Tabular yıkılmalıdır
Herşey değişiyor. Hem de çoğumuzun görüp kabullenmek istemediği bir hızla gerçekleşiyor bu değişim. Tartışılmaları yasak olan fikirler ve kullanılmaları hapisliğe götüren kavramlar, günlük yaşamın doğal sözcükleri arasındadır bugün. Bireylerin, fikirlerini tartıştırma ve düşünce özgürlüğünde, eskiyle kıyaslanamayacak kadar bir gelişme söz konusudur. Tabuların yıkılması sürecine temkinli bir dalış yapılmıştır. Kısa bir süre öncesine kadar, Türk Ordusunun tehdit ve Kürdistan'daki vahşi operasyonlarında dikilen göz ve kulaklar, bu vahşete neden olan odakları ortadan kaldırmağa yönelen Ankara'daki girişimlere çevrilmiştir şimdi.
Hedefine Avrupa Birliği'ne üye olamayı koyan ve bunun için gerekli olan reformları yapmağa çalışan hükumetle, bunu engellemeğe çalışan statukocu güçler arasında ciddi bir mücadele sürmektedir. Her ne kadar bazılarımızca böyle bir tespit apolitik görünürse de, bu, demokrasi güçlerinin ve Kürd halkının, bu gerçekleştirilen son reformlarla ne kadar rahat bir nefes almağa başladıkları gerçeğini hiç yadsımaz.
Gelişimin zaman zaman tökezlediği ve zikzak bir çizgi izlediği yaşanılan bir gerçektir. Bu da, devinimin motoru olan güçlerin (Türk, Kürd) hem net olamayışından ve hem de karşıt güçlerin dişlerini canlarına takarak çıkardığı engellerdendir. Yani, bir el demokratik kanalları ve siyasetin önünü açmağa, yeni anayasayı yapmağa uğraşırken, bir el de tüm bu girişimleri sebote etmek için her yola baş vuruyor.
Nitekim, henüz 2000 yılında, hem şehrimizdeki Kürd Derneği'nin başkanı ve hem de dernak adına çıkardığımız ’Ararat' adındaki derginin sorumlusu olmam sıfatıyla, 1 Mayıs kutlamaları için şehrimize gelen, İsveç'in o zamanki Dışişleri bakanı Anna Lindh de, onunla yaptığım röportajda şöyle demişti: “Türkiye'de, iki eğilim var bence: Birisi, şu anki durumun Türkiye için sıkıcı ve rahatsız edici olduğuna inanıyor; diğeri ise, yani ordu, polis ve kurumların teşkil ettiği taraf, demokrasi ve insan hakları doğrultusundaki herhangi bir gelişmeyi kabul etmiyor.“
Ayrıca, bu yeni sürecin her alanda aynı hızla gelişmediği ve her kesimi aynen etkilemediği de, diğer bir gerçek. Her ne kadar bu son dönemlerde PKK, kendilerini eleştirenleri tehdit etmiyor ve militanlarını bunlara saldırtmıyorsa da (ki bu da yadsınmaz bir gelişme), genel olarak, ne alışageldiği şiddet yöntemlerinden vazgeçmiş ve ne de Apoculuk kültüne son verme yönünde ufak bir kıpırdama göstermiştir.
Ülkemizde en örgütlü güç olan PKK/DTP, Türkiye'deki politik sürecin bu ovulasyon döneminde, Kürd halkının ulusal demokratik haklarını programlaştırıp madde madde hükumetle tartışacağına ve bunların çözümü için rasyonel projeler üreteceğine, tüm iradesini İmrali'ye havale etmiş ve varolan enerjisini de Apo'nun ya kaşıntılarıına ya da solunum sorunlarına indekslemiştir. Kürd halkının temel sorunları yerine, Öcalan'ın odasının büyüklüğünü stratejik bir hedef olarak saptamıştır. O, hücresinde her 'ıh' dediğinde, militanlarının, zavallı çocuklarımızı sokaklara dökmesini büyük bir başarı diye algılamıştır.
Bu “militan“ların vücutları dinamik, ama akılları felç olmuştur. Apo'nun narsist emirlerini daha iyi uygulayabilmenin yarışı içindedirler. O'nun ağızıyla avukatlara iletilen siyasal direktiflerin sadece birer piyonudurlar. Hiç birisin kendisine ne has özgün bir kişiliği ne de kendisine özgüveni vardır. Olup bitenlere ilişkin özgür bir siyasal yaklaşımları ve karar alma hakları yoktur. En sivilleri olan milletvekilleri bile, herkesin gözü önünde ’Meclisi terkedip sine-i millete dönüyoruz' dedikleri halde, “serok“un, sadece “Ben farklı düşünüyorum“ demesiyle birlikte, üşüşerek, hepsi meclise marş marş geri dönmüşlerdir.
Aysel Tuğluk, geçen Aralık ayının 29'unda, Diyarbakır Havaalanında yaptığı açıklamada, “İfade vermeye gitmiyorum çünkü partimizin bir kararı var. Zorla götürme durumu olsa bile götürüldüğümüz mahkemede de ifade vermeyeceğim“ demişti. Ama ne hikmet olduysa, iki gün sonra, yani 31 Aralık'ta, Ahmet Türk'le birlikte Ankara Adliyesi'ne giderek, ifade vermiştir.
