Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 13 April 2008

Türk Başbakanı R. Tayip Erdoğan, Kürt meselesi konusunda, başta Kürtler olmak üzere dünya alemi oyalayıp kandırmaya devam edebilmek için, Kürdistan'dan Ankara'ya giden bir heyeti 8 Nisan 2008'de kabul etti. Heyete dahil edilmelerine rağmen siyasal bazı itirazlar nedeniyle anılan görüşmeye katılmayan iki kuruluş (Diyabakır Demokrasi Platformu ve İHD Diyarbakır Şubesi) dahil, değişik alanlardaki sivil toplum kuruluşlarından oluşan bu kalabalık heyetin, mensup oldukları hiçbir kuruluşun adında, bırakalım “Kürdistan“ı “Kürt“ kelimesi bile yoktur. Yani heyet, tam anlamıyla olmayan bir ülke anlamında kullanılan bir “Patagonya“ heyeti sayılmış ve doğal olarak kendileriyle “Patagonya“ ya ilişkin sorunlar (Kürd/Kürdistan meselesini ekonomik sorun olarak algılamak tamamen patagoniktir) konuşulmak istenmiştir.

Heyet üyelerinden olan Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu, “Patagonya“ nın siyasi boyutlarından sadece birisi olan dil meselesini gündeme taşıyarak “bölge“ de Kürtçe ile eğitim yapılması ve resmi dairelerde de bu dil ile hizmet verilmesi savıyla “ordubozanlık“ yapmıştır. Bunun üzerine, Türk başbakanı daha önceki görüşmelerinde gerçekleşen benzer “ordubozanlık“ larını da gözönünde bulundurularak Sezgin Tanrıkulu'nu “yalancılıkla ve dürüst olmamakla“ suçlamıştır. Kendi çizgisinde tutarlı bir demokrat olan Sezgin Tanrıkulu, bu nitelemeleri kendisine ve inancına hakaret sayarak toplantıyı terketmiştir. Böylece “Patagonya vatandaşlığı“ nı ve patagonik ilke ve tutumları reddden Sezgin Tanrıkulu, içinde bulunduğu heyet dahil, Kürtlerin onurunu çiğnetmemekle kalmamış; Kürt/Kürdistan meselesi konusunda da koca bir oyunu bozmuştur.

Kendi çizdisindeki kararlılığından ve cesaretinden dolayı Sezgin'i kutlamak gerek... Keşke tüm heyet de aynı yolu izleseydi. Anılan heyet, bu yolu izlemediğine göre, dünün iflas eden inkâr ve imha politikası yerine ikame edilip Kürtlerin Türk egemenlik sistemine entegresini sağlamayı amaçlayan “Patagonya politikası“ nın, Kuzeyli Kürtler arasında, güçlü bir etkinlikle devam ettirileceği/edeceği anlaşılıyor.

Niçin Entegrasyona Hizmet Eden “Patagonya Politikası“ Güçlü Bir Etkinlikle Devam Edeceğe Benziyor?

