KAZIM KOYUNCU'NUN ÇAĞRISI[1]
TEMEL DEMİRER
“Arkadaşlar!
Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız?
Uykuda olanları sarsın, uyandırın.
Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir.
Karanlıkta ne yapacaksınız?“[2]
Kazım Koyuncu...
Onu bilmeyen, duymayan var mı? Zannetmiyorum...
Bu dünyadan bir Kazım Koyuncu geçti...
Ardında dağlar, denizler ve mavi gökyüzü kadar sonsuz umutlar bırakarak...
O durmadan; hepimiz için aşk ve isyan şarkıları söyledi...
Her devrimci gibi ısrarla, tutkuyla aşkı ve hayatı savundu...
Diz çökmedi, vazgeçmedi. Mücadele etti...
“Başka bir dünyanın mümkün“ olduğundan emindi...
Bunun içindi ki gerçek adına, “Ormanı anlamak istiyorsanız, yalnızca kıyısında bir ileri bir geri gezinmekle yetinemezsiniz. Ona yaklaşmalı ve içine inmelisiniz, ne kadar tuhaf ve ürkütücü görünürse görünsün,“ diyen Alfred Adler'in betimlediği her şeyle yüzleşti...
Hopa'dandı Kazım. Hani Çernobil'in “ölüm bulutları“nın kucakladığı coğrafyadan...
Karadenizli'ydi Karadeniz'li olmasına da, kalbinin yarısı da daima Diyarbakır'daydı...
Anlatacak çok şey vardır Ona dair...
Ama uzun söze ne hacet? O Kazım Koyuncu'ydu; devrimciydi...
Sonra bir gün, sevenlerini arkasında bırakarak, sonsuzluğa gitti. Günlerden 25 Haziran'dı.
Ardında bir inanç, umut ve sevda bıraktı; cesaretine güvendiği herkesle paylaşsın diye.
Dağları, denizleri, gökleri bize bırakarak O...
Şarkıları, türküleri ve isyanıyla!
Bir de, Francis Bacon'un (1561-1626) yüzyıllar önce söylediği “Doğaya uyum sağlanmadan başarıya ulaşılamaz/ Natura non nisi parendo vincitur“ tümcesinden hareketle Fırtına Deresi'ne, Uzungöl'e, Ilısu-Hasankeyf'e, Munzur'a, vd'lerine “Kıymayın Efendiler“ haykırışını...
Yeri geldi bir kez daha belirteyim; Kazım Koyuncu ölmedi; O, öldürüldü; O'nun katili, nükleercilerdir; düzenin lanetli efendileridir...
Bu asla unutulmasın; bir yere kaydedilsin, hatırlatılsın...
O hâlde Kazım'ı konuşmak; aşktan, isyandan, devrimden söz etmek kadar; sürdürülemez kapitalist vahşete karşı doğayı savunmak; bunun altını çizmektir...
Gelin Onu anarken, biz de tam Onun istediği gibi bunu yapalım...
ÇEVRE TAHRİBATI
Çevre, sürdürülemez kapitalist vahşetin saldırısı karşısında ağır yaralar almakta ve her geçen gün de yaşamın sürdürülebilirliği tartışma konusu olmaktadır!
Gerçekten de kapitalizm doğayı alt üst ederken; çevre politikaları konusunda dünyanın etkin yazarlarından Lester R. Brown'un, “Uygarlığı kurtarmak için siyasileri beklemeyin“ vurgusuyla, “Türkiye'de hükümetin çevre politikaları yetersiz,“ dediği koşullarda hükümet, “yetersizlik“ten öte çevre tahribatının birinci dereceden sorumlusudur!
Örneğin Fırtına Vadisi, başta hidroelektrik santraller olmak üzere, yol inşaatları, turizm ve çarpık yapılaşma, taşocaklarının tehdidi altındayken; Karadeniz kapitalist yağmayla yüz yüzeyken; Başbakan Tayyip Erdoğan memleketi Rize'de hidroelektrik santrallerinin yapılmasına karşı çıkan çevrecilere çatıp, “Dünyanın değişik yerlerinde böyle çevreciler var. Sadece boş vakitlerini değerlendirmek için yaptıkları iş budur. Gerçek çevreci benim. Ben çevrecinin daniskasıyım,“ diye haykırıyor!
Ayrıca bununla da sınırlı kalmıyor. Tunceli(Dersim)-Elazığ sınırında bulunan Peri Suyu üzerinde yatırımı tamamlanan Seyrantepe Hidroelektrik santralının açılış töreninde konuşan Erdoğan, iktidarları döneminde özel sektör yatırımlarını teşvik ettiklerini belirterek yine çevrecilere çatıp, bu yatırımların çevreye zararlar verdiği eleştirilerinin bir kısmının ideolojik olduğunu vurgusuyla şöyle dedi: “Bu yatırımları yaparken doğal hayatı da göz önünde bulunduruyoruz. Bu konudaki eleştirilerin çok büyük bölümün ideolojik. Samimi eleştirileri zaten dikkate alıyoruz. Nasıl demokrasi ile güvenlik dengesini gözetiyorsak, kalkınma ile çevre dengesini de sürdürüyoruz. Ama çevre çevre derken önce insan demeyi unutmayalım“!
Evet, “bakışları“ tam da budur!
Bunun yanında Karadeniz'de “boşuna akan derelere“ santral kurulmasına destek veren, engelleyenleri ise “uydurukçuluk“la suçlayan Çevre Bakanı Veysel Eroğlu'na gelince; o ayrı bir felaket!
Santral ihalelerine girenlerin, yargıdan gelen “iptal ve yürütmeyi durdurma“ kararları üzerine kapısına yığıldığı Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, 15 Şubat 2009'da çevrecilere meydan okudu. Barajların SİT alanlarına yapılamayacağını belirtenlere uyarıda bulunarak, “Bu konuda herkes aklını başına alsın. Boşuna santralları engellemesin,“ diye haykırdı.
Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'nun, “uyduruk“ dediği raporların bir kısmının bakanın meslektaşı olan bilirkişilerce hazırlanması dikkat çekse de, O, çevre düşmanlığında ısrarından vazgeçmiyor.
Yine Veysel Eroğlu, Tarihi Hasankeyf'i yutacak Ilısu Barajı'nın yapılmasına karşı çıkanları “bölücülük“le suçladı.
Ancak Ilısu Barajı'nın uluslararası kredi bulunsun, bulunmasın yapılacağını açıklayan Veysel Eroğlu'nun “yaygaraları“na rağmen içinde Yaşar Kemal'in de bulunduğu bir alay insan, bölgenin UNESCO Dünya Miras Alanı ilan edilmesini talep eden uluslararası imza kampanyasına katıldı.
Konuya ilişkin olarak Yaşar Kemal, “Bütün yüreğimle inanıyorum ki doğayı yok etmek suçların en büyüğüdür. Hiçbir şekilde bağışlanamaz. Bugüne kadar insanlığı ne kadar savunduysam doğayı da o kadar savundum. Şunu bilmeliyiz, doğanın yok olduğu gün insanlık da yok olacaktır.“
Bu tabloda Hasan Celâl Güzel'in, “Efendim, aslında geçmişe baktığımızda, Müslümanların ve Türklerin gerçek çevreciler olduklarını görürüz. Lâkin, bu konuda atalarımıza ve şanlı tarihimize lâyık olduğumuz pek söylenemez. Kapitalizmin acımasız sanayileşmesi ve tüketim toplumunun bulaşıcı çılgınlığı, Türkiye'yi de uzun zamandır girdabına çekmiş bulunuyor.
