بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی
Submitted by Anonymous (Pesend ne kirin) on 23 Gul 2012
Beğendiğimiz ve bizi ilgilendirdiğini düşündüğümüz bizim dışımızda yazılan yazıları iktibas etmekte biraz uzak kaldık. Ahmet Ataş’ın Kürt Aydını üzerine Birikim dergisinde yayınlanmış yazısını paylaşıyoruz.
Yazıyı okurken bazı önemli tespitlerin şehvetli bir belagate kurban gittiği konusunda ikircikli olsak da, yine de faydalı ve güzel bir yazı .Yazarın kalemine sağlık diyoruz.
I
Kıstırıldığı kadim Mezopotamya gecelerinden nostaljik ve alacalı heykellerle çıkmayı maharet sanan, varoluşunu gerekçelendiren kutlu karanlığı işlek bir eleştiri aygıtına dönüştürmek yerine, karanlığın ruhunda kıvam bulmasından dehşetle ürken; yüzünü yorgun bir aydınlanma geleneğine, kalbini mağrur ve savaşçı atalarının pagan güneşine dönmüş bir aydın kümesi; Kürt aydın taifesi üzerine “içerden” söz almak zahmetli iştir de; Kürt aydınının kim olduğu sorusuna cevap arayışı ondan da netamelidir. Gerçekten zordur, gamlı bir “cezalılar sömürgesi” aklının orta yerinde ne babanın aksak belleğini ne de oğulun iyimser ütopyasını incitmeden konuşmak.
Çünkü söz konusu olan baskı ve zulüm altındaki kırgın kavimlerin gadre uğramış aydınlarını anlamsal ya da işlevsel olarak tanımlama girişimi olunca, en masumane soru bile çoğu zaman dramatik bir hal alır; böylesi bir zihni girişim keyifli bir entellektüel meşgale olmaktan çıkar; sınırlılıkların, zorunlulukların ya da hakikati örtmekle malul ahde vefa güdüsünün hükmettiği kasvetli bir fikir kamburuna dönüşür. Denebilir ki, bu kasvetli fikir kamburunu son yüz elli yıldır kederli bir iniltiyle sırtında taşıyan aydın gruplarından biri de Kürt aydınıdır.
Kırık ve paslı bir tarih aynasında parçalanmış çehresiyle kurduğu gelgitli ilişki ve cefakar kavmini dünyaya karşı savunma biçimi etnik bir pedagojik kovuşturmayı fazlasıyla hak eden bu denli “vatan” dertlisi bir aydının, kavmiyet hayaletinin Balkanlar’dan doğu kapılarına dayandığı 19. yüzyılın ortalarından bu yana “kaderin devredilemezliği ilkesi” deneyimini üretken bir çilekeş olarak geçirmediğini, aksine acılar ama aynı zamanda altın fırsatlarla da yüklü bir “yeniden doğuş” sürecini hüzünlü bir serzenişle vasat bir intizar anlatısına dönüştürdüğünü biliyoruz artık.
Bana öyle geliyor ki, Kürt aydınının kayıp karakutusu tam da bu “intizar” duygusunun derin katmanlarında saklıdır ve son yüz elli yıldır “gecikmiş uluslar” çağının enkaz yerinde arayıp durduğumuz bu karakutu katı bir savunma refleksi maddesiyle iyice yoğrulup bilinçli ya da bilinçsiz şekilde güçlü bir “sabit-i mazlumiyet” halesiyle çevrelenmiştir.
Bu “muktedir mazlumiyet konumunun” ve “kaderinden tiksinme” algısının merkezindeki ruhsal tutum ve edaya projektör tutulmadıkça, ne Antonio Gramsci’nin ne Jean-Paul Sartre’ın ne Edward Said’in ne de Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” gibi nefis bir metaforla sistematize ettiği aydın sosyolojileri bize bir arpa boyu yol aldırabilir.
Kürt yayın ve fikir platformlarından ziyade, Türk merkez medyasında son birkaç yıldır “Kürt aydını/ tehdit/ bağımsız tutum/ temsil” gibi daha güncel durumlar ve kavramlar ekseninde devam eden yüzeysel ve beyhude tartışma ise, üzerine fikir yürütülen araştırma nesnesini; Kürt aydınının ‘kim’lik sorununu hakkıyla soruşturmayı bastırmaktan başka bir işlev görmediği kesin.
Konumlar ve sıfatlar ezilenlerin/çevrenin “öz kaynakları” üzerinden değil de iktidarın selameti adına her daim tarumar edilmeye müsait ana unsurun/merkezin “kamu bütçesinden” büyük bir cömertlikle dağıtılınca, Kürd’ün “kendi aydınını tayin hakkı” da kasıtlı bir garabetle ortadan kaldırılmış oluyor; tıpkı bugüne kadar haydutça ortadan kaldırılan politik ve kültürel hakları gibi.
“Türk aydını” vasfı kazanmanın neredeyse ağzıyla kuş tutma maharet ve cambazlığını gereksindiği bir entellektüel ortamda (bkz. Cemil Meriç, İdris Küçükömer ya da Enis Batur), bilim, sanat, edebiyat, tarih ya da felsefe dışında her türden güncel konuda doyumsuz bir iştahla söz alan modern taşra eşrafı ya da şehir profesyoneli bir zevata, sırf mensubu oldukları kavmin ana siyasal akımının söylemi dışında tuzu kuru bir perdeden “sağduyulu” birşeyler mırıldandıkları için bu kadar kolay şekilde “Kürt aydını” payesi dağıtılmasının gerisinde Osmanlıvari bir hinlik aramamak elde değil.
The Guardian özentisiyle kurgulanmış iktidar yanlısı gazetelerin üçüncü sınıf “açık görüş” sayfalarından nehrin bu tarafına yansıyan dramatik manzara, yenilmişliklerinden bile neşeli bir bumerang öyküsü devşirebilenlerin hüzünlü şölenini andırıyor. Evet, tarihsel bir mağduriyet durumunun gamlı bilgisini edinmek yerine bu derin mağduriyet olgusunu “entertainment” tadında amiyane bir bilgi türüne dönüştürmüş “yeni” bir Kürt aydın/aktör tipojisinin sancılı doğumuna tanık oluyoruz hep beraber. Canhıraş bir kabul arzusu ve saygın bir ikbal adına uzun süredir mensubu olduğu kavmin yaralı hafızasıyla, zaten zayıf olan, “milli” bağlarını iyice koparmış bu yeni zevatın egemenin güncel hassasiyetleri üzerine kurguladığı “münazarada” hem bir duello hilesi hem de zihni ve ahlaki bir kapasite kusurunu gizleme gayretkeşliği olduğu aşikar.
Kavminin neselleşmiş bilincinin uğrak yeri olmaktan çıkmış; “merkezin” lütufkar hegemonik dili ile acılı “çevrenin” en insani ve devredilemez hak talebi vaveylaları arasında sıkışıp kalarak, donuk bir fikir zevksizliğinin hükmettiği “melez” bir söylem alanına iltica eden bir aydından “milli” bir temsil heyeti yaratmayı hedefleyenler tartışmanın bu minvalde sürüyor olmasından epey memnun olsalar gerek. Diasporanın bembeyaz yüzü bu “yeni” Kürt aydınına ana karanın entellektüel/siyasal sahnesinde biçilen kategorik rol bellidir: En İyi Yardımcı “Erkek” Oyuncu Ödülü listesinde başa yarışmak.