Anılan heyet, genellikle Türk siyasal sistemine entegrasyonla da açıklanmıyacak kadar ekonomik olarak bağımlı iş (ticaret ve sanayi) çevrelerinden oluşmaktadır. Çok güçlü ulusal istikbal emareleri olmadıkça, bu çeverelerin kendi çıkarlarını tehlikeye atmaları; toplumsal, sınıfsal ve siyasal hiçbir gerçeğe uymadığı için, beklenmemelidir. Kuzey Kürdistan'ın mevcut konjonktöründe, “güçlü ulusal istikbal emareleri“ ni gerçekleştirebilecek esas güç olan PKK çevresi ise, anılan heyete katılmasa da TC patenli bu patagonik politikayı en sistemli ve sürekli biçimde uygulamaya çabalayan bir güçtür. Kendi dileğiyle rütbesini “Ulusal önderlik“ ten “Halk önderliği“ ne tenzil ettiren (indiren) Abdullah Öcalan, her “Görüşme Notları“ nda uluslaşma ve devletleşmeyi yerden yere vururken; bir Türk ulusu yaratmak için, her yolu reva görerek Kürt uluslaşmasının engellenmesini önüne koyan Mustafa Kemal'i ve Kemalizmi övmektedir. PKK'nin legal siyasi kanadı olan DTP, bu nedenle Kürt partisi olduğunu bilinçle ve ısrarla inkâr etmekte, Kürt uluslaşmasına hizmet etmekten özellikle kaçınmaktadır. Anılan Parti'nin Meclis Gurup ve Eski Genel Başkanı Ahmet Türk, geçenlerde Kürt/Kürdistan meselesi konusunu, bir sürü gerçekle dile getirdikten sonra, “Partimiz etnik bir parti değildir“ cümlesiyle sonuçlandırıp pişirdiği lezzetli yemeğe adeta tükürerek onu yenemez kılmıştı. PKK ve DTP'lilerin büyük çoğunluğu aynı söylemi kullanmakta, aynı işi yapmaktadırlar. Kuzey Kürdistan'da kullanılan oyların neredeyse yarısını alarak Türklüğe ve Atatürk ilkelerine hizmet etme yeminiyle TBMM'ne girip gurup kuran DTP, geçen ay Türkiye'de Kürtler için çok yaygın olarak ve katıksız bir biçimde uygulanmakta olan asimilasyona karşı TBMM Başkanlığı'na bir önerge vermişti. AKP'li Meclis Başkanı Köksal Toptan imzasıyla kendilerine verilen aşağıdaki cevap, patagonik politik koşullarda Kürtlerin TBMM'deki biricik rolerinin, entegrasyon yolunda ceza, iftira ve hakaretlerle ehlileştirilmek olduğunu açıklıkla ortaya koymaktaydı:

''Önergenizde, Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, Anayasa ve bazı kanunlara dayanılarak asimilasyon politikası uygulandığı iddia edilmektedir.

“Önergede yer alan yorum, iddia ve ifadeler, Anayasanın başlangıçta belirtilen temel ilkelerine, Atatürk milliyetçiliğine bağlı millet anlayışına, Anayasada tanımlanan vatandaşlık kavramına, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasına açıkça aykırılık içermektedir.

“Bu nedenlerle kaynağını Anayasadan alan yasama ve denetim yetkilerini kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisince, Meclis Araştırması konusu yapılması hukuken mümkün olmayan önergeniz işleme konmamıştır.''

Eğer oy kullanan Kürtlerin neredeyse yarısının oyunu alan bir parti, TBMM'de , Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın Almanya'daki konuşmasında “insanlık suçu“ diye nitelendirdiği asimilasyonun Kürtler için yaygın olarak kullanılmasına karşı bir önerge bile veremeyecekse, o mecliste ne yapacaktır? DTP'liler, özellikle yukarıda belirtilen cevabın şahsında, milletvekili adaylığını bile reddettikleri Sezgin Tanrıkulu'nun haklı ve onurlu tutumunun yolunu izleyebilir; Meclis'i terkedip “Sine-i Millete“ dönebilirlerdi. Ancak DTP'liler, bırakalım böylesi bir yolu, önergenin belirtilen gerekçeyle işleme sokulmamasını bile mümkün olduğunca sessiz sedasız geçiştirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Kısacası neresinden bakılırsa bakılsın; Apo'nun PKK'sinin mekanizması içinde DTP'nin, bu ve benzeri uygulamalara karşı ulusal bir politikanın gereğini yapacak irade ve insiyatiften yoksun olduğu/olacağı çok açık...

Maalesef Kürt hareketindeki bu patagonik politika, PKK ve çevresi ile de sınırlı değildir. Kürt ulusal demokratik mücadelesi için sözde federasyonu programlaştıran veya savunan ve yine maalesef kendi adları da patagonik olan Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) ile Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) genel başkanları da demeç ve yazılarıyla federasyon olarak belirlenen amaçlarının aslında patagonik olduğunu bir nevi ispatlamaya çalışmaktadırlar. Anılan iki partinin Diyarbakır'da ortaklaşa düzenlediği bir mitingde HAKPAR Genel Başkanı Sertaç Bucak'ın “Türkiye'yi bölmek gibi bir amaç ve niyetlerinin olmadığı “ yolundaki açıklamasını bizzat dinlemiştim. Oysa o mitingde ne böylesi bir açıklamanın bağlamı ne de gereği vardı. KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi ise, zaten fırsat buldukça, daha usturuplu bir ifade ile “Parti olarak savundukları federal sistemin Türkiye'nin üniter yapısıyla çelişmediğini“ ilan ederek çok önemli bir “icat“ da bulunmaktadır. Açıktır ki, anılan bu açıklamaların aksine federasyon, siyasal ve idari olarak, bal gibi, Türkiye'yi bölmektir. Ve yine açıktır ki, anılan anlamda Türkiye'yi bölmeyi amaçlamadan, Üniter yapıyı reddetmeden ve bunlara cesaret edip yeltenmeden; patagonik politik ortamdan çıkıp Kürt ve Kürdistan'ın kurtuluşunda elle tutulur ilerleme sağlamak da mümkün değildir.