Peygamberimiz, ondört asır önce Medine'nin etrafını plânlı bir şekilde ağaçlandırıp, ’fidan dikme', temizlik ve tasarruf üzerine en güzel kuralları koymuşken; Fatih Sultan Mehmet, beş asır önce modern çevrecilerin bugün dahi ulaşamadığı bir anlayışla icraatta bulunmuşken; Atatürk, ağaç kesmemek için Köşkü'nün yerini değiştirmişken; bizim cânım Türkiyemiz'i nasıl çölleştirdiğimiz cümlenin malûmlarıdır,“[3] türünden “zırvası“na gelince; bir somut örnek verip, geçelim:
NASA 2030'a kadar kömür santralları kapatılmalı diyor; Türkiye 40 adet yeni kömür santralı kurmaya hazırlanıyor. Greenpeace'e göre, bu 40 santralın atmosfere salacağı yıllık karbondioksit miktarı 136 milyon tonu bulacak!
NERELERE KURULACAK VE NE KADAR CO2 SALACAK?
HANGİ İL, KAÇ TANE? NE KADAR?
Çankırı (2 adet) Atmosfere 3 milyon 300 bin ton karbondioksit (CO2) salması bekleniyor.
İzmir (3 adet) 10 milyon 200 bin ton CO2 salacak.
Adana (7 adet) 22 milyon 320 bin ton CO2 salacak.
Çanakkale (5 adet) 18 milyon 900 bin ton CO2 salacak.
Samsun (2 adet) 7 milyon 200 bin ton CO2 salacak.
Hatay (5 adet) 23 milyon 400 bin ton CO2 salacak.
Zonguldak (5 adet) 10 milyon ton CO2 salacak.
Sinop (4 adet) 23 milyon 200 bin ton CO2 salacak.
Bolu (1 adet) 1 milyon 650 bin ton CO2 salacak.
Balıkesir (1 adet) 3 milyon 600 bin ton CO2 salacak. Tehlikede olan Biga çayı oksijen bolluğu açısından dünyada ilk üç arasında.
Bartın (1 adet) 3 milyon 900 bin ton CO2 salacak.
Kocaeli (1 adet) 1 milyon ton CO2 salacak.
Sakarya (1 adet) 4 milyon ton CO2 salacak.
Kütahya (1 adet) 1 milyon 800 bin ton CO2 salacak.
Mersin (1 adet) 1 milyon 800 bin ton CO2 salacak.
Alın size Hasan Celâl Güzel'vari “Türk çevreciliği“!
SİYANÜRLÜ “ALTIN“!
Ya siyanürlü altın?!
Yani Bergama, Efemçukuru, Kaz Dağları! Ve ötekiler...
Bunları tümü, kapitalist kârın doğaya yönelik taammüden cinayetidir!
Enerji Bakanlığı'nın resmi verilerine göre çokuluslu 12 altın şirketi Türkiye'de 9 farklı ilde 17 farklı yörede altın çıkarıyor! Yani Anadolu, çokuluslu altın şirketleri tarafından kuşatma altında... Türkiye'de altın madeni çıkarmak için alınan işletme ruhsatlı alanların toplamı “25 bin hektara (25.119.92 Hk) ulaşırken, altın avcıları bugüne kadar toplam “30.78 ton altın içeren dore külçe üretimi gerçekleştirdi!
Yani yıkımdan elde edilen “sonuç“, hiç de önemli değil!
Bu konuda “resmi yalan“lara aldırmayın! Altın şirketleri her ne kadar siyanürle altın aranmasının çevreye zarar vermediğini iddia etseler de diğer ülkelerde yaşanan kötü deneyimler çevrecilerin tepkilerini doğruluyor. TEMA'nın hazırladığı siyanür raporunda önemli olaylardan bazıları şöyle sıralanıyor:
ALASKA (ARALIK 2006) Alaska'nın en büyük altın madeni Fort Knox'un atıklarının saklandığı havuzdan siyanür sızdığı belirlendi.
ÇEK CUMHURİYETİ (OCAK 2006) Siyanür sızıntısı Elbe Nehri'nde binlerce balığın ölümüne neden oldu.
ROMANYA (28 KASIM 2005) Bir altın madeninden sızan siyanür Macaristan'a ulaştı.
FİLİPİNLER (11-31 EKİM 2005) Lafayette Madencilik'in Rapu Rapu madeninde işlenmiş iki su sızıntısı yakındaki sulak alanları kirletti.
LAOS (20 HAZİRAN 2005) Avustralyalı Pan Australian Resources'in işlettiği Phu Bia'daki siyanür sızıntısı nedeniyle 100'den fazla köylü içtikleri zehirli su ve yedikleri balıklarla zehirlendi.
BATI AVUSTRALYA (EKİM 2004) Kalgoorlie altın madeninden sızan siyanür yeraltı sularını siyanür ve ağır metallerle zehirledi.
PAPUA YENİ GİNE (7 AĞUSTOS 2004) Placer Dome şirketine ait Misima madeninde, maden tesisinin sökülmesi sırasında siyanür sızıntısı meydana geldi, okyanus ve etrafındaki küçük adalar siyanür zehirlenmesine maruz kaldı.
ÇİN (25 HAZİRAN 2004) Farklı bölgelerindeki birçok ölümcül kimyasal madde sızıntısında 21 kişi öldü. Beijing'te hidrojen siyanür sızıntısında üç kişi öldü ve onlarca kişi hastaneye kaldırıldı.
NİKARAGUA (14 OCAK 2003) Kanadalı maden şirketi HEMCONIC'in işlettiği madenden Bambana Nehri'ne siyanür sızdı. Bambana Nehri'nden su içen 12'den fazla çocuk öldü.
Gerçeğe ilişkin görüntü tam da bu ve böyleyken; Çevre Bakanı Eroğlu, madencilere seslenerek “Bundan sonra slogan şu: Çevreci madenciliğe evet. Vahşi madenciliğe hayır“ deyip, orman arazilerindeki madenlerle ilgili yeni bir dönem başlattıkları vurgusuyla ekliyor: “Mesajı herkes aldı. Hatta madenciler toplandılar. ’Bundan sonra çevreyle uyumlu madencilik yapmamız lazım' dediler. (Madencilerin) Çalıştığı yeri ağaçlandırdığı sürece başımızın üstünde yeri var“!
Hayatınızda böyle saçmalık, böyle demagoji gördünüz mü?
Ama durun! Bu kadarla bitmiyor; dahası da var!
Altın madenciliği sektörünün ileri gelenleriyle birlikte Kuyumcukent'te kurulan İstanbul Altın Rafinerisi'ne gelen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler “müjde“ verdi: “İstanbul, altın ve mücevharatta bir dünya merkezi hâline gelecek. Eleştirilen Maden Yasası değiştirilecek“!
“Yasa değiştirilecek de ne olacak“ mı?
Evet Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Ovacık'ta siyanürle altın çıkarılmasını sağlayan Bakanlar Kurulu kararının iptalini onayladı; yani Bergama Ovacık'la ilgili dava maratonunda siyanürlü yöntemle altın işlenmesine yine hayır kararı çıktı, ama madenin işlemeye devam etmesine rağmen;[4] hükümet buna bile tahammül etmiyor!
