Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 21 February 2009

Tarih: 18 Şubat 2009 Çarşamba

Fethullah Gülen'in Abant Platformu, 18. toplantısını Güney Kürdistan Federasyonu başkenti Hewler'de yaptı. Daha önce benzer bir toplantıyı Diyarbakır'da yapmayı denemişler, PKK'ye bağlı Halk İnisiyatifi'nin tehdidiyle Diyarbakır'ı pas geçmişlerdi.

Temeli ve felsefesi çöktüğü halde uluslar arası çekişme ve koşullardan dolayı bir süre daha varlığının sürmesine karar verilen Laik-Kemalist rejimin yerine ikamesi düşünülen Türk-İslam Sentezi'nin organizatörü Fethullah Gülen'in bu toplantısını, Türkiye'nin yeni dönem çevre düzenlemesi olarak algılamakta yarar var.

Hewler'deki Abant toplantısı Türkiye'nin Musul Başkonsolosunun konuşmasıyla açıldı. Eski MHP militanı Mümtazer Türköne tarafından dinleyicilere kardeşlik dersi verildi. Siyasal İslam'ın parasal projeleriyle geçinen Alevi Bejan Matur da bir konuşma yaptı toplantıda. Fethullah Gülen'in vaazı, ilahi bir saygıyla okunup dinlendi. Bir ayağı siyasal İslam'da olan, kimlik olarak da Türk ırkçılığı tarafından kıstırılmış bulunan Ermeni asıllı Etyen Maçupyan bir çeşni olarak sempozyumda, yer aldı... Cengiz Çandar bunların topuna, “Yüz Türkiyeli aydın“ ismini takıp geçti... Abdulmelik Fırat, Sertaç Bucak ve Haşim Haşimi gibi yakından tanıdığımız Kürt siyasetçilerde oradaydı. Hepsi Güney Kürdistan'a hoş gitmiş, sefalar götürmüşlerdi.

Aydını ve siyasetçisi oldukları Türkiye'nin Kuzey Kürdistan sorununu çözmüşler, şimdi de, dediklerine bakılırsa, “eli ayağı titreyen ve Türkiye'siz hiçbir geleceklerinin olmadığını anlayan“ Güney Kürdistan'a el atmışlardı.

O yılları yaşayanlar bilir; Türk ırk rejimi, sağcılarla solcuları, 12 Eylül Hapishanelerinde “Karıştır-Barıştır“ projesinin öznesi yapmıştı. Kürdistan hapishanelerinde de Kürt tutsaklara Türklüğün ilkeleri öğretiliyordu. Garip ve çekilmez bir durumdu.

Düşünsenize, size kurşun sıkan, en yakın arkadaşınızı öldüren, gecekondu semtlerine bedava sağlık hizmeti götüren solcu doktorun boynuna bıçak atan faşist katille aynı hücre veya koğuşta, alt ve üst ranzalarda yatıyorsunuz. İlk birkaç ay dişler gıcırdatılarak böyle yaşandı. Sonra ne mi oldu?

Herkes aslına döndü. Kim hangi cezaevinde güçlüyse ötekisini sopalarla, şişlerle, tekme tokatla döverek kendi hakimiyet alanı dışına attı.

“Karıştır -barıştır projesi“ bir Amerikan projesiydi. 12 Eylül öncesi halk çocuklarını “kutuplaştırıp dövüştürme projesi“ de bir Amerika projesiydi. Kutuplaşmış dövüşmüşler, bu uğurda binlerce kayıp vermişlerdi. Fakat işte iktidarda artık Amerikancı bir cunta vardı. Kutuplaştırılıp dövüştürülenlerin, karıştırılıp barıştırılmasındaydı sıra. Ekilen kin ve nefret tohumlarının meyvesi olan hapishanedeki sağ, sol ve Kürt militanlar şahsında “Karıştır-barıştır projesi“ tutmamıştı. Fakat cuntanın ekonomiden sorumlu bürokratı Turgut Özal liderliğindeki ANAP projesiyle hayli yol aldı. Turgut Özal boşuna:

“Biz dört eğilimi birleştirdik,“ demiyordu.

Dört eğilim dediği; sağ, sol, liberaller ve Siyasal İslam'dı...

İyi bakarasanız, Abant Platformunda, yukarıda çekmeye çalıştığımız fotoğrafı görürsünüz. Tabi buna bir de Kürt ayağı eklendi...

İçinde sağcı, solcu, eski MİT'çi, liberal, İslamcı, Kürtçü... ne ararsanız var. Halk çocukları vuruşturularak bitap düşürülmüş, Kemalist ordunun burnu PKK'ye kırdırtılmış; sermaya paylaşılmış, dört bin köyü boşaltılarak Kürdistan'ın ciğerleri sökülmüş, toplumun yüzde sekseni açlık sınırı altına itilmiş; Siyasal İslam aracılığıyla devlet büyüklüğünde bir ekonomik ve siyasal olanak elde eden Fethullah Gülen'in işin sonuçlarını derlemesine sıra gelmişti.

Kürtlüğün; Türk soluyla olan ilişki ve dayanışmasını haklı olarak sorgulayanlar; Kürtlüğün Türk sağcısı veya İslamcısıyla düşüp kalkmasını nedense sorgulamıyorlar?

Kürtlüktür bu, solcusu Türk soluna; sağcısı Türk sağına, dindarı Türk dindarına , liberali Türk liberaline benzer de aydını Türk aydınına benzemez mi!..

Kürt halkının yiğit çocukları otuz yılda en az 40 bin kayıp vererek Kürt kimliğini Türk ırk devletinin alnına kendi kanlarıyla bir daha silinmeyecek şekilde çentiklediler. Fakat hayatın cilvesi, ortaya çıkan yeni durumdan en çok da bu halk çocuklarına düşmanlık yapanlar yararlanmaya çalışıyor. Abant toplantılarının fotoğraflarına baktığınızda ne söylediğimizi galiba daha iyi anlarsınız. Çünkü Siyasal İslam ve buna eklenmiş Kürt-Türk siyaset literatüründe PKK, yere indirilip dağıtılması gereken dev bir gövdedir. PKK ile uzlaşmak yoktur. PKK'lilere sürgünden ve mağara yaşamından başka bir yaşam ön görülmemektedir. Eğer Kürtler bir çınar ağacı etrafında toplanacaksa, o çınarın da kökünden vurulup indirilmesi gerekmektedir.

Şimdi bir şey daha tespit edilebilir. PKK'yi MİT kurdu diyerek Kürt ulusal kitlesinin beynini hallaç pamuğu gibi atanların aslında Türk devletiyle ilişkileri çok daha iyi ve daha problemsiz. Hatta o kadar problemsiz ki, bildiğim kadarıyla Türk hapishanelerinde şu anda tutuklu tek üyeleri yok. Olmaması çok iyi. Türk devlet görevlilerinin açılışını yaptığı toplantıların konuğu olduktan; Kürtler arası tartışma ve çekişmeleri Türk basın-yayın-organları aracılığıyla sürdürdükten, Kürt Federasyonu ile Türk devleti arasındaki ilişkileri alkışladıktan, Türk devletinin doğrudan teşvik edip desteklediği ilişki ve toplantıların öznesi olduktan sonra PKK'nin MİT tarafından kurulduğunu ve Öcalan'ın Türk devletinin adamı olduğunu söylemenin anlamı ne? Niye buna ihtiyaç duyuyorlar?

PKK'nin Türk devletiyle danışıklı bağı olduğunu söyleyenler neden otuz yıldır bir Kürdistan kasabasını dahi ikna edemediler?