Doğru nesnesini ya da hakiki bağlamını bulabilse belki de tarihsel/sosyolojik bir olguya ilişkin hayırlı bir “büyü bozumuna” da yol açabilecek böylesi bir tartışma “komşu” bahçenin bu ödünç ve kaygan zemini üzerinde sürdüğü müddetçe, yeryüzüne yerel ya da evrensel bir üslup, ahlak ve bilinç öneren deli dolu bir özne değil de, yalnızca mevcudu menfinin dizinde sızlanan mızmız bir akıl üzerine hangi “milli ve ulvi” amaçların inşa edilebileceği sorusu, uzun bir süre daha Kürt aydınlarının “ev içi” muhabbetlerinin orta yerinde kutsal bekaretini koruyacak gibi görünüyor.
Bu yüzden Kürt aydın “konumu” ya da “sıfatı” üzerine kara çalmadan ama cesur bir tartışma yürütebilmek için birtakım muğlak bilgi bloklarını, cerahatını iyice akıtacak şekilde ayrıştırıp, daha berrak ve sıhhatli bir anlatının “korunaksız” çatısı altında toplamak gerekiyor. Korunaksız diyorum çünkü “iç yarasına” kabuk bağlama yeteneği gelişmemiş ve gözenekleri alabildiğine geçirgen bir akıl coğrafyası; Kürt güzide aklı üzerinde entellektüel bir işlem yapmanın, belli bir “mahremiyet” gereksindiği ilkesine sarılmak da, bizi beşeri yansızlığın o yaratıcı yüklem kipinden epey uzaklaştırabilir.
Devletsiz kavimlerin aydınlarını tartışmanın gelip dayandığı yer etnik ve lokal zemindir kaçınılmaz olarak; yani hem “evin” hem de “evsizlik halinin” kaynağı olan o gergin zemin. Kürt aydını bahsinde, amaç hakikat kervanına mihmandarlık etmekse, odaklanmamız gereken nirengi noktalarından biri de Kürt aydınının “eviyle” kurduğu çarpık ilişki biçimi olmalı.
Herkesin şu sıralar iyiden iyiye unuttuğunu safça hatırlatmaktan gocunmayalım. Frantz Fanon “ilk kurşun teorisi” demişti değil mi? Öyleyse “son kurşun teorisininden” sınava çekilmek isteyenlere ilk soruyu “evin” terkedilmiş dulunun yaslı kalbinden soralım: Kürt aydını, kendi evinin yıkıntıları üzerinde büyülü bir alegorik kovuşturmaya girişmek yerine, neden hep “evden” kaçmak ister?…
II.
“İçerden” konuşacaksak “içten” de konuşmak gerek. “Yan komşu” duymasın ama hepimiz biliyoruz ki, “yerelin” figüratif manzarasını anaç bir üslupla betimlemenin alık bir taşralılıkla itiham edildiği aydınlanmacı bir kültürel ortamda ikamet eden sosyalistinden müslümanına, anarşistinden beyzadesine her Kürt aydını en az bir kez “evden kaçma” girişiminde bulunmuştur.
Çünkü böylesi kolonyalist bir entellektüel ortamda her türden bilinç ve etik bayağılaşma çoğu zaman “yer duygusu” zaafiyetiyle açıklanmak istenmiş ve “yerellik” vizyonu, platonik bir aşkla “merkezin” iltifatına muhtaç konumundan bir türlü kurtulamayan Kürt aydınlarını her zaman ürkütüyor/ürkütmüştür.
Oysa çağımızın ve geçen çağların sanat ve fikir dizini ansiklopedisi “evine geri dönmek isteyen” çocuğun paradigmasının “yabanı vatan belleyen” çocuğunkinden çok daha komplike ve doğurgan olduğunu gösteriyor.
Yirmi yıllık sürgünlük hayatı boyunca kaleme aldığı özlem yüklü her mektubuna “Haksız Sürgün” imzası atan o hüzünlü ve kindar şair; Dante Alighieri, İlahi Komedya’nın Cennet bölümündeki 17. Kantonun 58. dizesinde “Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu/ başkasının merdiveninden çıkmanın/ ne denli zor olduğunu göreceksin” derken, kendi köhne evinin merdiveninin de sarp, ekmeğinin ise basbayağı tuzlu olduğunu bilmez olur muydu hiç. Öyledir, yerelin karanlık ve içe dönük karakteri de bir tür “yabancılaşma” nosyonu taşır. Ama unutmamak gerek, bu türden bir sezgi prizmasından geçmiş bir zihni deneyim aydın açısından emsalsiz bir bilgi kaynağı da olabilir kimi zaman.
Hayalet ozanların son temsilcisi William Butler Yeats’in başına buyruk asi Kelt belleğine yaptığı sevgi dolu yolculuklardan damıttığı ve mağlup bir halkın batıni ve mağrur şarkılarının antolojik derlemesini andıran şiir ve metinlerini, Oscar Wilde’ın oyunlarındaki bilge ve küstah üslubu, James Joyce’ın Ulysses’ndeki güncel ile mitin eklektik bileşimini, Samuel Beckett’ın sesi ve sözcükleri çaresiz bırakan çağrışıma dayalı zorlu diyaloglarını, Seamus Heaney’e şiir katından Nobel Edebiyat Ödülü armağan eden lirik ve eleştirel aklı İrlanda ruhunun “yerel” deneyiminlerinden bağımsız düşünemeyiz.
Ne diyordu, Patrick Kavanagh “Mühim zamanlarda, mühim yerlerde yaşadım” dizesiyle başlayan ve kendisinden sonraki birçok İrlandalı şairin/yazarın “taşrasından” duyduğu gururu anlatmak için sıklıkla gönderme yapacağı Destan adlı şiirinin son bölümünde: “Tam Ballyrush ve Gortin’e olan inancımı kaybetmiştim ki/ Homeros’un ruhu gelip kulağıma fısıldadı/ Dedi ki:/ Ben de böyle bir sokak kavgasından yazdım İlyada’yı./ Tanrıların kıymeti kendinden menkul.”
İrlanda’nın bu üretken entellektüel/kültürel deneyimi gerçek anlamıyla “milli” ya da “kozmopolit” aydın tipi konusunda oldukça kışkırtıcı ipuçları sunar bize. Yüzyıllar boyunca Britanya Krallığı’nın sömürgeci politikalarına maruz kalan; mitleri, büyücüleri ve azizleriyle ünlü bu eski ada ülkesinin aykırı evlatlarının sanatsal/zihinsel yaratıcığında “evrensel” ana metinleri; Aristoteles’ten Immanuel Kant’a, Hegel’den Karl Marx’a, Homeros’tan William Shakespeare’e, Goethe’den Marcel Proust’a ruhun ve fikrin büyük üstadlarını “ara” bir yorumla -Londra’nın okuma biçimiyle- değil de doğrudan kendi “yerel” deneyimleri üzerinden okumalarının köklü etkisi olduğuna kuşku yok. Bu anlamda İrlanda münevveri onca toplumsal ve siyasal engellenmişliğine rağmen bilgide kibir, ahlakta ise insani tevazunun müstesna örneklerindendir denebilir.
