Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 13 August 2009

İsviçrede Kara Ömerin görüşme istemini reddetmem doğru değildi. Bu güne kadar içimde bir rahatsızlık olarak kaldı. Ne varki Öcalan beni ortadan kaldırma görevini Ömere vermişti. Ömer, beni öldürmek istemiyordu. Her defasında avukat partiye saygılıdır der, Öcalanı oyalıyordu. Artık Ömerin oyalama şansı da yoktu. İki seçenekle arşı karşıya kalmıştı. Ya beni öldürecekti, ya da PKK den kopacaktı. Ömer bu ikilem arasında sıkışmış kalmıştı.

İsviçreden tekrar Fransaya dönmüştüm. Salih Aras ve Yılmaz bana telefon ettiler. “Çok acele İsviçre' ye dön! Nedenini telefonda konuşamayız“ dediler. Dostlarımın arabasıyla İsviçre' ye döndüm. Salih Aras ve Yılmaz bana Doğu Berline gideceğiz dediler. Neden dedim. Kesire'yi Doğu Berlin' e getirdik dediler.

Doğrusu Kesire' nin bizimle birlikte olmasını istemezdim. Ne varki bana haber vermeden Yılmaz Arkadaş, Kesire' yi Atina' dan Doğu Berlin' e getirmişti. Bir nevi emri vaki olmuştu. Bu nedenle Kesire hakkındaki düşüncemi arkadaşlarıma açıklayamadım. Üçümüz arabayla Doğu Berlin' e gittik. Nadire bizden önce gitmişti.

Kesire Doğu Berlinde bir otele yerleşmişti. Doğu Berlin Hükümeti PKK teröristtir iddiasıyla Kesire' ye 10 günlük süre tanımıştı. Doğu dillerini bilen Nadire Sovyet Elçiliğiyle görüştü. Sovyet Elçiliği devreye girince, Kesire' nin Doğu Berlin' de kalması sağlandı.

Doğu Berlindeki ilk toplantımızda Kesire' nin bizden farklı düşündüğü ortaya çıktı. Kesire, yayınlanacak bildiride Çetin Güngör muhalefetini provakasyon olarak değerlendirmek istedi. Salih Aras ve Yılmaz Kesire' nin bu değerlendirmesine sert bir şekilde karşı çıktılar. Nadire, Kesire' nin her dediğini onaylıyordu. Ben, ortalığı yumuşatmaya çalıştım. Kesire bizlerden farklı olarak Öcalan hakkında çok şey biliyordu. Taraflar arasında uygun bir hava yaratarak Kesire' nin Öcalan hakkında bildiklerini açıklamasını düşünüyordum.

Bu nedenle başlangıçta Kesire ile iplerin kopmasına taraftar değildim. Bildiri kısmen değiştirilerek yazıldı. Öcalan'a açık mektup adıyle ayrı bir bildiri yazıldı. Bu bildiride Kesire' nin Öcalan hakkındaki bir belirlemesi çok anlamlıydı: “Senin amacının ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Sen halkımızın evlatlarını birbirine vuruşturacak, güvensiz bir ortam yaratacaksın. Halkımızın mevcut mücadele gücünü lejyoner deposu haline getireceksin. Sonra, iki elini havaya kaldıracak, halkımıza, bütün çabalarıma rağmen ayağa kalkma gücü göstermediniz, çağımızda yaşamayı hak etmediniz diyecek, tozlu eteklerini silkeliyerek gerçek yuvana döneceksin. Halkımızın evlatları da kendisinden başka kimsede kusur aramayacak.“

Kesire' nin Öcalan' a yönelik bu belirlemesi kısa süre sonra gerçekleşeceğe benziyor. İmralıdan ikide bir tarafsız kalacağım demesinin anlamı tamda bu süreci işaret ediyor. Kesire bana kendine çok dikkat et dedi. Bir şey yapamazlar dediğimde, Kesire Öcalan'ı kastederek, “bağlı olduğu güçleri harekete geçirir“ dedi. Kesire, Öcalanın gizli bağlantılarını biliyordu.

Doğu Berlindeki ikinci toplantımızda bir dergi çıkarmayı karalaştırdık. Kesire'nin önerisiyle derginin adı “Şoreşa Kürdistan“ olacaktı. Kesire' nin anlatımına göre, ideolojik olan bu dergi başlangıçta PKK tarafından da yayınlanmıştı. Öcalan kadroların ideolojik olarak gelişmelerini engellemek için, bu derginin yayınını durdurmuştu. Dergi basıma verileceği sırada, Salih Aras ve Yılmaz bana telefon ederek, Nadire' nin Kesire' yi öven bir yazı yazdığını söylediler. Kişi ve kişileri öven yazıları dergiye koymayın dedim.

Dergi yayına hazırlandıktan sonra, Doğu Berlinde üçüncü defa toplandık. Kesire dergide kendisini öven yazıyı görmeyince, dergiyi Yılmaz' a uzatarak, “bu senin babanın dergisi olmuş“ dedi. Yilmaz. “sözlerine dikkat et. Sen ne hanımsın ne de hanım efendisin“ deyince, gündemdeki başka konular görüşülmeden toplantı dağıldı. Bu toplantı ile birlikte Kesire ile ilişkilerimiz kopmuş sayılıyordu. Bu toplantıdan sonra, Kesire Nadire' yi ortalığa saldı. Yurtsever ailelerle, çesitli çevrelerle olan ilişkilerimizi sabote etmeye, var olan ilişkileri kendisine bağlamaya çalıştı.