Türk sömürgeciliğinin Kürdistan'ın suratına gömülmüş kirli tırnaklarını kırıp atacak bir organizasyon, kongre, parti veya askeri gücün sahibi neden olamadılar?

İktidarsız düşürülmüş Kürt aydın ve siyasetçiliği devletin TRT Şeş'ini olumlu bulur; Abant Toplantılarına umut bağlar, bir iktidar hesaplaşması olan Ergenekon davasını kendi duruşması sayar, Kürdistan'ın kemiklerini kıran AKP'yi açılımın partisi olarak düşünür, devlet organlarıyla ilişkiyi kendine bir hak olarak görür, fakat öte yandan karşıtını devletle ilişkili olmakla suçlar...

Kürtler artık Soğuk Savaş Döneminden kalmış bu yamuk ve hileli siyaset biçimi terk etmek zorundadırlar.

Yeri gelmişken bir düşüncemi burada ifade etmek istiyorum. Kürt siyasetlerinin; aydın ve şahsiyetlerinin Türk devletinin kurum ve kuruluşlarıyla ilişki kurmalarında bir sorun yok. Kendini bilen bir Kürdün ilişki kurmaktan korkmaması lazım. Ben kendim cezaevlerinde 12 yıl devletle günlük ilişki halinde oldum. Koğuş ve cezaevi temsilcilikleri yaptım. Açlık grevlerinde pazarlıklarda bulundum. Bunu bir çok arkadaş yaptı. Ve biz birbirimizden kuşku duymadık. Birbirimize hayatlarımızı teslim ettik.

Şimdi de Türk devletiyle ilişki kurmaktan gocunmam. Bu konuda bir kompleksim, güvensizliğim ve yanlış anlaşılma korkum yok. Kendimi Kürt ulusunun yazarı, aydını ve şaşmaz bir hak savunucusu sayıyorsam, bu kimliğimle Türk devletinin kurum ve kuruluşlarıyla ilişki kurmaktan korkamam. Bundan hiçbir Kürt korkmamalı. Korkulması gereken ilişkinin niteliği bellidir. Kişisel çıkar sağlama, itiraflarda bulunma, Kürt mücadelesini tasfiye etme türü ilişkilerdir...

Fakat Kürtlerde Türk devletiyle ilişki tek yanlı, Türklüğün lehine olacak şekilde sürdürülmektedir. Osmanlı, sekiz yüz yıllık doğu saltanatını Kürt aşiretleri aracılığıyla sürdürdü. Osmanlı saltanatı yıkıldığında Kürtler kendileri olma yerine İttihat ve Teraki Cemiyetine daha sonra kendi dillerinin bile yasak olacağı Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurdular... Bu cumhuriyet eskidi. İdeolojik temelleri çöktü.

Yerine her halde hiçbir numarası olmayan sol felsefe oturtulacak değildi. Zaten solun asılları Avrupa'da, Rusya'da çöküp gitmişti. Temeli 12 Eylül ile atılan Türk-İslam Sentezi, Kemalist iktidar biçimi yerine oturtulacak ve Türkiye'yi bir elli yıl daha götürecek kitlesel tabanlı bir projeydi. “Karıştır-barıştır Projesi“ydi. Yeni Osmanlıcılıktı. Yeni Osmanlıcılık projesi sadece ülke içini değil, çevresini de düzenleme projesiydi... Buna Ermenistan, Irak, Güney Kürdistan, Suriye, İsrail yeniden düzenlemek dahildi. Buna öncelikle Türkiye'nin kendi içi de dahildi.

Türk İslam Sentezi sadece Kemalist ordunun burnunu ve kaburgalarını kırarak ilerlemiyor; Kürtler içerisinde etkin olan PKK'ye de vurarak ilerliyor. Bunu yaparken de, açılım adına, gelecek adına yine Kürtleri kullanıyor. Kullanırken olanak tanıyıp rüşvet veriyor.

Türkiye kısmında Siyasal İslam'la kavgalı olan Kemalist ordu, Kürdistan'da PKK'ye karşı Fethullahçılığı desteklemiyor mu?

Kürtlerin kendilerine şu soruyu sorması gerekiyor.

Bir tür Türkiye Humeyniciliği olan Fethullahçılığın Türk devletini ele geçirme ve onu çevre ülkelerle birlikte yeniden düzenleme eylemine Kürtler katılmalı mı? Katılacaksa nasıl katılmalı? Bu projede Doğu cephesinde Kürdistan kimliği, kişiliği ve ülkesi Türk İslam sentezinin yönetimi altında nasıl olacak?

Evet ortada iki proje var: Biri PKK ve DTP'nin; nesilleri kelaynak kuşlarına dönmüş ve aynı zamanda bitap düşmüş solcularla denemek istediği Demokratik Cumhuriyet projesi; ötekisi ABD'yi de arkasına almış Fethullah Gülen öncülüğünde yeni Osmanlıcılık projesi... İçinde her türden dinsel gericiliğin, dönekliğin, takıyenin, yalan, dolan ve hilenin olduğu Türk-İslam Sentezi Projesi....

Öteki bütün açıklamalar, çıkışlar, heybetli görüntüler, üst perdenden ileri sürülen talepler hepsi boş... Sanal...

PKK'ye ve PKK'nin Demokratik Cumhuriyet Projesi'ne karşı olmanın karşılığı Fethullah Gülen projesinin öznesi olmak olmamalıdır...

Fethullah Gülen Projesi Kürdistan'da iktidar olduğunda, Siyasal İslam'ın Domuz Bağının, ilkin onu destekleyenler mağduru olacaktır...

Yeri gelmişken, Fethullah Gülen'in vaazlı toplantılarına katılan laik-Kürt siyasetçilerden bir şey sorup yazıyı tamamlamak istiyorum.

Batı'da bu tür sempozyumların hangisi Papazların ilahi söylemleriyle açılıyor?

Evet, Güney Kürdistan gözbebeği gibi korunmalıdır. Güney Kürdistan'ı korumanın yolu Türk ırkçılığına ve onun bir başka türevi Fethullahçılığa yağ çekmekten değil, Kuzey Kürdistan mücadelesini yükseltmekten geçer.

Ankara, Güney Kürdistan'ın stratejik düşmanı; Kuzey Kürdistan mücadelesi Kürt Federasyonunun soluk borusudur. Biz bunu söylüyoruz.

Tercih Kürtlerindir...