Peki fikir ve ruh konağını son yüzelli yıldır İstanbul semt pazarlarından edindiği “ikinci el” aksesuarlarla -imparatorluk İslamı argümanları ya da modern Türk algı biçimleriyle- donatan ve “boğucu taşralılığını” tereddütlü bir modernist modelle aşmayı deneyen Kürt aydınının hem yaratıcı bir “yerele” hem de kışkırtıcı bir “kozmopolite” aynı ölçüdeki muazzam ilgisizliğini epistomolojik bir zaafla mı yoksa psikanalitik bir arazla mı açıklamalı?…
İslami-İrani ana kaynaklarla etkileşimi Kürt köy medrese imamlarının yüzeysel mesleki ilgisinin ötesine geçemeyen, Anglo-Sakson kaynaklarla ürkek teması ise doğrudan değil de “tercümenin tercümesi” metinler üzerinden –Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten Yeni Osmanlıcılığa- gerçekleşmiş bir aydın, Diyarbakır Sanat Sokağı’ndan yeri malı bir “Mr. Leopold Bloom” çıkaramadı diye elbette suçlanamaz. Ama kabul edelim ya da etmeyelim, en boheminden en sağduyulusuna, en radikalinden en liberaline Kürt aydınının Türk siyasal/kültürel kanonunu esas alarak kendi çehresini tanımlama girişimi artık geleneksel bir hezimet yasasına dönüşmüştür.
Burada trajik olan, Kürt aydınının evrensel bir ahlak ilkesini içselleştirerek ötekinin varlığına duyduğu hürmet duygusunu berkitmesi değil, sorun kendi dışındaki her türden “kuvvetli” varoluşu kutsamasıdır. Böyle bir duyuş, doğal olarak “muktedir” olanın tarih ve toplum tasarımını meşrulaştırır ve “kuvvetsizi” dinamik bir özne ve düşün nesnesi olmaktan çıkarır.
III.
Öyleyse, yaratıcı ve kahredici gücü devlet biçimini almamış/alamamış bir kavmin modern zamanların “direniş” kuytuluklarında, adına ister “demokratik özerklik” ister “domestik krallık” deyin, kendi milli varlığına dönük zinde bir alacakaranlık oluşturmaya başlaması kimseyi şaşırtıp ürkütmesin.
Birbirine eklemlenerek yapılaşmış bir tanımlar ve yitik hikâyeler kataloğundan ibaret son yüz elli yıllık Kürt anlatısı, nasıl oluyor da bu gevşek ve solgun doğasıyla kendini günümüze taşıma becerisi gösterebiliyor ve yeni yüzyılın ilk çeyreğini neden “yasa koyucu” yerli aydınlar/aktörler yerine, “düzmece” bir mahkeme karşısında “gerçek” bir konum benimsemenin getirdiği ürkeklikle kavmi varlığını bile zaman zaman tartışma konusu yapabilen sözüm ona “değer sorgulayıcı” liberal aydınlara/aktörlere emanet etme yoluna giderek, bitat varlığını bu şekliyle, bir yüzyıl daha güvence altına almaya çalışsın ki? Asıl irdelenmesi gereken soru/olgu bu olmalı.
Katı bir nedensellik hummasına tutulmuş pozitivist bir siyaset ve tarih kurgusunun coğrafi ve kavmi varlığımızdan esirgediği sürekliliği ve bütünlüğü mitin munis söylencelerinde aramak gerektiğinden söz etmiyorum. Ama kavmin siyasal, kültürel, dilsel ve sosyal parçalanmışlığının üstesinden gelmek için daha minör ve daha lokal bir tarih kurgusunun anlama eşiğimize sunduğu olanakları gözden kaçırmamak gerek.
Bütün sorun kalbini ve zihnini modern siyasal merkezlerin hakir bakışı altında mülahim bir röntgen nesnesine dönüştürmeden anlamanın makul bir yolunu bulmaktır. Kimsenin kuşkusu olmasın, makulü bütün çıplaklığıyla anlamak hem uçlardaki karanlık dibe hem de dipteki aydınlık yüzeye aynı anda nüfuz etmektir.
Kürt aydını 21. yüzyılın ilk çeyreğinde artık hangi kavuştağın ezgisi olduğuna karar vermek durumunda: Ortadoğu medeniyetinin üvey evlat kontenjanından Franz Kafka’nın Josef K.’sı, James Joyce’ın Stephen Dedalus’u, Dostovyeski’nin Raskolnikov’u, Turgenyev’in Bazarov’u ya da Cervantes’in Donkişot’u olamayacağına göre; Erebê Şemo’un Şivanê Kurmanca’sı mı, Mehmed Uzun’un Memduh Selim Beg’i mi, Helîm Yûsiv’in Mêrê Avis’i mi; yoksa Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mümtaz’ı mı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i mi, Yakup Kadri’nin Yaban’ı mı olacak? Kürt aydınlanması bahsinde onca fikri tereddüt ve acılı deneyimden sonra kapıya dayanan “parmak çocuk sorusu” budur açıkçası.
IV.
İşte tam da burada, eski sözcük ve kavramların daha asi ve serkeş anlamlar yüklendiği yorgun bir çağın eşiğinde, Kürt aydınının kim olduğu sorusu bu yüzden günden güne sert bir ton kazanıyor.
Zap’ın büyüttüğü karaşın oğlanlar, Botan’nın ipince boyunlu kumral kızları, Fırat boylarında Turani bir ayine Kürdili bir makamla şerh koyan liseli gençler, İstiklal’den Tarlabaşı sokaklarına kararmış çehreleri ve baygın gözleriyle gümrah ırmaklar gibi akan Diyarbakırlı tinerci çocuklar; Berlin’de, Paris’te, Londra’da, Oslo’da göçebe bir ömrün son kırıntılarını yerleşik bir çileyle tüketen Dersimli yaşlı kadınlar haklı olarak soruyorlar artık: Kürt aydını kimdir; kimin şafağını emzirir?…
Bu soru bir çeyrek yüzyıl önce belki de sadece ahlaki ve siyasal bir vurgu taşırken, bugün entellektüel anlamda “bilgisel” bir temsil iması da kazanmıştır/kazanıyor. Kürt siyasal/sosyal dinamiğinin ulaştığı yatay ve dikey hacim, bir yanıyla Gramsci’vari anlamda meslek aydınlarının; duyarlı taşra doktorlarının, gazetecilerinin, avukatlarının, öğretmenlerinin, mühendislerinin, imamlarının, parti ilçe başkanlarının münevverlik döneminin kapandığını müjdelerken, diğer yanıyla ise Sartre’vari anlamda yalnızca siyasi/ruhani bir adanmışlığın ya da part-time vicdan muhasebeciliğinin ateşten bir gömleği giymeye; Kürt aydını vasfı kazanmaya yeterli olmayacağını da gösteriyor.
