Skip to main content

" Kara Kutu`lar Konusmali!"

Başından beri TC devleti tarafından yönlendirilen ve „Kürd ulus kökünü kazıma” ile görevlendirilen “Apocu” kontra çetesi Kürd kanı akıtmaya devam ediyor. Bunu önlemenin çok yöntemi var. Bu yöntemlerden birisi, eskiden PKK içinde yer alıpta şu an ayrılanların şahit oldukları tüm olayları detaylarıyla kamuoyuna açıklamaları ve kontra şef ve örgütünü anlaşılır kılmalarıdır.Daha evel bu yönlü bazı ciddi açıklamalar yapıldı. Yeterli değildi, devamı gelmeliydi. Ama gelmedi. Durum bu olunca “Apocu” çete ortada kanıt bırakmamak için “kara kutu”ları birer birer ebediyen susturma yöntemlerine daha da bir hız verdi. Aslında buna yol verilmeyebilinirdi. Bu da “kara kutu”ların konuşmasıyla mümkün olabilirdi. Zaman henüz geşmiş değildir. İnsanlar hem kendilerini korumak, hem de Kürd millet çıkarı bunu gerektirdiği için bildiklerini açıklamalıdırlar. “Apocu” çetelerin maskesini indirmelidirler.Hıdır Sarıkaya’nın son açıklamaları bu yönlü bir görev gördü. En aşağı Faruk Bozkurt (Nasır)’ın kimler ve nasıl katledildiği tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. Bunlar önemli bilgilerdir ve etkisini ileride dahada gösterecektir. Umarım Hıdır Sarıkaya açıklamalarının devamını getirir ve başkaları onun bıraktığı yerde devam ettirir. Kürd yurtseverleride bu insanlara her türlü yardımı sunmalıdır. PKK içindeki iki çizgi mücadelesinin yeniden derli toplu bir değerlendirmeye ihtiyaci vardır. Bugüne dek bu konuya ilişkin PKK´nın resmi tarih anlayışı hakim oldu. PKK içinde gelişen devrimci muhalefet kendini ifade etme imkanını bulamadı. Ama bugün bunun imkanları doğmuştur. Bu konunun yeniden ele alınıp bir dönemin derli toplu değerlendirilmesinin yapılması zorunluluğu vardır. Bu da herkesin kendi cephesinde bildiklerini açıklamasıyla tamamlanır. Dahası bu, devrimci bir görevdir. Bunuda ancak PKK içinde yer alıpta şu an “Apocu”  mantığı aşmış olanlar yapabilir. Yoksa bu görev Riza Nur rolüne soyunanların yapabileceği bir iş değildir.Dünya devrim tarihinde hiç bir halkın kendi önderliğine verdiği destek Kürdistan halkının PKK’ye verdiği destek kadar kapsamlı olmamıştır. Bu desteğe karşın Kürdistan halkı ele tutulur bir mevzi kazanamamıştır. Eğer bir mevziden bahsedilirse kontra artığın aksırdığında kan kusan gözü dünmüş fanatik “Apocu” mürit bir kitlenin varoluşudur. Bu da Kürdistan halkının bir kazanımı değildir. Çünkü bu kitle ruhen teslim alınmış ve sistemle bütünleşerek anti-Kürd cephede konumlandırılmıştır.Bir yanılgıya dikkat çekmek istiyorum. „Apocu“ hareketin yenilgisinden bahsedilmekte ve buradan KUKM’nin yenilgisine hükmedilmektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Herkes şu gerçeği bir yere not etmelidir. KUKM başka bir şeydir, A. Öcalan ve örgütünün üslendikleri misyon başka bir şeydir. Bu iki şey aynılaştırılamaz. A. Öcalan ve örgütünün ihaneti, KUKM´ne fatura edilemez. Bu yaklasim sahipleri eğer artniyet sahibi değilseler, sığ bir yaklaşımın sahibi olduklarına kuşku yoktur.