Hasan Bildirici
[email protected]

Anonymous (not verified)

Sat, 02/21/2009 - 12:18

Bazı adlar siz farkında olmasanız da hayatınıza eşlik eder. Kerkük onlardan biri. Türkiye'de yaşayan hemen herkesin gitmese de duygusal bir bağla bağlı olduğu şehirdir Kerkük. Türkiye'de yaşayan Kürtler açısından ise duygusal bağla bağlı olunan ad Barzani adıdır. Farkında olsun olmasın Türkiyeli Kürtlerin hayatına Barzani adı, imgesi manevi bir merkez olarak eşlik eder. Yetmişli yılların başında dedemin ve köydeki yaşlıların kaçak radyo istasyonlarından gizlice dinledikleri haberlerde Molla Mustafa Barzani'den söz edilir, mücadelesi anlatılırdı. Belki KDP bir ad olarak bilinmiyordu ama yetmişlerin o karanlık, Kürtler için zor olan günlerinde Barzani adı sanki hâlâ can vermemiş olan bir vücudun yaşayan kalbini temsil ediyordu. Uzak, dağların ardındaki bir ülkede, birileri kendilerine Kürt diyor ve kimliklerinin mücadelesini veriyorlardı. Dedemin ve köydeki yaşlıların, adını koymasalar da uzaktan uzağa Kürtlüklerinden gizli bir gurur duyduklarını hissederdim. Sonra aynı radyo istasyonundan Ayşe Şan'ın türküleri başlar ve bütün yaşlılar, elektriği olmayan köyümüzde, yıldızların aydınlattığı gecelerde uzaktaki Kürt kardeşlerine gizli bir yakınlık hisseder ve onlarla akraba olmanın gururunu yaşarlardı. Tıpkı dinledikleri radyo istasyonu gibi duyguları da onlarda bir kaçaklık hissi yaratıyordu. Türkiye'de yaşayan Kürtler için çoğunlukla böyleydi. Kendi varlıklarını yok sayan bir ülkede yaşamayı katlanılır kılıyordu Molla Mustafa'nın Kürtlük mücadelesi. Evet kendileri belki kimliklerini koruyacak bir şey yapamıyorlardı ama, bir tür manevi kıble hayatlarını katlanılır kılıyordu. Kürt kimliğinin kurulmasında ve korunmasında o kaçak istasyonlardan duyulan haberlerin ve müziklerin ne kadar etkili olduğunu çoğu Kürt yaşamıştır, bilir. O yıllarda Kürt kimliği varla yok arası, yaralı muhayyel bir bedenin haritasında yaşamak anlamına geliyordu. Kuzeyle güneyi ayıran sınır onların bedeni üzerine çizilmişti sanki. Aralarına çekilen sınır var olan bünyeyi bozmuş, kan akışını durdurmuştu. Belki de bu yüzden hepimiz kaçakçılık hikâyeleriyle büyüdük. Sınırın öte yakasında kalanların bizim hikâyemizin bir parçası olduğunu bilerek. En güzel kumaşlar, en güzel kokular, öte yanında kalmıştı sınırın. Halep'te, Şam'da, Bağdat'taydı... Şarkılar dahi öyleydi. Sınırın öte yakasından yayın yapan radyolar taşıyordu Kürtlük ruhunu. Sınırın bu yanında kalan bizler ruhumuzu kaybetmiş, sinmiştik sanki. Kerkük'ü gören herkes gibi ağladım ben de Flig denen, şar denilen o kumaşların, ipeklerin, sırmaların temsil ettiği renkler akrabalarla gitmişti. Biz bu yakada kaçak radyo istasyonları ve askerin zaptu raptı altında kalakalmıştık. Ne zaman bir düğün olsa, o düğünü şenlendirecek kumaşlar, giysiler sınırın ötesinden nasıl getirilecek telaşına düşülürdü. Çünkü kumaşları dokuyanları da yollamıştık. Sınırın öte yakasında kalan sadece akrabalık değil hayatın kendisiydi. Sonra mayınlar döşenmişti araya. Akrabaların arasına aklın çektiği sınır o bağı öldüremediği için belki, mayından çare beklenmişti. Mayınlar ne yazık ki bugün de var. Bir zamanlar çeyizlerin, kumaşların, kahveye tat veren hel'in taşındığı sınırdan uzunca bir zaman suç taşındı, silah taşındı. Oradan buraya, buradan karşı tarafa, sınır suçun ve kötülüğün alanı oldu. Hâlâ öyle olmadığını kimse söyleyemez. Çünkü bir barış sınırı olmak üzere tasarlanmadı. Çünkü haksızdı. Öyle haksızdı ki, Saddam'ın zulmü binlerce kadın ve çocuğu, Peşmerge'yi püskürttüğünde ihlal edilmesi gerekendi. Çünkü adil değildi. Coğrafyanın, tarihin ruhuna uygun biçimlenmemişti. Dicle, Fırat akıp giderken, sular coğrafyanın verdiği kadim ruhla mecrasında seyreder, geleceğine ilerlerken insan engellenmişti. O sınırda yaşananlar anlatmakla bitmez. Hepsi trajiktir. Hepsi, ticaretten aşk hikâyesine doğal olmayan bir sınırın dramatik yoğunluğuyla yüklüdür. Bir ticari ilişkide olması beklenen düzen yoktur. Duyguların alanıdır, öfkenin, haksızlığa uğramış olmanın. Dünyadaki diğer sınırlarda yaşanmayan türden yoğunluklar yaşanır. Halil İbrahim kapısında bekletilenler belki siyaset bilmezler, tarih bilmezler ama orada olanın coğrafyanın ruhuna pek de uymadığını derinden hissederler. Kürtler sınırı pasaportla geçerken, Kürt memurların onlara 'be xer hatin' (hoş geldiniz) demesi, aklın var ettiği sınırın hayata çekilemediğini gösterir. O sınırı 2007'nin baharında geçtim. Zaman'a bir yazı dizisi hazırlayacaktım. Daha önce pek çok ülkeye gitmiş biri olarak, yaşadığım gizli heyecanın çocukluktan hatırladığım radyonun başına eğilmiş merak içindeki dedemin görüntüsü ile ilgili olduğunu fark ettim sonra. Dedemin ve onun kuşağının kendini ait hissettiği ve merak ettiği o dağın ardında yaşamak için mücadele edenlerin ülkesine gidecektim. Kurulmakta olan ülkeye, Kürtlerin ülkesine... Uzak Kürtlerle tanışmanın heyecanı beni yavaş bir yolculuğa ikna etti. Karayolundan gitmeliydim. Toprağın seyrini, coğrafyanın değişimini ancak böyle fark ederdim. Halil İbrahim kapısından geçmek üzere İstanbul'dan yola çıktım. Yol arkadaşlarım Diyarbakır uçağında tanıştığım Türkmen bir amca-yeğendi. Erbil'de konfeksiyon işletiyorlardı. Mallarını İstanbul'dan alıyorlardı. Genç yeğen aynı zamanda İstanbul'da talebeydi. Manevi bağı hepimizi kuşatan ülke ihtimalinin peşinden K.Irak'a giden çoğu Kürt gibi ben de heyecanlıydım. Kürdistan adının sakınılmadan kullanıldığı topraklarda, Kürtlerin kendilerini nasıl yönettiklerinin tanığı olmak gizli bir gurur ve heyecan yaratıyordu bende de. Bir ülke ihtimalinden çok bir özgürlük ihtimali olmasıyla ilgiliydim. Çok önceleri gördüğüm bir Kerkük görüntüsü zihnimi meşgul ediyordu; Kerkük zindanlarından söz eden o türkünün peşinden yola koyulmuştum. Kerkük'ü görmek sanki o coğrafyada olup bitenleri anlamak için bir kapı olacaktı. Öyle de oldu. Kerkük hüzünlüydü. Kerkük'ü gören herkes gibi ağladım ben de. Orada ellilerden itibaren yurdunu terk etmek zorunda kalan, Saddam'ın sürgününden dönen Kürtlerle konuştum. Bağdat'tan, Musul'dan, Diyala'dan nasıl geri geldiklerini anlattılar. Kerkük'e olan bağlılıklarını, Kerkük'ü sevmenin nasıl bir aşk olduğunu. Şehrin dışında bir kanser gibi büyümekte olan beton mahallelerde nasıl hayata tutunduklarını gördüm. Kerkük'e aynı bağlılık Saddam'ın zorla başka yerlerden getirip yerleştirdiği Araplarda da vardı. Gitmek istemiyorlardı. Her gelen yurt bellemişti. Kerkük yoksuldu, korku içindeydi ama birbirinin dilini konuşan, ezanını, çanını dinleyen insanların şehriydi hâlâ. Kürt, Türkmen, Arap hiç kimse yaşanan onca gerginliğe rağmen Kerkük'ün kucağından ayrılmak istemiyordu. Ne sürgünü uzun sürmüş Kürtler, ne de oraya Saddam'ın zoruyla yerleşen Araplar, gitmek istemiyorlardı. Kerkük'ün etrafındaki petrol kuyularından yükselen ateş sanki Kerkük'ün derdini yanıyordu. Ve o dert bitecekmiş gibi görünmüyordu. Yoldayken