Kuzey Kürdistan'da, halen çok sınırlı bir etkiyle de olsa, pratikte siyasal ve örgütsel olarak bu patagonik atmosferin dışında siyaset yapan tek örgüt TEVKURD'dur.

Kürt Hareketi, Siyasal ve Örgütsel Olarak “Patagonya“yı Terketmek Zorundadır.

Fiili bir savaşla kazanılacak bağımsızlık dışında, Kürtlerin kendi kaderlerini nasıl tayin edecekleri ile ilgili hak, şu veya bu biçimde, bir seçim sandığından geçecektir. İster amaç istrerse de araçlar bakımından bakılsın; günümüz koşullarında, Kürtlerin ulusal kaderlerini savaşla tayin etme minderini seçmemeleri gerekiyor. Kürtlerin asıl amaçları savaş değil, her ulus gibi kendi ulusal hak ve özgürlüklerine kavuşmaktır. Üstelik, Kürtler, savaşın araç ve gereçleri bakımından sömürgecileriyle karşılaştırılmayacak kadar zayıf durumdadırlar. Mazlum bir millet olarak Kürtlerin asıl gücü, politik hak ve meşruiyetlerinden kaynaklanmaktadır. Ve Kürtler, asıl bu alanı, temel mücadele alanı olarak kullanmalıdırlar..

Tüm bu nedenlerle Kuzey Kürtleri, uluslararası hukukla bağdaşmayan TC'nin yasalarına bakmaksızın, evrensel hukuk bakımından meşru olan bir ulusal politikayı benimsemeli ve buna uygun örgütlenmeler yaratmalıdırlar.

TC'nin, entegrasyon planlarını kolaylaştırmak için bize dayattığı, bizi adım adım yok eden patagonik politikayı ve örgütlenme biçimini acilen terk etmeliyiz. Bunun yerine, ulusal hak ve özgürlüklerimizi çıplak bir işgalle gaspeden sömürgecilerin karşısına, kendi ulusal özgürlük ve amaçlarımızı gerçekleştirmek amacıyla herşeyden önce ulusal varlığımızı kabul ve tescil ettirmek için; kendi ulusal nitelikli adımızla miliyetçisi, dindarı, liberali, solyal demokratı, komünisti ve bilcümle toplumsal ve siyasal aktörler halinde, politik alanda tek taraf/cephe olarak çıkmamız lazım. Güney Kürdistanlılar, 11 Mart 1971 “Otonomi Antlaşması“ nı uygulatamasalar da, anılan antlaşmayla varlıklarını anayasal olarak tecsil ettirerek günümüzdeki devletleşmenin temellerini attılar. Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi'nin (T-KDP) Genel Sektreteri Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan), daha 1971'de, anılan Partisi'nin “Partimiz Türkiye Kürdistan'ında yaşayan Kürt halkının kendi kaderini bizzat kendisinin tayinine hakkı bulunduğuna inanır. Bu amaca varmak için, Kürt milli varlığının resmen tanınmasını ve Kürt Milli Demokratik Hakları'nın istirdadını (geri alınma-SA) temel şart sayar.“ İfadeli amaç maddesini, I. Olağanüstü kongresinde şöyle gerekçelendiriyordu:

