Skip to main content
Submitted by Anonymous (not verified) on 14 February 2009

Tarih, 12 Ocak 1996. Şırnak'ın Güçlükonak ilçesine bağlı Gêrê(Çevrimli) ve Yatağan köylerine baskın yapar asker. Eski koruculardan Abdullah İlhan, Ahmet Kaya, Ali Nas, Neytullah İlhan, Halit Kaya ve Ramazan Oruç'u gözaltına alır.
PKK'ya yardım ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan köylüler, Taşkonak Jandarma Taburu'na götürülür.
Tarih, 15 Ocak 1996.
Koçyurdu köyünün korucularından Hamit Yılmaz,Abdülhalim Yılmaz, Mehmet Öner ve Lokman Özdemir, görev gerekçesiyle Ramazan Nas'ın minibüsüyle yine Taşkonak Jandarma Taburu'na götürülür.
Gözaltındaki köylüler ve korucular aynı gün Nas'ın minibüsüyle Tabur'dan yola çıkarıldıktan sonra bir yerde durdurulur; kurşun yağmuruna tutulduktan sonra minibüsle birlikte 11 köylü yakılır.
Genelkurmay, Güçlükonak katliamı konusunda PKK'yı işaret eder.
PKK, katliamı üstlenmez.
Öldürülen köylülerin yakınları ’devlet'i sorumlu tutar.
Tarih, 13 Şubat 1996.
Sanatçı ve aydınlardan oluşan Barış İçin Birarada Çalışma Grubu Güçlükonak'a gider; katliamla ilgili olarak devlet güçlerini suçlar ve Genelkurmay hakkında suç duyurusunda bulunur.
Katliamı araştırmak için iki kez bölgeye giden, Cumhuriyet'te uzun yıllar birlikte çalıştığım Celal Başlangıç şöyle anlatır:
“Yakılan minibüsteki köylülerin cesetleri tanınmaz halde. Hesap makinaları dahil her şey yanıyor. Ama bir tek kimlikleri hiç zarar görmemişti. Olayı soruşturmak için gelen savcı, kimlikleri soruyor. Uzman çavuş cebinden 11 köylünün kimliğini çıkarınca, Savcı soruşturmayı bırakıp gidiyor.“
Bu arada katliamın derin devlet ya da kontrgerilla tarafından yapıldığını öne sürenler yargılanır. Münir Ceylan, Ercan Kanar ve Şanar Yurdatapan, “Ordunun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif“ten hapis cezasına çarptırılır. Ancak cezaları Yargıtay'dan döner ve dava beraatle sonuçlanır.
Tarih, 12 Temmuz 1996.
Katliam kurbanlarının yakınları, askerden kaynaklanan bazı baskılara rağmen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurur. Mahkeme, Türkiye Cumhuriyet Devleti'ni mahkum eder.
2001'de Güçlükonak katliamıyla ilgili bir kitap yayınlayan değerli meslektaşım Celal Başlangıç yılmaz, bugün de Güçlükonak katliamının Ergenekon davasına dahil edilmesini talep eden çabalarını sürdürür.
Şubat 2009'un ilk haftası.
İsmi, Adnan Ekmen.
Güçlükonak katliamının yapıldığı 1996 yılı ocak ayında İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı. İktidarda DYP-CHP koalisyonu var. Başbakan Çiller, yardımcısı Baykal.
Aradan 13 yıl geçmiş.
Eski Devlet Bakanı Ekmen'in itirafı:
“Güçlükonak katliamıyla ilgili duyumlar, askerin açıkladığı gibi değildi; PKK'nın yapmadığı yönündeydi duyumlar. Çok gayret sarf ettim, ancak sonuca varmam o şartlarda mümkün değildi. Görüştüğüm kişiler, gerçeğin bende saklı kalması kaydıyla bunları anlattı. Bir korucubaşı da bu bilgiyi doğrulayanlar arasındadır. Ancak ’Bunları söylersen, bizim sonumuz kötü olur' deyince bunu açıklayamadım.
Huzursuz olduk.
Öğrendiğim gerçeği, Sayın Baykal'a da ilettim. ’Bir zarar görmeyeceksen, üzerine gidebiliyorsan git' dedi. Yani açık bir engelleme yapmadı. Ancak, belki konuyu kendisi de TBMM'ye taşıyabilirdi.
Baykal'a ayrıca Başbakan Çiller ile görüşebileceğimi söyleyince, ’Görüş ama başı çok kalabalık, bu işle uğraşamaz' tavsiyesinde bulununca, onunla görüşmedim.