Türkmen yol arkadaşlarım benimle bildikleri Badini lehçesinde sohbet etmişlerdi. İstanbul'u ne kadar sevdiklerini, Erbil'de nasıl Kürtlerle hiç sorun yaşamadan geçindiklerini. Nasıl Kürt, Türkmen yan yana, iç içe olduklarını, kız alıp verdiklerini. Daha yoldayken bu coğrafya hakkında umuda kapılmama neden olan bu tanışma, bende bir yazıklanma duygusu da yaratmıştı. Biz Türkiye'de yaşayanlardan esirgenmiş bir dil zenginliğiydi bu. Türkiye'deki Kürtlerin dilini, Türk kardeşleri konuşamıyordu. Bırakın dili, şarkılarını dahi söyleyemiyorlardı. Ama ne gam, Türkmen amca-yeğenle Kürtçe şarkılar söyleyerek Cudi Dağı boyunca Halil İbrahim kapısına ilerliyorduk... Bir sınır yoktu zihinlerinde. Erbil, Mardin, Diyarbakır bir ve aynıydı onlar için. İstanbul hepsi için ufuk çizgisine sıralanmış bir hayal şehirdi. Kimi kimden ayırabilirsiniz ki burada! Merak içinde Erbil'e geldim. Sokaklarında, çarşılarında dolaştım. Yan yana yaşayan dillerin, dinlerin hayretini yaşadım. Yoksul okulların sınıflarına girdim. Talebelerle konuştum. Tarih dersini Soranice verirken, bir sonraki biyoloji dersini Türkmence verecek olan hocaların sevecenliğini gördüm. Karşılaştığım bu şaşırtıcı dil harmanı bana yaşanan onca acıya zulme rağmen hâlâ kardeşliğin mümkün olabileceğini gösterdi. Bu kardeşliği koruduğu için bu topraklar adına ümitlendim. Belki Saddam'ın zulmünden kaçarken birbirlerine sığınmış, birbirlerinin sıcaklığında ısınmışlardı. Ne önemi vardı ki nedenlerin. Burada gördüğüm çok seslilik ve bu sesliliği yaşatmak isteyen yönetime gıpta ettim. En ileri Avrupa demokrasilerinde yasaların, kuralların var ettiği demokratik zemin burada kendiliğinden vardı. Kimi kimden ayıracaktınız? Hangi dili, hangi lehçeden? Hepsinin kökleri ayrılmaz bir biçimde karışmıştı. Bu zenginliği koruyacak, besleyecek yasaların yapılması, sistemin kurulması için çalışan kadroların çabası görmezden gelinemezdi. Belki onlardan çok ileride duruyorduk ama onlardan öğreneceklerimiz vardı. Çok kültürlülüğü canlı bir biçimde yaşıyorlardı çünkü. Burada geçirdiğim günlerde hep Türkçeyi özledim. Tıpkı İstanbul'dayken Kürtçeyi özlediğim gibi. Neresi memleket, neresi gurbet bilemedim. Biz-ben karışmıştı. Her yer memleket, her yer gurbetken insana bakmayı öğrendim. Saddam'ın zulmünden birbirine sığınmış Kürt ve Türkmenlerin inşa ettiği kardeşliğe inandım. Burası bir ve ayrılmaz bir coğrafyaydı. Buna inandım. Çünkü bizim aramıza sınırları çeken dağların kendisi değildi. Yüzyıl başında çekilen sınırın ayırdığı kalplerin hasretle dolması ve o hasretin var ettiği türküler her yerde aynıydı. Sevgili Çandar'ın söylediği 'biz bir ulusuz'. Belki dillerini anlamıyoruz ama 'biriz, aynıyız'a inandım. Tıpkı Suriye'de benim toprağım olan Maraş'tan giden Ermenileri anladığım, yemeklerindeki sumak ölçüsünü dahi babaanneminkine benzettiğim gibi. Tıpkı günlerin, gecelerin aynı gökyüzü altında uyuyan bizleri birleştireceğine inandığım gibi. Erbil'in İstanbul'u, Diyarbakır'ı eksikti. Nasıl İstanbul'un Kürtçesi, Kerkük'ü eksikse... Nasıl Kürtlerin bayrağını, haritasını görünce duygulanan ve bu duygudan edindiği gurur ile hasreti dinen Kürtler, koşarak geldikleri K. Irak'tan ülkelerine, Türkiye'ye hasretle dönüyorlarsa. Aynı hasreti Abant'ın o güzelim göl manzarasında, Rebwar Karim'le konuşurken yaşadım. Rebwar, 'Erbil'de yaşamayı hiçbir şeye değişmem.' diyordu... Şehri orasıydı. Kimlik tam da böyle bir şeydi. Kendimizi nasıl hissettiğimizdi kimlik. Nereye ait hissettiğimizdi. Bu anlamda elbette Türkçeydi benim yurdum. Ama uzaktaki dağların ardında benim kimliğimi yaşatmak için çabalayanlara da bağlıydım. Hiç görmesem de. Onların şehirlerinde hep İstanbul'u, Diyarbakır'ı özlesem de bu böyleydi. Nasıl Türkiyeli biri Kerkük'ü görmeden kendini oraya, o türkülere ve hüzne ait hissediyorsa, bu bütün Kürtler için böyleydi. Bilincimizin derin katlarında örülen bu aidiyetin bizleri nerelerde birleştirip nerelerde ayırdığının elbette matematik bir anlatımı olamaz. Ama siyaset ve sınırları var edecek olan en nihayetinde duygularımızdır. Hastalanmış bu vücudun iyileşmesi, kan akışının sağlanması için var olan sınırın şeffaflaşması gerekiyor. İhtiyacımız olan cesaret değil samimiyet... Ortadoğu'nun bir havza olduğunun hatırlanması gerekiyor. Dillerimiz ayrı olabilir ama duygumuz, yüreğimizin dövüldüğü zaman ve toprak bir. Kürtçenin kendi içine kapanmayıp, dünyayla bağını kuracak olan biziz. Tıpkı Türkçenin Doğu olmadan, Ortadoğu olmadan yaşaması, hayatı eksik olduğu gibi. Bunun için öncelikle, dillerden düşmeyen kardeşlik kelimesinin, haysiyetini iade etmemiz gerekiyor. O duygusal zeminin üzerini örtüp, bizleri içi boşaltılmış kardeşlik ve komşuluk söylevleriyle oyalayanların samimiyetsizliği artık daha kolay fark ediliyor. Aramızdaki önyargıları üretenler sadece Kürtlere değil, bütün Ortadoğu değerlerine sırtlarını dönmüşlerdi. Iraklı Kürtler sadece Kürt oldukları için değil, Iraklı oldukları için de bunca zaman seçkinlerin hayatından dışlandılar. Ama ne mutlu ki, Türkiye kamuoyunda güneyli Kürtler için yukarıdan empoze edilen kırıcı, küçümseyici tavır değişiyor. Ortadoğu'da kuşatıcı bir siyaset üretmek niyetinde olan Türkiye bunu Kürtlere rağmen yapamayacağını artık fark ediyor. Hepimiz tanığıyız; güneyli Kürtleri dışlayan, küçümseyen her karar, her söz Türkiyeli ve güneyli Kürtleri kenetledi. Kürtler arasındaki farklılıklar; ortak değerler söz konusu olduğunda hızla kapandı. Türkiyeli Kürtler, güneyli kardeşleri hakkında söylenen, ima edilen her sözden bu derece etkilenirken Türkiye'nin onlara rağmen bir siyaset üretmesi mümkün olamazdı, olmamalı. Türkiye artık gerçeklerin ülkesi olmak yolunda. Hayatın dayattığı hakikatin ülkesi olmak. Demokratikleşme için güneyli Kürtlerin Türkiye'ye ihtiyacı olduğu kadar, Türkiye'nin de güneyli Kürtlere ihtiyacı var. Bu anlamda güneyli Kürtlerle ittifaklar geliştirmesi son derece önemli ama sorunun asıl kaynağını da gözden kaçırmamalı. Bu iyileştirmenin başlaması gereken yer iç siyasettir. Türkiye kendi Kürtleriyle barışmadan, iç barışını sağlamadan Ortadoğu'da bir barış öncüsü rolüne soyunamaz. Türkiye öncelikle kendi Kürtlerine güvenmeyi öğrenmeli. Diplomasideki cesaret kadar, iç siyasette güven sergilemeli. Ortadoğu'nun bir barış havzası olması hâlâ mümkün; çünkü üzeri örtülmüş olan "biz" duygusunun kökleri hâlâ taze. Bu konuda ihtiyacımız olan şey sanıldığının aksine cesaret değil, samimiyettir. O samimiyeti gösterdiğimizde bulacağımız kardeşliğin varsaydığımızdan çok daha derin olduğunu görebiliriz. Kardeşliğin harcından zoru çıkarmakla başlamalıyız belki de. Çünkü bize unutturulan kardeşliği canlandıracak olan; güç değil, her durumda iyi niyet ve samimiyettir. Kuzeyle güneyi ayıran sınırın yüreklerde yer etmediğini gösteren bu toplantı umarım samimiyetin ilk adımı olur. YARIN: Sınırın Ötesindekiler ve Berisindekiler: Yeni Bir Coğrafi Tasavvura Doğru [İbrahim Kalın]

