Karayılan: Sorun, “özür dileme” değil kapsamlı yargılanma sorunudur. İran’ın kuşatılmışlığı seni neden rahatsız ediyor?
Îbrahim GÜÇLÜ ([email protected])
Türk basını, kritik dönemlerde Kandil’de Karayılan’la röportaj yapma ve onun görüşlerine başvurarak yeni incilerin dökülmesini, Türkiye’nin işine gelir sözlerin duyulmasını, sağlıyorlar. Daha önceleri, Hasan Cemal (Milliyet), Amberin Zaman (Haber Türk), Osman Sağırlı (Türkiye), Ahmet Alttan-Yasemin Çongar Murat, Karayılan’la röportaj taptılar.
Son günlerde de Radikal Gazetesi’nden deneyimli gazeteci Ertuğrul Mavioğlu, Murat Karayılan’la röportaj yaptı. Ertuğrul Mavioğlu’nun Murat Karayılan’la yaptığı röportaj, üç gün boyunca Radikal gazetesinde, 28 Ekim 2010 tarihinden başlamak üzere yayınlandı.
Daha önce Murat Karayılan’la yapılan röportajları, Öcalan’ın görüşlerini değerlendirmeye esas aldığımdan dolayı, üzerinde durma gereği görmemiştim. Gelinen aşamada bu geleneği bozarak, doğrudan doğruya Karayılan’ın görüşleri üzerinde durmayı da doğru buluyorum. Çünkü Karayılan’ın görüşleri ile Öcalan’ın görüşlerinin çakıştığı ve örtüştüğü, ayrıştığı dönemler var. Bundan sonra da var olmaya devam edecektir. Hatta benim görüşüme göre, Devletin PKK’sının doğrudan temsilcisi olan Öcalan’la, zaman-zaman devletin ve zaman-zaman da Kürdün PKK’sının temsilcisi olmak zorunda kalacak olan Karayılan’ın görüşleri arasında önemli farklılıklar, ayrışmalar daha fazla olacaktır.
Bu noktada Karayılan ve arkadaşlarının kafa karışıklığına yol açan, temsil ettikleri örgütü netleştirmeleri gerekir. “Karayılan, PKK’yi mi, KCK’yi mi, Kongra Gel’i mi temsil ediyor?”, bu konunun açığa çıkması gerekir. Bu sorunun netleşmesi, sorunların anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Bu sorun, sıradan bir sorun değil. Öcalan’ın İmralı’ya anlaşmalı gelmesinden sonra başlayan bir sürecin ifadelendirilmesidir.
Öcalan, İmralı’ya geldikten sonra, Devletin PKK’sının tasfiye edilmesinin sorunu çözmeyeceği, çözemeyeceği anlaşıldıktan sonra, Devletin PKK’sı etrafından bağımsızlık ve özgürlük idealleri çerçevesinde birikmiş, yığılmış, toplaşmış yığınsallığın ortadan kaldırılması, tasfiye edilmesi önemli bir sorun oldu. Bu sürecin başarılı sonuçlandırılması için, soruna Kürdistan kavramını tasfiye etmekle başlandı. Bunun içinde PKK’ya bağlı kurumların tasfiyesi, PKK ve bağlı kurumlardaki “Kürdistan” kavramının kullanılmamasıyla işe başlandı. Sürekli bir isim değişikliği ile kafa karışıklığı yaratıldı. Kafa karışıklığı yaratıldıkça, Kürt kitleselliği ve yığınsallığı ortadan kaldırılmamışsa olsa da, başlangıç döneminin referans değerlerinin, görüşlerinin, stratejilerinin bulanıklaştırılması, hedefsizlik, çözümsüzlükte, başarı sağlanmış oldu.
Ertuğrul Mavioğlu’da, Murat Karayılan’la hem PKK ve hem de KCK’nın başı olarak röportaj yapıyor. Murat Karayılan kendisini KCK’nın başı olarak tanıtırken, Ertuğrul Mavioğlu Karayılan’ı “PKK’nın dışarıdaki bir numaralı ismi” diye tanımlıyor. Bu tanım içinde bir muhatap kendisiyle röportaj yapıyor.
Ertuğrul Mavioğlu’nun bu kavramlaştırmasıyla, iki baş belirliyor. Bu kavramlaştırmaya göre, içerdeki tek baş ve isim Öcalan, dışarıdaki tek baş ve isim de Karayılan oluyor.