Katliamı kimler yaptı?
Güvenlik güçlerinin içinde o dönemler örgütlenmiş kendi başlarına buyruk bir yapılanma vardı. Buna ister JİTEM deyin, ister başka şey farketmez. Keşke bu olayların içinde bilgisi olup da yaşayanlar konuşabilse... Bu isimleri ben söylemek istemiyorum.
Bu nedenle gerçek Ergenekon'u ortaya çıkarmak istiyorlarsa, bu dosya ele alınmalıdır. Ergenekon'u soruşturan savcılara çağrım şudur: Özelde bu olayı, genelde Fırat'ın ötesini araştırmadan gerçeğe varamazsınız.“
13 yıl sonra gelen itiraf...
Kimden?
Bir Devlet Bakanı'ndan...
11 köylünün yakıldığı bir katliamın devlet güçleri -ya da JİTEM- tarafından gerçekleştirildiğini biliyor ama açıklamıyor veya korkudan açıklayamıyor.
Çaresiz bir Devlet Bakanı yani...
Başbakan yardımcısı da öyle...
Başbakan'ın ise başı kalabalık...
Bir vahşetin hesabı sorulamıyor.
Üstü örtülmek isteniyor.
Vicdan bunun neresinde?
Adalet bunun neresinde?
Hukuk bunun neresinde?
TBMM ya da milletin kayıtsız şartsız hakimiyeti bunun neresinde?
Soruyorum:
Bu hesaplar sorulmadan Türkiye'de demokratik hukuk devleti tüm kural ve kurumlarıyla yerleşebilir mi?
Soruyorum:
Böyle devlet olur mu?
Beşinci yazı yarın.Böyle devlet olur mu? (3)
Başbakanlık, MİT, Genelkurmay ilişkilerindeki çarpıklık...
13 Şubat Cuma 2009
Arkadaşına gönder
Sitene ekle
Sayfayı yazdır

Ergenekon davasının iddianamesinde MİT'in bir belgesi yer alıyor. İlginç bir geçmişi var.
Tarih, 3 Temmuz 2002.
MİT'e önemli bir belge ulaşıyor.
Başlığı şöyle:
“Ergenekon ve LOBİ isimli projeler.“
MİT, bu belgeyi bir yıl bir hafta kendinde tutuyor.
Tarih, 10 Temmuz 2003.
MİT, Ergenekon belgesini götürüp Genelkurmay Başkanı'na veriyor.
Soru:
MİT, Ergenekon belgesini neden bir yıl bir hafta kendi bünyesinde tutuyor?
İkinci soru:
MİT neden doğrudan bağlı olduğu Başbakan'a değil de, Genelkurmay Başkanı'na veriyor Ergenekon belgesini?
Ergenekon belgesinin MİT'e geldiği 3 Temmuz 2002 tarihiyle, Genelkurmay Başkanı'na verildiği 10 Temmuz 2003 arasında sırasıyla üç Başbakan görev yapıyor:
Başbakan Ecevit.
Başbakan Gül.
Başbakan Erdoğan.
MİT, belgesini Ecevit'e de, Gül'e de vermiyor. Daha sonra Tayyip Erdoğan 2003 yılı mart ayında Başbakanlık koltuğuna oturuyor. Ergenekon belgesi, MİT tarafından beş ay sonra Başbakan Erdoğan'a değil, Genelkurmay Başkanı'na veriliyor.
Neden?..
Siyasi otorite niçin atlanıyor?
2003'ün mart ayında Orgeneral Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı. Aynı tarihte Şenkal Atasagun da MİT'in Müsteşarı.
Devam edelim.
MİT, Ergenekon belgesini Genelkurmay Başkanı'na verdikten sonra, dört ay daha bekliyor ve 19 Kasım 2003'te Başbakan Erdoğan'a sunuyor.
Soru:
Başbakan, Ergenekon belgesinin kendisine bu denli uzun bir gecikmeyle gelmesini fark etti mi?..
Devam edelim.
İlginç bir boyut daha var.
Tarih, 14 Temmuz 2008.
Ergenekon iddianamesi açıklanıyor.
İddianamede, MİT'in Ergenekon belgesiyle ilgili notu dikkati çekiyor. Buna göre MİT, mahkemeye gönderdiği 31 Ekim 2007 tarihli yazısında, Ergenekon belgesini 10 Temmuz 2003'te zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'e ulaştırdığını söylüyor.