Anonymous (not verified)

Sat, 02/21/2009 - 12:15

Erbil'de, 15 ve 16 Şubat tarihleri arasında 'barışı ve geleceği birlikte aramak' konulu diyalog toplantısı yapıldı. Toplantıya Türkiye ve Irak Kürdistan'ında önde gelen üniversiteler, gazeteler ve kültür platformlarında faaliyet gösteren 150'ye yakın Türk ve Kürt aydını, akademisyen ve gazeteci katıldı. Türk-Irak Kürtleri ilişkileri geçen 6 yıl zarfında zor bir süreçten geçti. Fakat konuya vakıf birçok Kürt kaynak bu ilişkilerin gelişme süreçlerinin hızlandığını teyit ediyor. Türk hükümeti bu yılın başında gün boyu yayın yapan Kürtçe televizyonun yayınına start verdi. Bunun yanı sıra en önemli iki üniversitesinde Kürt dili öğretilmesine izin verdi. Toplantıya katılan Türk ve Kürt tarafları çalışmalarına hükümet dışı bir yapı vermekte dikkatli davrandı. Yalnız işaretler Ankara ve Erbil'in, toplantının yapılması, desteklenmesi ve başarılı olması için gerekenin sağlanmasının arkasında güçlü şekilde durduklarını gösterdi. Musul'daki Türk konsolosluğunun Erbil valisi ve birçok yerli yetkili ile yan yana açılış oturumu çalışmalarında hazır bulunması, Kürt-Türk ilişkilerinin geliştirilmesi ve kültürel, ekonomik ve diplomasi alanlarında ufuklarının genişletilmesi zamanının geldiğini teyit etmesi dikkat çekiciydi. Toplantının faaliyetlerine dostluk, samimiyet ve anlayış havası hakim idi. Geçmişte Türk ve Kürt kültür ve siyaset çevrelerinde bu hava nadiren hissediliyordu. Hatta bazı Türk katılımcılar toplantıdan duyduğu sevinci gizleyemedi. Özellikle de bir yıl öncesine kadar ortak toplantılar veya kültürel faaliyetler düzenlemekten konuşmak yasaktı. Şimdi ise Türkiye'de yaşanan siyasi ve kültürel değişimlerin sonucu olarak tablo tamamen değişti. Bu değişimler arasında Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu toplantı sırasında sunduğu tebliğde Kerkük'ün Irak Kürdistan bölgesinin idari iskeletine dönüşünün Türkiye'nin ticari, ekonomik ve siyasi çıkarlarına yarayacağına vurgu yapması yer alıyor. Türk siyasi yorumcu ve uzmanı Cengiz Çandar ise bölgede istikrar, karşılıklı yapılanma ve kalkınmanın çıkarlarının, Türkiye ile Irak Kürtleri ilişkilerinin doğallaşmasını gerekli gördüğünü ifade etti ve önümüzdeki dönemde ABD güçlerinin Irak'tan çekilmesinin bölgede her iki tarafın karşılıklı işbirliği mantığına başvuracağı bir atmosfer yaratacağını teyit etti. Çandar'a göre özellikle de modern tarih Kürtlerin karşılıklı güven içinde kendi bölgeleriyle işbirliği içine girme haklarının altını çiziyor. Kürt katılımcılar da ortak anlayışın derinleşmesi yolunda diyaloğun sürmesi yönündeki isteklerini gizlemediler. Kürt siyasi yorumcu Karavan Akravi konuşmasında Türk-Kürt işbirliğinin Türkiye'ye ve Irak Kürdistan'ına yarayacağını, aynı zamanda Irak'ın istikrarına, ekonomik, kültürel ve siyasi büyümesine yarayacağını ifade ederek iki taraf arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi gerekliliği üzerinde durdu. Toplantı çalışmalarının sonunda Türkiye ile Irak Kürdistan bölge hükümeti arasında ilişkilerin geliştirilmesi üzerinde duran bir bildiri yayımlandı. Bildiriye göre bu ilişkiler bölgedeki barış ve istikrarın güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Bildiride toplantıya katılanların milliyetçi ve ırkçı ideolojiler üzerine kurulu bütün politikaları reddettikleri üzerinde duruldu. Londra'da Arapça yayımlanan El Hayat gazetesi, Iraklı Kürt yazar, 20 Şubat 2009

Anonymous (not verified)