Benimle olan telefon görüşmelerinde, çok sevdiğim ve güvendiğim Salih Aras ve Yılmaz' ı karalamaya başladı. Kimine ajan, kimine de kamçur ağası dedi. Yılmaz Kesire ’yi Yunanistan dan Doğu Berlin' e getirirken, Kesire Yılmaz' a benim için: “Avrupada, uluslararası alanlarda tanınan bir kişiliktir. Kullanacağız. İşler düzelince bir kenara atarız“ demiş. Yılmaz her zaman olduğu gibi, Kesirenin bu söylemine sert karşılık vermişti. Ben, Kesire ’nin çıplak ve sırıtan Apocu mantığını yansıtan bu söylemini duymamazlıktan geldim. İşler yürüsün, başarı sağlansın, varsın beni kenara atmalarına da razıydım .

Diğer taraftan Alman polisi bana göz açtırmıyordu. Hava alanlarında, tren istasyonlarında valizime el koyuyor, beni polis merkezlerine götürüyordu. Seni öldürmek istiyorlar. Seni korumak istiyoruz diyorlardı. Sizden koruma isteyen yok. Siz benim dostum değilsiniz dedim. Valizimi poliste bırakıp, uçağa, trene dönüyordum. Valizim bir gün sonra gittiğim yere geliyordu. Alman polisinin amacı beni denetimleri altına alarak, benden alacakları bilgileri devam eden Düseldof davasında kullanmaktı. İsveçte oturumum bitmişti.

Oturumumu uzatmak için 1988 sonbaharında isveçe gittim. İsveçte bana ait evim yoktu. Bir arkadaşım kanaliyle bir otelde bir haftaliğina yer ayırtmıştım. Akşam geç saatlerde hava alanından otele gittim. Resepsiyonda olan genç bir Afrikalı bana odamı gösterdi. Sabahleyin uyandığımda otelin sahibi İsveç gazetelerinin birinci sahifesinde çıkan resimlerimi bana göstererek seni otelde tutamam dedi. İsveçe ilk geldiğimde benimle çok ilgilenen doktorlara telefon ettim. Bir doktor beni arabasıyle alıp evine götürdü. Evde üç doktor birlikte kalıyorlardı. Ev oldukça büyüktü. Bana bir oda ayırdılar. İsveç, oturumumu uzatmak için engel çıkarıyordu. 40 gün beklemek zorunda kaldım.

Ev sahibi doktorlar sabah erken işe gidiyor, akşam eve dönüyorlardı. Bir gün doktorlar işe gittikten sonra kaldığım evin zili çalındı. Kapıyı açtım. Kapıda, daha önceki tarihlerde İsveç' te tutuklandığımda bana tercumanlık yapan İsveçli bayan Eva Torin ve İsveç İstıhbarat Örgütü SPO dan üç kişi bekliyordu. İçeri girmek istediler. Ev bana ait değil içeri giremezsiniz dedim. Yarın Cumartesi ve Pazar dışarı çıkma. Üç komando seni öldürmeye gelmiş dediler. Bu bilgiyi nerden aldınız. Gelenlerin kimler olduğunu biliyormusunuz dedim. Ava Torin üç kişinin adını soyadını,anne ve baba adını, doğum yerlerini bir kağıda yazdı bana verdi. Kendilerine teşekkür ettim gittiler. Üç kişinin adı yazılı bu kağıt arşivimde duruyor. Ben bu infermasyona inanmadım. Beni denedimlerine almak için İsveç İstihbarat Örgütü SPO nun bir pilanı olduğunu düşündüm.

Bu nedenle ertsi gün Cumartesi ve Pazar çarşıyı dolaştım. Hatta PKK derneğinin önünden bile geçtim. Ne varki verilen bilgi doğruydu. Aynı gün Almanyada İngilterede, İsviçre ve Fransada polisler yakınlarıma aynı bilgiyi vermişlerdi. Bilginin kaynağı Almanya idi. Sanırım PKK içinden öldürülmemi istemiyen biri veya birileri Alman polisine bilgi vermişlerdi.

Arkadaşlarım Yılmaz ve Salih Aras Hollanda Belçika sınırında Hollandaya ait bir köyde ev tutmuşlardı. 12 Haziran 1989 günü Paristen bir araba ile arkadaşların tuttukları eve gittim. Ev bahçe içinde, Alt katı oturma odası, mutfak ve banyo tuvaletten ibaretti. Yatak odaları üst kattaydı. Ben ve Yılmazdan başka kimse yoktu. Salih Aras daha sonra gelecekti. O gece üst katta uyumadan önce gecenin geç saatinde evin bahçesinde dolaşan ayak seslerini duydum. Lambayı yaktım, merdivenleri indim, alt katı kontrol ettim. Kimseler Yoktu.