Kavim, bilgisel donanımı ve medeni düzeyi sadece Kürdün “kuyruklu olmadığını” ıspatlamaya yeten ortaboy münevverinden “milli ve entellektüel vakar” talep ediyor artık. Yani Theodor Adorno ya da Michel Foucault köklü bir fikir kardeşliğiyle güneşin göz kamaştıran ormanlarından Kürdün ürkütülmüş kalbine işmar ederken, artık “intizar” ve “sızlanma” katından Kürt aydını sıfatı kazanmak daha da zorlaşıyor.
Bu yeni durum Kürt vadisindeki eski bir aydın türünün kederli günbatımıdır da aynı zamanda; 19. yüzyıl sonu/20. yüzyıl başı Frenk terbiyesiyle yetişmiş kibar Kürt beyzadelerin, 1950’lerin Mele Mustafa Barzani efsanesinin büyülediği milli nostaljiklerin, 1960-70’lerin Türk üniversite kampüslerinin hararetli Fikir Kulüpleri’nde koca sosyalizim külliyatını sadece ‘ABC’sinden hatmetmeye vakit bulabilen sabırsız ve yiğit devrimcilerin, 1980-90’ların silahlı mücadele ortamında el yordamıyla ve bedel ödeyerek yeşerip serpilen siyasal/toplumsal adanmışların uzun ve kederli günbatımı.
Ancak Kant’ın saf ahlâk ilkesi ya da Deleuze’ün kap-kaç aygıtı yerine, yüksek sağduyusu malumun manifestosu orta hal kitap ve fikirlerle şekillenen bir aydın türünün sahneden yavaş yavaş çekilirken yarattığı entellektüel boşluğa, medyatik bir rüzgarla hemencecik yerleşiveren “melez” Kürt proseyoneller de tarihsel bir kırılmanın yaşandığı böylesi zorlu bir dönemde bu ahlaki ve bilgisel donanımlarıyla uzun süre orada kalamayacaklar.
Evet, çocuk kalmış bir kavme bilge evlat olmakta inatla ayak direyen bu “gayri-milli” zevat, ya harita bilgilerinin yetersizliğinden ya da göçebe bilim görgüsüzlüklerinden, kendi adına hutbe okutan mirlerin sürgünle terbiye edilmesini hâlâ basit bir tarihi vak’a diye anlatadursun, Kürt aydınının gerçekten kim olduğu sorusu onca fikri tereddüt ve acılı deneyimden sonra daha cesur bir vurguyla soruluyor/sorulacaktır. Çünkü gelen mevsim, Bırca Belek’in yıkıntılarında aşk ve hınçla yeniden yeşermek isteyenlerin “yerli” mevsimidi

http://www.binbejing.com

bu baslikla girisi berbat yazilarin ilerleyen satirlarda  ise yarar olmayacagini idda etmiyorum giris bir magazanin vitrini gibidir onunden geceni de iceri cekebilir veya iceriye girmeyi birakin onunde bile oyalanmazsiniz bu yazi da dili satafatli kullanayim diye kendini epey zorlamis bir yazarin yazisi baslarken kotu bir izlenim yaratiyor icimden okumak gelmedi aktaranin ovgusunden dolayi zorla okuyacagim bakalim beklentim ile buldugum arasinda fark olacak mi.

yaziyi okuyorsun bir suru karman corman edebiyat denemesi luzumsuz bir alinti zinciri simdi insan aydin elestirisi yapmaya kalktiginda en azindan kemale ermis bir olgunluk arar yazida yazinin kendisi niyet ve gercek oyle olmasa bile berbat bir ozenti izlenimi yaratiyor ozenti aydin denilen her neyse ben daha genel bir deyim kullanayim dusunmek icin akil yurutmek icin en tehlikli girdap tir (robin bu metaforu iyi hatirlattin bize)hafif bir ozenti japon teknoljisi gibi (son gunlerde taktigim mevzu) daha sonra kendine hasligi yakalayacak surec icin belki iyi olabilir ancak dozu kacirmayacaksin bu yazida doz sadece asiri retorik asiri alinti (neredeyse sideway show a donusmus) degil ana fikir nedir ben dogrusu anlayamadim. bir yaziyi okudugunuzda yaziyi okurken fikir kristallesmesi lazim bu yaziyi okuyunca kafam ambele oldu  icinde ilginc elestiriler ve gorsuler var gerci bunlarin bazilari bir biriyle pek irtibatli degil ama olsun vesselam yaziyi yazanin sunu sade bir,dille yazmasini oneririm ancak benim aklimda kalan su benzetme olcak “demokratik özerklik” ister “domestik krallık” deyin diyor ikincisini duzelterek soyluyruz "domestik ilkel mutlak monarshi" ilkeli sirf kotu bir sifat olsun diye koymadim arkadaslar orta cagda bile krallari aristokratlar secer primus inter pares deyimi (esitler icinde biri(nci)) kavrami yuvarlak masa konsepti (masa yuvarlak olacak ki bu kral denilen kisi kendini kral yapan king makerlardan kendini fazla farkli yerde hissetmesin) buSECIMden cikmis KCK li ilkeller Ocalan i gostermelik secimle bile atamayi secmemis direk ve  ilelebet baskan teorisyen baba profet her sey ilan edilmis buna her sey denir ama DEMOKRATIK hic denmez ozerk ? Ocalan ozerk o kesin fekat ya biz? bascavusun esseginden daha kotu durumdayiz neyse asil konudan saptik ben bir sure once newroz ana sayfasina asilsin diye israr ettigim su anda yazarinin adini unuttugum Kurd aydini uzerine yazilmis bence en guzel analizi oneririm FAZLA ozenti izlenimi veren, ozenti dozu kacmis  yazilari elestirelim taa ki ozenen yazar artik kendi gibi olma isaretleri verene kadar gene de eline saglik dusunme cabasi bile "bir ayine " deger hurmetler HeK

Birikim dergisi yazarlarından Derviş Aydın Akkoç’un  Kürt aydını üzerine önemli yazısını yayınlıyoruz.(Söz konusu yazı Birikim dergisinin internet sayfasından alıntıdır) Son derece isabetli ve önemli analizler içerdiğini düşünüyoruz bu metnin. Bu konuda Binbejing sitesi olarak yakın zamanda çeşitli tartışmalar yapacağımızı bu vesile ile belirtelim.    ” Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın.” Hamlet’ten. Yukarıya aldığım cümle William Shakespeare’in 1601’de sahnelenen Hamlet adlı oyunundan: “Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın”. Kürt entelektüelinin günümüzdeki içler acısı vaziyetini tartışmak için bu cümleden hareketle kimi spekülasyonlarda bulunmak istiyorum. Ama önce cümlenin bağlamını vereyim. Oyunun birinci sahnesinde geçer bu kısacık cümle. Danimarka’nın Elsinore kentinin Kromberg kalesinin surlarında iki nöbetçi dikilmiştir. Birkaç gündür yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Nöbetçiler gece bir hayaletle karşılaşmışlardır. İki gece üst üste görmüşlerdir hem de. Danimarka Prensi Hamlet’in öldürülen babasının hayaletidir bu. Nöbetçiler korku içindedir. Hayalet karşısında dilleri tutulmuştur. Hayalet oradan oraya hızla süzülüyor, nöbetçilere dadanıyordur. Ama hayaletin bu tekinsiz varlığı karşısında nöbetçilerin elleri kolları, basiretleri bağlanmıştır. Mızraklar anlamsız, kılıçlar beyhudedir. Bu kahrettiren durumu Hamlet’in dostu Horatio’ya açarlar. Horatio evvela hayalet fikrine aldırış etmez, deli saçması bir yanılsamadır ona göre bu. Kaldı ki, kulaklarla işitilene değil, gözlerle görülene inanan biridir. Sıkı bir pozitivisttir bir bakıma. Ne ki, ısrarlara dayanamaz ve bir gece kalenin surlarına Horatio da gelir. Hep birlikte hayaleti beklerler. Gece yarısına doğru hayalet yeniden, üçüncü bir kez görünür. Bütün vakarlığına rağmen Horatio da kesif bir korkuya kapılmıştır. En az nöbetçiler kadar şaşkındır gördükleri karşısında. Hayalet hakikaten de vardır, olanca dehşetiyle işte oradadır. Garibim nöbetçilerin dişleri takırdıyor, ne yapacaklarını bilemiyorlardır: “Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın”. Bilinmeyen karşısında atılan tiz bir imdat çığlıdır âdeta bu cümle. Horatio okumuş adam olmanın mağrurluğuna hiçbir surette halel getirmeden beklentiye cevap vermeye teşebbüs eder. Korkuya galebe çalıp cesareti kuşanmıştır. Hayalete avazı çıktığı kadar bağırır: “Dur, konuş, konuş diyorum sana, konuş!” Maalesef hayalet Horatio’yla konuşmaz. Sessizce, tüm haşmeti ile çekip gider. Az sonra yeniden görünür ama. Horatio kararlıdır, ne yapıp edip konuşacaktır onunla: “Dur ey hayal, / Dilin varsa, sesin varsa, / Konuş benimle!” Horatio bu sefer de eli boş dönmüştür. Hayalet tüm çabalara rağmen bir türlü konuşmamıştır. Neden sonra akıl ederler ki, hayaletle konuşabilecek, bu huzursuz, lanetli ruhun dilini çözebilecek tek kişi, bir başka okumuş adam olan Hamlet’ten başkası değildir. Üç Özne, Bir Nesne ve Muammanın Gücü Kelam etmeye çalışacağım mevzu için bu kadarı kâfi. Şimdi bazı sorular soralım entelektüelin “popüler marazlarına” ilişkin. Edebiyatın alegori ile olan ilişkisini bir parça eğip bükerek yol alacağım. Karşımızda birbirleriyle bağlantılı üç özne var: nöbetçiler, Horatio ve hayalet. Üç öznenin arasında da yer değiştiren bir nesne var: dil. Spekülasyona hayaletle başlayalım. Hayalet neden ilk göründüğü andan itibaren nöbetçilerle konuşup iletişime geçmemiştir? Karşılıklı konuşulacak bir özne olarak görmüyor mudur onları? Nöbetçilerin mutlak değersizliğiyle mi ilişkidir bu ketumluk? Görünen ama bir türlü işitilmeyen garip varlığı, nöbetçilerde neden salt korku duygusunu harekete geçirmektedir? Hayaletin muhataplarını korkutması, siyasi iktidarın doğasını ele vermez mi? Üçlü ilişki içinde hayalet korku hassasıyla iktidar hissinin, tahakküm dinamiğinin ta kendisidir. Son soruyu şundan ötürü siyasetle ilişkilendiriyorum: Bir başka İngiliz, Thomas Hobbes da, 1651’de yayımlanan meşhur eseri Leviathan’ı, yani deniz canavarı olarak modern devleti 17. yüzyılda korku duygusundan hareketle tartışmış, siyasi ve hukuki teşekkülün mayasını korkuyla karmış, siyasi teçhizatı korkudan hareketle temellendirmiştir. En saf haliyle öldürülme korkusudur bu. Modern burjuva devlet yapılanmasının bir yüzünde öldürebilme gücü bulunuyorsa, öte yüzünde de yaşatmagücü vardır. Öldürmeye muktedir olan yaşatmaya da muktedirdir. Devlet ölüm ve hayat üzerinde hâkimiyetini ilan etmiş emsalsiz güçtür. Düzen, huzur ve güvenlik: devletin siyasi Bir olma halinin kapılarını açan bu üç anahtar ancak mahut iki unsurun (öldürmenin ve yaşatmanın) istikrar ve sürekliliğine bağlıdır. Teolojik-ilahi tasavvurun dehşet saçan Tanrı anlayışından, bu kez dünyevi alanda korkutan devlet fikrine geçişin kaçınılmaz sonucudur bu. Egemen, öncelikle korkutandır. Korkutma vasfına sahip olmayan egemen, egemen olamaz. Hayaletler, canavarlar, şeytanlar; devlet adamları, savcılar, hâkimler; ölümler, idamlar, hapishaneler, işkenceler… Canavar-devlet zavallı uyruklarıyla asla konuşmayacaktır. Bunun için aracılara, nakliyecilere ihtiyaç vardır. Uyruk ve devlet arasındaki tek bağlantı noktası korkudur. Siyasi iktidar tüm çıplaklığı ve fütursuzluğuyla korkuda gizlidir; egemen korkutma fiilinin faili, uyruksa nesnesidir. Modern devlet ve iktidar yapılanmasının efsunu korkudur. Hayalet, bu anlamda gerçek iktidardır. Halkın Kara Yazgısı: Susmak, Hep Susmak Nöbetçilere geçelim şimdi. Nöbetçilerin hayalet karşısındaki dilsizlikleri sadece okumamış olmalarından mı kaynaklanıyor? İktidara söylenecek söz için, okumuş olmak mı lazım? Bilgi ve bilgi ile gelen türlü statüler (Horatio sarayda devlet adamları arasında yaşamaktadır) sözün tasarrufunu tekeline mi almıştır? Bu çerçevede nöbetçiler ve halk arasında bir ilişki kurulabilir mi? Bana kurulabilir gibi görünüyor. Kuşkusuz bu ilişkiyi tamamen biçimsel bir açıdan kuruyorum. Nöbetçiler güvenlik için oradadırlar. Bu doğru. Modern devlet örgütlenmesinde güvenliğin tesisi ve bunun ön koşulu olarak Yasa’nın zorlayıcı gücünün faalliği için silahlı güçler şart. Lakin Yasa’da tecessüm eden siyasi sözün kullanımıher koşulda egemene aittir, ona bağlıdır. Yasa söz konusu olduğunda, Cemal Bâli Akal’ın belirttiği üzere, “silahı elinde tutanın, güvenliği sağlayanın ya da uygulayıcının söyleyebileceği bir şey yoktur”. Silahın gücü, Yasa koyucu iktidarın “gücünün gölgesi” olabilir ancak. Halk ve nöbetçiler arasında kurulabilecek ilişkinin ortak paydası, hayalete söyleyebilecek hiçbir şeylerinin olmaması, siyasal alanda gölgemsi varlıklar olarak tezahür etmeleridir. Dolayısıyla halk da hayaletin huzurunda nöbetçiler kadar konuşma kabiliyetinden, gücünden mahrum kalacak ve