Bir adım daha atalım.
Tarih, 6 Şubat 2009.
Genelkurmay yaptığı açıklamayla MİT'i yalanlıyor; Genelkurmay'da böyle bir belgenin bulunmadığını söylüyor.
Allah Allah diyebilirsiniz.
Soru:
Ergenekon iddianamesi 14 Temmuz 2008'de açıklandığına göre, Genelkurmay niçin yedi aylık bir gecikmeyle böyle bir belgenin kendisinde bulunmadığını açıklıyor.
Bu gecikme neden?..
Ergenekon'la ilgili böylesine önemli bir belge, MİT tarafından Genelkurmay'a ulaştırılmasına rağmen, Genelkurmay'ın arşivine girmemiş olabilir mi?(*)
Var mı böyle bir ihtimal?
Varsa araştırıldı mı?
Bu sorular elbette “Böyle devlet olur mu?“ sorusuyla ilgili...
Akla başkaları da takılıyor.
Başbakan Erdoğan, Ergenekon belgesinin kendisinden aylarca gizlendiğini gerçekten fark etti mi?
Fark edince ne yaptı?..
2003 netameli bir yıldı çünkü.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Paşa'nın günlüklerinde ayrıntılarıyla yer aldığı gibi, AKP'ye karşı başta Ergenekon sanığı, zamanın Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur Paşa olmak üzere kuvvet komutanları düzeyinde ’darbe düğmesi'ne basılmıştı.
SARIKIZ pişiyordu mutfakta!
Tarih, 6 Aralık 2003.
Örnek Paşa günlüğüne yazar:
“Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur'un isteği üzerine jandarma sosyal tesislerine gittik. Ve bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basını ele geçirmeye çalışacaktık. Sonra rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Derneklerle temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık. Yukarıdakiler SARIKIZ diye anılacaktı.“
Soru takılıyor aklıma.
Ergenekon belgesini aylar süren bir gecikmeyle Başbakan Erdoğan'a bildiren MİT, acaba bu ’darbe tertipleri' konusunda ne yapmıştı?
Bu gelişmeleri tespit etmiş miydi? Etmişse, Başbakan'ı haberdar etmiş miydi?
Bir nokta kesin gibi.
MİT, sanıyorum, ’darbe tertipleri'nden haberdardı, hatta askere bazı uyarı mesajları da vermişti.
Tarih, 1 Şubat 2004.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek günlüğüne yazar:
“Aytaç Paşaları (Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, HC) ziyarete gittik. Bana, ’Geçen gün MİT'ten gelen habere göre, Şenkal (Şenkal Atasagun, MİT Müsteşarı, HC) iki haber verdi. Birincisi, JGKK'nın (Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur, HC) bütün hareketleri biliniyor ve yasa dışına çıktığı değerlendiriliyor' dedi.“
Evet, günlük böyle diyor.
MİT, darbesel gelişmeleri izlediğine göre, bunları baştan itibaren Başbakan Erdoğan'a da bildirdi mi?
Bildirdiyse, Başbakan ne yaptı?
Çok merak ediyorum.
Erdoğan için bir soru:
SARIKIZ'la ERGENEKON'u birbirinden kopararak, birincisinin üstünü örterek ikincisi aydınlanabilir mi, yoksa onun akıbeti de SUSURLUK gibi mi olur, ne diyorsunuz?..
Böyle devlet olur mu dizisinin dördüncü yazısı yarına.
———————————-
Böyle devlet olur mu? (2)
Askerle medya ve işdünyası ilişkisinde çarpıklık
12 Şubat Perşembe 2009
Arkadaşına gönder
Sitene ekle
Sayfayı yazdır

Salı günkü Taraf gazetesini okudunuz mu? Okumadınızsa, lütfen bulup okuyun.
Sade bir vatandaş, bir işadamı, bir asker, bir gazeteci, bir siyasetçi, bir akademisyen şu ya da bu olabilirsiniz.
Ama eğer bu ülkede demokrasi ve hukuk diye, demokratik hukuk devleti diye bir meseleniz varsa...
Bu açıdan askerle siyaset, askerle devlet ilişkilerini merak ediyorsanız...
Askerle işdünyası, askerle medya ilişkileri arada bir aklınıza takılıyorsa...
Ya da Türkiye'de demokrasi deyince, asker sorunu diye bir soru işareti bazen zihninizde kıvrılıyorsa...
O zaman bulun ve okuyun salı günkü Taraf gazetesini.
Tarih, 17 Aralık 2003.