Açıkki eve girmeye cesaret etmemişlerdi. Ertesi gün Yılmazla birlikte arabayla Almanyaya gittik. Akşam geç saatte eve döndük. Yemek yedikten sonra Belçika sınırındaki bir kulübeden bir kaç yere telefon ettik. Dinleniyor diye evin telefonunu kullanmıyorduk. Eve dönerken sıgara almak için köyün kahvesine uğradık. Kahvenin önünde kadınlı erkekli bir gurup oturuyordu. Gurup kalktı Yılmazla el sıkıştı. Beni tanımıyorlardı. Gurubun yan tarafındaki masaya oturduk. Gece saat 11,30 du. Gurup iyi geceler diledi, yatmaya gitti. Biz birer kahve söylemiştik. Kahve gelmeden Yılmaza, içerde oturalım dedim ve içeri geçtik. İçerde bir pencerenin önünde oturduk.

Kahve camlı bir kahve idi. İki giriş kapısı olan kahvenin üç tarafı camlıydı. Kahvede yaşlı bir adam ve genç barmen kadından başka kimse yoktu. Önümüze konan kahveden daha bir yudum almadan şiddetli bir patlama oldu. Ben bomba sandım. Yılmaz Aponun Piçleri dedi yere düştü. Yerimden fırladım, Yere düşen Yılmazı uygun bir yere almaya çalıştım. Seri şekilde ateş etmeye başladılar. Kalçamdan diz kapağıma doğru bir yanma oldu. Bir masanın arkasına geçtim. Yerimde durmadan hareket ettim. Bacağımdan akan sıcak kan yerde uzayıp gidiyordu. Barmen kadın korkunç bir çığlık atarak barın arkasında yere yatmıştı. Seri ateş devam ediyordu.

Çok sevdiğim arkadaşım Yılmazın öldüğünü sanıyordum. Ogüne kadar hissetmediğim derecede bedenimi bir üzüntü sarmirştı. Dur durduğun yerde. Öbür kapıyı gözle diyen bir ses duydum. Yılmazın sesiydi. Yılmaz yer değiştirmiş, bir sandalyenin ayağını tutmuş, kapıyı gözlüyordu. Rahatlamış sevinmiştim. Pencereye baktım. İçerden dışarıya vuran ışıktan iki eliyle tabancayı tutan, ateş ederken sarsılan, Avukat Mahmut Bilgilinin de baş tetikçisi olan Aksaray Kürtlerinden sakallı Zinnarı gördüm. Ateş kesildikten sonra kahveye gece elbiseleriyle kadın ve erkekler doldu. İkimizi barın arka tarafında bir odaya götürdüler.

Köyün sağlık memuru geldi yaralarımızı pansuman etti. Ardından polis ve ambulans geldi. Yılmazı Belçikada ortopedi hastahanesine götürdüler. Beni Hollandada bir hastahanede ameliyata aldılar. Kurşun kalçamdan girmiş diz kapağimda kalmışti. Kurşunu ameliyatla aldılar. Beş kurşunda kazağımı delmiş geçmişti. O kazağı Öcalanın hatırası olarak saklıyorum.

Hastahanede tutulduğum kat tamamen boşaltılmıştı. Yattığın odanın kapısında iriyarı iki polis bekliyordu. Hastahanenin çevresinde polisler nöbet tutuyordu. Tıpatıp Zinnara benziyen robot resmini bana gösterdiler. Tanımıyorum dedim. Bir gün sonra Yılmazı da yanıma getirdiler. Kurşun Yılmazın çenesinin bir tarafından girmiş, diğer tarafında kalmıştı. Çenesi parçalara bölünmüştü. Dört beş ameliyat geçirdikten sonra iyileşti. Hollanda polisi olayı iki gün basına yansıtmadı.

Öcalnın piyonları öldüğümüzü sanıyorlardı. Fransanın Metz şehrinde toplantı yaptılar. Başlarına kar yağdırdık diye açıklama yaptılar. Olay iki gün sonra basına yansıdı. Kürt kitlesi, değişik çevreler tepki gösterince, Öcalanın piyonları Hollandada basın toplantısı yaparak , saldırının Türk MİTİ tarafından yapıldığını söylediler. Türk ve Avrupa basını bulunduğumuz hastahaneye geldiler. Saldırının Öcalanın talimatı sonucu gerçekleştiğini söyledim. Hastahanede bulunduğumuz katta ziyaretçiler için ayrı bir oda ayrılmıştı. Polis onayımızı aldıktan sonra ziyaretçileri içeri alıyordu. Tanıdık dost çevrelerden, Çeşitli ülke elçiliklerinden insanlar geçmiş olsun ziyaretine geldiler. Bayan Daniel Mitterant olayla çok ilgilendi. Sağlığımız ve güvenliğimiz için defalarca Hollanda Dişişleri Bakanlığına telefon etmişti.

Polis, İsveç Elçisinin beni ziyaret etmek istediğini, hastahane masraflarını ödemek istediğini söyledi. Kabul etmedim. Arkadaşımız Salih Aras hastahaneye geldi. Sinirli ve çok üzgündü. Bir bana bakıyor, bir Yılmaza bakıyor konuşmıyordu. Yılmaz kulağıma, Salih arkadaş çok sinirli ve gergindir. İntikam almak için yanlış bir şey yapabilir. Kendisiyle konuş dedi. Ben gülerek Salih Arasa sarıldım. Bu saldırı ile kaybeden Öcalan oldu dedim, Salih arkadaşı yatıştırmaya çalıştım. Cevap vermeden sinirli sinirli yanımızdan ayrıldı.

