بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی

Re: Bila hindik be, bila rindik be... Gönderen: ÊZÎDÎLER: Soykırım Kültürü Ha (IP Kaydedildi) Tarih: 11 February, 2009 23:58 Soykırım(lar)ın kabul edilmesini isteyenlere karşı gösterilen tepkilerin temelinde, bazı insanlık suçlarının egemen zihniyet tarafından “hak“, “meşru“ olarak görülmesi yatıyor. Bu ’hak, meşru' görme anlayışı önceleri bir ’tekliğe' (inanç) dayanırken 1908'den itibaren ikinci bir ’teklik' (milliyet) devreye girerek, alanını genişleterek günümüze kadar devam etti/ediyor. Belli bir olaya ve bu olayın faillerine yoğunlaşmak sağlıklı bir değerlendirme için yeterli değildir. Bir zihniyetin/kültürün dışa vurumu olan olay(lar)ın sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulabilmesi, söz konusu zihniyetin/arkaplanın doğru okunmasını gerektirir. 1915 ve devamında yaşanan soykırım ve katliamları doğru değerlendirebilmek için Osmanlı'da başlayan ve Cumhuriyetin temellerine rengini vererek günümüze kadar devam eden zihniyete bakmak gerekiyor. Üretimde bulunmayan, dahası üretimde bulunanları aşağılayan, hor gören Osmanlı zihniyeti, talan, haraç ve ganimet için savaşmayı bir yaşam tarzı olarak benimsemişti. Bu yaşam tarzı onlar açısından gurur kaynağı olduğu gibi inanç açısından da meşru idi. Bu meşruiyetin dayanağını da, ’hak olan/doğru olan tek inanç' anlayışı ve bu anlayışın tüm insanlığa yayılmasının gerekliliğinde buluyorlardı. Bu gerekliliğe olan inanç o kadar güçlü idi ki, yöntemi ne olursa olsun başka halklara/farklı inançlara kendi inançlarını dayatmak zulüm değil bir lütuf olarak görülüyordu. Bu anlayışın sonucu olarak başka inançlardan çocukları zorla ailelerinden alarak (devşirme sistemi) onları tarihinden/kültüründen/geçmişinden koparma hakkını kendilerinde bulabiliyorlardı. 1948'de kabul edilen soykırım sözleşmesinin 2. Maddesindeki, ’bir gruba ait çocukları başka bir gruba zorla nakletmek' fıkrasının soykırım suçu olarak gördüğü bir uygulamayı Osmanlı inancı/uygulaması bir lütuf olarak görebiliyordu. Soykırım(lar)ın kabul edilmesini isteyenlere karşı gösterilen tepkilerin temelinde, bazı insanlık suçlarının egemen zihniyet tarafından “hak“, “meşru“ olarak görülmesi yatıyor. Bu ’hak, meşru' görme anlayışı önceleri bir ’tekliğe' (inanç) dayanırken 1908'den itibaren ikinci bir ’teklik' (milliyet) devreye girerek, alanını genişleterek günümüze kadar devam etti/ediyor. İlk teklik, sunni İslam dışındaki inançlara karşı soykırım gerekçesi olurken; ikinci teklik, ’sunni Türk' dışındaki herkesi kapsayan soykırım ve katliamların gerekçesi oldu. Devlet, İlk teklikten dolayı hedef seçtiği halklara/topluluklara yönelirken, ikinci teklikten dolayı hedef olanlardan bazı insanları yanına/yedeğine almayı başardı ne yazık ki. Somut örnekler: 12 Eylül'den sonra yoğun baskılar sonucu evlerini/topraklarını (Urfa- Viranşehir) terk ederek Avrupa'ya gitmek zorunda kalan Êzîdîlerin bu gün yaşadığı olumsuzluklar geçmişte yaşananları anlamamız açısından çarpıcıdır. Birincisi; Şêxanlı aşiretinden bir insan, bir Êzîdi'ye, 'Dedem zamanında dedene bir kamyon mercimek vermişti ve deden bu borcunu ödememiş. Faiziyle birlikte (ki trilyonlar söz konusu) sen ödeyeceksin' dayatmasında bulunuyor. Hem devletin hem de Viranşehir'de yaşayan herkesin gözleri önünde cereyan eden bu haksızlığa karşı hiçbir tepki gösterilmemektedir. İlçede sözü geçen ve görece biraz daha insaflı(!) bazı insanların devreye girmesiyle haracın miktarı 300 milyara düşürülerek “uzlaşma“ sağlanır. Daha doğrusu Êzîdî vatandaşın canı kurtulur. İkincisi; Avrupa'da yaşamaya zorlanan