“Arkadaşlar! Bu maddede çok açık olarak ifade edildiği gibi, partimiz amacına (Türkiye'de Kürt halkının kendi kaderini bizzat tayin etmesine hakkı vardır) varmak için iki temel aşamayı öngörmektedir: 'Kürt milli varlığı resmen tanınmalıdır'. Evet, yukarda birkaç defa tekrar edildiği ve sizce de çok iyi bilindiği gibi, herşeyin başında, cunta iktidarlarının resmi ağızlarında biz mevcut değiliz! Yani Kürt Milleti yoktur! Eğer birşey gerçekten varsa ve mevcudiyetini de tarihin en eski devirlerinden beri günümüze kadar sürdürmüş ve bugün de yaşıyorsa; o şeyin bizatihi kendisinin varlığını ispat etmesi ve bunu kabul ettirmesi gerekir. İkinci etap: 'Ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadı mutlaka gereklidir.' Evet halkımızın millidemokratik hakları; zorbalıkla, kabalıkla ve kalleşçe gasp edilerek hasır altı edilmişlerdir. Bu temel haklarımız yani halkımızın milli-demokratik hakları istirdat edilmedikçe, asla halkımız kendi kaderini bizzat kendisi tayin edemez.“

Evet, herşeyden önce, Kuzey Kürtleri olarak, ister toplumsal ister siyasal alanda olsun, örgütsel alanda kendi ulusal kimliğimizle ortaya çıkıp politik yol haritamızı açıklıkla ortaya koymanın maharet ve cesaretini göstermek durumundayız. Siyasal veya toplumsal tüm örgütlenmelerimizi Kürd/Kürdistan nitelemeleriyle gerçekleştirmemiz gerekir. Eğer Sezgin Tanrıkulu, Diyarbakır Baro başkanı olarak değil de “Kürdistan Avukatlar veya Hukuçular Birliği“ nin bir yetkilisi olarak Türk Başbakanı ile görüşme yolunu seçip zorlasaydı, herhalde gerek demokratik ve gerekse de politik mücadelesi açısından daha meşakatli ve fakat geleceği daha etkili olacak olan bir yolu seçmiş olurdu. Bu, siyasal veya toplumsal alanda Kürt ulusal demokratik hakları için mücadele eden herkes için de geçerlidir. Zira “Kürd'üm“ diyen herkes için bu yol haritasının ilk durağı, Kürtlerin varlığının anayasal olarak kabul ettirilmesidir.

Bir ulus olarak Kürtlerin, kendi toprakları üzerinde kendilerini şöyle veya böyle yönetmeleri için mücadele eden tüm Kürtler (şahıs veya örgüt), bu amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için, TC'nin karşısına tek vücut veya taraf olarak çıkmak durumundadırlar.

Bu, her koşulda hem meşrudur hem de özellikle günümüz koşullarında olanaklıdır da.

Eğer Kuzeyli Kürtler, milletvekili olduklarında, kendi ulusal inkâr ve imhaları için “Türklüğün çıkarları ve Kemalizmin ilkeleri“ uğruna yemin etmek ; belediye başkanı olduklarında, Türk ulusal bayramlarında Türkiye Cumhuriyetini öven nutuklar atmak, subaylar arasında şaşkın ördekler gibi bu nutukların atıldığı törenlere katılmak, Mustafa Kemal'in, şehrinin sözde fahri hemşehriliğine kabul edildiği yıldönümlerini kutlayıp överek kişiliksizleştirilip onursuzlaştırılmak istenmiyorlarsa; her şeyden önce bir ulus olarak milli ve demoratik haklarını gerçekleştirip anayasal güvencelere kavuşturarak, kendi kaderlerini özgürce tayin etmenin koşullarını açıp olgunlaştırmak durumundadırlar.