Etmediği için de mitolojideki “İda“yı yani Çanakkale Kaz Dağları'nı alt üst ediyor...
Enerji Bakanlığı Teftiş Kurulu tarafından hazırlanan rapora göre, Kaz Dağı'nda 1051 sondaj yapıldığı ortaya çıktı. Rapora göre, çalışmalarda siyanür kullanılmamış!
Kaz Dağı bölgesinde toplam 1501 sondaj yapıldı. Şirketlerle toplam sondaj sayıları şöyle: Teck Cominco (362), Kuzey Truva (209), Doğu Truva (66), Tüprag Metal (22), Global Mad. (8), Yeni Anadolu (8), Park Enerji (4), Koza Altın İşletmeleri (372).
Raporda Teck Cominco, Kuzey Truva, Doğu Truva yüzde 100 Kanada sermayeli, Tüprag yüzde 99.6 Hollanda, Koza Altın yüzde 60, Yeni Anadolu'nun yüzde 99.5 ABD sermayeli olduğu belirtildi.
Ekim 2007 itibarıyla verilmiş ruhsatlı projelere göre, “Kazdağı ve uzantılarında“ 36 bin 662 ton metal altın, 18 bin 145 ton metal gümüş rezervi bulundu. “Milli parkta ve mücavirinde“ 26 ruhsat var.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kenan Kaynaş, Kaz Dağı yöresinde altın madeni arama çalışmalarında kullanılan siyanürün toprak ve su kaynaklarını kirletmesi nedeniyle sürdürülebilir tarımsal üretimin olanaksızlaşacağını savundu.
Prof. Kaynaş, Kaz Dağı ve yöresinde 2007 verilerine göre, 4 milyar 345 milyon dolar bitkisel, 2 milyar 550 milyon dolar da hayvansal olmak üzere yıllık tarımsal üretim miktarının 6 milyar 895 milyon dolar olduğunu, yöredeki 338 ton altın rezervinin ise ülke ekonomisine bir kereye mahsus olmak üzere 5 milyar dolar sağlanacağını belirtti.
Kaz Dağı yöresinde altın madeni işletmeciliğinin başlaması durumunda 2.5 milyar ton kayaç ve toprağın işleneceğini ve yaklaşık 400 bin ton siyanürün kullanılacağının ifade edildiğini bildiren Kaynaş, kullanılan siyanür nedeniyle oluşan ağır metallerin, toprak ve su kirlenmesine neden olarak üretimi etkilediğini belirtti.
Özetle İ. Ü. Orman Fakültesi'nin raporuna göre altın madenciliği Kaz Dağları'nı bitirebilir. Uzmanlar, “Madencilik 258 bin hektarlık Kaz Dağları'nın 258 bin hektarını etkiler,“ diyor!
Ayrıca Çanakkale Kaz Dağları'nda altın arama çalışmaları yanında Türkiye'nin dört bir yanındaki orman, tarım, sera sit alanlarından, milli parklardan da patlayıcı ve dozer sesleri yükseliyor. Maden Yasası'nda yapılan değişiklik sonrası maden arama ruhsatı başvurularında yüzde 100'ün üzerinde artış meydana geldi. Türkiye'nin doğal varlıkları üzerinde tahribat yaratan madencilik faaliyetlerine ilişkin TEMA Vakfı'na sadece 2008 yılının 6 ayında 95 ihbar yapıldı!
Örnek çok! Ama duralım!
Ancak bunlar kimsenin umurunda değil; tıpkı kirletilen yerküre(miz) gibi!
KİRLETİLEN YERKÜRE(MİZ)
Yerküre(miz) (tabii, Türkiye de) sürdürülemez kapitalizmin kirleterek, çöplüğe dönüştürdüğü bir mekândır...
National Geographic Society'nin bir araştırmasına göre, çevreye en çok zararı Amerikalılar ve Kanadalılar veriyorken; Türkiye'nin vukuatı da küçümsenebilir gibi değil!
Örneğin, Türkiye'nin ikinci büyük tatlı su gölü olan Eğirdir, tarımsal, endüstriyel ve evsel atıklar nedeniyle ciddi bir kirlilik tehdidi ile karşı karşıya. Gölün çevresindeki 21 belediyenin sadece ikisinin kanalizasyon sistemi bulunuyor. Diğer 19 belediye evsel atığını doğrudan göle gönderiyor...
Ayrıca Van Gölü'nde kıyıların yüzde 40'ı çöplük oldu. Su bulandı. Göle 15 yıl ömür biçiliyor...
Bunlarla sınırlı değil; devam edelim!
Zonguldak'ın Devrek ilçesinde belediye çöpleri yemyeşil doğanın tam ortasına boşaltıyor. Devrek Çayı'nın kenarına bırakılan çöpler açık alanda yakılıyor; göz göre göre çevre kirliliği yaşanıyor...
Truva kalıntılarının bulunduğu alana çöp depolama tesisi yapılmak isteniyor. Çanakkale Boğazı'na yakın konumdaki Musaköy sınırları içinde planlanan tesis, Çanakkale ve ilçelerinin çöplerini ayrıştırması için projelendirildi...
Kocaeli Üniversitesi'nin yaptığı araştırma, ölüm bölgesine dönen Dilovası'nın durumunu ve atıkların verildiği Dil Deresi kirliliğin boyutunu ortaya çıkardı. Kimyasal ve ağır metallerle çalışan birçok sanayi kuruluşunun konut alanlarıyla iç içe girdiği, yapılan araştırmalara göre kanser nedeniyle ölüm oranı dünya ortalamasının üç katına çıkan Dilovası'nda kirlilik hüküm sürmeye devam ediyor... Çevredeki yerleşim alanlarının, çöplüklerin ve henüz arıtma tesisi olmayan fabrikaların atıklarıyla beslenen Dil Deresi, biriktirdiği zehri Marmara Denizi'ne akıtıyor. Derenin çevresinde inekler otluyor, zehirli su içiyor...
Çevre ve Orman Bakanlığı, “ölüm saçan“ Yatağan Termik Santralı'nın insan ve çevre sağlığına verdiği zarara karşı önlem almak yerine, verdiği zarara göre “sembolik“ sayılabilecek “para cezası“ ile yetinmeyi sürdürüyor. Bu çerçevede bakanlık, Yatağan Termik Santralı'na 2007 yılında 103 bin 488 YTL para cezası kesmekle yetindi...
Bir de, bir de... Yıllardır termik santral kaynaklı yaşanan hava kirliliğiyle gündeme gelen Muğla'nın Yatağan ilçesine, ikinci termik santral kuruluyor. Yani “Yatağan'a yeni termik santral için hazırlık var“ iddiası doğru çıktı. Santral için düşünülen yer ise antik kent arazisi... Yıllardır termik santral külüne karşı mücadele eden Yatağanlıların dertleri birdi, iki oluyor. Yatağan'a ikinci santral için resmi çalışma yürütüldüğü iddiası doğrulandı. Yeni santral 5 bin yıllık Lagina kentinde, arkeolojik sit alanına kurulmak isteniyor!