Ertuğrul Mavioğlu, Murat Karayılan’a birçok konuda soru sorma ve cevap alma ustalığı gösteriyor. Bazen de sorduğu bir soruya Karayılan cevap verirken, Mavioğlu’nun amaçlamadığı ve belki de aklından geçmeyen cevaplar ve görüşler de Karayılan’ın ağzından dökülmeye başlıyor. Bu spontane dile getirilen görüşler daha anlamlı ve önemli olmaya başlıyor.
Ertuğrul Mavioğlu’nun sorularına verilen cevapların hepsini analiz etmem, eleştirmem olanaklı olmadığı gibi, gerekli de değil. Bu bağlamda, önemli olan bazı konular üzerinde durmak gerekiyor.
“Sürekli ateşkesten yanayız” sözü ne kadar gerçekçi ve doğru?
Karayılan, Mavioğlu’nun ilk sorusu olması bağlamında, röportajının ilk satırlarında “sürekli ateşkesten yanayız” diye görüş belirtiyor. Buna rağmen, ellerinden olmayan nedenlerden dolayı bu ateşkeslerin son bulduğunu ve kesildiğini açıklıyor. Ama bu irade dışı ve ateşkese son veren nedenler konusunda bir açıklama yapmıyor.
Bilindiği gibi, “ateşkes kararı”, ortada bir örgüt varsa, o örgütün merkezi organları varsa, buna o merkezi organlar karar verir. Yine ateşkeslerin son bulmasına da, o merkezi kararlar karar verir. Karayılan’ın açıklamalarında, PKK/KCK/Kongra Gel’in ateş kararları her zaman örgütün merkez karar organları tarafından alınmıyor, ateşkese de onlar tarafından son verilmiyor.
Bu da, PKK’nın merkez karar organlarına rağmen, onların üstünde, başka bir karar organı ve merkez var. Peki bazı zamanlarda da olsa, PKK adına bu ateşkese karar veren ve ateşkesi ortadan kaldıran güç kim? Karayılan’ın asıl açıklaması gereken sorun budur. O açıklamazsa da, bu gücün, Öcalan’ı ve PKK’yi, Kürt ulusal hareketini bağımsızlıktan uzaklaştırmak isteyen ve Kürt hareketini içerden kuşatmak isteyen Türk Devlet gücü olduğu tartışmasıdır.
Bu gerçeğin Karayılan tarafından itiraf edilmiş olması, Kürt aydınlarının ve yurtseverlerinin akıllarına başlarına devşirmesine yardımcı olur diye düşünüyorum.
Ayrıca, Karayılan’ın “sürekli ateşkesten yanayız” sözü de gerçekçi ve doğruyu ifade etmiyor. PKK’nın kuruluş amaçları, silahlı bir örgüt olma yapısallığı, “silahlı güç olmadan PKK’nın olmayacağı” denkleminden dolayı söylenen doğru değildir.
Ayrıca, PKK, silahlı mücadeleye göre kurgulanmış bir örgüttür. Silahlı mücadelenin son bulması, silahların susması, örgüt içinde çatışma ve kavgalara neden olur. PKK, yeniden yapılanmadan, yeniden bir ikameyi plânlamadan ateşkesi sürekli hale getirmesi olanaklı değildir.
Bütün bunların yanında silahların susması ve PKK’nın silahtan arınması, sivil kurumlar, basın, BDP, mali sistem üzerindeki kontrolü de kaybeder.
Bu nedenle PKK’nın istediği, PKK’nın, devlet adına Kürdistan’da iktidar olması, bu iktidarını silahlı güçleriyle korumasıdır. PKK, bu niyetini gizli tutarak, silahlı mücadeleyi bırakma, silahtan vazgeçme konularında bir taktik savaş vermektedir.
Böyle olunca, genel bir af’ın çıkması halinde PKK elitinin dağdan ineceklerini düşünenler, bir safdillik içindedirler.
PKK, bütün bu bağlamlardan dolayı ahlakî ve etik olmayan bir davranış ve aldatma içinde.
Sol hareketin eleştirisi haklı değildir…
Karayılan, Türkiye Sol Hareketini eleştiriyor. Ama onun, Türkiye Sol Hareketi’ni yapısal, ideolojik, vizyonel, Stalinist, otoriter ve demokrasiden uzak karakterini eleştirme diye bir sorunu yok. Eğer Türkiye sol hareketini bu temel konularda eleştirmeye kalkarsa, kendisinin konumu daha olumsuz olduğundan, inandırıcı olmayacağını biliyor.