korkacaktır. Halk iktidar karşısında dilsizdir. Zaten dilsiz olduğu için korkmaktadır. Hayaletin korku saçmasının ilk nedeni nöbetçilerle konuşmamasıdır. Nöbetçileri dinleyip dinlemediği bile belli değildir. Konuşabilseler, hayalet onları bir dinlese, bilinmeyen nedenler çözülüverse, korku da dağılıp gidecektir ama makûs yazgı buna müsaade etmez. Bilmedikleri olaylar karşısında şaşıran, neden ve sonuç ilişkisi kuracak araçlardan yoksun olan halk… Oyunun ilerleyen sahnelerinde Kral tarafından halk, akıl varlığı olarak değil korku ve panik edimlerine teşne, yarı meczup duygu varlığı olarak tanımlanır: “Halk denilen o güvenilmez kitle / Yargılarında akıllarını değil, gözlerini kullanır onlar / Bu yüzden suçu değil, suçluya inen kırbacı görürler”. Siyasi iktidarın bakış açısını, modern tahakküm ilişkilerinin mantığını tam olarak ele veren bir çıkarımdır bu. Halk kabadır, anlayıştan, muhakeme yetisinden mahrumdur. Yönetilen konumunda olmasının nedeni de budur. Siyasi iktidarın örgütlenmesi esnasında halka güvenilmeyecektir. Ne yapacağı belli değildir, davranışları önceden kestirilemezdir. Aklın değil, tutkuların esiridir halk. Çoğu zaman “şapşal” olarak görülmüştür. Durmaksızın kendinden taşan kalabalıktır, hudut tanımaz güruhtur. Halkın bilgiyle hemhal olması mümkün değildir. Sözden nasiplenemeyeceklerdir. Hasbelkader nasiplenirlerse, siyasi iktidar için tehlike çanları çalmış demektir. Mezarlık sahnesinde Hamlet müstakbel tehlikeye işaret eder: “Tanrı hakkı için Horatio, üç yıldır dikkat ediyorum da, öyle bilgiçleşti ki insanlar, köylünün ayağı saraylının topuğuna ulaştı, nasırını acıtmaya başladı”. Siyasi iktidar ayakların yöneliminin -bilgiçlikle bile olsa-, halkın bilgiyle olan ilişkisinin önünü almak durumundadır. Nitekim böyle de olmuştur. Okuma ve yazma uzunca bir süre küçük bir azınlığın ayrıcalığı olmuştur. Hülasa nöbetçiler zihnen bayağıdırlar, hayaletle konuşabilecek meziyetlere sahip değildirler. Nöbetçiler korkunun uç durumu olan umutsuzluktan ötürü Horatio’ya başvurmak zorunda kalmışlardır. Umutsuzluk, korkunun yoğunlaşmış, külçeleşmiş biçimidir. Bu bağlamda bilgi ve dille olan ilişkinin aksıya alınmasından kaynaklanan iki kötücül duygu nöbetçileri felç etmiştir: korku ve umutsuzluk. Aracıların Varlık Nedeni: Hayaletlerle İlişkilenme Son olarak, kurtarıcı kahramanımız Horatio’ya değinelim. Dilsiz halk (nöbetçiler) ile korku saçan hayalet arasında bir köprü, uğraktır Horatio. İlk bakışta masumdur. Kader, Horatio’ya bilginin kapılarını açmış, aklın nimetlerinden istifade ettirmiştir, hepsi bu. Onun payına da bu düşmüştür. Kamudan sıyrılmıştır, ayrıcalıklıdır. Dahası halk da bunu böyle görmektedir. Horatio sözün gücüne sahip bir kişiliktir. Ama adlandırılamayan, tanımlanamayan bir şeyle konuşmak neden hep bir bilgi meselesi olmuştur ki? Nöbetçiler ile Horatio arasındaki doğallaştırılmış ayrımın nedenleri nelerdir? Horatio’da olup da halk da olmayan ne vardır? Şayet hayalet lütuf buyurur da konuşursa nöbetçilerle değil de, Horatio ile mi iletişime geçecektir? Bu böyle olacaksa, fukara nöbetçilerin korkusu ebedmüddet sürecek midir? Suskunluk ne zaman bozulacaktır? Horatio halk ve iktidar arasında bir çeşit temsil işlevi mi görmektedir? İyi de, bu temsil işlevini nasıl gerçekleştirecektir? Daha da çetrefili, Horatio nasıl olur da, nereden ve hangi kaynaktan çekip çıkarıp da nöbetçilerin isteğini, hiçbir sorgulamaya tabi tutmaksızın yerine getirmeye çalışır ve hayaletle konuşmaya kalkışır? Şunu sormak istiyorum: Horatio, temsilde açığa çıkan sözün meşrulaştırılmasını nasıl mümkün kılabilmektedir? Temsiliyeti çarpıtarak aksettiremez mi mesela? Bunun olmayacağının teminatını kim verebilir? Hiyerarşik olarak hayalet ve halk arasında konumlanmış Horatio’nun küstahlığı nasıl değerlendirebilir? Horatio’nun ilk hatası, bağışlanmaz ilk günahı, Efendi’nin sözün tasarrufuna sahip olduğunu, icazeti olmaksızın da Horatio’nun Efendi karşısında bir hiç olduğunu unutmuş olması, hiçbir mesafe almaksızın temsil etme hissinin kuvvetleri tarafından iğva edilmesidir. Tüm bu negatiflikleri içinde tek pozitif tarafı, korkunun sınırlarını aşıp cesarete ulaşmasıdır. Hayaletle konuşmak bu düzlemde cesaret işidir çünkü. Entelektüel söz her şeyden önce cesareti şart koşar.   Kürt Entelektüelinin Horatiolaşması Bugün Türkiye’nin siyasal alanında Kürt entelektüeli olarak arzı endam eden figürler, hayalet karşısında dilinin tutulmuş olduğu sanısına kapıldıkları Kürtlerin temsiline soyunmuşlardır. Burada türdeş bir entelektüel tipinden söz etmiyorum. Çeşitlilikleri yok saymak, entelektüeli tek ve kuşatıcı bir topluduruma indirgemek niyetinde değilim. Sadece baskın yahut genel bir eğilimi etrafından dolanarak deşmek istiyorum. Horatio’nun içine sürüklendiği yanlışı Kürt entelektüelleri de yaşamaktadır. Kürt entelektüellerinin yanlışı, trajik olduğu kadar tarihseldir de. Entelektüellerin hayaletle konuşma pratikleri, kamusal bir sorumluluk duygusunun, “olanı olduğu gibi anlatma” derdinin tezahürü değildir. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Tespitim şu: entelektüellerin siyasi iktidar tarafından gözleri kamaşmıştır. Entelektüel politikleştirilmiş söz üzerinde kullanım hakkı iddia edebildiği andan itibaren konuşma ediminin faili olabilir. Ne var ki, Efendi’nin menzilinden sözü çalarak, bu sözü halkla buluşturarak hüviyet kazanabilir ancak. Bunun için de öncelikle kamusal bir dil ve ortak bir hissiyat arayışını elden bırakmamalıdır. Oysa Kürt entelektüeli Efendi’nin dümen suyuna kapılmıştır. Efendi’nin kudretinden pay alabilmek için etik yükümlülüklerini hallaç pamuğu gibi savurup atmıştır. Toplumu, bir başka ifadeyle sözcülüğünü yüklendiği kesimleri bir tarafa bırakmıştır. Konformizm, gazete köşeleri, üniversite kürsüleri, televizyon ekranları entelektüelin ruhunu işgal etmiştir. Gelgelelim, tersten işleyen bir süreç var burada da. Kürt entelektüeli rotasını siyasi iktidara göre ayarlamıştır, yani durmaksızın ona bakarak, onu muhatap alarak konuşmaktadır muhtelif mecralarda. Pusulasını şaşırmıştır. Oysa konuşma eylemi bunun tam aksi istikamette cereyan etmelidir. Konuşma siyasi iktidarla olduğu kadar, halkla da olmalıdır. Hatta öncelikle halkla konuşulmalıdır. Ama sadece konuşmak da yetmez, hakiki bir iletişimin gerçekleştirilebilmesi için halk, buna “toplum” da diyebiliriz hiç fark etmez, “dinlenmelidir” de. Halkın dinlenilmesi nadirattandır ama. Ne de olsa, Kralın bahsettiği gibi halk “güvenilmezdir”, aşağı pozisyondadır, değersizdir. Horatio ve Hamlet de Kralın bu kanaatini paylaşır. Okumuş adamlar olarak onlar nezdinde de halk ikincildir, tali ve dilsizdir, tıpkı Kürt entelektüellerinin çoğunda olduğu gibi. Zaten entelektüelin vicdani gıdasını tedarik ettiği yer de burasıdır. Gönlü rahat bir biçimde sözün menzilene girerken halkın cehaletini, dilsizliğini veri almış, kabul etmiştir. Zemin Kaybında Kürt Entelektüelleri Kürt entelektüelleri konuşma esnasında sahip olmaları gereken uzaklığı, mesafe duygusunu kaybetmişlerdir. Entelektüellerin kamuya değil, hep ve her defasında devlete konuşmalarıyla açıklanabilir bu kayıp. Tek taraflı işleyen bir eleştirel mekanizmaya bel bağlanması, devletle sabitlenmiş konuşma ediminin apaçık kanıtıdır. Zemin kaybı da bu yüzden yaşanmaktadır. Sözü sarf ederken nerede, nasıl konum alınması gerektiği bulanıklaşmıştır. Entelektüellerin kahir ekseriyeti Kürt siyasi hareketine mesafe almaya çalışırlarken çareyi siyasi iktidara söylemsel olarak yaklaşmakta, ruhen yakınlaşmakta bulmuşlardır. Sözüm ona şiddetle aralarına mesafe koydukları için “temiz” ve “masum” kalmışlardır. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan gelişmelerden entelektüeller de sorumludur. Entelektüel aptal değildir. Yaptıklarının ve yazdıklarının farkındadır. Kürt siyasi hareketi de dâhil olmak üzere, siyasi hareketlere karşı mesafe alınması kalem erbabının selametinedir. Bunu tartışmıyorum. Mesafe ya da özerklik, elbette entelektüel açısından olmazsa olmazdır. Ama Kürt entelektüellerinde ipin ucu kaçmıştır. Ya siyasi iktidara ya da Kürt hareketine angaje olmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini. Bu bağlanma halinin iki türlüsü de yanlıştır, telafisi mümkün olmayacak felaketlere de gebedir üstelik. 18. yüzyıldan beridir sürmekte olan entelektüel algısının feci bilançosu ortada: entelektüel evrensel hakikatin taşıyıcısıdır, toplumun her zaman bir adım önündedir ve yol göstericisi, aydınlatıcısıdır. Bu kavrayışın faturası ezilenler cephesinde pahalıya patladı. İki yüz yılın yıkım ve bozgunlarıyla kayıtlıdır bu. Kürtlerin evrenselleştirilmiş bir hakikati varsa bile, entelektüel bu hakikatin yaratıcısı yahut tek aktif öznesi değil, müşterek, mütevazı bileşeni olabilir sadece. Entelektüelle halk arasındaki boşluğu telafi edecek olan etmen budur. Aydın figürünü toplumun en başında yürüyen bir buz kırıcısı olmaktan çıkaracak, toplum içinde bir kişi haline getirecek olan da, yine bu müşterekliktir. Entelektüeller ve Temsil Krizi Kürt entelektüelleri halkla özdeşleştikleri, halkı külliyen temsil ettikleri yanılsamasına kapılmışlardır. Bu yaparken de Horatio’nun günahını tekrarlamaktadırlar. Mutlak dilsel temsiliyet imkânsızdır oysa. Benim tartışmaya açık kanaatim şu: Bugün gelinen evrede bir halk olarak Kürtler dilsiz değildir. Her şeyden önce birikmiş deneyimleri vardır. Çeşitli imge ve sembolleri, yaşadıkları türlü hikâyeleri bulunmaktadır. Halk yaşanan bunca deneyimden sonra bilgeleşmiştir (“halk” kelimesine romantik bir anlam yüklemiyorum). Öyle bir bilgeliktir ki bu, sistematikleşen öldürülme korkusuna karşı kendi hayatta kalma önlemlerini yaratabilmiştir. Ölüm ve yaşam diyalektiğinde devletin ikili işlevine çomak sokulmuştur. Kürtler bu nedenle herhangi bir kesimle, “Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın” minvalinde bir ilişki içinde değildir. Ama iyi ama kötü bizzat kendi örgütlülükleri, siyasi tecessüm imkânları bulunmaktadır. Ayrıca, eylemsel varlıkları da göz önüne alındığında, hayaletten pek korktukları da söylenemez. Kürt entelektüeli dilsizlik ön kabulünden vazife çıkarma işini artık bırakmalıdır. Deneyimlerin aktarılması işi şimdilik sıkıntı arz ediyor olabilir ama aşılmayacak bir engel değildir bu. Hal böyle olmasına rağmen Kürt entelektüeli siyasi iktidar karşısında Kürtler adına sözalmanın cezbinden paçasını bir türlü sıyıramıyor. Entelektüelin siyasi edimi, hiçbir zaman temsil dolayımı vasıtasıyla politik iktidarla konuşmak olmamıştır. Temsil, temsiline soyunduğu özneyi ikinci bir kez dilsizleştirmek, sözün alanından tecrit etmek sonucunu doğurur. Öznenin, özneliğinin elinden alınarak nesne derekesine indirilmesidir temsil faaliyeti. Böylesi bir pratiğin entelektüeli iktidara yaklaştırdığı doğrudur. Politikleştirilmiş sözün gücü vardır. Siyasi iktidar bu gücün sonuna kadar farkındadır. Gücü terkisine almak için de azami çaba sarf eder. Gelgelelim Nilgün Toker’in kavramsallaştırmasıyla “entelektüelin siyasi sorumluluğu” cezbedilme, büyülenme çabasına karşı koyar. Ne var ki, Kürt entelektüeli fikirle olan ilişkini kopardığı, halkı hizaya getirmek, şekillendirmek istediği içindir ki, sorumluluk hissini de yitirmiştir. Entelektüelin elbette siyasi bir işlevi vardır ama entelektüel siyasetçi değildir. Arada ince bir sınır vardır ve maalesef Kürt entelektüelleri mütemadiyen bu sınırı ihlal