vardı. Öcalan'ın konuşmalarından, tavır ve davranışlarından hissedilen büyük bir yalnızlık duygusu içinde olduğuydu. Gerçekten yalnız mıydı? Herkesin hissettiği bir şey, ama zaten o bunu hep vurguluyordu. Sürekli yalnız olduğunu söylüyordu. Eğer yoldaşlarıyla, halkıyla paylaşmayı bilseydi, aslında yalnız değildi. Fakat paylaşmadığı için yalnızlaştı. Kendi ruh hali ile yoğunlaşıyor, bu ruh halinin yoğunlaşmalarını yansıtıyor ve onların uygulanmasını istiyordu. Onun ruh halinden yansıyanların uygulanması da herhalde o kadar kolay değildi. Yani onun ruh halinden yansıyanlar gerçek yaşamla, gerçek siyasetle, gerçek örgütle, gerçek pratikle bağdaşmıyordu. Uygulayıcılar bu konuda her zaman zorlanıyordu. Zorlananlar da ya eleştiriliyordu, ya bir özeleştiri sürecine tabi tutuluyordu, ya da görevden alınıyordu ve başarısızlıkla suçlanıyordu. Aslında, ben yalnız olduğu düşüncesine katılıyorum. Yani o ruh halini yaşıyor olabilir. Bu bir abartma değil. Fakat bu yalnızlığın nedeni, çevresi onu yalnız bıraktığı için de değil. O kendisini yalnızlaştırıyordu. Çevresiyle hiçbir şeyi görüşmüyordu, sadece işine geleni görüşüyordu. İşine geldiği kadar görüşüyordu. Yani dünya alemin bildiği, bütün mekanizmalarıyla işleyen bir örgüt, onun yönetim tarzı sonucu bu hale geldi.
Aslında bugün PKK'nin içinde bulunduğu durum biraz ipucu verebilir bize. Mesela İmralı'dan bir talimat geliyor. Diyor ki, “kadın örgütünün ismi Koma Jina Bilind olsun.“ Bitti! Bir örgüt ismi bu biçimde değişebiliyor. Yeryüzünde böyle bir örnek daha yok. “Kadek'in ismi Kongre Gel olsun!“ Ve hemen Kongre Gel oluyor. Sanıyorum Atina savunmasında ilk olarak belirtmişti ve Kadek hemen Kongre Gel oldu. Yani yönetimin oturup bunu tartışması, uygun ya da uygun değil deme şansı yok.
Düşünsel olarak gerçekten yalnızdı. Ama örneğin Roma sürecini ele alalım. Onbinlerce insan Roma'da, o soğukta, çadırların içinde açlık grevinde, sabah akşam kendisi için slogan atıyorlar, dünyanın her yerinde insanlar kendini yakıyor, biz on beş yirmi arkadaş sürekli etrafındayız, sayısız heyet gidip geliyor, basınla konuşuyor, yabancılar ziyarete geliyor, Kürtler ziyarete geliyor, Türk devrimcileri ve örgütleri ziyarete geliyor. Bana göre bir yalnızlık değil, kalabalıktan zaman bulamama durumu söz konusu olabilir. Fakat o hala da “ben yalnızım“ diyordu ve bunu televizyonlara da yansıtıyordu. Bana göre yalnızlık kendi ruh halinden kaynaklanıyordu. Şöyle de denilebilir: Bir kapana sıkışmış insanın ruh hali. Eğer bölüşse, paylaşsa herhalde o durumu yaşamayacaktı.