Bir gün ziyaretçiniz var dediler, beni ziyaretçi odasına götürdüler. Odada üç kişi ayakta bekliyordu. İkisini daha önce görmüş tanıyordum. Alman İstihbarat şefleriydi. 1987 yılında Bonda yaptığım bir basın toplantısı nedeniyle, Alman Baş Savcılığı Alman Hükümetini tehdit ettiğim gerekçesiyle hakkımda soruşturma açmıştı. Alman Savcısı ifademi alırken, hastahaneye gelen bu iki Alman İstihbarat şefini savcının yanında görmüş tanımıştım. Ziyaret odasındaki üçüncü kişi Türk ve tercümandı. Alman İstihbarat Şefleri Almanca bana merheba dedikten sonra, PKK seni öldürmek istiyor. Seni korumak istiyoruz dediler.

PKK ile olan sorunum bizim iç sorunumuzdur. Sizi ilgilendirmez. Defalarca yolumu kestiniz. Valizlerime el koydunuz. Her defasında da sizden koruma istemediğimi söyledim. Kaldıki amacınız beni korumak değildir. Hangi amaçlarla peşime düştüğünüzü çok iyi biliyorum. Yanlış kapı çalıyorsunuz. Lutfen beni bir daha rahatsız etmeyin dedim. Aramızda sert bir tartışma oldu. Alman İstihbarat Şefi, yumruğunu masaya vurdu, okey Hern Yıldırım dedi. Neden yumruğunu masaya vuruyorsun. Sen kabadayımısın?

Burda kabadayı olması gereken biri varsa, benden daha kabadayısı yoktur dedim ve ondan daha sert yumruğumu masaya vurdum. Ben odadan çıkarken tercuman, abe bana Allaha ısmarladık demiyecekmisin? Yolda gelirken bunlara sizi perişan eder demiştim. Salonda Yılmaz , bizim onayımız olmadan Alman polisini neden içeri alıyorsunuz. Bu sizin provakasyonunuzdur diyor, Hollanda polisine bağırıyordu. Ben, Yılmazla görüştükten sonra, Hollanda polisine güvenlik istemiyoruz. Güvenliği kaldırın dedik.

Hollanda polis şefi talebimizi yazılı aldıktan sonra güvenliği kaldırdılar. Bu defa hastahane yönetimi sorun çıkardı. Bana güvenlik olmadan seni hastahanede tutamayız dediler. Doslarıma telefon ederek durumu anlattım. Dostlarım bir arabayla hastahaneye geldiler. Hastahane masraflarımı ödediler. Beni arabayla İsviçreye götürdüler. Tedavime İsviçrede devam ettim. Arkadaşım Yılmaz Hollanda vatandaşı olduğu için hastahanede kaldı.

İsviçrede tedavim tamamlandıktan sonra, güney Fransadaki doslarımın çiftliğine gittim. Mihri Belli, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek üçlüsünün Öcalanı pofpoflamaları ve yarattıkları tahrifat hakkında bir büroşur yazmaya başladım. 29 Kasım 1989 gecesi sabah saat altıda, doksan sahifelik büroşürü tamamladım. Ne yazıkki daha sonra bu büroşürü basıp yayınlıyamadım. Büroşürü tamamladıktan sonra yatak odama geçtim.

Ortalık henüz aydınlanmamıştı. Yatağıma uzandıktan on dakika sonra, odamın kapısı aralandı, elinde tabanca, kolunda kırmızı bant, genç sivil bir kişi polis dedi, içeri girdi. Tek eliyle tabançayı bana doğrultarak, heyecanlı heyecanlı yalnızmısın yalnızmısın dedi. Sakin ol yalnızın dedim. Salona salona dedi. Müsade et elbiselerimi giyeyim dedim. Hayır hayır derhal salona dedi. Ben, sert bir ifadeyle, bana yüz kurşun da sıksan, elbiselerimi giymeden salona gitmem dedim. Mösyö Yildırım dedi. Evet benim dedim. Ulala ulala dedi, iki eliyle tabancayı bana doğrultarak, burda burda diye bağırdı. Tabancanın arkasında tir tir titriyordu. Büyük şefleri içeri girdi. Kızgın bir ifadeyle nedir bu adamınızın hali nerdeyse bana kurşun sıkacak dedim. Kusura bakma gençtir dedi.

Giyindim salona geçtim. Salonda insanlık adına utanç verici bir manzara ile karşılaştım. Çiftlik sahiplerı Longo Mainin kadın çocuk ve erkeklerini yatak kıyafetleriyle salona doldurmuşlardı. Çok üzülmüş, sinirlerim gerilmişti. Çiftliğin etrafını polis ve jandarma sarmiştı. Çiftliğin giriş çıkış yolları tutulmuş, havada polis helikopterleri dolaşıyordu.

