Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 22 June 2008

[b][color=#FF0000]ALKOLiK BiR AHLAK DÜŞKÜNÜ[/color][/b] :

M. Kemal sarhostur. Genç yastan beri içki içmektedir. Bu sarhoslugunu birçok yabanci devlet adamlari ve gazeteciler de kaleme almislardir.

Bunlardan birisi Armstrong adinda bir gazetecidir.

Armstrong'un Atatürk'ün içki sofralarini anlatan bir kitabi memlekete sokulmuyor. Atatürk kitabi okuttuktan sonra kendi agziyla sunlari söylüyor:

"Bunun ithalini men etmekle hükümet hataya düsmüs. Adamcagiz yaptigimiz sefahati eksik edeyim de kitaba ilave edilsin ve memlekette de okunsun buyurdular." (1)

Müslüman milletin gözü önünde içkinin kötülügünü ve haramligini bir kenara iterek büyük bir ii yapiyormus gibi kadeh kaldiran bir lideri tarih ender kaydeder. Çünkü bir baba bile çocugunun gözü önünde içki içmekten haya eder. Ama bu sarhos, bunu zevkle yapmistir.

Mahmud Esad Bozkurt anlatiyor:

"Bir aksam, birden Saray'dan kalkarak Gülhane Parki'nda Halk Parti'sinin verdigi bir açik hava toplantisina gittigimiz zaman orada toplanan onbinlerce insana harf inkîlabini müjdelemis ve bu esnada ayaga kalkarak millete hitaben: "Arkadaslarim! Bu elimdeki rakiyi evvelce padisahlar da halifeler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarinda, dört duvar arasinda içiyorlardi. Ben ise aziz milletimin önünde ve onun serefine içiyorum!' diye kadehini kaldirdigi zaman, halkin alkis tufani arasinda Sarayburnu dakikalarca çinlamisti." (2)

Buna alkis tutan zavallilara yaziklar olsun! M. Kemal Atatürk, gece hayatini çok seven, devamli alkol kullanan biriydi. Bu hususta S. S. Aydemir sunlari söyler:

"Atatürk normal zamanlarda, geceleri yasardi. Sofrayi, sohbeti, içmeyi elbetteki severdi. Etrafindakilerin içmelerini de isterdi. Içkiye çok genç yaslarinda alismisti. Suriye'deki sürgün yillarinda ise içki hemen hemen tek tesellisi gibiydi."

Aydemir devamla: "Ama Selanik'te rihtim gazinolarinda, sokak meyhanelerine gidilemeyen, gelecek maaslari yahudi sarraflara kirdirmak suretiyle para tedarik edilemeyen, meyhanenin veresiyeyi kestigi günler de olmustur." (3)

Içkiyi çok kullanip parasiz kaldigi da oldugunu da Aydemir söylemektedir.

Dr. Riza Nur da bu hususta sunlari söyler:

"Müthis bir ayyastir. Her gece sabaha kadar içer, körkütük olur. Bütün ömrü öyledir. Gençligi de böyle içki ve fuhus ile geçmistir. Reculiyeti yoktur, fakat sehvete pek düskündür. Fuhusun kadin, erkek, fail (eden-aktif), mef'ul (edilgen-pasif) her çesidini yapar. Bu sebepten veya anasi fahise olduğundan olacak ki, bütün milletten namus ve iffeti kaldirmaya çalisir." (4)

(1) [i]Bir Baska Açidan Kemalizm, A. Dilipak, sf. 290[/i]

(2) [i]Mahmud Esad Bozkurt'dan Kemal Ariburnu, Atatürk'ten Anekdotlar, Anila[/i]r

(3) [i]Tek Adam, Sevket Süreyya Aydemir, c. 3, sf. 504-505[/i]

(4) [i]Dr. Riza Nur, Hayat ve Hatiratim, c. 4, sf. 1517[/i]

[b][color=#FF0000]KÜÇÜK YASTAKiLERE TASALLUT EDEN PEDOFiL BiR CUMHURREiSi: MUSTAFA KEMAL[/color][/b]

Zsa Zsa Gabor; 1936 yilinda Macaristan guzellik kralicesi anlatiyor;

"Acilan buyuk bir kapinin ardindan iceriye girdim. Heyecandan kalbim deli gibi carpiyordu. Mermerle dosenmis yoldan gecerek bahce icindeki eve dogru yoneldim. Cok buyuk bir zeytin agaci evin girisini golgeliyordu. Ust kata ciktim. Ataturk, arkasi donuk, el islemesi genis gurgen bir koltuga oturmus, yanindaki masa uzerinde duran nargilesini iciyordu..

Kirmizi renkli kadife koltuga -yanina- oturmami istedi. Buyulenmiscesine Ataturk'un emrini yerine getirdim. Nargilesinin markocunu bana dogru uzatip icmemi soyledi. Dumani icime cektim. Diger elinde tuttugu raki dolu zumrut kakmali altin kadehi -emrivaki bir tavirla- ellerime tutusturdu.. Kadehteki rakiyi yudumlayarak ictim.. Heyecandan titriyordum.!!

Ataturk ile beraberligimin bundan sonrasini ilk defa acikliyorum.!! Dans eden dansozlerin odadan cikmalarini soyledikten sonra ikimiz basbasa kalmistik. Rakinin verdigi sarhoslukla kendimi ruyada hissediyor, hipnotize olmus gibiydim. Ataturk seytani bir cekicilikle yanima sokulup, benimle deliler gibi sevismeye basladi. Milyonlarca Turk kadininin hayalini susleyen O buyuk insana, Ataturk'e bekaretimi verdim.!!

Mustafa Kemal Ataturk, Tanri'nin insanliga ender gonderdigi bir kurtarici, bir politika ustasi, korkusuz bir savasci ve yari insan, yari bir Tanri'ydi.!!

([i]Zsa Zsa Gabor'in anilarini kaleme alan Wendy Leigh'in "One Lifetime Is Not Enough" adli kitabindan. Delacorte Yayinevi, New York, 1991[/i] )

[b][color=#FF0000]FİKRİYE ÖLDÜRÜLDÜ[/color][/b]

Hayatı gizemlerle dolu Fikriye'nin intihar etmediği, öldürüldüğü kanaati güçlendi. Yazar Fatih Bayhan tarafından yapılan çalışmada Fikriye'nin aynı zamanda Atatürk'ün imam nikâhlı eşi olduğu ve ondan çocuk aldırdığı iddia ediliyor.

Zübeyde, Makbule, Latife, Fikriye, Sabiha, Ülkü... Atatürk'ün kadınları. Anne, abla, eş, sevgili, evlatlık... Mustafa Kemal'in etrafındaki kadınların her biri ayrı bir araştırma konusu aslında. Latife Hanım ile Atatürk'ün ilişkisi sıradan bir karı-koca münasebeti değildi elbet. Gazi'nin etrafındaki kadınların çoğu güçlüydü şüphesiz. Ama Fikriye'nin durumu farklıydı. Mahzun, acılı, âşık, ihtiraslı, bir o kadar da çocuktu Fikriye. Zaten acılarla örülü hayatı da bunu gösteriyor. Fikriye yitik bir kadındı. Çünkü Atatürk'ün hayatının belki de en gizli kalan parçasıydı.