Sat, 02/21/2009 - 12:20

Abant Platformunun 18. toplantısı 15-16 Şubat 2009 tarihlerinde Kürdistan Federe Devleti'nin başkenti Hewlêr de yapıldı. Toplantıya Türkiye'den çok sayıda Kürt ve Türk aydını ve siyasetçisi, Kürdistan Federe Devleti'nden bir çok aydın ve siyasetçi katıldı. Ben de, bugüne kadar Abant Toplantılarına çağrılmayan katılımcılardan biri oldum. Son toplantıya kadar Abant'ı basından ve aydınların makalelerinden izledim. Diyarbakır'da yapılacak olan Abant Toplantısında Kürtlerle ilgili Abant'ın benimsediği ilkeleri ve konsepti tartışmak için Diyarbakır'da yapılmak istenen toplantıya çağrılıydım. PKK'nın tehditlerinden dolayı toplantı gerçekleşemedi. Buna rağmen, PKK'nın tehditi üzerine düşüncelerimi, toplantıda neler konuşacağım üzerine iki makale yazdım. Daha önceki tarihlerde de, Kürt sorunun tartışıldığı ve bir konseptin benimsendiği toplantı sonrasında da, özellikle Hakkari'li Rojbin ile Mümtazer Türköne arasındaki tartışmalar üzerine yazdığım yazıda: Abant'ın iflas ettiğini ve kendisine yeni bir konsept ve paradigma oluşturması gerektiğini yazdım. 18. Abant Toplantısına yüklenilen anlamlar... Abant Toplantısının Diyarbakır'da PKK'nın tehditi sonrasında iki sefer yapılmamasından sonra, Abant Toplantısının Hewlêr'de yapılmış olması anlamlı. PKK de bu anlama göre davranış gösterdi. Toplantıya karşı büyük bir karalama, toplantının anlamına uygun olmayan kavramsal bir savaş başlattı. Abant Platform sorumlularının verdiği bilgilere göre, PKK'nın doğrudan tehdit ettiği katılımcılarda oldu. Abant Toplantısı yapılmasından önce, Hewlêr'deki toplantıya olduğundan başka anlamlar ve fonksiyonlar yüklenmeye başlandı. Kürdistan Federe Devleti yetkililerinin bu toplantıya yüklediği anlamın oldukça abartılı olduğu hissedilmeye başlandı. Bu toplantının Türkiye ile aralarında bir köprü olabileceğini düşündüler ve buna göre yaklaşım gösterdiler. Bu toplantının yardımcı bir unsur olabileceği gerçeğinden öteye bir tasarım ve yorum sahibi oldular. Oysa Kürdistan Federe Devleti ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesi, Türkiye'nin politikalarında değişiklik yapması ve Kürdistan Federe Devleti'nin Türkiye tarafından tanınması, devletin tutum ve politikalarındaki köklü değişiklikle ilgili olduğu ortada. Bunun içinde Türkiye'nin en önemli birkaç isteği var. Birinci isteği: Kürdistan Federe Bölgesi Yönetiminin kesinlikle hangi şartta olursa olsun bağımsız bir devlet olmayacağı konusunda garanti vermesi. İkinci isteği: Kerkük'ün Kürdistan Federe Yönetimine bağlanmayacağı konusunda garanti verilmesi. Üçüncü isteği: Kürdistan Federe Yönetiminin Pan-Kürdist bir siyaset izlememesi, Kuzey Kürdistan Hareketinden uzak durması ve nüfuz alanını Kürdistan'da genişletmemesi. Dördüncü isteği: Güney Kürdistan Federe Bölgesi'nin PKK'yı tasfiye etmesi. Abant Platformunda, sivil siyasi iktidara yakın olan ve Türk Kemalist devlet yapısına karşı yeni bir devlet senaryosuna sahip olanlar, Kürt sorununu inkar etmeden, eski devletin resmi katı rasyonelleri dışında üniter ve Türk ulusu devleti içinde Kürtleri entegralist bir sistem ve bireysel haklara dayalı bir çoğulculukla idare etmek isteyen kesim de Hewlêr Konferansını, Türkiye'deki sivil iktidarla Kürdistan Federe devlet arasında bir köprünün oluşması, derin devlet güçlerinin direncinin kırılması aracı olarak değerlendirdiklerinin söz konusu olduğu görülüyordu. Bunun yanında Kemalist devlete karşı alternatif devlet modeli ve senaryosuna sahip olanlar, Kürt sorunu üzerinden hareketle yeni Osmanlıcı ve emperyal bir düşünce modelinin deneme ve uygulama alanı olarak bu toplantıyı değerlendirmek istiyorlardı. Toplantının Hewlêr'de yapıldığı günlerde de, katılımcılar, konuşmacılar, semboller, bir basın ordusunun varlığı, toplantı öncesinde Kürdistan Federe Yönetimi tarafı, Abant tarafı, Türkiye devlet tarafınca yapılan konuşmalar, bu toplantıya yüklenilen ve ipuçları olarak beliren beklentilerin, gerçek olarak ortaya çıkmaya başladığını ortaya koydu. Bu iki temel amaç yanında, Kürt sorununun eşitlikçi bir tarzda çözümlenmesini ve Türkiye ile Kürdistan Federe Bölgesi Yönetimi arasında sorunların ortadan kalkmasını isteyen, eşitlikçi ilişkilerin ve ortaklıkların oluşmasını hedefleyen, bu nedenle sorunların ortaya dökülmesini ve tartışılmasını isteyen bir aydın grubu da vardı. Hewlêr'deki Abant'ta ikili yapı ve F. Gülen mesajı: Hem siyasi ve hem de bir aydın toplantısı... Abant Platformu kendisini bir aydın platformu olarak tanımlıyor. Bu platformun toplantılarına çoğunlukla da aydınlar katılıyor; Türkiye'nin, Bölgenin, Dünyanın temel sorunlarını tartışma gibi bir geleneği söz konusu. Abant Platformuyla birlikte Hewlêr'deki toplantıyı organize eden Mukrîyan Aydınlar Vakfının ve Selahattin Üniversitesi'nin de sivil platformlar olduğu bilinmekte. Buna rağmen, Hewlêr'deki Konferans siyasi yönü ağır basan bir aydınlar toplantısı oldu. Toplantının açılışı merasimine alışılmışın dışında kişilerin katılması, yine alışılmış dışında kişilerin konuşmalar yapmaları, salona Kürt, Irak, Türk bayrağının asılması bunun en önemli deliliydi. Açılış toplantısında, Kürt Tarafı adına Hewlêr Valisi, Kültür Bakanı, Selahattin Üniversitesi Rektörü, Mukriyan Aydınlar Vakfı'nın sorumlusu konuştu. Abant Platformu adına yeni emperyal düşünce ve toplum konseptinin ustalarından, Abant'ın resmi çekirdeğine yakın ya da içinde olan, resmi temsilcilerinden olan Mümtazer Türköne konuştu. Bu konuşmalara, Fetullah Gülen'in mesajı tüy dikti. Oysa bugüne kadar Abant Toplantılarına Fetullah Gülen hiç mesaj göndermemişti. Fetullah Gülen'in mesajı bazı Kürt kesimleri tarafından bir provakasyon olarak değerlendirildi. Fetullah Gülen'in konuşması, yeni ve gelecek Türkiye emperyal konseptinin kavramsallaştırmalarını ortaya koyuyor, Kürt ve Kürdistan kavramlarının dile getirilmemesine özen gösteriyordu. Fetullah Gülen'in bu mesajı, diğer siyasilerden ve siyasi taraflardan ziyade Hewlêr'deki Abant Toplantısını siyasileştiriyor ve aydın platformuna gölge düşürüyordu Kürt tarafı, salonda Kürt Bayrağı ile Türk Bayrağı'nın yan-yana olmasını Türkiye'ye atılmış bir gol olarak değerlendirirlerken, Türk tarafı da bu toplantı ile bir birlikte yeni sömürgeci emellerinin Kürdistan Federe Bölgesinde gerçekleşmesinin ilk adım olarak değerlendirdiklerini, söylenenler ve ileri sürülen görüşler çerçevesinde saptamak olanaklı. Konferansta Kuzey Kürdistanlı konsept sunucusu yoktu... Hewlêr'deki Konferans'ta Kuzey Kürdistan tarafının olmaması DTP yandaşı aydınların ve siyasetçilerin olmamasıyla tanımlanan bir olay değildi. Kuzey Kürdistan'dan taraf olmaması ana konseptlerin Kuzey Kürdistan kimliğiyle tanınan aydınlar tarafından sunulmamasıyla da ortaya çıkıyordu. Toplantının ana konseptleri, Güney Kürdistan ve Türk tarafından gelen aydınlar tarafından esas olarak sunuldu. Kuzey Kürdistan'dan gelen Altan Tan ve Galip Ensarioğlu ana konsepti sunan, Kürt orijinli siyasetçi ve aydınlar oldular. Altan Tan ve Galip Ensarioğlu'nun kendilerini hangi taraftan gördükleri fazla bilinmiyor. Ama bilinen bir şey var ki, Kuzey Kürdistan kamuoyunun onları Kürt tarafı olarak tanımlamadıkları gerçeğidir. Kuzey Kürdistanlı ana konsept sunucularının konferansta olmaması, Hewlêr'deki konferansı tartışmalı hale getiren önemli konulardan biridir. Türk tarafının söyledikleri Kürt ulusal sorununun evrensel kurallar, modeller, eşitlikçilik içinde çözümlenmesini istemediklerini