„Apocu“ hareketin yenilgisinde bahsediliyorsa bu doğru değildir, çünkü ortada bir yenilgi yoktur. Karşımızdaki devrimci bir hareketin ideolojik, siyasal, askeri yenilgisi degildir. Doğrusu daha baştan beri A. Öcalan´a üstlendirilen misyonun gelinen aşamada uygulanış biçimidir. Buna yenilgi değil, TC´nin A.Öcalan´a üslendirdigi siyasetin başarısı demek daha doğrudur. Kürdistan halkı bu politikada kandırılan taraftır. Kendi adına “kurtuluşu” için mücadele ettiğini söyleyenlerin ihanetine uğrayandır.Bir çok yurtsever devrimci birey ve çevre bunu daha işin başında gördü. Bunu engelemenin mücadeleside verildi. Fakat başarılamadı. Bir müddet sonra PKK içindeki devrimcilerde bunu gördü. Saime Aşkın, Resul Altınok, Semir, Dilaver Yıldırım, Hüseyin Yıldırım,  Mehmet Şener, Selim Çürükkaya ve sayısız devrimci bunu deşifre etti. TC devletinin Kürdistan´daki resmi  “Kürtcü”sü “Apocu”luga karşı tavır alındı. Mücadele edildi. Çoğu  “Apocu” çetenin kurşunlarına hedef oldu, yaşamlarından oldu. Çoğu ilegal yaşamak zorunda kaldı. PKK içindeki bu mücadele, devrimcilerle karşı-devrimciler arasindaki mücadeleydi. Ama ne yazik ki, bu mücadele  Ankara merkezli “Apocu” çekirdek kadronun başarısıyla sonuçlandı. Bundan  Kürdistan ve Türkiyeli yurtsever devrimci güçlerin şu veya bu şekilde payı oldu. PKK içinde devrimcilerle karşı-devrimciler arasında süren mücadelede Kürdistan ve Türkiyeli yurtsever devrimci hareketlerin üstlerine düşen görevleri yaptığı söylenemez. Dahası bir çok Türkiyeli devrimci hareket devreimcilere karşı  “Apocu” çeteyi desteklediler. Kontranın yedeğine düştüler. Bunu kendilerine “sosyalist”, “M-L” ve  “Maoist” diyenler yaptılar. PKK içinde başgösteren her devrimci muhalefeti KAWA olarak gücümüzün elverdiği oranda destekledik. Yaptıklarımız yeterli miydi? Kuskusuz değildi. Daha fazlasını yapmak gerekiyordu. Daha fazlasi PKK´ye karşı savaşmaktı. PKK´ye karşı savaş ise TC devletine karşı savaşmaktan geçiyordu. KAWA´nın başaramadığıda buydu. Kuşkusuz bunun mücadelesini verdi, fakat başaramadı. TC devletine karşı savaşarak devrimci bir çekim merkezi yaratma Kürdistan ulusal kurtuluşcusu olmanın dayatığı zorunlu bir görevdi. Bu görev yerine getirilemediği içindir ki, KUKM potansiyeli, TC devleti ve onun Kürdistan´daki resmi “Kürtcü”sü Ankara merkezli “Apocu” çete tarafından büyük oranda tasviye edilmesine seyirci kalındı.  Milletlerin tarihinde askeri zaferler kadar yenilgilerde yaşanır. Bu, bir yerde doğaldır. Fakat PKK şansında yaşananlar bu değildır. TC devleti, tarafından sokağa salınan A. Öcalan, iki şeyin altını çizmişti. Birincisi, Kürdistan halkına  “özgür bir vatan” vadetti. İkincisi bunu silahlı mücadeleyle gerçekleştireceğini söyledi. Kürdistan halkının desteğide bu  nedenle aldı. Çünkü Kürdistan halkı kurtuluşunu burada görmüştü. Bu yanlış bir düşüncede değildı. Bu nedenle tüm maddi ve manevi desteğini bu politıkaya sunmuştu.            1990´lara gelindığinde bir avuç hain dışında Kürd milleti ayaktaydı. TC´nın tüm çabalarına ve A. Öcalan´ın tüm entrikalarına karşın Kürd milletinin devrim seli engelenemiyordu.  