Atatürk ile Fikriye'nin ilişkisi nasıldı? Fikriye Köşk'te sıradan bir kadın mı yoksa Mustafa Kemal'in kalbindeki en derin yara mıydı? Fikriye intihar mı etti? Atatürk, Fikriye'ye dinî nikâh kıymış mıydı? Bugün mezar yeri dahi bilinmeyen bu alımlı kadın üzerine bu zamana kadar çok şey söylendi. Ancak Fikriye'nin hayatının önemli bir kısmı sır olarak kalmaya devam etti. Bu alanda yeni bir çalışma ile Fikriye'nin hayatındaki sır perdesi kısmen aralanıyor. Yazar Fatih Bayhan'ın “Fikriye Hanım“ adını verdiği çalışma bu manada bir ilke imza atacak nitelikte. Pegasus Yayınları'ndan çıkacak kitapta, “Fikriye'nin intihar etmediği, öldürüldüğü“ kanaatini güçlendiriyor. Ayrıca Fikriye Hanım ile Atatürk'ün gizlice imam nikâhı kıydığı ilk kez ortaya çıkarılıyor. Diğer bir nokta ise Atatürk'ten hamile kalan Fikriye'nin çocuk aldırdığı iddiası...

Fatih Bayhan, Fikriye'nin sandukasını ilk kez açarak tabir yerindeyse bu gizemli kadının mahremiyetine girdi. Yazar, Fikriye ile ilgili çeşitli kaynakların yanı sıra o günlerde Atatürk'ün yakın çevresinde bulunmuş kişilerin anlatımlarını ve dönemin yazışmalarını inceleyerek çalışmasını pekiştirmiş.

FİKRİYE ATATÜRK'ÜN NİKÂHLI EŞİYDİ

Atatürk'ün Ankara'ya davetiyle, Fikriye'nin heyecan dolu yolcuğu başlar. 13 Kasım 1920 gecesi Karadeniz Ereğlisi'nden vapurla İnebolu'ya, oradan da karayoluyla Kastamonu'ya ulaşır. Burada Posta ve Telgraf Başmüdürünün evinde misafir edilir. Bir süre sonra Kastamonu'ya gidecek olan Mustafa Mecdi Boysan, Fikriye'nin ailesinin bu evliliği onaylamadığını öğrenecektir başmüdürden.

Yolcu daha Kastamonu'dayken Ankara'da telaşlı bir hazırlık başlar. Ancak Fikriye'nin Ankara'ya gelişini Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım asla istemeyecektir. İstemeyen sadece ol değildir elbet. Yaver Salih Bozok o günleri, “Bu gelişi Mustafa Kemal Paşa'dan başka herkes yadırgadı. Bunca erkeğin arasında tek bir İstanbullu kadının barınabileceğine, hiçbir Allah'ın kulu inanmıyordu.“ diye not düşer. Fikriye Ankara'ya gelişinin üzerinden üç hafta geçince artık Atatürk'ün yanında ayrılmayan bir isim olur. Ona ud çalıp şarkılar söyleyecektir hep.

ÇANKAYA'NIN İLK FİRST LADY'Sİ

Fikriye Hanım'ın varlığı herkesçe bundan sonra olumlu karşılanıyordu, ancak yadırganan tek şey Fikriye Hanım ile Mustafa Kemal'in evlilik gibi bir ilişkisi olmadığı hâlde aynı çatı altında kalmalarıdır. İşte bu ortamda bir akşam Mustafa Kemal Fikriye Hanım'ı yanına çağırır, evlenme teklifinde bulunur: “Çocuğum, sana bu akşam hiç beklemediğin bir şeyler söyleyeceğim. Seninle evlenmeye karar verdim. Bunu ne zamandır düşünüyordum.“ Bunun üzere Atatürk ile Fikriye arasında bir dinî nikâh merasimi yaşanır. Hıfzı Topuz, nikâh olayını doğruluyor: “Mustafa Kemal, dedikodu olmaması için evleniyor. Nikâhlarını Şeriye Vekili ve eski Karacabey Müftüsü Mustafa Fehmi Efendi kıyıyor. Şahitleri ise, Muzaffer Kılıç ve Fuat Bulca'dır.“

Nikâh ile ilgili bir başka kanıtı da Yazar Fatih Bayhan tespit ediyor. Bayhan'ın kaynağı ise Fikriye ile ağabeyi Ali Enver arasında geçen diyalogdur. Fikriye'nin Ankara'ya gelişinin üzerinden iki ay geçmiş, bu zaman diliminde Fikriye bir gün ağabeyi ile bir araya gelmiştir. Ali Enver, Fikriye'ye Mustafa Kemal ile aynı yerde yaşamanın doğru olmadığını söyler. Fikriye'nin cevabı, nikâhı aşikar edecektir: “Biz evlendik ağabey. Nikâhımızı Karacabey Müftüsü Mustafa Fehmi Bey kıydı.“

Nikâhın gizli tutulması konusunda Fatih Bayhan, meseleyi o günün şartlarına göre değerlendirmek gerektiğini söylüyor: “Savaş hâli vardır. Böyle bir izdivacın duyulması doğru olmazdı. Bir de Atatürk'ün annesi, Fikriye ile oğlunun bir araya gelmesine dahi tahammül etmiyor. Ancak böyle bir nikâh gerçekleşiyor. Rahatlıkla Fikriye için Çankaya Köşkü'nün ilk ’first lady'si diyebiliriz.“

FİKRİYE HAMİLE MİYDİ?

Fikriye Hanım'ın hayatında aydınlatılmaya muhtaç diğer mesele ise hastalığı için Avrupa'ya gitme konusudur. Verem olan Fikriye'nin aynı zamanda karnındaki çocuğu aldırmak için bu uzun yolculuğa çıktığı iddiası da Fatih Bayhan tarafından ortaya atılıyor. Verem olan Fikriye, 12 Ekim 1922'de Bursa üzerinden İstanbul'a geçer. Buradan da Paris'e, ardından da tedavi göreceği Münih'teki sanatoryuma ulaşır. Burada tedaviye başlar. Ancak bir de gebeliği konusu vardır. ABD'de yaşayan Fikriye Hanım'ın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer bu meseleyi onaylıyor: “Küçük halam Jülide veremden öldü. Büyük halam Fikriye'de verem yoktu. Almanya'ya çocuk aldırmak için gittiği anlatılır. Dördüncü derecede veremli birinin Münih'ten Ankara'ya o günün koşullarında gelmesi mümkün değil.“

Bayhan, bir kayda ulaştığını da aktarıyor. Söz konusu belgede şöyle deniliyor: “1922 Ekim ayıdır, Mustafa Kemal İzmir'den Ankara'ya köşke dönmüştür ve hasretlik bitmiş, bütün sıcaklığıyla yeniden kavuşulmuştur. Ama Mustafa Kemal'in beklemediği bir gelişme olmuştur. Fikriye hamiledir. Binbir zorlukla Fikriye bebeğin alınmasına ikna edilir. Fakat duyulmaması açısından işlem için Münih'e gitmesi gerekmektedir. 16 Ekim 1922'de önce Mustafa Kemal ile Bursa'ya, oradan da Almanya'ya gider. Aynı zamanda bu Fikriye için bir hava değişimi de olacaktır.“ Atatürk, Fikriye'nin Avrupa seyahati ve tedavisi için gereken her şeyi yapmış, yanına güvendiği bir adam ile ihtiyacı olan paranın fazlasını vermiştir.