Bunlarla birlikte “Hava kirliliği her yıl 2 milyon can alıyor“ken; AKP'nin seçim kömürleri Ankara'nın havasını kirletirken havadaki zehir oranı 3 kat arttı... AKP'nin seçim kömürleri Ankara'nın havasını kirletti. ODTÜ Kimya Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Semra Tuncel, 1993 yılında 1 metreküp alanda olan 2.2 nanogram arsenik oranının 2009 yılında 6.4 nanograma yükseldiğini belirterek “Ankara'da kükürt oranı düşük kömür kullanılsa arsenik oranı bu kadar artmazdı. Arsenik oranı üç kat artmışsa kaliteli kömür kullanıyoruz diyebilir misiniz?“ diye konuştu...
ODTÜ'nün incelemesine göre Ankara'ya dağıtılan kömürde kükürt ve arsenik oranı tehlikeli boyutta... İncelemeye göre Ankara'da dağıtılan kömürlerdeki arsenik ve kükürt miktarı Çevre ve Orman Bakanlığı'nın kriterlerini kat kat aşıyor...
Evet Ankara'da 18 Aralık 2008 günü havadaki partikül madde kirliliğinin AB standardının 65 katı çıkıp, Ankara Sıhhiye'de duman kirliliğinde dünya rekoru kırıldı... Çevre Bakanlığı'nın online hava kalitesi izleme istasyonuna göre 18 Aralık 2008 günü saat 11.40'ta Sıhhiye'de duman kirliliği 5070 mikrogram/metreküpe ulaştı. (Sınır değer 150-300 miligram/metreküp). Anka Ajansı Sıhhiye ve Bahçelievler'de azotoksit kirliliğinin de Dünya Sağlık Örgütü limitlerini aştığını belirtti...
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meftun Ünsal, Samsun'da inşa edilen termik santrallardan çıkacak baca gazlarının, kansere neden olacağını vurgulayarak, “Bu gazlar yediğimiz sebzelere, soluduğumuz havaya ve içtiğimiz suya karışacak“ dedi...
Sugözü Termik Santralı'nın atıkları İskenderun Körfezi'ndeki kirliliği arttırırken canlıları da tehdit ediyor. Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi'ne yaptırılan ölçümler sonucu hazırlanan rapora göre, denize salınan ağır metal oranının her geçen yıl arttığı, bunun denizdeki yaşam için büyük bir tehdit oluşturduğu vurgulandı.
Adana'nın kıyı ilçesi Yumurtalık'ın Sugözü mevkiinde 2002'de işletmeye açılan santralla ilgili düzenli yapılan ölçümlerde, “Körfez'deki Bentoz tür zenginliği ve biyoçeşitliliğin 5 yılda 25'ten 8'e düştüğü görüldü“ denilmesi santralın kirlilik tehdidini bir kez daha gündeme taşıdı.
Bu yetmezmiş gibi, Sugözü'nün çevre katliamı ortadayken Körfez'e ikinci santral kuruluyor. İskenderun Körfezi'ndeki Sugözü Termik Santralı'nın balık tür ve sayılarını yok ettiği bilimsel raporlarla kanıtlanırken aynı bölgede yeni termik santral kurulması devrede...
Nihayet Türkiye'deki 250 organize sanayi bölgesinden 213'ünde arıtma tesisi yok!
Bu yeter de artar bile; değil mi?
Aslı sorulursa Öztin Akgüç'ün de belirttiği üzere, “İnsan kirliliğinin en önemli nedenlerinden biri, belki de başlıcası ekonomik düzen, kapitalist sistemdir. Amacı özel kârın kişisel doyumun en çoklanması olarak koyan; insanı kendi bireysel çıkarı peşinde koşan, kişisel çıkarı ile güdülenen bir yaratık olarak gören bir sistem insanı, dolayısıyla çevreyi kirletiyor.
Yağmur ormanlarının yok edilmesi, altın çıkarıyoruz diye toprağın, suyun kirletilmesi, sanayi kuruyoruz diye bitek toprakların verimsizleştirilmesi, atmosfere gaz salınımının artması, özel kâr arttığı sürece, dikkate alınmıyor.
Hatta bu tür davranışları savunan gerekçeler ortaya atılıyor. Özel kâr artarken, bunun neden olduğu dışsal yükler, toplumsal maliyetler hesaba katılmıyor.
Toprağın, havanın, suyun kirlenmesinin, ormanlık bir alanın yok edilmesinin maliyeti, özel kârlılık hesabında dikkate alınmıyor; kârı, dar bir kesim elde ederken.. maliyeti, geniş bir kesim ödüyor.
Kapitalist bir düzende çevrenin sağlıklı biçimde korunabileceğini düşünemiyorum. Göstermelik işler yapılacak, çevreci gösteriler olacak, çevreci bazı projeler uygulamaya konulacak, ancak çevre gerçek anlamı ile korunamayacaktır.“[5]
KÜRESEL ISINMA TEHDİDİ!
Sürdürülemez kapitalizm bir yıkımdır! Küresel ısınmanın, bir “dönülmezlik noktası“na doğru ilerlemesi de bunun kanıtıdır! Konuya vakıf olan herkes bunun farkında...
Örneğin NASA'nın iklimbilimcisi James E. Hansen, iklim değişikliğine dair kötü haberleri dünyanın artık duymaması için alternatif yol olarak, bilim insanlarına, ölçümleri durdurmayı öneriyorken;[6] “İklim değişikliğini tartışmak için bir araya gelen uzmanlar, 2007 yılındaki raporların bile geçerliliklerini yitirmiş olduklarından bahsediyor ve gündemdeki tahminlerinin eskisine kıyasla daha iç karartıcı olduklarını söylüyor“lar.[7]
Dünyamızın 4 derece ısınması durumunda -ki içinde bulunduğumuz yüzyılda çok büyük bir olasılık- insan türü hayatta kalmak için çok büyük bir savaş verecek. Su baskınları, kuraklık, açlık, susuzluk nedeniyle dünyanın büyük bir kısmı yaşanamaz hâle gelirken, Kanada, Sibirya, Grönland ve Antarktika'nın batı kıyıları gibi çok az bölge, insan türünün yaşamını sürdürebilmesine izin verecek. En fazla bir milyon kişinin barınabileceği bu dünyada, enerji ve gıda üretimi de zor koşullarda sürdürülecek!
“Kopenhag'ta düzenlenen küresel iklim değişikliği zirvesinde, deniz seviyesindeki yükselmenin beklenenden fazla olacağı belirtildi. Uzmanlar, deniz seviyesindeki yükselmeden 600 milyon insanın etkilenebileceğini açıkladı“![8]
Ayrıca Oxfam'a göre, 2015'e kadar iklim değişikliği nedeniyle meydana gelecek felaketlerden etkilenen insanların sayısı 1.5 kat artacak!
İklim değişikliği, kitlesel ölümlere yol açıyor. En fazla etkilenenler ise soruna en az katkıda bulunan yoksul ülkeler.
’Global Humanitarian Forum'un raporuna göre, iklim değişikliğinin her yıl 325 milyon kişiyi ciddi biçimde etkilediğini ve bu sayının gelecek 20 yılda ikiye katlanarak, şu anda 6 milyar 700 milyon olan dünya nüfusunun yüzde 10'una tekabül edeceğini gösterdi.
Dünyanın önde gelen iklim değişikliği uzmanlarından James Hansen, petrol şirketi yöneticilerinin “insanlığa ve doğaya karşı işledikleri suçlardan dolayı“ yargılanmalarını istiyor!
