KANLA YEŞEREN AĞAÇ (10)
Hasan DERE
Nihayet Ankara merkezli bir faaliyetten haberdar olmuştu. Fakat, esas olarak Istanbul’da çalıştığı için, ağır aksak yürüyen bu çalışmaya direk katılamıyordu. Eski örgütünün, klasik Kürt asimilasyonunun bir aracı olarak, dayanılmaz yıpratıcı girdabında da daha uzun bir müddet kalarak, hedef olmak istemiyordu. En doğrusu bu hastalıklı ilişkileri dostça bitirmekti.
Kararını bildirince, içerden atandığı sağlanan ilişki, neşelenmişti. Hatta X’nin:
“_Üzerimdeki ilişkileri, bir koşulla devrederim. Tek tek sana tanıştırır ve yüzüne karış, sana ve seni başımıza sorumlu diye atayanlara, artık güvenmediğimi bu nedenle ayrıldığımı; kendilerin de güvenmemeleri gerektiğini, bu örgüte katılmalarına vesile olduğumu, ama bu uyarıdan sonra üzerimdeki sorumluluğun kalktığını, herkesin kararını kendlerinin vermesi ve canlarını sorumluluğunu kendilerinin üstlenmeleri gerekteğini söyleyeceğim!” demesine bile razı göstermişti.
X aynen öyle yapmıştı. Ek olarak, kendilerine yapılan sahtekarlıkları da ilave ederek. “Bu adam dürüst değildir, bunu da biliniz!” diye de uyarmıştı. Sonra bir kenara çekilmişti...
O zamanlar devrimciler arasındaki ilişkiler, şu anlardaki kadar bozulmamış alçaklaşmamıştı. Örgütten ayrıldı diye ne ‘hain’ilan edildi ne de öldürülmeğe çalışıldı. Fakat X, bir başına kalmanın ‘dayanılmaz bunalımı’na tutulmaktan kurtulamamıştı.
Bu uğurda nelerini vermemişti, neler kaybetmemişti ki...
Tahsilini yarı bırakmıştı. Aile ilişkileri kopmuştu. Parası pulu, bir işi ve mesleği yoktu. En kötüsü artık kalacağı bir evi de yoktu. Üstelik, örgüt adına yaptıkları ile yani egemenlerin deyimi ile ‘devlete karşı işlediği suçlarla’ ortada kala kalmıştı. Biri çözülüp adını verse ömrünü ceza evlerinde tüketmesi işten bile değildi...
şaşkın şaşkın bir müddet ortalıkta dolanıp durdu.
ilk günlerde, terkettiği örgütü adına örgütlediği insanları ziyaret ederek iş sordu. Fakat onlar, kendilerinin yaptığı işleri, ona yakıştıramıyorlar ve ancak harçlık uzatarak:
“_X, abi başka bir ihtiyacın varsa çekinme söyle!” diyorlardı.
Bunlardan birşey almağa hakkı olmadığını düşünerek ikramları hep red ediyordu.
Kısa sürede, örgütsüzlük X’yı ruh gibi yapmıştı. Kaç kez yanında geçen tırların altanda kalacak oldu. Her seferinde başkaları kolundan çekip ölümlerden kurtarmışlardı.
Hatta bir seferinde, kendisini kurtaran çiftin çocuk azarlar gibi:
“_Sarhoş musun nesin, ciğerimizi ağzımıza getirdin! Biraz dikatli olsana!” üzerine bağırmalarına muhatap olmuştu.
En doğrusu, fiziğini biraz değiştirip kısa bir süre çeşitli işlerde çalışmaktı.
Bir müddet sonra da ortalıktan kaybolmuştu.
Sevenleri, birbirlerine onu sorup durdular...
1981
GÜNEY BATI KIRSALI
Kürdistan dağlarında geceler daha karanlık ve bir daha sırlarla doluydular.
Pürüzsüz gecelerde en iyi görülebilen tek şey, gökyüzüne serpiştirilmiş olan yıldız kümeleriydi.
Yaklaşmak için doruklara tırmandıkça, sevgilisine naz eden yarenler gibi sizden o kadar uzaklaşıyorlardı yıldızlar. Ama, yükseldikçe soğuğun kolları sizi bir daha hissetirerek sarmaktaydı. Siz de onu bir kat daha sızlayarak duyumsamaktaydınız.
Çekirgeler sanki uyumak bilmiyorlardı. Bilmem kimin ünlü kaçıncı konçertosunu, çalar gibi dört bir yandan müzik aletlerinin yaylarını gıcırtıyorlardı.
Gerillalar ise bir gece tatbikatındaydılar.