İNÖNÜ DE FİKRİYE'Yİ REDDEDER

Ancak o tarihlerde Ankara'dan gelen bir haber Fikriye'yi deliye çevirir. Atatürk annesi Zübeyde Hanım'ın vasiyeti üzerine 29 Ocak 1923'te Latife Hanım ile İzmir'de evlenir. Fikriye 18 gün süren uzun yolculuktan sonra İstanbul'a ulaşır. Buradan Ankara'ya gitmek ister; ancak bu mümkün olamayacaktır. Çünkü Atatürk Fikriye'nin Ankara'ya gelişinin engellenmesini ister. 14 ay boyunca Fikriye İstanbul'da kendisine yeni bir hayat kurar; ancak bu yeterli gelmeyecektir. Fikriye, Atatürk'e en yakın isimlerden olan İsmet Paşa'ya ulaşır ve ondan şunu ister: “Ankara'da Gazi'nin yakınında bir görevli gibi istihdam edilmek istiyorum.“ Fakat bu istek asla kabul edilmez.

Fikriye Hanım, Ankara'ya gitmek için yeni bir kimliğe ihtiyaç duyar. Çünkü Atatürk'ün emriyle herkesin kimliği kontrol edilmektedir. Fikriye kaldığı Macit Bey'lerin evine temizliğe gelen Emine adında bir temizlikçi kadının kimliğini gizlice alıp gara gider. Ankara bileti alır. Üstünde fotoğraf olmayan bu kimlikle Ankara'ya doğru yola koyulur. Köşk'e ulaşan Fikriye, üç gün boyunca burada kalır; ancak Latife Hanım bundan rahatsız olur ve Fikriye'nin gönderilmesi için ısrar eder. İstanbul'a geri dönmek üzere Fikriye Köşk'ten ayrılır.

Fikriye Hanım kısa bir süre Karaoğlu'ndaki Otel'de kalır. Burada ağabeyi ve Fuat Bulca ile de görüşüp İstanbul'a gidecektir. Bir sabah bir faytona binip vedalaşmak üzere Köşk'ün kapısına gelir. İşte ne olduysa bundan sonra olur. Köşk'e geldiğinde kapıda her zamanki nöbetçiler ve paşanın yaveri yoktur. Kapıdaki görevliye “Mustafa Kemal Paşa'nın yakınıyım“ diyerek kapıdan girecektir. Fikriye Hanım Köşk'ün bahçesine girip Gazi'nin kaldığı odaya doğru ilerlerken Muzaffer Kılıç randevusuz olduğunu bildiği için durduracaktır. Fikriye Hanım için tam bir hayal kırıklığıdır bu an. Muzaffer Kılıç, Gazi'ye Fikriye Hanım'ın geldiğini söyleyince Latife Hanım daha Mustafa Kemal Paşa bir şey demeden bağırmaya başlayacaktır.

FİKRİYE SIRTINDAN VURULUR

Mustafa Kemal, tüm bu olanları da düşünerek Fikriye konusunu sağ salim halletmek ister. Ancak daha o ağzını açmadan Latife Hanım Muzaffer Kılıç'a hiç beklenmedik bir cevap verecektir. Muzaffer Kılıç sonrasını bir hatırat olarak şöyle anlatacaktır:

“Latife Hanım birdenbire, ’Niye gelmiş, ne işi var? Dışarı atınız!' diye söylenmeye başladı. Paşa da buna karşı bir şey diyemedi, aynı görüşü benimsedi. Aşağı indim, Fikriye Hanım'a Paşa'nın şimdi kabul edemeyeceğini, uygun zamanını daha sonra kendisine bildireceğimi söyledim. Kadın büsbütün öfkelendi. ’Ne demek efendim, paşa beni muhakkak kabul eder. Siz yalan söylüyorsunuz. Burası benim evim demektir' gibi sözlerle direnince bu işin içinden yalnız çıkamayacağımı anlayarak, Kurmay Albay Tevfik Bıyıkoğlu ile Yüzbaşı Rusuhi Bey'i telefon edip yanıma çağırdım. Tevfik Bey kadını soğukkanlılıkla yatıştırmaya çalışırken, Rusuhi Bey öfkelenip tehdit etmeye başladı. Hatta girdiği tuvaletin kapısını çalarak, ’Çık dışarı' diye bağırdı.“ Olayın bir benzerini de Salih Bozok anlatacaktır.

Fatih Bayhan, ulaştığı değişik kaynaklar ışığında şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Fikriye Hanım bu itiş kakıştan sonra kapıda beklettiği faytona binecek ve Köşk'ten ayrılacaktır ama daha araba uzaklaşmadan bir el silah sesi duyulacaktır.“ Rivayete göre Fikriye, İsmet İnönü'nün Kütahya saldırısından sonra kendisini korusun diye hediye ettiği tabanca ile göğsüne bir el ateş etmiş, canına kıymak istemiştir. Köşk'ten nöbetçiler, Yaver Muzaffer Bey koşarak Fikriye Hanım'ın yanına giderler. Daha sonra Mustafa Kemal'in emri ile Memleket Hastanesi'ne kaldırılır. Mustafa Kemal koşup bakmak ister; ama aşağıya inmesine izin verilmez. Gerekçe olarak ise “Bu olayla Fikriye bizi vurmak istemiştir. Bize bir şey yapamadı, şimdi sen gidersen olay üzerine kalır.“ denilecektir. Fatih Bayhan, Fikriye'nin Rusuhi Bey tarafından vurulduğunu söylüyor: “Kanıtlar bu yöndedir. Bu, tarihe geçen hazin bir cinayettir. Zaten daha sonraki gelişmelerde de Fikriye'nin intihar etmediğini, öldürüldüğünü öğreniyoruz.“

9 GÜN SONRA ÖLDÜ

Numune hastanesine kaldırılan Fikriye hemen ameliyata alınır. Akşam saatlerine kadar koyulacağı oda ayarlanmaya çalışılır. Fikriye'nin tanınması, bilinmesi ihtimaline karşılık, kalacağı kattaki hastalar başka katlara taşınır. Ayarlamalar yapılırken sadece öleceğinden emin oldukları bir hastayı çıkarmazlar. Mustafa Kemal, sağlık bakanına ve Memleket Hastanesi başhekimine talimat verecektir. Fikriye'nin kurtarılması için elinizden ne geliyorsa yapın, denilecektir. Ancak 9 gün sonra Fikriye ölecektir.

Fikriye'nin ölümü burada kapanmayacaktır. Fikriye hastanede can çekişirken mahkeme kurulur ve İstanbul'dan ağabeyi Ali Enver, polis marifetiyle Ankara'ya getirilip mahkemeye çıkartılır. Sonrasını Ali Enver Bey'in oğlu Abbas Hayri Özdinçer şöyle aktarıyor: “Olaydan sonra Fikriye Hanım bir süre Numune Hastanesi'nde yattıktan sonra vefat etmiş, İstanbul'daki ağabeyi Ali Enver Bey de iki sivil polis eşliğinde Ankara'ya getirilmişti. Enver Bey, cesedi görmek istediğinde, defnedildiği söylenmişti.“

Fikriye'nin ağabeyi Ali Enver, kardeşinin sır ölümünün peşini bırakmaz; hatta hâkimden bir de uyarı alır. Ama Enver Bey ısrarcıdır ve sonunda kardeşinin ameliyata alındığı o günün hastane kayıtlarından birine ulaşır.

KATİLLER BENİ VURDULAR!