Karayılan, Türkiye Sol Hareketi’ni, PKK’nın daha fazla propagandasını yapmadığıyla ilgili eleştiriyor. Karayılan, bu eleştirisinde haklı bir zeminde değil. Çünkü Türkiye Sol hareketi, yıllardır PKK’nın propagandasını yapıyor. Hatta büyük bir kesimi, birçok bölüğü, PKK’ye tümden eklemlenmiş durumda. PKK için en son propagandist olacak eski TKP Genel Sekreteri ve PKK tarafından en seçkin arkadaşları öldürülen Nabi Yağcı bile PKK’nın en yaman propagandacısı olduğuna göre, Karayılan’ın ne kadar haksız bir eleştir yaptığı açığa çıkmaktadır.
Terörizm üstüne inciler…
Bir ulusun kurtuluşu için mücadele eden örgütler ve liderlerin, mücadele ettikleri sömürgeci devletin ve egemen ulusun silahlı güçleriyle mücadele etmesi kadar meşru ve kabul gören bir durum yoktur. Ezilen bir ulus adına mücadele eden güçleri, terörist eden ya da etmeyen durum, silahlı mücadele kullanılan yöntemlerdir. Bu yöntemlerin de neler olduğu uluslararası hukukta ve geleneklerde belirlenmiştir.
Silahlı mücadelede meşru araçların kullanılmaması, yasaklı silahlı araçların kullanılması; silahlı mücadelenin sömürgeci devletin ve ülkenin silahlı ve emniyet güçlerinden farklı toplumsal kesimlerine yönetilmesi yürütülen mücadeleyi uluslararası hukukta kabul gören tanımın ve meşruiyetin dışına çıkarır.
Bu bağlamda PKK, hiç tartışmasız sorunlu bir harekettir. Özellikle de, PKK’nın Kürt toplumsal kesimlerine yönelik silahlı eylemleri, Kürt yurtseverlerine yönelik imha hareketlerini PKK’yı uluslararası hukukta tanımlanan meşru mücadelenin sınırları dışına çıkardığı gibi, bir ulusal kurtuluş hareketi olup-olmadığını, devlet tarafından kurgulanan ve sahneye çıkarılan bir örgüt olma hali değerlendirme dışı tutsa bile, sorunlu ve terörizm tanımı içine alınacak bir konumdadır.
Özellikle de Öcalan’ın Mandela ile karşılaştırılması hiç mümkün değildir, eşyanın da tabiatına aykırıdır. Öcalan’ın yüzlerce arkadaşını öldürtmesi bile onunla Mandela arasındaki farkı ortaya koymaya yeterli bir veri durumundadır.
Bu nedenle, Karayılan’ın indirgemeci bir mantıkla Öcalan’ı, Mandela ve Yasin Arafat’a benzetmesi, Öcalan’ın otoriter, faşizan, Stalinist karakterini gizlemekten öteye bir şey değildir.
Sorun, “özür değil” yargılanma sorunu…
Karayılan, sivillere yönelik eylemler yaptıklarını kabul ediyor. Sivillere yönelik eylemler konusunda da görüşlerini son eylem olarak tanımlanabilecek olan Hakkari’nin Geçitli’deki eylemi de zımnen kabul ederek ve bu eylemi kontrol dışında yapılan bir eylem olduğunu ifade ederek, Öcalan’ın provakasyon ve “kendisinin hükümetle/devletle olan görüşmelerini provake etmek ve engellemek” teorisine yakın tanımlayarak, siviller konusunda özür dileyebileceklerini ifade ediyor.
Karayılan’ın bu söyledikleri çok doğruymuş gibi, BDP yöneticileri de bundan çıkarsama yaparak, Başbakan’ın da Kürt halkından özür dilemesi gerektiğini ifade ettiler.
Karayılan’ın açıkladığı PKK’ya hedef olan siviller konusunun öncelikle bir tanıma kavuşması gerekir. Burada iki sivil kategori var. Bu kategorilerden biri, Türk tarafındaki siviller, diğeri Kürt tarafındaki siviller.
Türk tarafındaki sivillere yönelik eylemler, Kürt tarafındaki sivillere yönelik eylemlere göre deveden kulak bile değil.
Karayılan, Çetinkaya ve benzeri eylemler konusunda Türk tarafından özür dileyeceğini açıklamasına rağmen, Türk sol örgütlerinden öldürdükleri devrimciler ve sosyalistler hakkında bir açıklaması yok.