Yine Dünya Bankası'nın hazırladığı rapora göre iklim değişikliğinin Türkiye'nin de dahil olduğu bölgedeki sonuçları, beklenenden daha kötü olacak!
Özetle iklim değişikliği durdurulamazsa 46 ülkede, 2.7 milyar kişi, silahlı çatışmalar ve savaşlarla altüst olma riski yaşayacak! Felaketin boyutlarını gösteren sayısız veri var artık elimizde. Bu veriler, küresel ısınmanın Afrika kıtasını bütünüyle çöle dönüştüreceğini kanıtlıyor. Asya'da ise 200 milyon kişi evsiz kalacak! En kısa sürede en radikal tedbirler alınmazsa, deniz seviyesi 6 metre yükselecek. Birçok ülke yeryüzünden silinecek, 200 milyon insan iklim mültecisi olacak! Bu veriler bir bilimkurgu filminin senaryosuna benziyorsa sıradakiler korku filmi gibi: Küresel ısınma, gıdaya ve temiz su kaynaklarına ulaşamayan 4 milyar insanı açlığa ve salgın hastalıklara maruz bırakacak. Kapitalizmin bir ürünü olan gıda krizini derinleştirecek. Canlı türlerinin yüzde 50'sinin yok olmasına neden olacak!
Yani bilim insanları, küresel ısınmanın kuraklığa neden olarak gelecekte milyonlarca insanı yaşadıkları bölgeleri terk etmeye zorlayabileceğini, su ve diğer yaşam kaynakları için çatışmaların çıkabileceğini birçok kez dile getirmişti. İngiltere'nin Exeter kentindeki Hadley İklim Tahmini ve Araştırmaları Merkezi'nin uzmanları gelecek yüzyılda insanlığın başta su ve tarım ürünleri olmak üzere azalan veya yok olmaya yüz tutan kaynaklar için savaşabileceğine dair savı yineledi.
Dünyaca ünlü çevre analisti Lester Brown, dünyanın iklim açısından bir dönüm noktasında bulunduğunu vurgulayarak “Eğer o dönüm noktası aşılırsa Kyoto ve benzeri tüm sözleşmeler geçersiz ve anlamsız kalacak,“ derken; ya da daha doğrusu, “Gelişmiş ülkeler (Kuzey), sera gazı salınımlarını ciddi oranda düşürecek kesin bir uygulama yerine ’Kyoto Protokolü' gibi sanal çözümlerle gündemi meşgul ediyor“ken;[9] bu tablo ve iddialar haksız değil!
SUSUZLUK TEHLİKESİ!
Yerküreyi sadece küresel ısınma değil; aynı zamanda da -giderek ticarileştirilen- sudan yoksunluk yani susuzluk tehlikesi sarıp, sarmalıyor!
Dünya Su Konseyi Başkanı Loic Fauchon, “Gelecekte bütün dünyada ölüm oranlarının, savaşlardan çok daha fazla şekilde su yokluğundan oluşan hastalıklar nedeniyle artması olasılığı var. Bu nedenle ölüm oranları da 10 misli artabilecek,“ derken; V. Dünya Su Forumu'nda yayımlanan Dünya Su Kalkınma Raporu'na göre 2030 yılında 5 milyar kişi yeterli suya ulaşamayacak ve 2030 yılında dünya nüfusunun yüzde 67'si yani 5 milyar kişi yeterli, sağlıklı su koşullarına sahip olamayacak!
BM ’Dünya Su Değerlendirme Programı' Başkanı Dr. Olcay Ünver, 2030'da dünya nüfusunun neredeyse yarısının su sıkıntısı çekilen bölgelerde yaşıyor olacağı vurgusuyla, “Dünya nüfusun yüzde 47'sinin su sıkıntısı çeken yerlerde yaşayacağını ve su kaynağına olan ihtiyacın 2002'ye oranla 2030'da yüzde 60 artacağını“ söyledi.
DÜNYADA SU
Yeryüzündeki suyun yüzde 97.5'u tuzlu - tatlı su oranı sadece yüzde 2.5. Bunun yüzde 70'i kutuplarda bulunurken, yüzde 30'unu yüzey ve yeraltı suları oluşturuyor.
İnsanın temel gereksinimleri için günlük temiz su ihtiyacı 20-50 litre.
1.1 milyar kişinin içecek temiz suyu yok.
2.6 milyar kişinin tuvaleti yok ve temel gereksinimleri için su bulamıyor.
Kanalizasyon olmayan, içecek ve kullanılabilecek temiz su sıkıntısı çeken bölgelerde çocuk ölüm oranları, gelişmiş ülkelere göre 10 - 20 kat artıyor. Mikroplu sular her gün 3 bin 900 çocuğu öldürüyor.
Kuzey ülkelerin çocukları su oburu. Güney ülkelerinde çocuklarına kıyasla 30-50 misli daha fazla su tüketiyorlar.
İshal, kirli su kaynaklı hastalık ve ölümlerin bir numaralı nedeni. Her yıl 1.8 milyon insan ishalden can veriyor.
Gelişmekte olan ülkelerde endüstriyel atıkların yüzde 70'i hiçbir işlem görmeden doğaya bırakılıyor. Her yıl 300-500 milyon ton ağır metal ve toksik madde suları zehirliyor.
1900'den bu yana yeryüzündeki sulak alanların yarısı yok oldu.
Su altyapılarının yenilenmesi, kaçakların önlenmesi ve kalitenin korunması için OECD ülkelerinin her yıl en az 200 milyar dolar yatırım yapması gerekiyor.
2075 yılında kronik su sıkıntısı çeken bölgelerdeki insan sayısının 3 ile 7 milyar arasında değişeceği tahmin ediliyor.
Var olan suların yüzde 70'i tarımsal sulamada kullanılıyor. [10]
TÜRKİYE
40 yılda sulak alanların yarısını kaybetti!
Kaybedilen sulak alanlar: Amik Gölü, Avlan Gölü, Kestel, Gavur, Yarma, Aynaz, Hotamış, Eşmekaya sazlıkları.
Giderek kuruyan ve kirlenen sulak alanlar: Beyşehir Gölü, Tuz Gölü, Akşehir-Eber Gölleri, Bafa Gölü, Eğirdir Gölü, Kulu Gölü, Sultansazlığı.
Yeraltı suları tükeniyor! Konya Havzası'ndaki 50 bin kuyunun yarısı kaçak. Her sene su seviyesi 1-2 metre düşüyor. Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Cengiz Akköz, Konya'da bulunan birçok gölün, su çekilmesi nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu uyarısında bulundu.
2025'te yağışlar yüzde 25 azalacak. Hâlihazırda Konya Havzası'nda yağışlar yüzde 40-60 oranında azaldı.
Türkiye'de suyun yüzde 72'si tarımda, yüzde 18'i evsel amaçlı ve yüzde 10'u sanayide kullanılıyor.[11]
Evet her yıl seksen milyon artan dünya nüfusunun su ihtiyacı da 64 milyar metreküp artmaktadır. Su gereksinimi kentlerde çok daha büyük boyutlara ulaşacaktır. İçme suyu ihtiyacı ise daha düşük düzeylerdedir.