Özdinçer halasının ölümüne dair bir başka ayrıntıyı da şöyle aktarıyor: “Babam o sırada Kadıköy'deymiş. İki kişinin evi gözetlediğini görüyor. Kadıköy'e inerken gelip koluna giriyorlar: ’Sizi Ankara'ya götüreceğiz. Gazi Paşa'nın emri.' diyorlar. 1-2 Haziran 1924 olmalı. Ölümü 30 Mayıs'ta gazetede çıkmış. Babamı Ankara'ya getirip mahkemeye çıkartıyorlar. Halamın giydiği iç çamaşırları ve bir tabanca var. Ama babamın mahkemede gördüğü o tabanca değil. O küçük bir tabanca; iki kurşunluk. Babamın gördüğü ise 9 milimetrelik büyük bir tabanca. İç fanilasına baktığında kurşun deliğinin sol arka tarafta olduğunu görüyor. Kan izi de yok. Hâkime, ’Cesedini görmek isterim. Kabri nerede?' deyince hâkim de, ’O hususlar sizce araştırılmamalı. İlerde adınıza hayırlı neticeler doğurmayabilir, başınız sağ olsun' diyor ve mahkemeyi kapatıyor. Babam Memleket Hastanesi'ne gidiyor ama içeri alınmıyor. Eski ortağı üç ay sonra hastanede çalışan birinden hastaların isimlerini alıyor. Bu hastalardan Polatlı'da sürülerini otlatırken tren kazası geçiren Çoban Hüseyin'i buluyor. Ölecek gözüyle bakıyorlarmış, yaşamış. Babama ’O akşam bir avrat getirdiler. Sabaha kadar avaz avaz bağırdı; ’Katiller, beni vurdular' demiş.“

Fatih Bayhan, Fikriye'nin öldürüldüğünü güçlendiren delillerden bir başkasını, Atatürk'e ait bir notu gösteriyor: “Gazi Mustafa Kemal Paşa aylar sonra Ali Enver Bey'e bir notla, ’Suçlular cezasını çekti, için rahat olsun' mesajını gönderir.“

FİKRİYE'NİN KAYIP MEZARI ULUS'TA

Fikriye Hanım'ın ölümüyle ilgili gazetelere yansıyan haberlerde de birtakım şüpheler var. Hâkimiyet-i Milliye (Ankara Merkezli bir gazeteydi) ve Vatan Gazetesi'nde çıkan ölüm haberinden başka kayıt yok. 1 Haziran 1924 tarihinde Vatan Gazetesi'nde 3'üncü sayfanın 1'inci sütununda yayımlanan haberde Fikriye Hanım'ın intihar ettiği anlatılıyordu. Ancak gariplik ve yalnızlık bu habere o kadar yansımıştı ki, adı, “Zeynep Fikriye Hanım namında bir kadın...“ diye geçer haberde. Haberin içinde Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan da bahsediliyordu; ama sadece, “Fikriye Hanım'ın Reisi Cumhur Hazretlerine uzak bir akrabalığı olup kimsesizliği ve hastalığı dolayısıyla yaklaşık iki buçuk sene evvel Gazi Paşa'nın mazharı himaye ve muavenetine nail olmuş.“ diye yazılıyor.

Fatih Bayhan, gazetelerdeki haberlerin de olayın bir cinayet olduğunu anlamaya yardımcı olduğunu söylüyor: “Vatan gazetesi 1 Haziran 1924 tarihli nüshasında girmiş haberi. Oysa intihar olayının olduğu gün 21 Mayıs'tır. Yani gazete, aslında intihar haberini değil, ölüm haberini girmiştir. Fakat ne gariptir ki haberin başlığı, ’Ankara'da Bir İntihar'dır. Hadise 3'üncü sayfadan sol üst köşede basit ve sıradan bir habermiş gibi verilmiştir. Haberlerin gazeteci tarafından bilinmesi istenilen şekilde yazıldığını da anlamak mümkün.“

Fikriye Hanım'la ilgili en büyük tartışmalardan biri de mezar yeriyle ilgilidir. Eriş Ülger, Fikriye Hanım'ın nereye gömüleceği konusunda yer seçiminin bizzat Atatürk tarafından belirlendiğini öne sürüp Ankara'da Kuğulu Park civarını tarif ediyor. Fikriye Hanım'ın yeğeni Hayri Özdinçer ise “Muzaffer Bey'den öğrendiğime göre Etnografya Müzesi'nin önündeki Atatürk heykelinin civarında bir yerde gömülü.“ diyor. Fakat Fatih Bayhan bu iddianın doğru olmayacağını aktarıyor: “Öncelikle şunu hesap etmemiz gerekiyor ki, Fikriye Hanım'ın öldüğü yıllarda ne Etnografya Müzesi vardır, ne de Atatürk heykeli. Dolayısıyla bu iddia daha başından çürümeye mahkûmdur. Ayrıca gerek Ankara'nın yakın tarihi ve gerekse sit alanı sayılan alanlarla ilgili yaptığım araştırmaya dayanarak söylüyorum ki Kuğulu Park civarında geçmişte ve bugün herhangi bir mezarlıktan söz etmek söz konusu değildir.“

Fatih Bayhan söylenen yerlerin aksine Fikriye Hanım'ın mezar yerinin çok farklı bir yerde olduğuna dair bir bilgiye ulaştığını da aktarıyor. Bayhan'a göre Fikriye'nin mezarı Ulus'ta: “Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi Mehmet Akif Işık ile konuya dair yaptığım görüşmede Etnografya Müzesi ve Kuğulu Park civarıyla ilgili herhangi bir mezarlık kaydının bulunmadığını söyledi. Ankara'nın o yıllardaki mezar yeri Ulus olduğu bilgisini bana verdi. Yani bugünkü İş Bankası'nın bulunduğu yer ve civarı. Bu konuyla ilgili fotoğraflara da ulaştım. Muhtemelen Fikriye Hanım'ın mezarı da bugün üzerinde bazı bankaların bulunduğu Ulus'taki eski mezarlıktadır.“

ATATÜRK'ÜN ’LATİFE-FİKRİYE' RAHATSIZLIĞI

Kitaba göre Fikriye Hanım'ın vefatından sonra Gazi Paşa uzun süre kendisine gelemiyor. Latife Hanım'ın ona karşı gösterdiği aşırı tepkiden de rahatsız olmuştur. Çok geçmeden Latife Hanım ve Mustafa Kemal Paşa birlikte Karadeniz seyahatine çıkacaklardır. Bu seyahatin Kars ve Sarıkamış durağında Latife Hanım'ın akşam geç saatlere kadar süren yemekte gösterdiği kıskançlık Gazi'nin hayli canını sıkacaktır. Aynı tavrı Tokat'ta da gösterince Paşa, ertesi sabah Latife Hanım'ı arabaya bindirerek Ankara'ya gönderecektir. Zaten bundan sonra da ikili arasında ayrılma süreci başlayacaktır.

ATATÜRK İLE AKRABA

Genç yaşında hayata veda eden Fikriye Hanım'ın asıl adı Zeynep Fikriye'dir. 1897'de bugünkü Yunanistan sınırları içindeki Yenişehir'de dünya gelir. Çocukluğu savaşlarla geçer. Babası Hayrullah Bey Konya Karamanoğulları soyundan gelen Lalotlar olarak bilenen ailedendir. Annesi Vasfiye Hanım Kafkas kökenlidir. Çiftlikle uğraşan aile varlıklıdır. Fikriye Hanım'ın annesi Vasfiye Hanım, Mustafa Kemal'in üvey babası olan Ragıp Bey'in kız kardeşidir. Atatürk ile olan akrabalığı da buradan gelmektedir. Bugün Fikriye Hanım'ın Ankara'ya geldiğinde ilk olarak kaldığı Direksiyon Binası'ndaki (Devlet Demir Yolları'nda) odası müzeye dönüştürülmüş durumda. Fikriye'ye ait eşyalar, çaldığı ud gibi birçok tarihî parça burada sergileniyor.