Yer, Jandarma Genel Komutanlığı.
Görüşmenin tarafları:
Jandarma İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Levent Ersöz,(Ergenekon tutuklusu); Jandarma İstihbarat Başkanlığı Teknik Takip Daire Başkanı Albay Atilla Uğur, (Ergenekon tutuklusu); Çukurova Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve medya patronu Mehmet Emin Karamehmet.
Görüşme, dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur (Ergenekon davası) adına yapılıyor, gizlice banda kaydediliyor ve gizli damgalı bir bilgi notu olarak basılıyor.
Sözü uzatmak istemiyorum.
Gazetenin iki tam sayfasını kaplayan görüşme tutanağını okurken, bu ülkenin demokrasi ve hukuk açısından perişanlığı bir kez daha bir korku filmi gibi gözümün önünden geçti.
Ve içim burkuldu.
Yine aynı soruları kendi kendime sıralamaya başladım:
Böyle devlet olur mu?..
Böyle askeri olan bir devlette hukuktan söz edilebilir mi?..
Böyle medya olur mu?
Böyle askerle, böyle medyayla bir ülkede demokrasi ve hukuku yerli yerine oturtmak mümkün olabilir mi?
Böyle işadamlığı olur mu?
Askere hizmet arz eden, sorunlarının çözümü için askerden medet uman bir işadamlığı zihniyetiyle ekonomide Türkiye'nin önü açılabilir mi, rekabetçi düzen kurulabilir mi?
Gazetesiyle, televizyonuyla askere hizmet arz eden, askerden talimat bekleyen bir medyanın, demokrasi ve hukuk konusunda, halkın gerçekleri öğrenme konusunda ne kadar hayrı dokunabilir, ne ölçüde inandırıcı olabilir ki?
Genel yayın yönetmeninin kim olacağı konusunda bile askerin fikrine kulak veren ya da askerin bu konudaki tehdidini sineye çekebilen bir medya patronuyla, gazetecilik mesleğinin temel ilkeleri hiç bağdaşabilir mi?
Telefon dinleme konusunda Jandarma İstihbarat'ıyla işbirliği yapmanın anlamı ne olabilir ki?
Medyanın içine, işdünyasının içine bu kadar girmek askerlikle ne kadar bağdaşabilir ki? Böyle bir askeri anlayış, demokrasinin içinde nereye oturabilir ki?
Soruları uzatmak gereksiz.
Kim bilir kaçıncı kez belirtiyorum.
Bu ülkede hukukun gerçekten hukuk olabilmesi için, demokrasinin gerçek demokrasi olabilmesi için, askerin ’devlet içinde devlet' olmaktan çıkarılması bir önkoşuldur.
Askerin ’eli silahlı bir siyasal parti' gibi hareket etmekten kurtarılması bir önkoşuldur.
Medya, demokrasilerde askere hizmet arz etmez, gazeteciler generallerden talimat almaz.
Yine gerçek demokrasilerde işdünyası, askerle rejime karşı kumpaslar kurmaz, sorunlarının çözümü için askerden medet ummaz, serbest rekabetin erdemine göre davranmayı içine sindirir.
Ve gerçek demokrasilerde, Taraf'ınkine benzer bir haber ortalığı toz duman eder, medya ve siyaset dünyasını ayağa kaldırır.
Bizde ise sessizlik hakim...
Ne yazık!
Böyle devlet olur mu dizisinde üçüncü yazı yarın.
Böyle devlet olur mu? (1)
Susurluk'ta çekilen çizgi, Ergenekon'da da çekilir mi?
11 Şubat Çarşamba 2009
Arkadaşına gönder
Sitene ekle
Sayfayı yazdır

6-7 Eylül'ü düşünüyorum. Gayri müslim vatandaşlarımıza, özellikle Rumlara karşı 1950'lerin İstanbul'undaki o tüyler ürpertici insanlık suçunu kim işledi?
Derin devlet...
Milli Güvenlik Kurulu genel sekreterlerinden emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül için 1991'de açıklamıştı:
“Muhteşem bir Özel Harp örgütlenmesiydi.“
Hesabı soruldu mu?
Hayır.
Devlet, üstünü örttü.
1990'larda, özellikle Güneydoğu'da işlenen binlerce faili meçhul cinayet aklıma takılıyor.
Hesabı soruldu mu?
Hayır.