Sömürgeci sistem için ölüm çanları çaliyordu. Gelişmeler sistem açısında tehlikeli bir boyuta ulaşmiştı. Sistem açısında bu yükselişin önünü almanın zamanı gelmişti. Devlet ve Öcalan elele vererek yükselişin önünü almak için şu anki planı devreye sokmakta gecikmediler.            Bilinen ateşkesler ve barış çağrıları dönemi başlatıldı. Bir taraftan politıka haline getirilen provakasyonlarla halk sindirilirken, diğer tarafta legal oluşumları vasıtasıyla devletin önüne takılarak Kürdistan´a taşındı. Kürdistan halkının devletle kopan ilişkileri yeniden monte etmenin çabasi verildi. Bu ihaneti örtbas etmek için, sorun bugünden yarına çözülecek havası yaratıldı. Kürdistan halkı, bilinçli olarak sonucu olmayan bir beklentiye endekslendi.            Bu süreç A. Öcalan´a üstlendirilen rolün ikinci perdesiydi. Birinci perdeyle KUKM´nin potansiyeli ortaya çıkarılmış, bir taraftan devletin bilinen yaptırımı, diğer yandan A.Öcalan´ın entrika ve uygulamaları ile büyük oranda tasviye edilmişti. Önemli bir potansiyelde varlığını koruyordu. Devlet ve PKK’nin ortak operasyonu ile hem diğer Kürdistanlı politik güçler, hem de PKK içindeki yurtsever ve devrimciler tasviye edilmişti. Ortada kala kala ölümüne A. Öcalan’a bağlı olan mürit bir kitle ve önderliksiz yurtsever bir potansiyel kalmıştı. Bunu yeniden devletin denetimine alınmasının zamanı artık gelmişti. İkinci plan bu noktada devreye konuldu.Bu plan gereği  “Botanlaşma” adı altında yaratılan provakasyonlarla Botan koruculaştırıldı. Arkasında Dersim´e yönelindi. Dersim´ide  “Botanlaştırmak”, yani koruculaştırılmak istendi. Yaşananlar biliniyor. Dersim koruculaştırılamadı, ama halka büyük zararlar verdirildi. Halk öylesine bir psikolojiye sokuldu ki, devleti arar duruma düştü. Kürdistan’ın genelinde durum Dersim’den farklı değildı. Bu durum yanılsamalı bir yaklaşımla aşılmaya çalışıldı. Devleti halka sevdirme dönemi başlatıldı. Bunun teorik kılıfı yaratılmaya çalışıldı. O dönem PKK içinde yer alıpta bugün ayrılanlar ogünün koşulları gereği bu politıkanın veren aktörleri olarak birinci derecedeki şahitleridirler. O dönemde Kürd milleti alehine yaşanan bu süreci tüm boyutlarıyla açığa çıkarmak bu insanların görevidir. Herkesten öte bu insanlar şunu çok iyi bilmeleri gerekir. Devletin tüm imkanlarını seferber etmesi,  emperyalist güçlerin her türlü desteğini alması, A. Öcalan´ın tüm engeleme çabalarına karşın Kürdistan halkının silahlı gücünü yenememiştir. Bunu TC devletinin kendiside şu veya bu şekilde itiraf etmiştir. Bu gerçek orta yerdeyken sistemin  “Kürtcü”sü ihanetini  “askeri, silahlı güç yolunun giderek tıkanmasınınnda büyük payı var” diyerek TC devletinin yenilmezliğini kitlelere kabullendirmeye çalışmıştır. Kitleleri bir yana yıllarca savaşanları bile bu konuda çok kötü etkilemiştir. “Apocu” çeteye tavır aldığını söyleyen bu savaşkan çevrelerin gerçekleri ortaya koymaları gerekirken kontranın söylediklerini onaylamaları ihaneti haklı kılmaya hizmet ettiğini bilmeleri gerekir. Kürd reformist hareketide bunun üzerine balıklama atlamış ve teslimiyet teorilerine haklılık kazandırmaya çalışmıştır.            