Fransız İstihbaratının yaşlıca olan büyük şefleri bana, tanık olarak ifadenizi almak için bizimle Marsilyaya geleceksiniz dedi. Bir tanığın ifadesini almak içinmi bu kadar güç yığdınız. Amacınız beni yakalamaksa, bu insanlara neden eziyet yapıyorsunuz. Ben avukatım. Lutfen bana gerekli belgeyi göstermeden bir yere adım atmam dedim. Şef çantasından Paris savcısının beni yakalama müzakeresini gösterdi. Fransız Televizyonu her yarım saatte Longo Mainin Çiftliğine polis operasyon yaptığını, Kürt Avukat Hüseyin Yıldırımın yakalandığını belirten ekstra haber veriyordu. Beni Polis arabasıyle Marsilya Polis Müdürlüğüne götürdüler.

Marsilya Polis Müdürlüğünün bir odasında istihbarat şeflerinden biri karşımda masaya oturdu. Önüne bir dosya koydu, teybini açtı. Tercümanımız, Türkçe bilen Ermeni asıllı Fransız polisiydi. Sorgumu yapan şefin ilk sorusu Öcalan neden seni öldürmek istiyor oldu. İç sorunumuzdur cevap vermiyeceğim dedim. Ardından hatırlıyamadığım bir çok soru sordu. Çoğu sorulara cevap vermiyeceğim dedim. Beni sorgulayan şef saygılı ve kibar davranıyordu. Cevap vermek istemediğim sorulara itiraz etmiyordu. Daha sonra PKK kadrolarının hemen hemen hepsinin resimlerini bana göstererek, tanıyormusun dedi. Sadece Maşallah Öztürkü tanıdığımı, Diyarbekirde tutuklu iken avukatlığını yaptım. Diğerlerini tanımıyorum dedim. Son bir resim daha gösterdi. Tanıyormusunuz? Dedi.

Tanımıyorum dedim. İyi bakınız. Bir kaç gün önce bu insanla beraberdiniz dedi. Resimden tanıyamadım. Adını söylermisiniz dedim. Salih Aras dedi. Benım çok yakın arkadaşımdır dedim. Gerçekten sevgili Salih Arası resimden tanımadım. Beni sorgulayan şef ikide bir önündeki dosyaya bakıyordu. Bir polis odaya girdi, şefe telefon dedi. Şef dışarı çıktı. Masadaki dosyaya baktım. İngilizce ve Fransızca yazılı metinlerdi. Yanımdaki Ermeni asıllı tercümana bunların içeriği hakkında bana bilgi vermesini rica ettim. Alman İstihbarat Örgütünün hakkınızda yazdığı rapordur dedi. Raporda sizin için Avrupada terörün örgütleyicisi ve çok tehlikelidir ibaresi var dedi. Rapor Temmuz 1989 tarihliydi. Alman İstihbarat Şefleriyle hastahanede olan tartışmadan sonra yazılmış, Avrupadakı bütün istihbarat örgütlerine gönderilmişti.

Telefona giden sorgu şefi odaya döndü yerine oturdu. Şefe, size bir soru sormak istiyorum dedim. Sizi dinliyorum dedi. Önünüzdeki dosyada bakıp bakıp bana soru yönelttiğiniz Alman İstihbarat Raporumudur? Dedim. Baktınızmı? Dedi. Evet baktım dedim. Evet Alman İstihbarat Raporudur dedi. Siz bu rapora dayanarakmı beni tutukladınız dedim. Evet dedi. Ben bu rapor tarihinden sonra, iki defa Almanyaya giriş yaptım. Almanya beni tutuklamadı.Siz bu rapora dayanarak beni tutukluyorsunuz. Siz Alman İstihbaratının piyonumusunuz? Dedim. Şef, şaşkın şaşkın bana bakarak, Siz bu rapor tarıhınden sonra gerçekten Almanyaya giriş yaptınızmı? Dedi. Evet iki defa giriş çıkış yaptım Dedim. Sorgucu şef dışarı çıktı, büyük şefleriyle tekrar odaya girdiler. Bu defa büyük şef Almanyaya giriş yapıp yapmadığımı sordu. İki defa giriş yaptığımı söyledim ve pasaportumu gösterdim. İki şef bir müddet aralarında konuştuktan sonra, yarın sabah sorguya devam edeceğiz dediler. Raporun bir kopyasını rica ettim. Biz veremeyiz. Senin dostların çoktur. Onlar kanalıyle temin edebilirsin dediler

Gece saat onbirde Marsilya Savcısı yanıma geldi. Bana çok telefon edenler oldu. Bir ihtiyacınızın olup olmadığını sormaya geldim. Şu anda ben yetkili değilim. İlk yirmi dört saat Paris Savcısı yetkilidir. Yirmi dört saat sonra yetkili ben olurum dedi. İlginize teşekkür ederim. Yorgun ve rahatsızım. Sıcak bir yerde yatmak istiyorum dedim. Beni sorgulayan şef, sizi ya bir hastahanede, ya da bir otelde yatıralım. Ancak odanızın kapısında iki polis bekliyecek dedi. Yattığım odanın kapısında polis istemiyorum dedim. Marsilya Polis Müdürü, bizim burda temiz ve sıcak yer var. Sizi burda yatıralım dedi. Burda yatarım dedim. Birlikte alt kata indik.