([i]Aksiyon Dergisi, Sayı 691, 3 Mart 2008[/i])

[b][color=#CC0066]EŞi TARAFINDAN SUÇÜSTÜ YAKALANAN EDiLGEN BiR HOMOSEKSÜEL[/color][/b] :

[i]"Deccaliyet ve Kemalizm" adli kitap (s.129)[/i] :

... Bir Agustos gecesinde yemek dönüsü, Çankaya´nin kapisinda genç askerlerle konusurken Latife, üst katin balkonunda göründü. Ates püskürüyordu:

"Kemal! Buraya gel! Mahalle arkadaslarinla yarenlik bitti, simdi askerlerle mi içli disli oluyorsun? Buraya gel diyorum!

Gazi sustu, Latife sustu. Hersey sustu. Pasa öfkesinden mosmor kesilmisti....."

[i]Hayat ve Hatiralarim, Riza Nur 4. Cilt s.1357[/i] :

"...Anlasildigina göre bosanma vak´asindan iki-üç gün evvel, Latife, kardesi Ismail ile haremi Süreyya Pasanin kizi Melahat Ankara´ya gitmislerdi. Çankaya´da misafir olmuslar. O vakit Mustafa Kemal´in yaninda katip sifatiyla Halit Ziya´nin oglu Vedad vardi. Güzel tüysüz bir çocuk.

Bir aksam üzeri karanlik çökerken Ismail, Melahat balkona çikmislar. Bakmislar Vedad Mustafa Kemal´i agacin dibinde yapiyor.

Latife´yi çagirmislar. O da görmüs. Bir kiyamettir kopmus. Latife, Mustafa Kemal´e "Herseyini gördüm, hepsine tahammül ettim. Artik buna edemem" demis. Gazi (!) susmus, Ismet´in evine gitmis. "Bu kariyi simdi bosayacagim" demis.

Ismet, sabahleyin erken Heyet-i Vekile´yi toplamis. Taalaka karar vermisler (!) Latife´yi Ismet alip, trene koymus. Trende teselli etmek istemis.

Latife ona „Sus, sus!" Ismet Pasa! Ismet Pasa! Sen ona bir gün dalkavukluk etme seni benden daha rezil eder. Her pisligine aleti sensin" demis".

Yorumun devamini (buna yer kaldi ise) okuyucuya birakiyoruz:

M. Kemal yoksa escinselmiydi ?!..

[b][color=#FF0000]SIKIŞINCA ÇARSAFA BÜRÜNEREK KAÇAN KADINSI BİR ÇETECİBAŞI[/color][/b] :

Atatürk'ün çarşaf giydiği gün !

Çankaya Köşkü'nü kim kuşattı? Atatürk çarşaf giyerek nasıl dışarı çıktı? İçeride Atatürk kılığına giren kişi kimdi?

Bilinmeyen tarihi Sabah gazetesinden Mehmet Altan bugünkü köşesinde kaleme aldı:

Atatürk'ün Kuşatıldığı Gece

"Resmi tarih ne işe yarar?" diye sorsalar, cevabım hazır:

İnsani zaafları tıraşlamaya...

Biz çok genç bir nüfusa sahibiz. Her genç kendi doğum tarihini 'milat' kabul ediyor ve geriye dönüp bakmıyor. Geçen hafta Hürriyet Pazar ilavesinde, İpek Çalışlar'ın bu hafta sonu piyasaya çıkan Latife Hanım adlı belgesel kitabını tanıtan geniş bir yazı yayınlanıncaya kadar, tarihin pek çok kayıp halkasının birinden haberdar değildim. Ama 'o halkanın' ne olduğunu anlatabilmek için kısa bir özet yapmak gerekiyor.

Türkiye, Cumhuriyet tarihini resmi ders kitaplarından okudu. Her şeyi resmi ağızların söylediği kadar bilip öğrendi. İlk Meclis'teki muhalif İkinci Grup hakkında pek bilgi sahibi olamadı. Olan bitenleri de merak etmedi. Halbuki çok ilginç bir dönemdi o... Birinci Meclis'teki muhalif İkinci Grup'un önderlerinden biri de eski bir asker olan Ali Şükrü Bey'di. Birçok muhalif milletvekili gibi Ali Şükrü Bey de Lozan Antlaşması'nın bizi kayba uğrattığına inanıyor ve bu antlaşmanın imzalanmasına muhalefet ediyordu. Bu nedenle de Mustafa Kemal'e ağır eleştiriler yöneltiyordu.

Ana Britannica Ansiklopedisi'ne göre Muhafız Alay Komutanı Topal Osman "Ali Şükrü Bey'i Mustafa Kemal'e karşı sert muhalefet izlediği gerekçesiyle 27 Mart 1923'te öldürdü."

Sonra ne oldu? Tarihler sonrasını kısa keser. Özet anlatım şöyledir: "Güvenlik güçlerine teslim olmayan Osman Ağa, Ankara'da Ayrancı Bağları'ndaki evinde girdiği çatışmada yaralı olarak ele geçirildi; kısa süre sonra da öldü." Ölümünün hemen ardından, başı kesik vücudu Meclis'in önünde asılarak teşhir edildi. Bu Meclis'in oy birliğiyle kabul ettiği bir önergeydi. Ali Şükrü Bey cinayeti, Birinci Meclis'in de sonu oldu. Yeni bir genel seçime gidildi ve tüm muhalefet tasfiye edildi.

Ancak arada atlanan kısa bir paragraf var: Topal Osman'ın teslim olmadan evvel yaptıkları... O atlanan 'kareyi', İpek Çalışlar, Latife Hanım'ın kız kardeşi Vecihe İlmen'e atfen şöyle anlatıyor: "Beklenen oldu. Topal Osman çetesi Çankaya'yı kuşattı. Latife'nin kız kardeşi Vecihe de oradaydı. Vecihe İlmen yıllar sonra bir dost meclisinde o gün yaşadıklarını anlatmıştı. Bu anlatım Topal Osman olayının bilinmeyen bir yönünü gün ışığına çıkartıyor: Milli Mücadele'nin lideri tehdit altındaydı. Kısa bir tartışma yaşandı. Önemli olan Mustafa Kemal Paşa'nın yaşamıydı. Ona bir şey olursa zaten hiçbiri hayatta kalamazdı.

Dışardakilerle pazarlık başladı. Adet olduğu üzere, 'Kadınlar ve çocuklar önden çıksın,' dediler. Plan şuydu: Mustafa Kemal Paşa, kılık değiştirerek kadınlar ve çocuklarla birlikte dışarı çıkacaktı. Fakat evin içinde de birilerinin kalması gerekiyordu. Latife muhafızlarla birlikte evde kalmaktan yanaydı. 'Ben onları oyalarım,' diyordu. Mustafa Kemal Paşa önce şiddetle itiraz etti. Ancak Latife'nin inadını bilirdi. Vecihe bir çarşaf buldu, getirdi. Mustafa Kemal çarşafı giydi, baldızı Vecihe ve hizmetkâr kadınlarla dışarı çıktı.