Çiya geleli beri böyle birçok tatbikata katılmıştı.
Ayları arkada bıraktıkları gibi, artık takvimle de ilgilenmiyorlardı. Kaç gün, hafta, ay geçti hesabı yoktu. Onlar, sadece yaşamlarını ve eğitimlerini etkileyen açlık, yağmur, kar ve ısı ile alakalıydılar.
Sonbahar, yaza göre daha soğuk olsa da, henüz doğal yiyeceklerin tükenmediği bir mevsimdi. Bazen, kışın ilk bir kaç ayı boyunca da bunlardan yararlanmak olanaklıydı.
Fakat depolanmış yiyecekler olmazsa, hele muhasara altında, buralarda kışı geçirmek olanaksızdı.
Çiya yaklaşan kış soğuklarını düşündükçe ürperiyordu. Ardest’e yaklaşarak:
“_Geceler soğuyor, bu yıl kar erken düşebilir mi dersin?”
“_Daha yaz yeni bitiyor yahu! Sen yarını düşünmeden edemez misin?” diye soruyla yanıtladı Ardest.
“_Sen de, Sidal gibi gecenin romantizmini yapsana!” diye ekledi gülerek.
Çiya neşe ile:
“_Akşam, yine akşam, yine akşam/Göllerde bu dem bir kamış olsam!”
Bütün zorluklara rağmen, bu gece hereketliliğinin bir albenisi vardı. insan kendini burada bir daha özgür hissediyordu. Hele yanında yürüyen de kafa dengi ise bölüşülmek istenilen her duygu ve düşünce alışverişine olanak vardı.
Gece, karanlık örtünün gizemi altında daha korkusuzca yürüme olanakları yaratıyordu.
Fakat birden yayılım ateşi başladı.
Daha ‘siper al!’komutu gelmeden , kendini yere atan Ardest ivedilikle bir tümseğe doğru tırmanarak, çevreyi gözetmeğe ve neler olup bittiğini anlamağa çalıştı. Diğer yandan yakınındaki yoldaşlarına bakarak, ne durumda olduklarını bilmeyi ve olası bir paniğe karşı birlikteliği sağlamayı düşünüyordu. Ardest bir komutan olmamasına rağmen askeri yeteneği hızlı gelişen çok yönlü biriydi.
Gecenin karanlığını sapsarı görmeğe başlayan Çiya, giderek koyulaşan bu sarılıkla birlikte, bir boşlukta uçmakta olduğu duygusunu kapıldı. Uçarken gençliğinin siluetini görüyordu, ellerini uzatmış bir gizeme çekmeğe çalışıyordu onu. Bu elleri tutmak istedi. Sanki kurtarıcı bir gücün ilahi elleriydi bunlar. içinden birşeyler kopuyordu. Sevinç mi, mide bulantısı mı ne? Yorgundu, uyumak istiyordu. Gözlerinde yıldızlanan renkli halkaların, koyu kırmızıdan kahverengine hızla değişen renk cümbüşünün nedenini anlamadan ‘tok’ diye kulaklarında çınlayan bir ses ve ardınrdan zifiri bir karanlıkla bitti...
Saniyelik bir düştü, düşle beraber yere düşmüştü. insan başı en ağır organıymış gibi, toprağa ilk kafası çarpmıştı.
Ateş açıldığında henüz yere çökememiş olan Çiya, saldırının ilk atışlarında bacağında başlayan yanma hissi ile yere yığıldı. Bu düşüş anına kadar gördüğü hayal zamanı, ömrünün en kısa süresi olmuştu.
Çıkardığı cılız inleme sesini ise duyan dahi olmamıştı.
Ardest, yere düşen bir nesnenin sesini duyunca, geri dönüp baktı. Karanlıkta zorlukla görebildiği kadarıyla, Çiya’nın kıpırtısız kala kaldığını ayırt etti. ‘inşallah vurulmamıştır’ diye geçirdi içinden:
“_Çiya Çiya!” diye bağırdı alçak bir tonla.
Fakat yanıt alamayınca, içini korku ve elem karışımı, acı bir burkulma sardı. Telaşla ona doğru sürünerek yanaştı.
Kontrolsüz atışlar sürüyordu, fakat Ardest fütursuzce arkadaşının yanına kadar geldi...
“_Zavallı o kadar halsizdi ki, bağıramadı bile...” diye geçirdi, üzülerek.
H1 bağırarak, savunma pozisyonunda yürüyüşü sürdürmelerini söylüyordu.
Kısa süren bu atışlar yoklama amaçlı idi. Karşılık vermek, yerlerinin tespitine yarardı. Zaten çoğu acemi olan bu kadro ile bir çatışmaya girişmek, intihar olurdu.