Kürdistan halki, ne siyasal, ne de askeri olarak yenilmemiştir.  Kürdistan halkı, TC devletine karşı hem savaşkanlığını, hem de siyasal duruşunu ortaya koymuştur. Yenilmezliğini kanıtlamıştır.  Bugünde aynı duruş sahibidir. Ortada varolan bir gerçek varsa, Kürdistan halkının Ankara merkezli “Apocu” kadronun ihanetine uğramasıdır. Bugünde bu kadro işbaşındadır.Kuşkusuz bu birden bire ortaya çıkmadı. Kontranın 15 Şubat 1999 tarihinde “ülkeye dönüş” ile de başlamadı. Bunun bir eveliyatı vardır. Kontranın sokağa salındığı döneme kadar varan serüveni vardır. Aslında A. Öcalan, bunu zaman zaman dile getirdi. Fakat bu değerlendirilmedi.              Hele bilinçi kırık aydın ve siyasilerimiz her nedense A. Öcalan’ın kendisi için dediklerini duymamazlıktan geldiler. Oralı bile olmadılar. A. Öcalan’ın zaman zaman kendisi için söylediklerini doğru okuyamadılar. Düşman bildiklerimiz denilenleri deşifre etsede Kürd aydını ve politıkacısı bunuda görmemezlikten geldiler. Dahası MİT elamanlığı ayuka çıkan bu kontra artığını bilmem ne sıfatlarla nitelendirip kendisine paya biçtiler. Arkasında Beka yolunu tuttular. Bir koltuk edinebilmek için birbirleriyle yarışa girdiler. Hatta  birbirlerini kontra artığına ispiyonlamaya kadar işi vardırdılar. Kontra artığıda bu işte bir keramet var diyerek bu düşmüş kişiliklere bakarak „kişilik çözümlemeleri“ yaptı.Kendilerini paspas etmeyi siyaret edinenler kontra bozuntusu için kişilik çözümlemeleri malzemesi olurken, patronlarıda kendisini Kürd milletine karşı nasıl kullanılacağı hesap kitabı içindeydi. Alalım mı, almayalım mı, alsak mı yararlı olur, yoksa daha dışarda kalsa mı yararlı olur tartışmaları yapıyordu. Derken ABD paketleyip kendilerine verdi. Bu sefer doğru mu, yoksa yanlış mı yaptık tartışmaları oldu.“A. Öcalan, Türkiye'ye teslim edilirken, Türkiye-ABD ilişkilerine paralel olarak, ABD tarafının Irak'ta kurulmakta olan Irak Kürt Federe Yönetimi'ne olabilecek muhalefet unsurlarının devre dışı bırakılabilme planlarının bir parçası olabileceği hususu üzerinde durulabilmelidir.“ (Cevat Öneş, Eski Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı)Biz bunu daha işin başında dile getirdik. Ama şimdi dediklerimizi düşman dile getiriyor. Fakat her ne hikmetse bilinçi kırık aydın ve politıkacılarımız bu yalın gerçeği bile dile getiremiyor. Getirmese ne olur? Kuşkusuz dünyanın sonu olmaz, ama birilerininde çapını ele verir.  Şunu artık kabullenmek gerekir. PKK’yi devlet kurdurttu ve daima denetim altında tuttu. PKK eliyle Kürd milletini denetim altına alma amaçlandı. Devlet, 1998 tarihinde bunun sağlandığına hükmederek A. Öcalan’a artık yuvaya dönme mesajı iletildi. Türk Generali Atilla Ateş, bilinen Suriye sınırındaki konuşmasıyla bunun stardını veridi. A. Öcalan’ın yuvaya kesin dönüş süreci başlatıldı. Bunun için bir senaryoya ihtiyaç vardı ve PKK, bunu “uluslararası komplo” olarak değerlendirdi. Kuşkusuz ortalıkta bir komplo vardı. Fakat bu komplo TC-A. Öcalan’nın Kürd milletine karşı komplosuydu. A. Öcalan, 9 Ekim 1998’de tarihinde Suriye’den çıktı. Uluslararası istihbarat güçlerin denetiminde oradan oraya sürüklendi. Avrupa mecerası bittikten sonra Kenya yolu göründü. Kenya son durak oldu. 15 Şubat 1999 tarihinde kendisini bekleyen patronlarının kucağına hızlı adımlarla koştu. Patronlarının kendisiyle henüz işi bitmemişti. Senaryo gereği bir tiyatro oynanılıyordu. Bir yanda hitap ettikleri Türk kitlelerin duygularını okşarken, öbür yanda A. Öcalan’a manevra alanı açıyorlardı.