Kendi aklıyla hareket etmeyen, kendi özgür iradesine sahip çıkamayan, bir dediği bir diğerini tutmayan ve Apo'nun her ’hışt!' demesiyle, tükürdüğünü geri yalayan bu takım, Kürd halkının nasıl gerçek temsilcisi olur?
Unutulmamalıdır ki bu tanrılaştırdıkları ’serok'ları, Suriye'de bulunduğu süre boyunca, değil Kürd halkı, başında olduğu örgütün tek bir üyesi için bile, ne bir fedakarlıkta bulunmuş ne de bir empati duymuş, ve ister Kürd halkının isterse de kendi örgütünün başına ne gelmişse gelsin, en ufak bir riski, hiçbir zaman göze almayı denememiştir. Hep, herkesin kendisiyle ilgilenmesini ve onun rahatı için kendilerini feda etmelerini istemiştir. Ondaki narsizm İmralı koşullarında daha da artmış, vücudundaki en ufak bir kaşıntıyı bile sorun edinmiş, Kürd halkının yakıcı olan sorunlarının üstünde tutmuştur. Örgütün üye ve çevrelerini daima kendi sağlık ve psikolojik sorunları için sokağa dökmüştür. Halkın sorunları için herhangi bir protestoda bulunmamış ve statukocuların kutsallaştırdıkları kemalizme tek bir toz kondurmamıştır.
Peki, bunların dışında kalan Kürd aydın ve yurtseverlerinin durumu daha mı iyi? Elbette değil!... Demokrasiye ve özgür birey pozisyonuna olan susamışlığımızın bizde yarattığı doyumsuzluktan olsa gerek, birbirimize tahammül ederek, birlikte, uzun erimli siyasal çalışmalar yapma yetimizi köreltmiş durumdayız bence. Ancak, hem bizi sarmalayan uluslararası koşullar ve hem de Türkiye'nin siyasal yaşamında kaydedilen ilerlemeler, bizlere de değişimi dayatmaktadır. Bu görevi hakkıyla üstlenebilecek bir yapılanmanın er veya geç oluşacağına inancım tamdır.
Halkının tüm kesimlerini kucaklayacak ve çoğunluğu teşkil edecek olan öyle bir yapılanmanın çalışma yöntemleri de, şiddet değil, bilgi ve sevgi temeli üzerinde şekillenmelidir. Çünkü şiddet, dirençli bakteriler gibidir, yapıştımı bırakmaz. Sorunların çözümünde işin raconu olarak yapışıp kalır insan beynine.
Gözardı edilmemesi gerken başka bir nokta da, her siyasal yapılanmanın kendi çapında, verili duruma ve potansiyeline uygun olarak, halkına ve insanlığa karşı bir misyonunun var olduğudur. Bu misyonun gerçekleştirilebilmesi ve vizyonlarının halka mal edilebilmesi için, tabanından yönetimine kadar kollektif bir fikir mekanizmasının olması ve iç ilişkilerinde gerçek demokrasinin işlemesi gerekir. “Lider“ tabusu olan PKKvari bir yapılanmanın misyonu, ancak, komşu Arap ülkelerindeki BAAS partilerininki gibi olur. Getireceği de, sefalet ve ızdıraplar temelinde sivrilen sadece slogani bir “özgürlük“ olacaktır. Yani, insanlarımızın düşmanları çatlatırcasına(!) “KANLA, CANLA SANA FEDAYIZ EY BAŞKAN!“ haykırma özgürlüğü...
Biz katılsak ta katılmazsak ta, süreç, Türkiye'deki Kürd sorunu'nu barışçıl yollarla çözecek bir iradeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü devlet te bu kirli savaşı sürdürerek Kürd halkını "kökten kazıma"yı başaramayacağını anlamıştır artık. Ama ne var ki, her iki tarafta da çatışmalı ortamın sürdürülmesinden yana olan kesimler vardır. Kimi "yiğitlik, namus belasına" kapıldıkları için silahı elden bırakmak istemiyor, kimisi de bundan rant edindiği, para kazandığı ve otoritesini kaybetmek istemediği için... Gerginlik ortamını kendileri için yaşamsal bir veri olarak gören bu güçler, ortalığın tam da yatışacağını sezdikleri anda, ateşe benzin döküp, yangına körükle gidiyorlar.
Her ne kadar gizli ellerin dürtmesiyle, bu süreci sebote etme provakasyonları sokaklarda sahneleniyorsa da... her ne kadar bir yandan “Ya Allah“, “Hepimiz Mehmediz, PKK´ya Yeteriz“, “gençler terör örgütü PKK yandaşlarını böyle kovaladı“, “molotofa karşı döner bıçağı“ gibi kışkırtıcı sesler; ve öte yandan da “eylemci gençliğin onurlu duruşu“, “yurtsever Kürt gençliğinin yönü dağlar olmalı“, “gerilla saflarına katıl“ gibi, duygu sömürüsü yapan çağrılar, yandaş medyalarını hergün işgal ediyorsa da... Bu süreç mecrasını bulacaktır!
Daha önce de söylemiştim: Kürd sorunu'nun çözümü öyle basit bir süreç değil. En basiti, acaba bu çözüm, nüfusça çoğunlukta olan Türk halkının, 80 yıl şırınga edildiği inkarcı beklentisini mi karşılayacak, yoksa azınlıkta olan Kürt halkının, 80 yıldır dile getirdiği taleplerini mi? İki tarafı da memnun edecek bir çözümün parametrelerini bulmak öyle sanıldığı gibi kolay olmayacak.
.
İsveç,
14 Ocak 2010