ortaya koydu. Türk gizli resmi tarafların yeni emperyal bir düşünce ve toplum modeli peşinde olduklarını açığa çıkardı... Hewlêr'deki Konferans'ta Türk merkezli nasyonalist, islamcı ve liberal düşünceler dile getirildi. “Kürdistan“ ve “Kürdistan Federe Bölgesi“, “Kürdistan Federe Bölgesi Yönetimi“ kavramlarının çoğu konuşmacı tarafından dile getirilmemesi ve bu konularda yapılan tartışmalar, Konferansın birinci gününe damgasını vurdu. Bu konuda önemli tartışmalar yapıldı. “Kürdistan“ ve “Kürdistan Federe Bölgesi“ kavramları kullanmadan karşılıklı kaygıları gidermenin, birlikte bir yaşamı kurgulamanın olanaklı olmadığı dile getirildi. Bölgenin güvenliği ve karşılıklı güven sorunu tartışılırken, Türkiye'nin Kerkük sorununa müdahale etmemesinden, Türkiye'nin PKK'yi gerekçe göstererek Kürdistan Federe Bölgesinde operasyonlar ve müdahalelerinden bahsetmemek sorunu çözümünden yana olmamaktı. Doç Dr. İbrahim Kalın bunu yaptı. Ortadoğu'nun geleceği tartışılırken, Kürdistan'ın bölünmüşlüğünden bahsetmemek, Kürdistan'ın bölgedeki rolü, Kürdistan'ın nasıl bütünlüklü hale geleceği, bölgede nasıl bir rol oynayacağı üzerinde görüş belirtmemek, eski ezberin devamından başka bir şey değildi. Ali Bulaç bunu yaptı. Güney Kürdistan kesiminden katılan Ferit Eserset'in “Nasıl Bir Irak?“ üzerinde düşüncelerini açıklarken, Federalizmi ve Federasyonu dillendirmekten korkması, mevcut Irak yapısının gerçekten bir federalizm olup-olmadığı, nasıl bir federasyon olduğu; Irak'ın konfederal bir devlet olup-olmadığı, Kerkük'ün geleceği ve referandumu konusunda görüş belirtmemesi başlı başına büyük bir sorun olarak ortaya çıkıyordu. Kürdistan Federe Bölgesinden ortaya çıkan bir sakat görüş olması nedeniyle de, daha anlamlı oluyordu. Konferansta, Kürtlerle, Türkler, Araplar arasında bir eşitlenme ve eşitlik sağlanmadan, ortak kültür ve sanat yaratmaktan, birlikte bir yaşam kurmaktan bahsetmek eski düşüncenin yeni kavramlar, sıradan palyatif çözümlemeler, bireysel haklarla geçiştirme tutumundan başka bir şey olmadığı; kültürel çoğulculuk, dilsel çoğulculuk v.b gibi kavramların azınlıkların ve Kürt ulusunun kendi kendisini yönetme hakkının ötesinde, eski sömürgeci sistemim yeni emperyal bir modelle, Kuzey Kürdistan dışındaki Kürdistan parçalarını da içine alan bir yeni sistem kurgulanmasına ideolojik bir enstrüman haline geldiğinin ipuçlarını sunmaktaydı. Bu nedenle, Kürt ve Kürdistan kimliğinden uzak duran, kendisini iki millet tanımının ortak ve sentezci bir yerinde gören Bejan Matur düşüncelerinin Türk tarafı, entegralist ve Türkiyeci düşünen Kürtler tarafından alkışlanması bu yaklaşımın bir sonucu oldu. Galip Ensarioğlu, Irak ve Türkiye ekonomik ilişkileri üzerinde durdu. Ama Kuzey Kürdistan'daki ekonomik bilinçli geri bıraktırılmışlığın nedenleri üzerinde durmadı. Kürdistan hakkında resmi dili kullandı. Kürdistan'a “Güney Doğu ve Doğu Bölgeleri“ dedi. Kürdistan Federe Bölgesi'ndeki özgürlük ortamının yarattığı gelişme boyutlarıyla, Kuzey Kürdistan'daki sömürgeci sistemin yarattığı geriliğin yaratığı eşitsizliğin, ilişkilerde bir sorun olacağı üzerinde durmadı. Bu konularda konferansta görüş belirtme fırsatı buldum. Kervan Akrayi, Türkiye ve Kürdistan Federe Bölgesi ilişkileri açısından önemli konular gündeme getirdi. Bu konuşmaya bağlı olarak dile getirdiğim görüşler de hayati konuları içeriyordu. Bu konuları sıralarsak: Türkiye, 1- Kürdistan Federe Bölgesini ve bölgede Kürtlerle ilgili gelişmeleri güvenlik açısından tehlikeli görme klasik anlayışını değiştirmeli. 2-Kerkük'ün Irak Federal Irak sorunu olduğunu kabul etmeli. Kerkük referandumunu benimsemeli. 3- Kürdistan federe Bölge Yönetimini, Irak Federal hukuku ve uluslar arası hukuk açısından tanımalı. 4- Kürdistan Federe Bölgesi ile resmi ilişki kurmalı. Bu Turgut Özal vizyonunun yeni aşaması olacak. 5- Kürt Sorunu bölgesel bir sorun. Çözümü de bölgesel olacak. Bunun için de Türkiye'nin Kürt ulus sorununun çözümü açısından, uluslararası ölçülere ve ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi çerçevesinde köklü açılım yapmalı. 6- Türkiye, PKK sorununu kendi sorunu olarak kabul etmeli ve PKK'yı Kürdistan Federe Bölgesi'ne bir müdahale enstrümanı haline getirmemeli. 7- Avrupa Birliği ve Irak Federal Devlet modelini anlamaya çalışarak, kendi Kürt sorunu konusunda çözüm modeli oluşturma yoluna gitmeli. Önerilen Kürt çözüm modellerini ciddiye almalı. İlişkilerin belirlenmesinde Medyanın geçmişi ve geleceği tartışılırken, devletin resmi tutum ve politikalarından bağımsız bir yaklaşım gösterilmesi gerçeği yansıtmıyordu. Oysa konferansta da belirttiğim gibi, devletin Güney Kürdistan'ı düşman ve Saddam'ın gidişini istemediği dönemlerde medya aynı yaklaşımı göstermiştir. Devletle Güney Kürdistan ilişkileri yumuşayınca, medyanın yaklaşımı da yumuşak olmuştur. Bu nedenle Türkiye'de medyanın asıl sorunu, resmi devlet ideolojisinden otonomlaşma ve özerkleşme sorunudur. Bunu da Türk medyası yapmaktan uzaktır. Konferansın son oturumunda Sami Şoreş, Türkiye ve Güney Kürdistan ilişkileri üzerinde durdu. Altan Tan Bölge ve Cengiz Çandar Küresel Ölçek konularını işlediler. Altan Tan, Türk merkezli İslamcı bir yaklaşımla sorunları ele aldı. İdeolojileştirilmiş islamın demokrat, modern olmayacağını, her zaman terörize olabileceğini görmek ve göstermek istemedi. Cengiz Çandar, evrensel parametrelere daha yakın bir konuşma yaptı. Ama Türkiye'de Kürtlere ve Kürt sorununa, Yahudilere bağlı olarak genel olarak Batıya, Avrupa Birliğine ve ABD'ye düşmanlık üzerinde durmadı, bunun Türkiye'nin küreselleşmesini engellediğine işaret etmedi. Küreselleşmenin batı merkezli olmasından dolayı, Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun diğer ülkelerinin (Irak Federal Devletini bir ölçüde dışında tutarsak) küreselleşme ile yapısal bir çatışma içinde olduğunun altı çizilmedi. Globalizm'in ulus devletleri ortadan kaldırmadığı halde kaldırdığının ileri sürülmesi, Kürtlerin ulus devlet kurmalarının gündeme geldiği aşamada, tekrarlanan bir ezber olduğu da analiz edilmedi. Konferansın Sonuç değerlendirmesi... Konferans katılımcılarının bir değerlendirmesi ve konferansın bir sonuç bildirisi değildir. Sadece Abant Platformu, Selahattin Üniversitesi, Mukriyan Aydınlar Vakfının resmi yöneticilerinin görüşleridir. Bu nedenle katılımcılar tarafından müzakere edilmedi. Müzakere edilmiş olsaydı, yayınlanan ortak metne o haliyle imza atmam olanaklı olmazdı. Metnin kavramlaştırılması ve mantığına katılmam olanaklı olmayacağı gibi, O değerlendirmeye çok hayati başka konuların girmesini önermem ve değişiklikler istemem söz konusu olacaktı. Sonuç olarak... Her kesim kendine göre Hewlêr'deki konferanstan sonuçlar ve yararlar çıkardı. Bu nedenle Hewlêr'deki Konferans, hem bir başarı öyküsü ve hem de değil. Hem özgür düşüncelerin dile getirildiği bir konferans, hem de Türkiye'nin Kemalist devlet modeline karşı alternatif siyasi ve toplumsal bir sistem yaratmak isteyenlerin, Kuzey Kürdistan statüsü ile değil, yeni bir statü ile Kürdistan Federe Bölgesi'ni de içine alan bir emperyal düşünce ve yönetim modelinin ipuçlarını ortaya çıktığı bir platform oldu. Görünen o ki Hewlêr'deki Abant Konferansı ile ilgili tartışmalar daha uzun bir dönem devam etmekle kalmayacak, bu toplantı ne yazık ki yeni bir Türk emperyal düşüncenin temellerinin atıldığı milad olarak nitelendirilecek. Amed, 19. 02. 2009 İbrahim GÜÇLÜ ([email protected])