Meclisteki Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyonu Başkanı Sadık Avundukluoğlu, 1990'lı yıllarda devlet-çete ilişkileri konusunda dehşete kapılınca, dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe'yi arar ve şu yanıtı alır:
“Karıştırma bu işleri!“
Susurluk sürecini, JİTEM'İ düşünüyorum, binlerce faili meçhul cinayetle ilgili olarak.
Mecliste 1990'lı yıllarda kurulan Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış’ın yakınmaları aklıma takılıyor.
MİT'ten, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu'ndan Meclis araştırmalarıyla ilgili olarak herhangi bir yardım alamadıklarını söylemişti.
Ergenekon sanığı emekli General Veli Küçük'ün, eski MİT Müsteşarı ve Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman'ın Meclisteki Susurluk Komisyonu'na ifade vermeye gitmediklerini açıklamıştı Mehmet Elkatmış...
Hesap verilmemişti kısacası.
Mesut Yılmaz'ın başbakanlığı döneminde, Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun hazırladığı Susurluk Raporu’nda sık sık adı geçen Abdullah Çatlı'yı anımsıyorum.
Mesut Yılmaz diyor ki:
“Susurluk Raporu'nu bugün tekrar okumakta fayda var. Orada bir olay anlatılıyor. Zamanın Ankara Sıkıyönetim Komutanı olan dört yıldızlı general, Abdullah Çatlı'yı idam talebiyle yargılatmak için ararken, MİT'in başında bulunan üç yıldızlı general onu görevle ve en üst mercilerin bilgisi dahilinde yurtdışına göndertiyor. Şimdi gelin de, 1998'in Başbakanına (yani Mesut Yılmaz'ın kendisine-HC) yol gösterin lütfen. Nereden işe başlayacaktı? Kendisinden bilgi gizleyen kurumlardan mı, yoksa devletin tepesinden mi?“ (İsmet Berkan'ın 2 Şubat 09 tarihli Radikal'deki “Mesut Yılmaz'dan mektup var“ başlıklı yazısından)
Başbakan'dan bilgi gizleyenler...
Hangi kurumlardı?
MİT mi, Genelkurmay mı?..
Mesut Yılmaz, Başbakan olarak ’devletin tepesi'ne, yani cumhurbaşkanlığına mı eleştiri oklarını yöneltiyordu?..
Bunlar da sorgulanmadı.
Mesut Yılmaz'ın daha bu yakınlarda çıktığı bir televizyon programında devlet ve hukuk konusundaki ilginç açıklamaları aklıma takılıyor. Terörle mücadele adına devletin 1990'larda nasıl hukuk dışına kaydığını anlatırken, askerle güvenlik güçlerini eleştirmişti.
Bunların hesabı soruldu mu?
Hayır.
Bütün bunları, Mehmet Ağar’ı geçen akşam televizyon haberlerinde izlerken düşündüm.
Onca yıl geçti aradan.
Mehmet Ağar, Susurluk süreciyle, Abdullah Çatlı'yla ilgili olarak mahkeme karşısına çıktı.
Çok şey biliyor Mehmet Ağar. Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’den de, dönemin Başbakanı Çiller'den de, hatta belki Genelkurmay Başkanlarından da çok şey biliyor.
Konuşur mu? Sanmıyorum.
Mehmet Ağar, devletin tepesinden veya başbakandan daha çok şey biliyor ama bir noktanın da farkında elbet.
Özetlenirse:
Devlet, tıpkı 6-7 Eylül'de olduğu gibi, “Milli menfaatler söz konusu olunca gerisi teferruattır“ zihniyetiyle 1990'larda hukuk dışına kayarken, bunun siyasal sorumluluğunun tek tek kimlere ait olduğunu da çok iyi biliyor Mehmet Ağar...
Susurluk'un hesabı sorulmadı.
Bundan sonra sorulabilir mi?
İyimser değilim.
Peki, Susurluk'un üstüne çarpı koyan devlet iradesi, Ergenekon'da da varlığını gösterecek mi, göstermeye başladı mı?
Soru işaretleri var, suyun yüzüne vurmaya başladı, zamanla daha iyi anlaşılır.
Şunu yazın bir kenara:
“Böyle devlet olmaz!“ diyen, “Devletle hukuku tanıştırmak şart“ diyen bir siyasal irade ve kararlılık olmadıkça, her seferinde seçilmiş otorite sonunda gidip devlete teslim oldukça, demokrasi ve insan hakları kapımızı çalamayacak.
Bu gerçeği çoktan öğrendim.
Böyle devlet olur mu dizisinin ikinci yazısı yarın.

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.