'Geçenlerde bazı Alman gazetecilerle sohbet ederken, Ergenekoncu propagandanın dışarıdaki etkisini bir kez daha fark ettim.
Derin devlet operasyonunu ülke içinde ’Batı emperyalizmine karşı çıkan vatanseverlerin tasfiyesi' gibi göstermeye çalışan çevreler, aynı anda ’emperyalist' dedikleri Batı'da ise ’Türkiye'yi Batı'dan koparmaya çalışan laiklik karşıtı hükümetin şeriatçı girişimi' olarak göstermeye çalışıyorlar ve bunda bir ölçüde başarılı oluyorlardı.
’Ergenekon davası hükümetin muhalefeti sindirme operasyonu mu?' veya ’Fethullahçılar devleti ele geçirmeye mi çalışıyorlar?' türünden sorularla muhatap olmamızın anlamı buydu.
Elbette ortada bu kadar cinayetin olduğu yerde bu propagandanın onları tamamen ikna etmesi mümkün değildi. Bu konuda tam ikna olmak için ancak Türkiye'de yaşamak, her gün malum gazeteleri okumak gerekiyordu.
Yani onların gerçeklik algıları o kadar zedelenmiş değildi. Ama sonuçta bu soruların ima ettiği bir ’algı sorunu'nun varlığı da açıktı.
Bunda, yani devleti tasfiyeye yönelik, ülke tarihinin bu en büyük operasyonunun bir ’Ergenekon-Hükümet' ikilemine indirgenmesinde tek etken, Türkiye'deki egemen zümrenin, kendi ayrıcalıklarının teminatı olarak gördüğü derin devletin tasfiyesinden duyduğu kaygı değil. Sadece bu kaygının ürünü olan dezenformasyonun gücü değil.
Ondan çok daha önemlisi -ve bu dezenformasyonun da kolaylaştırıcısı- ’öteki kurbanlar'ın ortada olmaması. Yıllarca derin devleti ve onun cinayetlerini dillerinden düşürmeyenlerin, bugün ürkütücü bir suskunluk içine girmiş olmaları.
Bir cinayet davası görülüyor, ama ortada maktuller yok. Bir mahkeme var, ortada 17.500 faili meçhul cinayet iddiası var, asit kuyuları var, ama o kuyulara atılanların yakınları ortalıkta yok. Siyasi gücünü Kürt Sorunundan ve dolayısıyla bu cinayetlerin kurbanlarının acılarından alan DTP yok. Ortada babasını, annesini, eşini kaybedenler olmayınca da bu içte ve dışta gerçek bir dava gibi algılanmıyor.
Bugün Ergenekon Davası'nda yargılananların yüzde 85'inin Güneydoğu'da ’görev' yaptığı söyleniyor. Sırf bu durum bile DTP'nin bu davaya özel bir ilgi göstermesini gerektirmez miydi?
’Şimdi onların Silivri'de çadırlar kurmaları beklenirdi' diyordu bir arkadaşım.
Ama kurmuyorlar.
DTP susuyor.
Garip bir sessizlik bu; üzerinde uzun uzun düşünmeyi gerektirecek bir sessizlik. ’Belki de davanın nerelere kadar uzanabileceğini düşündükleri için susuyorlar' diyenleri haklı çıkaracak kadar dokunaklı bir sessizlik. Hangi sebeple olursa olsun, sonuçta trajik bir sessizlik.
DTP'ye soracak olursanız, Ergenekon Davasının sonuna kadar götürülmesine ilişkin bazı açıklamalarda bulunmuşlar. Bu doğru, ama ’siyaseten doğruculuğun' başarılı bir biçimde uygulandığı bir ülkede, bu açıklamaların daha çok ’demedi demesinler' türünden veya ’sıra savmak' kabilinden olduğunu anlamak için alim olmaya da gerek yok.
Sonuçta, DTP'ye bu konuda haksızlık edildiğini savunan arkadaşlarımın bile kabul ettiği hayret verici bir ’şevksizlik' durumu var. Kim ne derse desin, reddedilemeyecek bir gerçek bu.
DTP, Silopi'deki ölüm kuyularının başında ’basın açıklaması' yapmakla yetiniyor, katledilen arkadaşları Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz için toplu eylemler, nöbet çadırları falan kurmuyor; ama aynı DTP, Diyarbakır'a gelen Erdoğan'ı canhıraş bir tepkiyle karşılayıp şehirde hayatı felç edebiliyor. Üstelik bunu, Silivri'de davanın başladığı gün yapıyor. İnsaf için düşünelim, bu tabloda bir tuhaflık yok mu?..
Ama asıl kaygı duyulması gereken bu tuhaflığın veya sessizliğin sebepleri değil, sebep olacakları.
Ergenekon Davasıyla karşılaştırıldığında ’kıldan tüyden' sayılabilecek bir konuda kitleleri mobilize edenler, yani Öcalan'ın saçları kesildi diye onbinlerce insanı sokağa dökenler, bu suskunluklarıyla derin propagandanın içte ve dışta, özellikle de dışta amacına ulaşmasına katkıda bulunuyorlar.
Onlar öyle yapınca, pratik olarak aradan çekilince de, Ergenekon Davası ’mevcut hükümetin bir meselesi' gibi algılanıyor.
İşte bu yüzden Alman gazeteci de bu soruları sorabiliyor.
Oysa DTP'liler, parti içinde liderliğe itaat kadar, katledilen arkadaşlarının hatırasına da hürmet edebilmiş olsalardı bugünkü tablo bambaşka olabilirdi.
Tablo değişmedi diyelim. En azından vicdanları rahat olabilirdi.''
Haberi Düzenleyen: D. Şener
Aktarılan Yazı Kay: Star Gazetesi 20 Mayıs 2009