Ardest karanlıkta Çiya’nın neresinden vurulduğunu göremiyordu. Elleri ile başından başlayarak yoklamağa başladı. Sağ bacağına dokununca, baldırları boyunca akan ılık kanı hissetti. Elleri ile sağdan soldan topladığı otları delinmiş yerden yaraya banarak, onun şalı ile sardı. Kanı durdurup durduramadığını da bilmiyordu. Kaldırmağa çalıştı, fakat kaburgalarının verdiği rahatsızlıktan yapamadı, güçü yetmedi. Başını kaldırıp yardım çağırmak istedi, yakınlarında kimseler kalmamıştı.
Aklına katledilen ağır yaralı ‘heval’leri geldi. Kısa bir tereddütten sonra:
“_Seni burda bırakmak, sana yapılacak en büyük iyiliktir!” diye söylendi.
Çiya’nın bacaklarını yukarı istikameti gösterecek tarzda döndererek yarayı yükseltti. makinalısını da yaraya basınç yapacak ıekilde üzerine bırakıp karanlığa daldı...
Ardest, belki onulmaz ve afedilmez bir hata yapmıştı. Fakat adalet duygusunun zedelendiği, yanlışın doğru ile ayırdedilemez olduğu durumlarda, bir de ivedi karar verme durumu hasıl olduğunda verilecek kesin karar, bütür kararsızlıklardan daha hayırlı idi.
Çiya’ya eziyet eden H1, zorla ona bir şey yedirmeğe çalışıyordu. Bu her ne idiyse midesini ağzına getiriyordu. Direnerek kendini çekti ve ellerinden fırlayarak ilerideki kayalığa düştü. Düşüş anında, ayağını bir hızla taşa çarptı ki can acısı ile sıçradı. Uyandı, bu bir kabustu, fakat gerçekten bacağı ağırmakta ve midesi bulanmaktaydı. Bir taraftan kusmayı önlemeğe çalışırken, diğer yanda ne olduğunu anımsamağa çalıştı.
Güneş hayli yükselmişti. Buna karşın soğuktan titremekteydi. Yüksekte durmaktan uyuşmağa durmuş bacaklarını aşağı çekmek isteyince, acıyı iyice hissetti ve vurulduğunu anladı. Duyduğu acıya katlanarak belini yarı doğrultu. Tüfeği kaldırıp yaraya göz attı. Gecenin soğuğunun etkisi ve tüfeğin baskısı ile kanama durmuştu. Pıhtılaşarak kalın bir tabaka haline gelen, çamurlaşmış kanı temizlemek istedi. Diğer yandan açlık içini kazıyordu.
Sürünerek aşağılarda görünen çobanların kullandığı patikaya kadar geldi. En yakın yerleşim birimi buraya saatlerce uzaktı. Bu hali ile bir köye ulaşması olanaksızdı.
Tüfeğine dayanarak ağır aksak ve bin bir cefa ile yürümüğe çabaladı. Saatlerce karınca gibi yol aldı. Neden sonra uzaktan, kuzu çobanı iki küçük çocuğun mağaralara baka baka yaklaşmakta olduklarını gördü.
Çiya bunlardan kaçamayacağını anladı.
Hemen bir plan kurup, bu çocuklara yutturmalıydı. Yolun çevreyi iyi görebileceği, çalılık bir noktasında oturup çocukların yaklaşmasını bekledi. Gerilla parkasını çıkarıp, ters yüz etti. Yarasının ve tüfeğin üzerini kapatıp beklemeğe başladı.
Çocuklar yol uzerinde birini görünce ürktüler. Çiya eziyetli olmasına rağmen birşeyi yokmuş gibi davranmağa çabalıyarak çocuklara seslendi.
“_Merheba çocuklar, korkmayın gelin!” dedi.
Çocuklar yaklaşıp ‘merxeba’ diye karşılık verdiler.
Kendisinin de Kürt olduğunu, bu nedenle gerillaya karşı savaşmak istemediğini ve askerdan kaçtığını söyledi. Eğer birine söylerlerse, askerlerin de yerini öğreneceklerini ve kendisini bularak, yakalayıp yeniden Kürtlere karşı savaştıracaklarını söyledi ve çocuklardan kimseye söylememeleri konusunda söz aldı.
Çocuklar kendine inanmış gibi yaparak uzaklaştılar.
-sürecek-
---------------------------------------------------------------------
Newroz Com'a yeni yayın döneminde de başarı diliyorum. Düşmanğ kahreden çalışmalara yürekten katılıyorum.
Hasan Dere
29.01.2005