Latife de bu arada onun kalpağını kafasına takmıştı. Erlerden birine, 'Mutfaktaki portakal sandıklarını getir,' dedi. Sandıkları pencerelerin önüne dizdiler. Evde ışıklar yanıyor ve bahçeden bakıldığında içerdekiler fark ediliyordu. Boyunun kısalığı dışarıdan fark edilmemeliydi. Latife, portakal sandıkları üzerinde bir ileri bir geri yürüyor, dışarıdan gelen habercilerle iletilen mesajları evde Mustafa Kemal varmış gibi alıp cevap veriyordu. Ölüm tehdidi altında çeteyi oyalamayı sürdürüyordu. O sırada Mustafa Kemal, Topal Osman'a karşı yürütülecek harekâtı planlıyordu.

Sonunda Topal Osman'ın adamları eve kurşun yağdırmaya başladı. Ardından eve girdiler. Mustafa Kemal'in gittiğini anlayınca çılgına dönüp ne buldularsa parçaladılar. Onların aradığı Mustafa Kemal'di. Ama ellerinden kaçırmışlardı. O sırada Topal Osman çetesi muhafız taburu tarafından sarıldı. Latife'ye zarar vermeye zamanları kalmamıştı." Topal Osman'dan söz ederken Ana Britannica 'Muhafız Alayı Komutanı' diyor. Vecihe Hanım'ın anılarından söz edilirken de 'Topal Osman Çetesi' deniyor. 'Muhafız Alayı' ve 'çete' sözcükleri nasıl oluyor da aynı adamın kimliğinde bir araya geliyor? Bunun sırrını çözmeden ne yakın tarihi ne de bugünü anlamak pek mümkün olmayacak galiba.

([i]Mehmet Altan, Sabah Gazetesi, 11 Haziran 2006[/i])

[b][color=#FF0000]GENELEVDE DÜNYAYA GELMİŞ GAYRİ MEŞRU "ULUSAL ÖNDER"[/color][/b] :

M.Kemal´in babasinin belirsiz oldugunu gösteren Selanik Mahkemesi'nin kararinin asli.

SELANiK ASLiYE HUKUK MAHKEMESi

İlâm karar numarasi: Adet/451

Abdus'un ölümünden sonra Zübeyde Abdus'un karisi oldugunu ve oglunun da Abdus'un oglu oldugu iddiasi ile açmis oldugu miras davasinda Abdus'un kardesleri, mahkemeye vermis olduklari iddianâmede Zübeyde'nin Abdus'un karisi olmadigini ve umumhâneden (genelevinden) odalik alindigini ve oglu Mustafa'nin iki yasinda kucaginda oldugunu ve Abdus'un bilaveled (çocuksuz) öldügünü iddialari ile keyfiyetin umumhâneden sorulmasini talepleri üzerine umumhâneye yazilan tezkerenin cevabinda, "Zübeyde'nin oglu ile beraber 19 Haziran 1297'de umumhânemize dühul edip, Yenisehir'li Abdus isminde bir kabadayi ile anlasip 11 Nisan 1298'de umumhânemizden hüruc etmistir (çikmistir)!". Bu yaziya istinaden Zübeyde'nin davasinin reddine karar verilmistir.

22 Kanunî-Evvel 1298, 20 kurusluk pul, Hakim Aza Aza, Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi, Mühür Mühür Mühür

"iFTiRA iSE AKSiNi iSPAT EDiN"

Bu belge, Türkiye´de çesitli kitap ve gazetelerde yerini aldi:

"Deccaliyet ve Kemalizm" ([i]Hüseyin Demirel, s.147[/i]) :

"ABDOS" HiKAYESi: ilk defa Yakin Tarih Ansiklopedisinde Mustafa Kaplan imzasiyla nesredilen "Abdos Aga" ile ilgili yazilar mahkemelerde dava konusu oldu. Bu belgelerde Atatürk´ün annesinin genelevden çiktigi ve Atatürk´ün gayrimesru oldugu ileri sürülüyordu. Hürriyet 21 Ocak 1990´da "Atatürk´ün gayrimesru dogdugunu iddia eden.. çirkin tezgahin belgeleri" basligi altinda bu meseleyi kamuoyuna duyurdu. Selanik´te bir mahkemenin verdigi kararin metni Osmanlica olarak gazetenin haberinde basildi.

Bu metni bir memur Milli Egitim Bakanliginda fotokopi ile çogaltirken yakalanmisti. Mesele sonradan örtbas edildi. Burhan Bozgyik´in "Türkiye üzerine oynanan oyunlar" kitabinda da bu belge tam metin Türkçe olarak basildi. ([i]Yeni Asya Gazetesi neşriyatı,1990, s.105[/i])"

Yazar´in Ümmet-i Muhammed gazetesinin 8. sayisinda (1988 senesinde) bu belgenin yayinlandigini aktarmamasinin iki sebebi olabilir:

1- Bu belgenin yayina sunuldugundan haberdar olmamasi;

2- Türkiye´de Ümmet-i Muhammed gazetesinin yasak olmasi.

Bizim için oldukça önemli olan, bu belgenin artik -yayin hayatinda- tartisilmaz bir yerinin olmasidir.

MUSTAFA KEMAL'iN BABASI KiM ?..

Yukarida metnini koydugumuz ve latin harfleriyle de yazdigimiz "Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi" basligini tasiyan yazi ile Dr. Riza Nur'un "Hayat ve Hatiratim" adli eserinin üçüncü cildinin 561. sayfasindaki yazi ana hatlariyla birbirini tutmakta ve teyid eder mahiyettedir. Ilaveten sunu da söylemek gerekir: Fransiz bakanlarindan Hedyo Paris'te Türkiye üzerine verdigi ve "Conferencio" dergisinde yayinlanan konusmasinda Mustafa Kemal'in babasinin meçhul oldugunu söylemistir. Ayrica, Mustafa Kemal'in gayr-i mesru olarak dünyaya geldigi ve bu hususta Yunanistan'da bir mahkeme karari bulundugu, güvenilir kisiler tarafindan kulaktan kulaga söylenmekte ve dolasmaktadir. Bütün bunlara ragmen; arastirma ve incelemeciler, tarihçiler, ilgililer arastirmalarini yapsinlar, sorsunlar, sorustursunlar; sahte ve yanlis bilgi ve belgeler varsa kanitli bir sekilde ortaya koysunlar. Çünkü gaye ve maksat, sahis ve sahsiyet degil, gerçeklerin ortaya çikmasidir, tarihî gerçeklerin tam ve aslina uygun olarak yeni nesillere ulastirilmasidir.

Ayrica su husus da gözardi edilemez: 5816 sayili "Atatürk'ü Koruma Kanunu"nun arkasinda yatan sebep nedir? Bu kanunla neler getirilmek isteniyor? Dünyanin neresinde görülmüs böyle bir kanun?!. Gerçekleri gizlemek mümkün mü? "Mizrak çuvala sigmaz!" demis atalar!

Kemalistlerin gücü yetiyorsa mizragi çuvalda saklasinlar!..

Gösterdikleri hassasiyet çok yanlistir ve çok tehlikelidir. Onlarin yapacagi bir is var o da sudur; kaldirsinlar koruma kanunlarini, lagvetsinler Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ni!..