Tarım, enerji üretimi, ekonomik gelişme alanında çok daha yüksek oranlarda tüketilmektedir. Beslenme alışkanlıklarındaki gelişmelere koşut olarak su ihtiyacı da artmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde beliren orta sınıf süt, et ve ekmek gibi gıdaları daha fazla tüketmektedir. Bir kilo buğday üretmek için, bölgesine göre 400 ila 2000 litre su, bir kilo et için 1000 ila 20 bin litre suya gereksinim vardır.
Enerji üretimi ikinci büyük su tüketicisidir. Hidroelektrik ve bioyakıt bugün dünya elektrik üretiminin yüzde 20'sini karşılamaktadır.
Su tüketimi 20. yüzyılda en az altı kat artmıştır. 1950'de kişi başına 17 bin metreküp suya gereksinim vardı. 2005'te 8 milyar insan yılda 5 bin metreküp suyla yetinmek zorunda kalmıştır.
Günümüzde 1.5 milyarı aşkın insan temiz sudan yoksundur. Temiz sudan yoksunluk, yarısı çocuk olmak üzere yılda 25 bin insanın ölüp gitmesine yol açmaktadır.
Fransızlar günde ortalama 150 litre su tüketirken, Güneydoğu Etiyopyalı her türlü gereksinimi için günde sadece 5 litre suyla yetinmek zorundadır.
Zengin ülkeler, ne yazık ki, tıpkı açlık gibi yoksulların susuzluğu konusunda da duyarsızdır.
Dahası, beslenme gibi vazgeçilmez bir “insan hakkı“ olan suya ulaşmada “aslan payını“ kamu yerine büyük sermayenin dev şirketleri almakta, Tanrı'nın suyundan milyarlarca dolar kazanmaktadırlar. Yakın gelecekte “havayı“ da tüpleyip pazarlayacaklarından kuşku yok!
Evet kapitalizm her şeyi meta fetişizminin kollarına terk ederken doğayı, hayatı, geleceği yok ediyor...
“GDO“
Tıpkı GDO'larda olduğu gibi!
Genetiği değiştirilmiş ürünler konusuysa AB ülkelerinde, özellikle de Fransa'da yoğun biçimde tartışılıyor.
Genetiği değiştirilmiş ürünlerle savaşan Fransız biyolog Christian Velot, “Yemek tabağına genetiği değiştirilmiş organizmalar koymak sorumsuzluktur“ diyerek bu konuda SOS veriyor.
GDO'lu tohumlar şirketlerin elinde kâr makinesine dönüşmüştür. İlaç kullanımını azalttığı, verimi arttırdığı masaldır.
Genetiği değiştirilmiş tohum kaynaklı üretimler 1990 yılından bu yana Amerikan tarım devi Monsanto'nun tekelindedir. O tarihlerden bu yana dünyanın çok sayıda ülkesinde kullanılan bu tohumlar 2007 yılında dünyadaki ekilebilir alanların yüzde 7'sine tekabül eden yüz milyon hektara ulaşmıştır. Transjenik tohumlardan milyarlarca dolar kazanarak finans devi hâline gelen Monsanto, güçlü lobilerinin baskılarıyla dilediği ülke ve yönetimine ürünlerini dayatmakta son derece de beceriklidir.
Bu arada konuya bağıntılı olarak bilmiyor olamazsınız! Genetiği değiştirilmiş organizmalardan üretilen besinler yasak olmasına karşın hayatımıza sızıyor.
GDO'ların Türkiye'ye girişinin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı genelgesine göre yasak olmasına karşın bu konu ile ilgili kesin bir veri yok.
GDO'ya Hayır Platformu'nun 2007 yılında Arjantin'den ithal edilen mısırda ve yerli bir bebek mamasında yaptırdığı analizler, GDO'lu olduklarını kanıtladı.[12]
NÜKLEER ÇILGINLIK
Sürdürülemez kapitalist vahşetin çevre tahribatından, kapitalist kârın doğaya yönelik taammüden cinayetinden başka bir şey olmayan siyanürlü altına...
Veya yine kapitalist yıkımın yerküreyi kirleterek, çöplüğe dönüştürmesinden, bir “dönülmezlik noktası“na doğru ilerleyen küresel ısınma tehdidine...
Ya da yerküreyi sarıp, sarmalayan susuzluk tehlikesinden, GDO'lara uzanan tabloya eklenmesi gereken bir çıldırmışlık da nükleerdir...
30 milyar dolara kurulan bir nükleer santralın ürettiği enerjinin 1 milyar dolarlık yatırımla rüzgârdan elde edilebileceği ortadayken ya da ’Dünya Rüzgâr Enerjisi Birliği' Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Sıtkı Uyar, Türkiye'de 2 bin megawatlık bir rüzgâr enerjisi santralı kurulması hâlinde nükleer santrala gerek kalmayacağını açıklarken nükleer santrallar meselesi; insan(lık)a rağmen kapitalizmin “gereksinimleri“nden kaynaklanmaktadır!
Gerçekten de İrfan Mukul'un, “Türkiye'de enerji sektörünün özelleştirilerek piyasalaştırılması, esas olarak kapitalizmin dayattığı neo-liberal politikaların yansımasıdır,“ dediği koordinatlarda; “Türkiye'nin yaptığı gelişmiş ülkelerin terk ettiği teknolojileri satın almaktan ibaret“tir![13]
Bu konuda “Nükleer enerji artık sadece enerji değil, ülke güvenliği konusu“ diyen Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleer santral kurmak isteyen firmalara, “Mersin Akkuyu hazır. Sinop'un yer lisansı için hızla çalışılıyor,“ diye seslenirken; bakana bizzat 25 yıl önce Akkuyu için “Nükleer santral kurulabilir“ lisansını veren ekibin içinden “Olmaz“ itirazı geldi![14]
Hilmi Güler, “Bu santral Sinop için bir talihsizlik değil, şanstır. Buradan, 20-25 bin kişi ekmek yiyecek. Gönlünüz rahat olsun her hangi bir tehlikesi yok,“ dese de; Sinop'a kurulması planlanan santralın lisanslama çalışmaları ekolojik açıdan eksiklikler içeriyor. Özellikle, hamsi göç yolu üzerinde bulunan Sinop'a böyle bir santralın kuruluşu, termal kirlenme nedeniyle hamsi üretimimize darbe vurabilecektir.
Hem de yanı başımızda Çernobil örneği yaşanmış ve tesirini hâlâ sürdürmekteyken!
Çernobil faciasının üzerinden 23 yıl geçti. Ancak, 26 Nisan 1986'da, günümüzde Ukrayna sınırlarında bulunan nükleer santralda meydana gelen ve patlama nedeniyle 31 kişinin, sonrasında ise Karadeniz başta olmak üzere Türkiye, Rusya ve komşu coğrafyalarda kanser vakalarının artışıyla binlerce insanın ölmesine neden olan facianın doğal yaşam üzerindeki olumsuz etkileri sürüyor.
ABD'deki South Carolina Üniversitesi'nden Prof. Timothy Mousseau ve Paris-Sud Üniversitesi'nden Dr. Anders Moller, sonuçlarını Biyoloji Mektupları adlı bilim dergisinde yayımladıkları çalışmalarında, böcek ve örümcek türlerinde ciddi bir azalma olduğunu ortaya çıkardı.