Bir adam çağırdılar. Bu sana teslim dediler ve gittiler. Gelen adam koluma yapışarak, beni bodrum kata götürdü. Kemerimi ve saatimi aldıktan sonra, beni bir hücreye kapattı. Aman yarabbi, hücre Diyarbekir Zindan hücrelerini aratmıyordu. Kücük pencereden loş bir ışık süzülüyordu. Hücre rütübetli ve tek bir bataniye bile yoktu. Bağırıyorum, çağırıyorum, ne gelen var, ne de giden var. Hücre duvarlarına Arapça Fransızca sloganlar yazılmıştı. Fransızca bu ölümdür sloganı büyük harflerle yazılmıştı. Bir başka yerde bir gül resmi çizilmiş, altına annem için diye yazılmıştı. Hücrede hareket ederek sabahladım

Sabahleyin beni hücreye kapatan gardiyan Ermeni asıllı tercüman polis ile birlikte geldi. Hücrenin kapısını açtılar. Gardiyan saat ve kemerimi bana verdikten sonra, bütün gücümle suratına tükürdüm. İlginçtir hiç tepki göstermedi. Tercümanla birlikte sorgu odasına gittik. Operasyona katılan Fransız İstihbarat Şefleri odaya dolmuştu. Bir sandalyeye oturmuş, sinirimden tir tir titriyordum. Yaşlıca olan Şef bana, size soracağımız bir kaç soru kaldı deyince, bana tek soru soramazsınız. Bu saatten sonra tek kelime konuşmıyacağım. Hayvanların bile konulamıyacağı bir yere beni koymaya hakkınız yoktur. Sizi dava edeceğim dedim.

Bu durumdan Marsilya Polis müdüdürü sorumludur dedi. Marsilya Polis Müdürü benim muhatabım değildir. Beni siz tutukladınız. Sorumlu sizsiniz dedim. Konuşmazsan seni Parise götürmek zorunda kalırız dedi. Nereye götürürseniz götürün omurumda değil dedim. Kahvaltı için önüme konan kahve ile sandoviçi yere attım. Biri bana doğru hamle yapmak istedi. Diğerleri dur çok sinirlidir dediler engellediler. Bu arada büyük şef dakika başına telefona gidiyordu. Kendi aralarında kapıya çok insan geldiğini konuşuyorlardı. Sık sık gelen telefonlardan sonra yelkenleri indirdiler. Bana, şimdi seni yerine götürüp bırakacağız. Fransada kalmak istiyorsan sana Fransız pasaportu veririz dediler. Pasaportunuza ihtiyacım yoktur dedim. Marsilya Polis Müdürlüğünün giriş kapısında avukatlarla birlikte çok insan bekliyordu. Beni binanın arka kapısından dışarı çıkardılar, bir polis arabasına bindirdiler. Önde ve arkada polis arabaları konvoy halinde siren çalarak hareket etti. Longo Mai Çiftliğinde hepsi elimi sıkmak istediler. Elinizi sıkmıyacağim. Çünkü sizi mahkemeye vereceğim dedim.

Fransız basını olaya geniş yer verdi. Le Mond gazetesi tutuklanmamı eleştiren bir makale yayınladı. Fransız Hükümeti, operasyonun hükumetin bir tasarufu olmadığını, polisin bir tasarufu olduğunu açıkladı. Avrupanın çeşitli ülkelerinnde polisin bana yöneliminde açık bir haksızlık vardı. İsveçte iki kez tutuklandım. İki tutuklama da fiyasko ile sonuçlandı. İsveç bana tazminat ödemek zorunda kaldı. Alman Baş Savcılığı hakkımda soruşturma açtı. Dava açmadan dosyayı kapatmak zorunda kaldı. Fransanın bu operasyonu da Fiyaskoyla sonuçlndı. Bu operasyonda Longo Mai insanları hakaret ve eziyet gördüler. Fransadan, Almanyadan, Avusturya ve İsviçreden çok sayıda insanlar Longo Mai ile dayanışma içine girdiler. Azımsanmıyacak maddi destek sağladılar.

Berlin Duvarının yıkılışına yakın bir tarihte, Kesire ile son defa telefonla görüştüm. Kesire bana, Salih Aras ve Yılmazı kasdederek, onları bırak. İkimiz beraber olursak yarın iki bin kişi oluruz dedi. Kesire gerçek yüzünü göstermişti. Sırıtan Apocu mantıkla konuşuyordu. Daha Atinada iken Yılmaz arkadaşa söylediği gibi, beni de kullanacak, bir müddet sonra gücü yeterse bir kenara atmayı düşünüyordu. Benimle Apocu mantıkla konuşuyorsun. Ben arkadaşlarıma ihanet etmem. Bir daha bana telefon etme dedim. Etmiyeyimmi dedi, etme dedim. Böylece Kesire ile ilişkilerimiz kesin olarak koptu. Berlin Duvarının yıkılışı ile birlikte, daha Berlinde iken sık sık telefonla görüştüğü Stockholmdeki Mihri Bellinin yanına gitti.

Kesirenin tek amacı Öcalanı tasfiye etmekti. Bu konuda kararlı görünüyordu. Öcalanın karanlık ilişki ve bağlantılarını biliyordu.Başından berimi biliyordu,yoksa sonradanmı öğrendi bunu bilemem.Yıllardır katleden, büyük tahrifatlar yapan Apocu mantığa karşı değildi. Karşı olması da beklenemezdi. Çünkü Kesire Apocu mantığın mimarıdır. Kesire ’ nin ajanlığı babası Ali Yıldırım' dan ötürü çokça yazıldı, konuşuldu.