Mustafa Kemal hakkinda söylenenler ve yazilanlar yanlis ise çatir çatir cevap verirler! Yok eger dogru ise; o zaman kizmasinlar; gerçekler yazilsin da "Ata"larinin kimligi, kim oldugu ve ne mal oldugu ortaya çiksin!.. Bir Stalin'in, bir Hitler'in akibetinden ibret alsinlar da akillansinlar!..

Bir gün gelecek, o çesit kanunlari delinecektir. Hak ve hakikat bunlari dile getirecektir. Tarih, geçici bir zaman susarsa da bir gün gelir ortaya çikar, susturmak isteyenleri bir silindir gibi ezer geçer; kendilerini de, korumak istedikleri adami da rezil ve kepaze eder. Hem de dünyanin gözleri önünde!..

Kemalist ordular, kemalist savcilar, kemalist Prof.'lar, kemalist ajan ve dezinformatörler, kemalist hocalar da bu ilahî kanun elinden Mustafa Kemal'i kurtaramazlar. Buna imkân ve ihtimal yoktur! Nitekim kurtaramiyorlar; adamin sahsiyetsiz bir vatan haini, din, namus ve millet düsmani oldugu ortaya çikmakta, yazilmakta ve çizilmektedir. Türkiye sinirlari içinde olmasa bile dünya nesriyatinda kendini göstermektedir. Avrupa memleketlerinde Mustafa Kemal'in bir ingiliz casusu oldugu, Türk-Yunan savasinin sadece bir muvazaadan(anlasmali dögüsten) ibaret oldugu, Yunan askerlerinin Izmir'e çikislarinin, ingilizler'e Mustafa Kemal tarafindan telkin ve ilham edildigi anlatilmakta, hatta bu kabil kitaplari okuyanlar Türkiye'ye geldiklerinde es ve dostlarina gizlice aktarmaktadirlar.

Aradan 70-80 senelik bir zaman geçmistir. Insaf ile kabul etmek gerekir ki, gerçegin ortaya çikmasina, ne sekilde olursa olsun engel olmak sonsuza kadar sürüp gidemez. Keza yukarida da görüldügü gibi, dün korkunç bir diktatör olan Stalin'i bugün Rusya'da agzina alabilecek bir kabadayi yoktur. Almanya'da Hitler övücülügü yasal kovusturma nedenidir. Zorlamalarla, yalanlarla, yasaklarla kirli kisiliklerin sonsuza kadar ayakta tutulmasina imkân ve ihtimal yoktur.

"Selanik'te Riza Efendi adinda gümrük kolcusu birinin üvey oglu Mustafa Kemal Harbiye Mektebi'ne geliyor. Mustafa Kemal'in babasi hakkinda çok rivayet var; Kimi bir Sirp, kimi bir Bulgar'dir diyor. Güya anasi bunlarin metresi imis". Yeni çikan "20. Asir Larousse" Pomak'tir diyor.

Ihtiyar Tesalya'larin rivayeti sudur:

Mustafa Kemal'in anasi Selanik'te kerhanede imis. Yenisehir Tirnova'sindan ve oranin ileri gelen kabadayilarindan Abdos Aga Selanik'e gelir, bu kadini görür, alir götürür. Orada piç olarak Mustafa Kemal dogar. Mustafa bes yaslarinda iken Abdos ölmüs, anasi oglu ile Selanik'e gelmis.

12 yasinda iken Mustafa, Tirnova'ya gidip miras istemis ise de piçligini söylemisler, geri göndermisler. Mustafa, askeri okula girmis. Anasi gümrük kolcusu Ali Riza ile evlenmis. Çok tuhaftir; Mustafa Kemal anasindan bahseder, fakat babasindan bir defa bile bahsetmemistir. Hasili rivayetler çok. Hangisi dogru?

Bir seydeki rivayet çoktur; o sey belli degildir. Nitekim bilimde, teknikte, tarihte hangi konu hakkinda çok varsayim veya rivayet varsa o konu mâlum degildir. Demek Mustafa Kemal piç degilse bile babasi mâlum degildir. Benim arastirmama göre onun Riza adinda gümrük kolcusu bir üvey babasi oldugu kesindir. Mustafa Kemal babasindan kendisi bahsetmedigi gibi diger birinin bahsettigini isitirse ona düsman olur. Buna dair bir sürü olay vardir. Nihayet Fransiz bakanlarindan Hedyo, Paris'te Türkiye üzerine iki konferans verdi. Bunlar "Conferencio" dergisinde yayinlandi. Hedyo da orada "Mustafa Kemal'in babasi meçhuldür!" diyor."

([i]Riza Nur, Hayat ve Hatiratim, III. cild, s. 561-562[/i])

[color=#FF0000][b]KAHRAMANLIGA YÜKSELTİLMİŞ UŞAK RUHLU BİR ALÇAK[/b][/color] :

Kasim 1938 Türkiye'nin sefi Kemal Atatürk'ün öldügü tarihtir. O, 15 yillik kati diktatörlügü döneminde Türkiye'yi, halki istemedigi halde zorla bati medeniyetine götürmeye çalismisti. O, sarik ve çarsafi yasaklamis, Islamin kuvvet ve kudretini kirip, hatta latin alfabesini bile kabul ettirmisti.

Atatürk'ün ölüm döseginde, üzerinde en fazla düsündügü mesele; kendisinden sonra programini uygulayabilecek birisini bulup yerine geçirip geçiremeyecegi hususuydu.

Bunun için zamanin Ingiliz büyükelçisi Sir Perey Loraine'i Istanbul'daki Dolmabahçe Sarayi'na çagirdi.

Ikisi arasinda geçen konusmalar yaklasik olarak otuz (30) sene gizli kaldi. Gizli konusmalar ilk olarak Piers Dixon'un babasi (Sir Perey Loraine) hakkinda hazirladigi "Double Diplomat" (Çifte Diplomat) isimli kitabinda yer aldi ve daha sonra da "Hute-Hisson Yayinevi" tarafindan yayinlandi.

Piers Dixon'un dökümanlari arasinda; Sir Perey Loraine tarafindan zamanin Ingiliz Disisleri Bakani Lord Halifax'a gönderilmis bir telgraf da vardi. Telgraf, Ingiliz tarihinin en önemli belgelerinden birisi idi. Loraine, ölüm döseginde olan diktatörle yaptigi bu mülâkati çok enteresan olarak nitelendiriyordu. Bu belgede Loraine, Lord Halifax'a sunlari yaziyordu:

"... Huzuruna vardigimda ekselanslarini yastiklara yaslanmis vaziyette, iki doktorla, hemsirenin tedavisi altinda gördüm. Ben girdigimde, Baskan, hizmetinde bulunanlarin ve hemsirelerin disari çikmalarini istedi ve ihtiyaç aninda kendilerini çagirabilecegini söyledi.

Ondan sonra, ekselanslari benimle yavas-yavas, fakat dikkatlice konusmaya basladi. Beni, hiç bir zaman bana layik olmayan makamda görmek istemedigini, "Beni daima en layik makamlarda görmek istedigini" ve beni buraya onun için çagirdigini söyledi. Hakkimda arzuladiklarini gerçeklestirmem için çok ricada bulundu. Kendisine müsbet bir cevap vermemi istiyordu.