Ama Kürt tarafındaki sivillere yönelik eylemler konusunda bir özür açıklamasına da ihtiyaç duymuyor.
Kürt tarafındaki sivillere yönelik eylemlerden bahsederken, PKK’nın amacının Kürdistan’da ulusal kurtuluş hareketine destek ve temel olacak sivil toplumsal ve sınıfsal güçleri yok etmek, parçalamak olduğu gerçeğini görmek gerekir. Bu nedenle, Siverek, Hilvan, Nusaybin gibi birçok Kürt şehrinde yığınsal olarak sivillerin imha edilmesini plânlamış, aşiret güçlerini birbiriyle çatıştırarak taraf olmuş, binlerce Kürt sivilin ölümüne yol açtığı gibi, köy baskınları türündeki daha açık ve terörist eylemlerle Kürtleri öldürmüştür.
Bu toplumsal ve sınıfsal güçleri yok etme yanında, Kürt toplumsal ve sınıfsal güçlerini temsil eden Kürt yurtsever örgütlerini tasfiye etmek, o örgütlerin liderlerini yok etmek ve kadrolarını ortadan kaldırma amacını da gütmüştür. Bu amaca bağlı olarak, Kawa’nın lideri Ferit Uzun’u Siverek’te katletmiştir.
Bu olayı, aynı zamanda Kürt toplumsal güçlerine karşı yürüteceği mücadelenin meşruiyet aracı haline getirmiştir.
KUK’a, Özgürlük Yolu’na, Têkoşine, DDKD’ye, Rizgarî ve Ala Rizgarî’ye yönelik yok etme ve tasfiye eylemleri de, yüzlerce Kürt yurtseverinin ölümüne yol açmıştır.
PKK’nın saldırıları bununla da sınırlı kalmamış, PKK, kendi içindeki Kurt yurtseverlerini muhalefet bahanesiyle öldürmüş ve öldürmeye etmeye devam ediyor. Semir (Çetin Güngör), Enver Ata, Mehmet Şener bu tasfiye edilen binlerce PKK’lının sembolleri durumundalar.
Hikmet Fidan da, Diyarbakır’da, PKK tarafından öldürülen en son semboldür.
PKK, bu tasfiye edici misyon ve fonksiyonunu Kürdistan’ın diğer parçalarına da taşımıştır. Kürdistan’ın diğer parçalarında da binlerce pêşmergenin ve sivilin ölümünü planlayarak gerçekleştirmiştir.
Bu nedenle, PKK’nın Kürt sivillerini öldürmesi, münferit bir olay değil, kitlesel bir katliam karakterindedir.
PKK’nın sivillere yönelik katliam senaryosu ve uygulaması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin katliam senaryosu ve uygulamasının bir parçası niteliğindedir. Bu nedenle, sorun, hem PKK ve hem de devlet açısından bir özür sorunu değil, kapsamlı bir hukuk ve yargılama sorunudur.
Hukukun üstünlüğünün sağlandığı, demokrasinin gerçek hale geldiği koşularda, bu nedenlerle Devletin ve PKK’nın yargılanmaları kaçınılmaz olacaktır.
Karayılan, Türkiye’nin hukuk dışılığına sığınarak, kendilerine kurtarmak istemesi doğru olmadığı gibi, mümkün olmayacaktır. 21 Yüzyılda hiçbir kimse, hiçbir örgüt ve devlet yaptıklarından dolayı hukuka karşı imtiyazlı olamayacaktır.
Zafer kazanmayacaksan neyin peşindesin?
Karayılan, “zafer kazandık diyemeyiz, biz de devleti yenemeyiz” diyor. Buna, “devletin de kendilerini yenemeyeceğini” ekliyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Kürt milletini yenemeyeceği tartışmasız. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kürt halkının karşılıklı 100 yıllık pratiği de bunu gösteriyor. Ama bunun yanında, Türkiye Cumhuriyet’inin, Kürt ulusal direnme hareketlerinin sonuçlarına baktığımız zaman, Kürt örgütlerini yendiği görüldü.
Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin 21. Yüzyılda PKK’yı yenmesi için daha fazla olanakların olduğunun unutulmaması gerekir.
PKK, İran, Irak, Suriye, Ermenistan, Rusya, Yunanistan’ın desteklerini kaybetme gerçeğiyle karşı-karşıya.