“9 Ekim öncesi, özellikle Genel Kurmayla aramızda dolaylı bir ilişkilenme oldu. Selim Okçuoğlu bizle Genel Kurmay arasında aracılık yapıyordu. Önderlik 98’de ki ateşkesi bu ilişkilere dayandırarak gerçekleştirdi. Bu ateşkes için devletin bazı istemleri vardı.““Eylül ayının sonunda Türk generalleri Önderliğin Suriye’den çıkarılması için Şam yönetimini tehdit ettiğinde Önderlik neden böyle bir yaklaşım sergilediklerini dolaylı yollarla sordu.“ “Genel Kurmay’dan gönderilen mesajda, ‘Taktiksel yaklaşıyoruz, kötü niyetimiz yok. Biz Suriye'yi sıkıştırıyoruz başka bir şey yok’ diye cevap verildi.“Oh be ne güzel. Tezgah kurulmuş. Kendi deyişleriyle „dolaylı“ veya „dolaysız“ ilişki hattı kurulmuş. Danışıklı döğüşlü karanlık ilişkilerle işler yoluna sokulmuş. Onlar, bu oyunu sahnelerken bilinçi kırık aydın ve politıkacılarımız işi „uluslararası komplo“ ile ile izaha çalışmakla aslında TC-A. Öcalan ikilisinin Kürd milletine karşı komplosuna koltuk çıkıyorlardı.“Uluslararası komplo” teorisinin savunucu Kürd aydın ve politıkacıları, Kürd milletine karşı devreye konulan TC-A. Öcalan ortak komplosunun savunucuları oldular. A. Öcalan ve sıfır adamlarının dile getirdikleri “9 Ekim komolosu”dan 15 Şubat 1999 tarihi arasında yaşanan sürecin karelerini yanyana getirip yeniden değerlendirildiğinde bunun anlaşılmayacak bir şey olmadığını görmek zor olmasa gerek. A. Öcalan’ın TC devletinin istemi üzerine Türkiye’ye dönüşünü “uluslararası komplo” olarak değerlendiren Kürd aydın ve politik çevreleri PKK sözcüsü Cilo’nun son açıklamalarını değerlendirmelidirler. Eğer buna yürekleri yetiyorsa şunu söylemek zorundadırlar. A. Öcalan, TC devletinin istemi üzerine Suriye’den çıkmıştır demelidirler. Bu işin başlangıcıdır. Ondan sonrası gelir. Oradan şu soruyu kendilerine sormalıdırlar. A. Öcalan neden İtalya’yı terk etti? Bu sorunun cevabını gelişmeler ışığında ararlarsa Kürd milletine karşı devreye konulan TC-A. Öcalan komplosunu çözebilirler.27 Kasim 1998 tarihinde Almanya ve İtalya Başbakanları yaptıkları ortak basın toplantısında, “Kürt sorununa uluslararası siyasal çözüm” için “Avrupa girişimi” başlatıklarını açıkladılar. Fakat bu girişimin önü A. Öcalan tarafından tıkandı. İtalya, A.Öcalan´a iki seçenek sundu. Ya İtalya´da kalıp yargılanmasını, ya da İtalya´yi terk etmesini istedi. A.Öcalan tercihini İtalya´dan ayrılması yönünde kullandı. TC devletinin tercihide buydu. Çünkü A. Öcalan´ın İtalya´da yargılanması demek TC devletininde yargılanması demekti. Kürdistan sorununun uluslararasılaşması demekti. TC devleti, bu durumda zora düşerdi. Bu durum TC devletinin kabulleneceği bir şey değildi. A. Öcalan´a İtalya´yi terk et emri ulaştırıldı ve A. Öcalan bu emre uydu.PKK ile Yunanistan devleti arasında ilişki kontaklarından biri olan Yunanistan Deniz Kuvvetlerinden emekli subay  Andonis Naksakis, Gürsel Çapanoğlu’na verdiği mulakatta, A.