Süphesiz ben geçmiste onunla bir arada çok bulundum ve çok mulâkatlar yaptim. Ama bu, son mulâkatim olabilirdi. O uzun ve mâcerali hayati boyunca beraber çalistigi arkadaslarindan bir çogunu (kendinden uzaklastirarak) kaybetmis ve yapilan tavsiyelerin bir çogunu da reddetmisti. Sadece benim dostluguma ve nasihatlarima güveniyor ve bu dostlugun pekismesine ehemmiyet veriyordu.

Ben sanki "Türkiye'nin basbakaniymisim" gibi benimle, çok sade ve serbest bir sekilde mesveret ediyordu.

Onun bir baskan olarak ölümünden önce, kendi makami için birisini takdim etme selahiyeti vardi. Onun en büyük arzusu kendisinden sonra "Türkiye'nin Baskani" olarak onun vazifesini üzerime almam idi. Teklifi karsisinda benim nasil bir cevap verecegimi bir an önce ögrenmeyi istiyordu.

Düsünceli bir sessizlikle geçen bir anlik bekleyisten sonra ekselanslarina; "Bütün istek ve duygularimi kelimelerle anlatmaya yetkili degilim!" seklinde cevap verdim. Gerçekten o anda çok sasirmis bir sekilde düsünüyordum. Hatirladigim kadariyla yapmis oldugum mulâkatlarin hiç birisinde bu kadar derin düsünecek derecede bir mülâkatla karsilasmamistim.

Ekselanslari yaptigi bu teklif ile sadece benzeri görülmemis bir ikramda bulunmakla kalmiyor, ayni zamanda majestelerinin (Ingiliz Krali'nin) hükümetine olan bagliligini da izhar ediyordu.

Ekselanslari benim ömrümün büyük bir kismini majestenin hükümetinin hizmetinde geçirmis oldugumu biliyordu. Ben halihazirdaki isimde bir kaç sene daha çalismayi ümit ediyordum. Ekselanslari ise, simdi benden kesin bir cevap istemekteydi. Kendilerine su cevabi verdim: "Idarî isleri iyi yapip yapamayacagimdan süphe ediyorum. Türkiye'nin Cumhurbaskanligi'ni yüklenmek mesuliyeti ile Ingiltere Büyükelçiligi arasinda çok büyük fark vardir. Tecrübe ve kabiliyetlerimin, ancak elimdeki isi yürütmek için aranan imtiyazlar oldugunu biliyor; bunun için kesin bir sekilde ve üzülerek teklifinizi kabul edemedigimi bildiriyorum!"

Ben konusmami bitirdikten sonra ekselanslari çok heyecanlandi ve yatagina tekrar gömüldü, hizmetinde bulunan hemsireleri çagirdi (ve derin bir uykuya daldi).

Ekselanslari ikinci defa konusmaya baslayabildiginde kendisine bildirdigim kararda etkili olan hususlari idrak ettigini söyledi. Durumu henüz verdigim cevaptan çok üzüldügünü söyleyebilecek kadar iyi idi. Benden baska bir cevap alamayacagini anlayinca "Baskanlik" için Ismet Inönü'yü tavsiye etti.

Atatürk sonra dirseklerine dayanarak dogrulmaya çalisti ve ellerimi sikti, gelecekte de Britanya ve Türkiye iliskilerinde faal roller oynayacagimi belirterek tesekkür etti ve kendinden tekrar geçti.

Bu teklifi reddedisimin isabetli bir karar oldugunu düsünüyorum.

Eger yapmis oldugum teşebbüslere dair ekselanslarindan tevidli bir mesaj alabilirsem çok mütesekkir ve mesrur olurum.

Lütfen Kral'a da bildiriniz!..

([i]Martin Gilbert[/i])

Anonymous (not verified)

Sun, 2008-06-22 13:46

IV. Murad bilindiği gibi sırp asıllı Anastasya'nın oğluydu. Anastasya Osmanlı sarayında entrikalarıyla ünlenmiş Kösem'den başkası değildi. Tıpkı İskender'in annesinin yaptığı gibi oğlu Murad'ın kadınlardan uzak büyümesini sağladı. Amacı, oğlunu erkek cinsine yönelterek birinci kadın konumunu sürekli muhafaza etmekti. IV. Murad tahta çıktığında hem fail hem mef'ul bir erkek düşkünü olarak oldukça yol almıştı. Nahcivan seferinde esir ettiği Timur soyundan prens Ermirgun Mirze'nin kendisi gibi erkek düşkünü olduğunu anlayınca yendiği diğer rakiplerine yaptığı gibi Emirgun Mirze'yi katletmedi. Aksine başkent İstanbul'a getirerek ikamet etmesi için bugün Emirgan Köşkü denen sarayı birlikteliklerinin aşk yuvası olarak inşa ettirdi. Emirgun Mirza ölünceye kadar bu köşkte yaşadı. İstanbul'un Emirgan semtinin adı bu prensten ve adına yapılan köşten gelmektedir. Dönemin hiciv şairleri elden ele dolaşan gizli şiirlerinde Emirgun Mirza'dan 'Emirqun' olarak bahsetmekteydiler. IV. Murad yaşadığı sefih hayat nedeniyle 34 yaşında öldü. ([i]Yukardaki satırlar Adnan menderes'in metreslerinden Suzan Sarısözen'in 'Kızıl Zambak' adlı biyografik romanından alınmıştır. Suzan Sarısözen'in ilgili romanı Yassıada mahkemelerinde davaya konu olmuş yazarına ceza verilmemiştir. Mahkeme IV. Murad'ın erkek düşkünlüğünü onaylamıştır.[/i]) Mustafa Kemal'in erkek düşkünlüğünü ise Lozan Murahhası (daimi delege) ve Kemal'in Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur 'Hayat ve Hatıralarım' adlı kitabında açıkça belirtmektedir. Erkek düşkünü IV. Murad zamanında imzalanan Osmanlı-İran anlaşmasıyla (Kasr-ı Şirin - 1639) Kürdistan ikiye bölünürken, diğer erkek düşkünü "türk asili" Kemal döneminde imzalanan Lozan anlaşmasıyla (1924) Kürdistan 4'e bölündü. "Türk asillerinden ve türkün asaletinden" kürtlerin payına düşen soykırım, sürgün ve parçalanma oldu. Kürtlerin uğratıldığı vahşetin kuşkusuz ahlaki nedenleri de vardı. Kürtler, talanı tetikleyen menfaat güdüsü kadar soysuzluğun ve ahlak tanımazlığın kurbanı oldular.

Suzan Sarısözen isimli bir metresin hayalini kaynak gösterip IV.Murad'a hakaret etmeniz tam bir ahlaksızlıktır. O Sultan Bağdad'ı Kürt ve Türk lerden oluşan ordusuyla Kızılbaş İran'dan almıştı. O Ordu'da bulunan Genç Osman isimli bir genç vardı. Kars kürtlerindendi. Bağdad'ın kapısın Genç Osman açtı Cümle kızılbaş'ın tebdili şaştı Kelle koltuğunda 3 gün savaştı Allah Allah deyip geçti Genç Osman diye uğruna halk türküleri söylenmişti. Genç Osman İranlı kızıllara Kızılbaş-ı Erdebil Mertlik nedir gör de bil diye karşı koymuştu. Kürt ve Türk kardeşliğinin örneği olan bu ordunun 25 yaşındaki genç Hakanına ancak ya cahiller, veya soysuz Zerdüşti Kızılbaşlar iftira eder. Zerdüşti Kızılbaşlar soylarını, isteseler de bilemezler. Zira ensest ilişki ile çoğalmışlardır.

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.