Bunun yanında, dünyanın yeni koşullarında, bir milletin tümden yok edilmesi plânına müsaade edilemeyeceği avantajı da olsa, bu avantaj bir örgütün yok edilmesini engelleyemez. Özellikle de, o örgüt dünya hâkimlerini karşı alıyor ve onları düşman kabul ediyorsa, bu süreç daha hızlı gelişir.
Derin devletin Türkiye’de zayıfladığı, devlet iktidarı ile sivil iktidarını örtüşmeye, aynılaşmaya doğru gittiği bir süreçte, PKK yok edilmezse de, Kürt ulusal hareketine karşı yeni tarzda ve plânla kullanılmaya devam edilecektir.
Diğer taraftan, Karayılan’ın bu itirafı bir zaaftan ziyade, büyük askeri ve politik bir gaf.
Karayılan’ın, askeri ve politik açıdan bu zaafı göstermesi yerine, belki de 21. Yüzyılda yeniden yapılanma, PKK’yı Devletin kontrolünden çıkarma sorunu üzerine kafa yorması daha doğru olacak.
Yeni çözüm önerisi de, eskileri gibi Kürt ulusal çıkarlarına aykırı…
Karayılan, Öcalan’ın tekrarladığı çözüm önerilerini tekrarlamaya devam ediyor. En son çözüm önerisi de “demokratik özerklik” projesidir.
Bu proje, PKK’nın, Kürtlerin, Kürdistan’da hiçbir biçimde iktidar ve egemen olmayacağı tezinden öteye bir küçük gelişmeyi ifade etse de, Kürdistan’ı ve Kürt ulusunu bölen bir proje olmasından dolayı, Kürt ulusal çıkarlarına aykırı, Kürt sorunun yeniden devletin plânlarının parantezine alma çabasıdır.
Öcalan’a bağlılık Kürtleri daha fazla felakete sürükler…
Karayılan’ın açıklamalarına bakıldığı zaman, Öcalan’a bağlılık devam ediyor. Karayılan’ın açıklamalarından, üçlü bir muhataba, PKK, BDP, Öcalan’ın devletle olan muhataplığına işaret edilse bile, şimdiye kadar olan uygulamalar Öcalan’ın resmi ve tek muhatap olduğu tartışmasız bir konu.
Öcalan’a bu bağlılığın devam etmesi ve Öcalan’ın tek muhatap kabul edilmesi, Öcalan’ın kendi şahsi çıkarları merkezinde Kürt ulusal çıkarlarını dizayn etmesi, çerçevelendirmesi, hiçleştirmesi göz önüne alındığı zaman, Öcalan’a bağlılığın Kürtler için felaket olduğunu, PKK taraftarı olan, Kürdistan’ın bağımsızlığına ve özgürlüğüne bağlı olan Kürt çoğunluğunun görmesi gerekir.
ABD ve AB’ye bakışın yanlışlığı. Kürt millet sorununda gerçek sorumluları gözden uzak tutma ustalığı ve kurnazlığı…
Karayılan, “Kürt sorununun” ABD ve Avrupa Birliği (AB) tarafından yaratıldığını, “bu sorunu yaratan onlardır” diyerek tarih ve Kürtler konusundaki bilgisizliğini ortaya koyuyor; bu yaklaşım, tarihsel gelişmelerden habersiz ve tarihsel olguları oldukça vulgar bir tarzda ele almayı ifade ediyor.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu onaylayan, Kürdistan’ı bölen ve Ortadoğu’da uluslararası sömürge haline getiren antlaşma, Lozan Antlaşması’dır. ABD, bu antlaşmaya taraf olmamıştır. Çünkü Lozan Antlaşması Wilson Prensiplerine aykırıydı. Wilson Prensipleri, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi hakkını kabul ediyordu.
Kemalistler, bu gerçeği bildikleri için, Lozan Antlaşması’nın ABD tarafında kabul edilmesi ve onaylanması için yıllardır kampanyalar yürütüyorlar.
AB, 1945 sonrası bir yapılanma, bir uluslar üstü bir birlik. Bu nedenle, AB’nin Kürt millet sorunundan, Kürdistan’ın şimdiki konumundan, Kürtlerin iktidar ve egemen olmamalarından sorumlu tutulması olanaklı değildir.
Kürdistan’ın parçalanmasından, İngiltere ve Fransa’nın rolü tartışmasız. Onların da AB’nin üyesi etkin devletler olduğu bir gerçek. Ama bu da, AB’yi Kürt Millet ve Kürdistan sorunundan dolayı sorumlu tutamaz.