etmekte, Kürtler adına söz alırken siyasileşip onlara ideal hayatlar kesip biçmekte, bu yüzden de küçük ve dağınık iktidar bloklarına dönüşmektedirler. Hakikatin şahitliğini yapma iddiası, hakikati oluşturan kuvvetlere eşit bir uzaklıktan ve eleştirel bir perspektiften bakmayla desteklenmediği takdirde kişiyi hakikat tiranına dönüştürebilir. Hamlet’in ölümünün yaşandığı son sahnede, Hamlet’in ölümü üzerine Horatio da kendini öldürmek ister. Hamlet’in göğsündeki son nefesleridir ve şunlar dökülür ağzından: “Her şeyi anlatacak kimse olmazsa geride / Eğer yüreğinde bir parça yerim olduysa / Uzak tut kendini bu mutluluktan / Ve bu haşin dünyada acıyla soluk almaya devam et / Ki hikâyemi anlatabilesin”. Entelektüelin tarih yazımını da ilgilendiren işlevi tam olarak bu değil midir bir yerde: eylemi, onun etkilerini, yani olanı biteni olduğu gibi anlatmak. Hikâyeleri duymayan kulaklara aktarmak… Nitekim Horatio da öyle yapar, acıyla soluk almaya devam eder dünyada. Kürt entelektüeli bu anlamda Horatio’nun bir hayli gerisine düşmüştür. Anlatısına hikâyelerden, eylemlerden mağduriyet kotarabildiği ölçüde kıymet biçmiştir. Başkaları adına sözü kuşanmak yetmiyormuş gibi bir de başkalarının acıları üzerine kimlik kurmak, varlık alanı açmak…  Küstahlığın samimiyetsizlikle birleştiği, sözün itibarsızlaştığı eşiktir burası. Krizden İstifa Etmenin Yolları Üzerine Temsil krizinden çıkışın yolu, artık iyice suyu çıkmış ve hiçbir şey ifade etmeyen vicdanlara seslenmek değil, sorumluluk duygusuna yaslanarak olanı olduğu gibi aktarmak ve temsiliyet iddiasından vazgeçmektir. Kürt entelektüeli halkın vicdanı olmaktan sıyrılıp, “adalet duygusuna” yatırımda bulunmalıdır. Siyasi iktidarın anti-demokratik uygulamaları akabinde toplumun sadece vicdanı zedelenmez, adalet duygusu da hasar alır. İktidarın diline pelesenk ettiği “kamu vicdanı” ifadesi, politik içeriği yağmalayan boş bir gösterendir. Bir çeşit manipülasyon işlevi gören vicdana prim verilmemeli, her daim temkinli olunmalıdır. Vicdan ve adalet bambaşka olgulardır çünkü! Biri ahlakın diğeri politikanın derdidir. Siyasetin ahlakı değil, etiği olur. Ahlaki söz dünyaya düştüğü andan itibaren, peşi sıra bir “ötekini anlama-ötekine bakma” arzusunu tedavüle sokmaktadır. Kürt meselesi ötekini anlama ve eşanlı olarak ötekine kendini anlatma problemi değil, adaletsizlik üreten bir siyasi yapılanmanın eşitsizlik ilişkisidir. Vicdanın, politik ve etik bir mesele olan adaletin ikamesi haline getirilmesi politikanın sıfırlanmasıdır. Vicdanî bir sese tutunduğu içindir ki Kürt entelektüeli kimliğini mağduriyetle anlamlandırmakta, halkı da salt mazlumluk kodu içinde tasavvur etmektedir. Mazlumluğun “ipine tutundukça” da adalet arayışını sabote etmekte, politik söylemi dar bir “kimlik siyasetine” kilitlemektedir. Hayalet karşısında imtiyazlı söze kavuşmanın bedeli adalet fikrinden vazgeçmek, bu kesitte de hayaletin zorbalığını ikinci bir kez perdelemek, iktidarın eşitsizlikle yükseltilmiş varlığını gizlemek olmuştur. Kürt entelektüeli başkaları adına söz almanın vicdan temelli küstahlığından imtina etmeli, iktidar ve toplum arasındaki ilişkinin eşitsizliklerini ifşa etmekle yetinmelidir. Ayrıca kurban ve cellât, güç ilişkileri düzleminde aynı kefede yer alamaz. Kurbanın dokunulmazlığından, kutsallığından söz etmiyorum. Kurban da değerlendirilmeli, eleştirilmeli ama entelektüel elbette “suçluya inen kırbacı” sorun edecektir. Ama Türkiye’de bu böyle olmuyor. Kırbaç değil, kırbaca maruz kalanlar sorunsallaştırılıyor! Bunun yakın dönem örneği Uludere’deki kıyım sonrasında yazılıp çizilenlerdir. Cellâdın insanlar ve hayvanların yaşamlarına son verdiği akıllı bombalarının sorun edilmeyip kurbanların “kaçakçılık” mesleğini icra etmelerinden dem vurulması… Türkü ve Kürdü ile entelektüellik payesini kendine biçenler adına utanç vericidir bu! Bu payeden derhal istifa edilmelidir. Sorumluluk duygusunun tetiklediği politik-etik bir zemini inşa etmek, şu meşum baş dönmesine bir son vermek gereklidir. Topluma yukarıdan, devlete aşağıdan bakarak akıl fikir vermekten bıkıp usanmak ve nihayet bu yozlaşmış tutumdan vazgeçmek… Spinoza, Platon’unun geliştirdiği, modern entelektüellerin de şu ya da bu şekilde etkilendiği uğursuz “filozof-kral” fikrine kapılmamanın panzehirini bulmuştur. Spinoza gerek temsil yalanı gerekse entelektüelin yönetim işlerine bulaşmaması için en büyük silah olarak “ihtiyat”a işaret etmiştir. Kürt meselesi gibi hassas bir konuda bir parça ihtiyat bile hakikaten pek çok düğümü çözebilir. Söz patlamalarının yaşandığı bir hadisat toplamı olarak Kürt meselesinde bana kalırsa son sözü söylemesi gerekenler, tüm sancılı deneyimleriyle Kürtlerden başkası değildir. İlle de aracılık edilecekse bakışın odağı Kürt halkı olmalıdır. Entelektüelin bu bakıştan amacı da halkın ayaklarının saraydakilerin topuklarına çarpmasına, egemenleri rahatsız etmesine olanak yaratmak, halkın bilgi ve söz ile iştigal etmesinin yollarını bulmak ve geri çekilmektir. Hayalet karşısında politik söze temas etme cesaretine halkın sahip olduğunu gösterebilmektir. Halkın hayaletlerle konuşabildiği yerde de, Che’nin hikmetli mecazı ile “intihar etmek”, kaybolmaktır. Tek kelimeyle feragattir bu: ihtişamdan, itibardan, ayrıcalıktan, “gölge güçten”… Türkiye’de demokrasi rejiminin inşası biraz da bu intihar sürecine bağlı. İçinde insanların kendilerini olanca çokluğuyla ifade edebildikleri, korku vesilesi hayaletlerin defedildiği bir demokrasi rejiminin ve yeni bir kamusal alanın tesisi akabinde, gerisi kendiliğinden gelir zaten. http://www.binbejing.com    

Şîroveyeke nû binivisêne

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.