Êzîdîlere ait büyük ölçekli topraklara Dudukanlar şu anda fiili olarak el koymuş durumdadırlar. Topraklarını satmak isteyen Êzîdîler, alıcısı olmasına rağmen satamamaktadırlar. Çünkü satın almak isteyenler Dudukan'ların tehdidiyle karşılaştıkları için vazgeçiyorlar. Dudukanların aynı zamanda korucu oldukları ve devletten direkt destek aldıkları da dikkate alındığında tehditlerinin etkisi daha anlaşılır olur. Bu iki somut örnek, geçmişte küçük hesaplar için devletin politikalarına alet olup Ermenilerin, Asuri-Süryanilerin, Keldanilerin topraklarına nasıl el konulduğunu yeteri kadar açıklamaktadır. Bu iki olayın yaşanması ve kimseden ciddi bir tepki almaması, yukarda sözü edilen Osmanlı zihniyetinin haksızlığı ’hak ve meşru' görme anlayışıyla açıklanabilir. Hrant Dink'i katleden de, Madımak'ta Alevileri diri diri yakan da ve Êzîdîlerden haraç alan da bu zihniyettir. Bu gün gözlerimizin önünde yaşanan bu insanlık dışı uygulamaları görmeyen, görmek istemeyenlerin 1915 ve sonrasında yaşanan soykırımları doğru değerlendirmeleri beklenemez. Birkaç gün önce, Laleş'te toplanan Êzidilerin temsilcileri, ABD Başkanı Obama'ya gönderilmek üzere bir mektup kaleme aldılar. Mektupta, 1916'da Osmanlı yönetiminin, Ermenilere destek oldukları gerekçesiyle yaklaşık bir milyon Êzîdî'yi öldürdüğü ifade edilerek Obama'dan Türkiye'ye Êzîdîlere uygulanan vahşetin soykırım olarak kabul edilmesi için baskı yapması istendi. Bu gün Êzîdîlerden haraç alan Şêxanlılar ve Êzîdîlerin topraklarını devlet desteğiyle işgal eden Dudukanların devletin resmi söylemini tekrarlaması, inkarcı davranması, kendi haksız kazançlarını meşrulaştırmanın zorunlu bir sonucu olacaktır. Bunların ve bunlar gibilerinin objektif bir değerlendirme yapmaları beklenmediği için de söylemlerinin ciddiye alınması düşünülemez. Devlet, yaptığı soykırımlarda farklı milliyetleri bir birine karşı kullandığı gibi aynı milliyetin farklı inançlarını da yedeğine alarak kullanmıştır/kullanıyor. Müslüman olmayan tüm halklara karşı yapılan soykırımlara karşı sessiz kalanlar, ya haksız kazançlarını meşrulaştırma çabasındalar ya Osmanlı'dan devralınan zihniyetin esaretinden kurtulamamışlar ya da soykırım kapsamına giren suçların ne olduğunu bilememektedirler. . Dersim başta olmak üzere birçok defa soykırıma uğramış Kürdlerin diğer (Müslüman olmayan) halklara karşı yapılan soykırımları inkâr etmesi, Osmanlı zihniyetinin bazı Kürdler üzerindeki etkisine bağlamak gerekiyor. Kürd halkının yüz yılı aşkın bir süredir verdiği özgürlük mücadelesinin ve ödediği bedellerin küçük çıkar çevrelerince ve Osmanlı zihniyetindeki bazı insanlarca lekelenmesine izin verilmemelidir. Kürdler, bu coğrafyanın asli unsurlarıyla (Ermeni, Süryani, Êzîdî...) birlikte hareket ederek devlete karşı mücadelesini gerçek bir özgürlüğe dönüştürebilir ancak. Bu birlikteliğin sağlanması güven ortamının oluşmasına bağlıdır. Bunun için de geçmişle ciddi bir hesaplaşma yapılarak Osmanlı'dan kalma inanca dayalı, ’hak ve meşru' zihniyetinden kurtulmak gerekiyor. Tarihle, romantik ve utangaç bir tarzda yüzleşenler sadece kendilerini kandırmış, mutlu etmiş olurlar. Bu coğrafyada hala yaşayan ve yaşamak isteyip geri döneceklerin (tüm milliyetlerin/inançların) özgürce yaşayabilmesi için tarihle gerçekçi bir şekilde yüzleşmek gerekiyor. Tarihle bu gerçekçi yüzleşme, Kemalizm ile Osmanlılık arasında bir tercih yapmakla değil, her ikisinde de varlığını koruyan soykırım zihniyetinin mahkûm edilerek tarihin çöplüğüne atılmasıyla olanaklı olur ancak. [email protected]

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.