Karayılan’ın açıklaması, sorundan Türkiye Cumhuriyetini ve bölgenin diğer sömürgeci devletlerini temize çıkarma çabası ve kurnazlığı var. Eski geleneksel solun anti-emperyalist tutumunu yansıtıyor.
Bu görüşe itibar edilmemeli ve edilemez.
İran’a karşı olmamak ve kuşatılmışlığından dolayı rahatsız olmak ve İran’daki Kürt millet sorununa yanlış yaklaşım…
Karayılan, İran ve Doğu Kürdistan, PJAK hakkında da ilginç açıklamalar yapıyor. “İran’da Kürtlere yönelik inkar yok” diyor.
Bu görüş, hem doğru ve hem de yanlış bir görüştür. Bu görüş doğrudur, çünkü İran, Türkiye gibi “Kürtler diye bir millet yok” demiyor. Bu görüş yanlıştır, İran, Kürtlerin Farsi olduğunu, Kürtlerin Farsi kökenli olmalarından dolayı var olduğu gibi, Kürt tarihsel ve toplumsal olgusundan uzak bir yaklaşıma sahip.
Karayılan, asıl baklayı ağzından çıkarıyor. Diyor ki, “aslında İran’a PKK olarak herhangi bir tavrımız yoktur. PJAK ile İran’ın çatışmasını tam doğru bulmuyoruz.” Bununla da PKK’nın amacının, Doğu Kürdistan sorununu manipüle etme, İran KDP, Komela ve diğer Kürt örgütlerini etkisiz hale getirmek amacını taşıdığını ortaya koyuyor.
En önemlisi de Karayılan, İran’ın, ABD ve Batı ülkeleri tarafından nükleer ve anti-demokratik rejiminden dolayı kuşatma altında olmasından dolayı da çok üzgün. Bu da, PKK’nın asıl niyetini ortaya çıkarıyor. Doğu Kürdistan’ın bağımsızlaşmasından ve özgürleşmesinden ziyade İran’ı düşündüğünü ortaya koyuyor.
Müzakerenin olmaması ve diyalogun olması: Muhatap konusunda kafa karışıklığı…
Karayılan’ın açıklamalarında, devletle müzakerelerin değil, dolaylı görüşmelerin ve diyalogların olduğunu açıklıyor. Anlaşılacağı gibi, doğrudan diyalog da yok.
Bu açıklamalar, Öcalan’la yapılan görüşmelerin, şimdiye kadar iki tarafın müzakeresi olarak lanse edilmesine rağmen, Öcalan’ın “ben devletin bir tahsildarı ile bile görüşmeye hazırım” senaryosuna uygun olarak yürütüldüğü açığa çıkıyor.
Bu yaklaşım tarzı, Öcalan’ın kimliğini de tanımlamaya daha çok elverişli bir konumu belirliyor.
Yine Karayılan’ın açıklamaları, muhataplık konusunda da bir belirsizliğin olduğunu açığa çıkarıyor. Karayılan, üç muhataptan, PKK, Öcalan, BDP muhataplığından bahsetmesine rağmen, BDP’yı asıl muhatap kabul etmiyor, aracı muhatap kabul ediyor. Çok ayıp olmasın diye de Sinn Fein’e benzetiyor.
Bütün bunlar, muhataplıkta bir belirsizliğin olduğunu ortaya koyuyor. PKK, bunu da bilinçli yapıyor. Çünkü sorunun çözümünü istemiyor, ya da en azından kendisinin silahlı gücünün kabulüne dayalı bir çözümün olmayacağını düşündüğü için, topu taca atıyor.
İki arada bir derede bir ihbar ve devlete bir bilgi…
Karayılan, son zamanlarda Hanefi Avcı tutuklamasıyla daha çok güncelleşen, Devrimci Karargâh hakkında da açıklamalar yapıyor. Devrimci Karargâh taraftarlarının birkaç ay yanlarında kaldıklarını ve yanlarında eğitim gördüklerini, lideri Orhan Yılmazkaya’yı bir kere gördüğünü, karanlık bir örgüt ve Ergenekoncu olmayacağını, devletin içine sızabileceğini açıklıyor.
Devrimci Karargâh hakkında soruşturma ve yargılamaların devam ettiği bir dönemde, Karayılan’ın bu açıklamaları, iki arada bir derede bir ihbar ve devlete bilgi verme anlamına gelmez mi?
Amed, 31. 10. 2010 |