Radyasyon seviyesini ölçtükleri belirli pilot bölgelerde tarama yapan ikili çalışmalarını şöyle anlattı:
“Geçmişte bölgedeki kuş nüfusunda azalma olduğunu gözlemlemiştik. Çernobil ve Beyaz Rusya'daki radyasyonun sızdığı bazı bölgeleri ve radyasyon olmayan bölgeleri taradık. Radyasyon arttıkça örümcek, kelebek, yusufçuk ve arıların azaldığını gözlemledik.“
Facianın bitki ve memelilere etkisini de araştıracaklarını vurgulayan Prof. Mausseau, bazı uzmanların, insanların faaliyetlerinin olmamasının bölgedeki doğal yaşama katkısı olduğunu savunduğunu anımsattı. “Bizim bulgularımız bunun aksini gösteriyor“ diyen Mausseau Çernobil'den ders alınması gerektiğini vurguladı.
“Nükleer tehlike“ deyip geçmeyin!
Gila Benmayor'un da vurguladığı gibi, “Nükleer atıklar yüzbinlerce yıl yok olmuyor“!
Evet nükleer santralların sorunu yaşamı doğrudan tehdit etmesidir. Yapılan çeşitli bilimsel araştırmalar santralların çevresinde özellikle çocuklarda kan kanseri vakalarının ciddi oranda arttığını ortaya koymaktadır.
Alman radyasyon tehlikesinden korunma ofisi tarafından hazırlattırılan bir rapor, nükleer santralların çevresinde yaşayan çocuklarda lösemi riskinin arttığı saptanmış, santralların beş kilometre çevresinde yaşayan beş yaşındaki çocuklarda 12 olan kanser vakası 17'ye yükselmiştir.
Bu, söz konusu bölgelerde ulusal ortalamaya göre löseminin yüzde 117 oranında arttığı anlamına gelmektedir. Fransa'da aynı konuda yapılan ve sonuçları 22 Nisan 2008'de açıklanan araştırmaya göre ise İngiltere'deki Sallafield ve Dounreay santralları ile Almanya'daki Krummel santrallarına bitişik nükleer araştırma laboratuvarları çevresinde kanser riski iki ila dört kez, Sallafield'de ise 20 kat artmıştır.
Bir başka büyük tehlikeyi nükleer atıklar oluşturuyor!
Toparlarsak: “Dr. Alfred Körblein'ın 24 yıllık çalışması ürkütücü gerçeği ortaya koydu. Alman Federal Radyasyon Korunma Ofisi ve Çocukluk Çağı Kanserleri Kayıt Dairesi'nce desteklenen araştırmaya göre nükleer santraller, kanser vakalarındaki yüzde 80'e yakın artışın temel nedeni“!
Radyasyon çeşitli organları etkilerken anemi, lösemi, yara, kısırlık, kanser ve kalıtımsal bozukluklara neden oluyor!
Ayrıca Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi, 2008 yılı sonuna kadar Karadeniz Bölgesi'ndeki tüm kentlerde Kanser Erken Teşhis ve Tarama Merkezi (KETEM) kurulacağını, bu merkezlerde yurttaşlara ücretsiz hizmet verileceğini açıkladı![15]
Bunların hepsi ayan-beyan ortada!
Tıpkı Kazım Koyuncu'nun radyasyonla katli gibi!
Sadece Kazım Koyuncu mu?
Bir süredir göğüs kanseri tedavisi gören gazeteci-yazar Sibel Kalaycı'nın 34 yaşında, 7 Şubat 2009 gecesi tedavi gördüğü Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde yaşamını yitirmesi gibi. Çernobil faciasının ardından ailesinden 7 kişiyi kanser hastalığından kaybeden Kalaycı, ailesinin sekizinci Çernobil kurbanı oldu...
Bunlar böyle ola ola hâlâ nükleer santral ihalesi mi?!
“SONUÇ YERİNE“
Irene Khan'ın, “Kuralsız küreselleşmenin ezici gücü dünyayı son yıllarda büyüme çılgınlığına sürüklerken, insan hakları sıklıkla arka plana itildi. Sonuçlar açık: Artan eşitsizlik, yoksunluk, yabancılaşma ve güvensizlik. Uluslararası toplumun çözemediği veya çözmeye isteksiz olduğu amansız anlaşmazlıklar nedeniyle zaten küresel çapta yaşanan güvensizliğe ek olarak politik çalkantı ve şiddetin artacağına dair işaretler bulunuyor. Başka bir deyişle: Eşitsizlik, adaletsizlik ve güven yokluğuna dayalı bir barut fıçısının üzerinde oturuyoruz ve fıçı patlamak üzere,“ sözleriyle tarif ettiği koordinatlarda sürdürülemez kapitalizmin çok yönlü ve çok boyutlu topyekûn yıkımıyla yüz yüzeyiz...
Tam da bu koordinatlarda ’Scientific American' dergisi şu soruyu dillendiriyor:
“İklim değişiklikleri yiyecek kıtlığına, yiyecek kıtlığı hükümetlerin devrilmesine, hükümetlerin devrilmesi ise küresel istikrarsızlığa zemin hazırlar. Su kaynaklarının azalması, toprak erozyonu ve sıcaklıkların yükselmesi gibi üç önemli çevre sorununa çözüm getirilmediği takdirde, salgın hastalıklar, terörizm, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kitlesel göçler gibi küresel krizler dünya düzenini temelinden sarsabilir. Bütün bunların sonucunda sağlam temellere oturduğuna inandığımız uygarlık, beklenmedik bir şekilde yıkılabilir.“[16]
Evet, Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva'nın, küresel ekonomik krizden “mavi gözlü beyazların“ sorumlu olduğunu belirterek, yerlilerin ve siyahların faturayı ödemesinin yanlış olduğunu altını çizdiği güzergâhtayız artık!
“Kapitalizm mi dediniz? ’İnsanların artık onlara inanmamaları anlaşılabilir bir şey,' bizzat Tony Blair böyle itiraf ediyor“, vurgusuyla ekliyor yaşananlar ilişkin Daniel Bensaid: “Bu -gerçekten- sadece bir başlangıç“![17]
Yaşananlar sadece bir başlangıç!
Krizle debelenen kapitalizm insan(lık)a, sadece geleceksizlik sunuyor! Yani Şadi Ozansü'nün ifadesiyle, “Dünya kapitalizmi çürümüştür.“[18] Bunu görmeyen yok!
Irak ve Afganistan savaşlarının ağır yük bindirdiği Amerikan ekonomisi serbest piyasayı kontroldışı bırakmanın bedelini ekonomik krizle öderken, 1930'ların Büyük Buhran'ındaki çadır kentler hortluyor. Mortgage kriziyle evlerini kaybeden Amerikalılar yüzde 10'u aşan işsizlik dalgasına da kapılırken, çadır kentler özellikle Kaliforniya'da yoğun. İşsizliğin diğer eyaletlere göre daha yüksek seyrettiği Kaliforniya'nın güzel havası bu şartlarda hayatta kalmayı daha mümkün kılıyor. Eyalet başkenti Sacramento'da yılanlarıyla meşhur nehir kenarında, elektrik, su olmaksızın çöpler arasında kurulan çadırların sayısı şimdilik 120...
“Bunlar neden“ mi?