Ben Kesire' nin ajan olduğuna inanmıyorum. Bir insanı babasından dolayı suçlamak çağ dışı bir tutumdur. Bütün PKK kadrolarınca ajan olarak bilinen Pilot Necatiye yıllarca dokunmaya cesaret etmeyen, koruyan Öcalan, ajan olarak iddia ettiği Kesire' yi hangi cesaretle ortadan kaldırmayı düşündü. Kesire suçlanacaksa yaptığı tahrifatlardan dolayı suçlanmalıdır. Kesire gerek tasfiyeci Apocu mantığın mimarı olarak, gerekse Çetin Güngör muhalefeti nedeniyle öldürülen kadrolardan dolayı birinci derecede sorumudur. Yıllardır söylenenler, bunca gelişmeler karşısında Kesirenin susması, ortaya çıkmaması düşündürücüdür.

Muhalefetimizden önce Almanyada tutuklu olan hemşehrim Ali Haydar Kaytan bana haber göndererek kendisine avukat tutmamı ve kitap göndermemi istedi. Öcalan, Ali Haydar Kaytana avukat tutmayın. Kendisini savunsun alçak. Kendisiyle birlikte partiyi de bitirdi dedi. Muhalefetimizden sonra, Öcalan, Ali Haydar Kaytana selam ve sevgilerimi söyleyin, kendisine kitap gönderin, avukat tutun. Avukat hakkında yazı yazsın dedi. Öcalanın talimatı ceza evinde tutulan Ali Haydar Kaytana iletildi. Bir hafta sonra hemşehrim Ali Haydar Kaytan' ın hakkımdaki idam fermanı Serxabunda yayınlandı. “Sarılın küreklere, bir kürekte benden“ diyor, bana mezar kazıyordu. Hiç yadırgamadım. Hemşehrim Ali Haydar Kaytan her zaman bir elinde kalem, diğer elinde kazma kürekle dolaşıyordu. Kazma Küreği en çok Dersimli kadrolar için kulandı.

1988 Ekiminde Şam' a geldiğimin ikici günü Öcalan Diyarbekır Zindan Direnişleriyle ilgili bir yazı yazmamı istedi. PKK nin Zindan Direnişi ve mahkemedeki savunmalarıyle ilgili iki sahifelik bir yazı yazdım. Diğer Kürt örgütlerini lekeleyici tek kelime kullanmadım. Yaşanan gerçekleri yazdım. Öcalan yazıyı dikkatlice okuduktan sonra: “Bu taraflı olmuş. Siz tarafsız kalın“ dedi. O gün Öcalan' ın bu sözlerine bir anlam veremedim. Daha sonra Diyarbakır savunmalarında mahkum edilen Apoculuk yeniden gündemleştirildi. Öcalan her şeyi kendisinde merkezileştirdi. Diyarbekir Zindan Direnişlerini yok saymaya, unutturmaya çalıştı. Öcalanın başından beri Zindan direnişlerine karşı olduğu, planlar yaptığı ortaya çıktı. Beni en çok üzen ve isyan ettiren Öcalanın bu inkârcı ve tasfiyeci tutumu oldu.
Öcalan' a karşı muhalefetimizde zindandaki PKK kadrolarına adam göndermeyi, mektup yazmayı düşünmedim. Onlara sonsuz güvenim vardı. Kendileri araştırsınlar kendileri karar versinler istedim. Çok geçmeden bu düşüncemde yanıldığımı anladım. Cezaevinden Öcalan' ı tanrılaştıran, bana ve gurubumuza yönelik inkar, küfür ve hakaret dolu mektuplar gelmeye başladı. Bu mektuplar Öcalan' ın talimatı ile bana sıkılan kurşunlardan daha fazla bana acı verdi. Zindan Direnişlerine ve yaratılan değerlere olan saygımdan dolayı bu güne kadar susmayı tercih ettim. Günümüzde yaşananlar karşısında inandığım gerçekleri yazmak zorundayım.
Mustafa Karasu' nun biri, eli ile yazılmış, diğeri daktilo ile yazılmış 16 sahifelik iki mektubu Serxabunda yayınlandı. Mektuplarda bol bol demogoji yapıyor, Öcalan' ı öve öve tanrılaştırıyordu. Bana ve gurubumuza yönelik inkarcı bir tutumla, küfür ve hakaret ediyordu. Apocu mantığın katliyamlarını örnek göstererek, bizleri ölümle tehdit ediyordu. Benim için, kendi hatasından dolayı Diyarbekirde tutuklandı. Cezaevinde eline iki cop vuruldu diyordu.

Orda dur Mustafa Karasu! Hukuki hatalarımı sen tayin edecek değilsin. Çünkü sen hukuktan anlamazsın. Avukatlık benim mesleğim. Yıllarımı bu mesleğe verdim. Mahkeme duruşmalarında nasıl hareket edileceğini bilen biriyim. Bak Karasu, 1985 Mayısında İsveçte tutuklandığımda, İsveç İstihbarat Örgütü SPO hakımda Türk MİTtinden bilgi istemişti. MİT in hakkımda SPO ya gönderdiği bilginin bir bölümü İsveç basınına yansıdı. Aynen şöyle diyordu. İdamlık bir suçluyu berat ettirecek güçlü bir hukuki bilgiye sahiptir. Çözülmeyen bir irade, Perde arkası beyindir deniliyordu. Düşman itiraf ediyor, sen inkâr ediyorsun. Ölümün kol gezdiği bir ortamda Mazlum' ları, Hayri' leri, Kemal' leri ve sizleri savunmamı hata olarak değerlendiriyorsun.