Türkiye gerilimli ve heyecanlı bir yerel seçim süreci yaşarken çevremizde de önemli gelişmeler oluyor. Geçtiğimiz hafta buradan bakınca "Kuzey Irak" denilen, oradan bakınca "Irak Kürdistanı" olarak adlandırılan bölgede önemli bir toplantı yapıldı. "Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak". Yani Türkiye ile Irak Kürdistanı arasındaki ilişkileri masaya yatırmak... Toplantıyı Fethullah Gülen Hareketi'ne yakınlığıyla bilinen Abant Platformu, Selahattin Üniversitesi ve Mukriyani Enstitüsü birlikte düzenlemişti. Gitmeyi istediğim halde gidemediğim o toplantı diğerleri gibi yine önemli tespitlerin yapılmasıyla sonuçlandı. Irak Kürdistanı'nın başkenti Erbil'de düzenlenen toplantıya Türkiye'den yüze yakın aydın, gazeteci ve bilim adamı katıldı. Toplantı sonrası ortak bir mutabakat metni yayınlandı. O metinde altı çizilmesi gereken çok önemli tespitler vardı: Birkaçını buraya almakta yarar var. - Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki münasebetlerin geliştirilmesi sadece iki tarafa değil bölgeye de barış ve istikrar getirecektir. - Tarih, coğrafya ve kültür, Türk ve Kürt halklarını kardeş kılmıştır. Bize düşen bu kardeşlik bağlarını güçlendirmektir. - Etno-milliyetçilik üzerinden kurulan her türlü politika reddedilmektedir. "Konsolosluk mutlaka açılmalı" Ticaretten, eğitime pek çok alanda ikili ilişkilerin geliştirilmesi istenen o mutabakat metninde çok çarpıcı bir nokta daha vardı: Dünyanın 12 önemli ülkesinin Irak Kürdistanı'nda konsolosluğu veya temsilciliği varken, yanı başındaki komşusu, üstelik kardeş ülke Türkiye'nin konsolosluğu yoktu. Yazar Altan Tan bu eksikliğin önemini bir televizyon kanalında şöyle dile getiriyordu: "Türkiye bir an önce orada bir konsolosluk açmalı. Bu ilişkilerin iyiye gitmesi açısından tarihi önemde bir karar. Bu TRT 6 olayından çok daha önemli." Önümüzdeki kısa vadede Ortadoğu yeniden şekillenecek. Türkiye şimdiden o güne hazırlanmalı. Aslında Erbil'de Türkiye'nin konsolosluk açması bir iyi niyet gösterisinden öte, tarihin de, coğrafyanın da dayattığı, hatta içinden geçtiğimiz küresel sürecin zorunlu kıldığı bir şey. Cengiz Çandar dünkü yazısında bu gerçeği çok net biçimde ortaya koydu: "Türkiye'ye uymuyor mu? Kürdistan ile Katalunya'yı, Irak ile İspanya'yı birbirine bağlayan bir jeopolitik halka, Türkiye'nin bir ucu Kürdistan'ın Zagros dağlarına dayanan Şark'ın büyük devleti, diğer ucu Batı Akdeniz'de Katalunya'daki Barselona'yı etkileyen, Doğu Roma'nın mirasçısı bir Akdeniz gücü olduğunu görmeyebilirsiniz. Ama Türkiye AB'de olmadan Batı, Balkanlar ile Kafkasya buluşabilir mi? Avrupa parantezi Türkiye olmadan kapanabilir mi? Biz, Ukraynalılar, Gürcüler, Sırplar, Arnavutlar gibi Avrupa kapılarında değiliz. Bir ayağımız içeride. İkincisinin de girmesini, Erbil'dekiler ve en önemlisi Diyarbakır'dakiler de istiyor." Abant Platformu bir kez daha Türkiye'nin en kritik ve kırılgan meselesine ışık tutan bir çabaya imza attı. Doğrusu onların bu çabasını başta DTP çevresi olmak üzere bazı kesimlerin görmezden gelmesini anlamakta zorlanıyorum. Sahi 'barışı ve geleceği birlikte arama'nın kime ne zararı var? Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.