Öcalan´ın İtalya´yi terk etmesini “Bu büyük bir sır…Ordan ayrılmamaliydi.” şeklinde değerlendirmektedir. “Bu büyük sır”ı en iyi bilenlerde birisi hiç kuşkusuz Faysal Dumlayıcı iddi. Fakat bir çok şey gibi bunuda bir türlü açıklayamadı. Peki iy mi oldu? Kuskusuz değil. “Bu büyük sır”ın şahidi Kürdler deşifre etmezse yabancı bir gücün deşifre etmesi beklenilmemeli.Yunanlı subayin bu sırrı çözüp çözmediğini bilmiyorum. Ama işi Mahir Welat´a fatura etmesi A. Öcalan ve PKK´nin resmi yaklaşımının tekrarıdır. Yunanlı subay bilerek veya bilmeyerek TC devletine hizmet ettiğinin farkında mıdır bilemem ama, Yunanistan devletinin çıkarına uygun bir söylem sahibi olduğu açık. Yunanlı subay ne söylediğinin farkındadır. Söyledikleri TC devletine hizmet etsede, bu konuda çıkarları örtüşmektedir. A. Öcalan’ın esas kimliğinin gizlenilmesi her iki devletinde çıkarınadır. Yunanlı subayin aktörlerin oynadığı rolü kavramadığını varsaymak safdilik olur. Çünkü Yunan devletinin A. Öcalan´nın TC devletinin bir kontrası olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Dahası bunu bildiklerini biliyorum. Buna rağmen PKK desteklendi. Bunu Yunanlı dostlarımıza sorduğumuzda “Türkiye’de kargaşalık bizimde işimize gelmektedir. Bu siyasi istikrarsızlığa yol açıyor. Ekonomik çöküntüye sebeb oluyor. Bunu sağlayan PKK’dir. PKK’yi bu nedenle destekliyoruz” cevabını alıyorduk.A. Öcalan´ı “Kürt lider” olarak lanse etmeleri ve onu desteklemeye çalışmalarının nedeni buydu. Yaklaşım bu olunca A.Öcalan´ın İtalya´yi terk etmesini kendi ulusal çıkarları açısında “bilinmeyen sır”a bağlama kaçınılmaz olmaktadır.İşin bir başka boyutu daha var. Eğer Yunanlı subay, A. Öcalan’ın TC devletinin istemi üzerine İtalya’yı terk ettiğini kabul ederse kandırılmış enayi yerine konulduğunu kabullenmesi gerekir. Zaten işin bir püf noktasıda bu ya. Af buyurun, ama hiç devlet, “Ben kandırıldım, kullanıldım” demez. Doğrusu PKK’nin resmi yaklaşımlarını kendi ulusal çıkarlarının gereği bildikleri için onları tekrarlamakla yetindiler.Yunanları veya bir başka yabancı gücü anlamak mümkün. Peki kendilerine Kürd aydını ve politıkacısı payasi biçenlere ne oluyordu? Hep bir ağızdan nakaratladıkları “Kürd ulusal önderine karşı uluslararası komplo” nanelerine ne demek gerekir? Bununlada yetinmediler. Birbirleriyle yarışırcasına bir kontra bozuntusu karşısında kendilerini sıfırladılar. Gazetelere sayfa boyu “Başımızsın” ilanları verdiler. Kimdir bu unsurlar diye sormaya gerek var mı? Herkes arşivine bir zahmet edip baksın. Şu an bile Kürd siyasi arenasında “Kürd büyüğü” olarak sahne alanları tanımakta zorlanmayacaktır. Yazı yine uzadı ve kesiyorum. Başka bir yazıda kaldığımız yerden devam.25 Şubat 2006

Add new comment

The content of this field is kept private and will not be shown publicly.

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.