“Bugünkü kapitalist ekonominin trajedisi aşırı tüketim değil servetin az sayıda insan tarafından bir bütün olarak halk pahasına acımasızca ele geçirilmiş olmasıdır.“[19]
Kolay mı? Dünya Bankası'nın verileri dünyadaki dengesizliği gözler önüne seriyor. Örneğin, 2000 yılında dünya nüfusunun en zengin ve en fakir yüzde 10'u arasında 13.3 kat olan gelir farkı, 2006'da en zengin yüzde 10'un toplam gelirin 34.1'ini, en düşük yüzde 10'unsa yüzde 2'sini almasıyla 17 kata çıktı. İşsiz sayısı ise 191.8 milyon. Bugün dünyada günde 2 doların altı bir gelirle yaşamak zorunda kalan ne üretime ne de tüketime dahil olamayan 3 milyar insan hem sistemden hem de sosyal koruma kapsamından dışlanmış durumda!
Yılda 10 milyon çocuk açlıktan ölüyor, yani günde 27.397, yani saatte 1.141, yani her saniye 19 çocuk aç ve hasta olduğu için yaşamını yitiriyor; her yıl 15 milyon yetişkin açlık, hastalık ve savaşın yol açtığı çeşitli sorunlar sonucu ölüyormuş. Afrika ve Asya'nın bir çok ülkesinde insanlar günde 1 dolarla geçinmek zorundayken;[20] Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) dünyada askeri harcamalar ve çatışmalarla ilgili yıllık raporunda, 2008 yılında bu harcamaların 10 yılda yüzde 45 artarak 1.464 milyar dolara ulaştığı belirtildi. 2007 yılına oranla yüzde 4'lük bir artış gösteren bu rakam, dünyadaki gayri safi iç hasılanın yüzde 2.4'üne, kişi başına ise yılda 217 dolara tekabül ediyor.
SIPRI raporunda, en çok askeri harcamaları olan ülkeler ABD. (607 milyar dolar) Çin (84.9 milyar dolar) Fransa (65.74 milyar dolar) İngiltere (65.35 milyar dolar) Rusya (58.6 milyar dolar) Almanya (46.87 milyar dolar, Japonya (46.38 milyar dolar) İtalya (40.69 milyar dolar), Suudi Arabistan (38.2) milyar dolar) ve Hindistan (30 milyar dolar) olarak sıralandı.
Raporda, dünyanın en büyük silah üreticileri de Boeing (30.5 milyar dolar), BAE Systems (29.9 milyar dolar) Lockheed Martin (29.4 milyar dolar), Northrop Grumman (24.6 milyar dolar), General Dynamics (21.5 milyar dolar), Raytheon (19.5 milyar dolar), EADS (West Europe) (13.1 milyar dolar), L-3 Communications (11.2 milyar dolar), Finmeccanica (9.9 milyar dolar) ve Thales (9.4 milyar dolar) olarak yer aldı!
Albert Camus'nün, “Çağdaş siyasi toplum, ’insanları umutsuzluğa düşürme makinesi'dir,“ sözüyle betimlediği tablo tam da buyken; John Berger'in, “Şartlarımız ne olursa olsun, içimizden duvarın hangi yanına uygun düştüğümüzü seçebiliriz; bu, iyi ile kötü arasındaki bir duvar değildir (...) Seçim, insanın özsaygısıyla içindeki keşmekeş arasındadır,“[21] sözlerini anımsayarak; Kazım Koyuncu gibi başkaldıranlar için hâlâ bir umut ve çözüm söz konusudur ki; Karl Marx da bu konuda şunları hatırlatır:
“Hiçbir kimse tabiatından ötürü küçücük hayatı boyunca maden işçisi, frezeci ya da tramvay kondüktörü olmaya önceden hazırlanmış değildir. Gerçekte tüm insanların içinde farklı birkaç faaliyette buluma isteği yatar, bunu kavramak için işçilerin boş zamanlarında yaptıklarına bakmak yeterlidir sosyalist toplumda herkesin farklı yetenekleri hayatı boyunca topluma ve kendisine faydalı bir çok işle uğraşmasına olanak verecektir. çalışma kaçınılan zorlanmış bir eylem olmaktan çıkıp sadece kişiliğin gerçekleşmesi hâline gelecektir ve böylece insan kelimenin tam anlamıyla gerçekten özgür olabilir...“
26 Haziran 2009 10:28:56, Ankara.
N O T L A R
[1] 27 Haziran 2009 tarihinde Ankara Yüksel Caddesi'nde düzenlenen “Kazım Koyuncu'yu Anma Konseri“nde yapılan konuşma... Newroz, Yıl:3, No:100, 20 Ağustos 2009; Newroz, Yıl:3, No:101, 29 Ağustos 2009...
[2] Yılmaz Güney.
[3] Hasan Celâl Güzel, “Çevre Tartışması“, Radikal, 31 Ağustos 2008, s.10.
[4] “Bergama'da Siyanüre Hayır Çıktı Ama...“, Radikal, 22 Şubat 2008, s.3.
[5] Öztin Akgüç, “Çevre Kirliliği ve İnsan“, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2008, s.13.
[6] James E. Hansen, Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 2009.
[7] “Küresel Umutsuzluk“, Birgün, 12 Mart 2009, s.16.
[8] “600 Milyon İnsan Etkilenecek“, Günlük, 13 Mart 2009, s.16.
[9] Müfit Kocasu, “Sömürgeciliğin ’Çevrecilik' Hâli!“, Radikal İki, 24 Mayıs 2009, s.10.
[10] Kaynak: Dünya Sağlık Örgütü (WHO), UNESCO (BM Eğitim, Bilim, Kültür Örgütü), WPI (Uluslararası Su Ortakları), SIWI (Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü).
[11] Olcay Büyüktaş, “Sızıntıya Karşı ’Conta Hareketi'...“, Cumhuriyet, 10 Şubat 2008, s.20.
[12] Özlem Güvemli, “Sofralarımızdaki Tehlike“, Cumhuriyet, 12 Mart 2008, s.9.
[13] Sinem Dönmez, “Enerjide AB'nin Çöplüğüyüz...“, Cumhuriyet Dergi, No:1206, 3 Mayıs 2009, s.8.
[14] Serkan Ocak, “25 Yıllık Lisansla Nükleer Olmaz!“, Radikal, 15 Şubat 2008, s.3.
[15] “Bakanlık Kanseri Gördü“, Cumhuriyet, 7 Şubat 2008, s.20.
[16] “Yiyecek Kıtlığı Uygarlığı Yıkar mı?“, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:23, No:1160, 12 Haziran 2009, s.8-9... Kaynak: www.SciAm.com, Scientific American, May 2009... www.ipcc.ch www.earthpolicy.org/Books/Out/Contents.htm
[17] Daniel Bensaid, “Kapitalist Krizin Çağında: ’Bu -Gerçekten- Sadece Bir Başlangıç“, Yeni Yol, No:33, Bahar 2009, s.30-34.
[18] Şadi Ozansü, “Çürümüş Kapitalizmin Krizi ve Türkiye“, Sosyalizm, No:40, Nisan 2009, s.20.
[19] Hakan Tanıttıran, “Merhaba...“, Montthly Rewiew-Türkçe, No:20, Nisan 2009, s.15.
[20] Murat Çakır, “NATO'dan Bize ne?“, Günlük, 4 Nisan 2009, s.13.
[21] John Berger, Kıymetini Bil Her Şeyin, Çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2009, s.86.
Re: KAZIM KOYUNCU'NUN ÇAĞRISI[1]