Diyarbekir Zindanında eline iki jop vuruldu diyorsun. Sömürgeci zülmünden medet umuyorsun Karasu. Sömürgeci zülmün bedenimde açtığı yaralar doktorların raporlarıyla belgelendi. Bu belgeler Amnesty arşivinde, Avrupa basınının arşivlerinde duruyor. Zindana giren herkes gibi benimde çıplak bedenime kalaslar inip kalkı. Falakada tabanlarım yarıldı. Jop ve kalasların darbesinden ellerim parçalandı. Elimin tüm parmakları kırıldı. Diyarbekirin soğuğunda lağamlı hücrede tutuldum. Günlerce aç ve susuz bırakıldım. Sen de defalarca bu safhalardan geçtin. Bende fazlası vardı Karasu. Sen hiç iki bacağının arasından makaraya çekildinmi? Sen hiç betonda yanan alevin üstüne çırıl çıplak sırtüstü yatırıldınmı? Sanmıyorum Karasu. İşkenceci Esat Oktay dört gün üst üste beni çay ocağına götürdü. Önüme bir bardak çay, birde boş kağıt kalem koydu. PKK ye avukatlık yapmayacağını yaz imzala dedi.

Dört gün boyunca sırtıma inen joplara, suratımda patlayan yumruklara rağmen, kağıt ve kaleme, çaya elimi sürmedim. Dördüncü günün sonunda, senin çeneni kapatmasını biliriz dediler, sert bir cisimle çenemin altına vurdular. Alt çenem yarıldı. Sıhıye Çavuşu çenemi sardı. Onbeş gün çorbadan başka bir şey yiyemedim. Esatın ısrarı 38 inci koğuşta da devam etti. PKK davalarına girmiyeceğine dair bana namus sözü ver, yarın seni burdan çıkarmazsan, bilmem neyimi ne yapasın dedi. Bu gün de çıksam yaparım, yarın da çıksam yaparım dedim. İnanmıyorsan Sayın Ahmet Türk ve Sayın Nurettin Yılmaza sor. Tahliye olduktan sonra ayaklarım yerden sürünerek tekrar PKK duruşmalarına girdim. PKK avukatı olarak tutuklanmıştım. Onların direnişlerine leke sürmemek için direndim. Sömürgecilerin bana yaptığı zülmü çarptın çıkardın ve topladın, elinde iki jop kaldı öylemi Karasu.? Gerçekleri inkar ederek bir yere varılmıyor Karasu! Zindandaki duruşunla içimde dolu doluydun. Sonra köleliğe boyun eğdin, hiçleştin Karasu; hiçleştin!
Karasu, haydi ben senin nezdinde bir hiçtim. Beni Öcalan' a kurban etmeye çalıştın. Peki, Yıllarca Sömürgeci zülme karşı sırt sırta direndiğin, düşünce ve birikimine hayran olduğun, yapışık iki kardeş gibi göründüğün Mehmet Şener' i hangi yürek ve duyguyla arkadan hançerledin?
Şimdi vicdanen rahatmısın?
Rahmetli Şener zindandaki arkadaşlarına çok güveniyordu. En fazla da sana güveniyordu. Zindandaki arkadaşlarım Apo' ya boyun eğecek insanlar değildir diyordu. Senin hançerine rağmen sana hitaben yazdığı mektup, dostluk ve güven kokuyordu. Cesaretin varsa, o mektubu oku, bir daha oku Karasu!

Öcalan' ın zindan kadrolarına yönelik : “Bir çorba için direndiniz. Sizmi direndiniz? Benim ruhumdu direnen“ sözlerini nasıl kendine yedirebildin Karasu? Ahlaki hiç bir sınır tanımayan, Öcalan'ın inkarcı ve tasfiyeci bu sözlerine karşı, Zindan Direniş ruhunun sesi olan terbiyesizlik etme. Devrimin değerlerine saldırıyorsun diye haykıran Sakine Cansız' ın bu sözleri tarihe altın harflerle yazıldı Karasu! Diyarbekir Zindan direnişinin sembollerından biri olan Sakineye arka çıkmadınız. Sıradan insanların her türlü saldırılarına karşı yalnız bıraktınız. Sakine'yi Sara yaptınız. Sonuçta onu da kendinize benzettiniz.

“Direnen benim ruhumdu“ diyen Öcalan'ın ruhunu İmralı' da dünya alem gördü. İtirafçılığı uluslararası belgelere geçti. Direnmeyi ucuz kahramanlık, teslimeti ve itirafçılığı da en büyük kahramanlık olarak ilan etti. İmralı süreci, itiraftır, ihanettir utançtır Karasu. Dün, düşüncelerimizde, sloganlarımızda birdik. Zülme karşı birbirimize siper olmuş tek vucutt halindeydik. Bu gün bizi karşı karşıya getiren, düşman eden kim ve nedenler üzerinde iyi düşün Karasu!

Kürdistan Aktüel'den aktarma

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.