11 Nisan 2008
Sait Aydoğmuş

Kürtler, Kürt sorununa şaşı bakıyorlar  V e y a Sayın Feridun Yazar Kürt Demokrasi Forumu Genel Başkanına A ç ı k M e k t u p Öncelikle "Akademik Araştırmalar Derneği" ismini taşıyan bağımsız bir kuruluşun gerekliliğine inanıp "Kürt Demokrasi Forumunu" kurmuş olduğunuzdan dolayı sizi ve tüm çalışma arkadaşlarınızı candan kutluyorum. Bu derneğin Kürtler için, Türkler için ve tüm insanlık için hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ediyor ve ayrıca 25 Kasım 2006 tarihindeki Forumu Dizisi-1'e çağrılmış olduğumdan dolayı memnuniyet ve mutluluğumu beyan ederek akademik arayışlarınızın devamını diliyorum. Hemen ifade edeyim ki, "Kürtler Kürt Sorununa Nasıl Bakıyor" başlığını taşıyan sorunuz hem güncel hem de sorulması gerekli en can alıcı soru işaretidir diye düşünüyorum. Belki Kürtler bu soruya cevap aradıklarında, "Kürtler Kürt ulusal sorununa nasıl bakmalıdırlar" cevabını bulurlar. Bu soru 300 yılı geçkin uzun bir zamandır cevabını bekleyen çok önemli bir sorudur. Kürt filozofu Şeyh Ahmedê Xanî'nin "Ez mam di hikumete xwedê de Kurmanc di dewleta dinê de" soru ve sorgulamasıyla bugün sorulan bu sorunuzun esprisini aynen algılıyorum. Eğer 300 yıl önce Xanî'nin sorusuna akademik bir şekilde Kürdistan'ın o günkü dünyasında gelişmiş olan Bitlis, Amedi, Cizre ve diğer merkezlerdeki bilginler, alim ve ulemalar tarafından değerlendirilip buna bir cevap bulunsaydı, Kürtlerin gerçekten Kürdistan meselesine bakışları bundan 200 yıl önce aydınlanır ve doğru bir zemine oturmuş olurdu. Xanî 1693'te bu önemli soruyu sorduğunda Mevlana İdrisi Bitlisi ondan 180 yıl önce tam 28 Kürdistan yöneticisinin milli iradelerini Osmanlı ittifakından yana birleştirmiş, Çaldıran ve Koçhisar meydan savaşlarında Kürdistan ordularına başkomutanlık yapmış ve dört yıl gibi kısa bir zaman içinde Kürdistan hükümetlerinin özerk ve yarı bağımsız statülerini Osmanlı kanunnamelerine geçirerek 1520'de vefat etmiştir. Xanî Hazretleri bu soruyu sormadan 100 yıl önce Bitlis hükümdarı Şerefhan, Şerefname adında Kürt tarihini yazmış, 1597 de Emir Şemseddin adındaki oğlunun adına krallık tahtından feragat edip 1603'te vefat etmiştir. Yine büyük filozof Xanî bu soruyu ortaya koymadan 38 yıl önce 1655 yılında Evliya Çelebi Bitlis'te "Zamanın en iyi hanı Bitlis hanıdır, zamanın en gelişmiş şehri Bitlis şehridir ve zamanın en iyi halkı Bitlis halkıdır." Demiş ve Melik Ahmet Paşa'nın çağrısına katılan başta Xanî'nin Bazit Dimbilli hükümeti olmak üzere Mahmudiler, Şemboyiler, Pinyanişiler ve diğer Kürt yöneticilerinin bağımsız ve özel ordularından müteşekkil 100 bin kişilik bir kuvvetle zamanın gelişmiş Hanına, şehrine ve halkına saldırmışlardır. Bitlis kalesi ve hazinesi soyulurken, Abdel Han'ın kütüphanesi ve kendi eliyle yazdığı kitaplar Evliya Çelebi'yi adeta büyülemiştir. Demek istediğim, Kürtlerin o dönemde hükümetleri, yönetimleri orduları, gelişmiş şehirleri, okumuş yetişmiş insanları ve hatta filozofları vardı ve de Kürdistan'ın bir tek karış toprağı otoritesiz değildi. Buna rağmen hiç bir zaman bir bilim kurulu teşekkül edilmedi, ileriye dönük bir hesap kitap tutulmadı ve geleceğe dönük bir ulusal mutabakat stratejisi çizilmedi. Bugüne gelirsek, Berdirhan Paşa'nın bağımsızlık hareketinden sonra tam 160 yıldır Kürdistan halkı otorite boşluğunda ölüm kalım mücadelesini vermektedir. Bu 160 yılın son 16 yıllık kısa bir zaman dilimi içinde Güney Kürdistan'da ABD ve birinci körfez savaşı koalisyon müttefikleri desteğinde Kürtler kendi otoritelerine kavuşmuş bulunmaktalar. Bu uzun ve cendereli dönemin üstünden Çarklık Rusyasının 1854-55 savaşı, 1877-78 de 93 Harbi ve birçok işgal ve tahribatları yanında bu komşu devlet Ermeni Çetelerini önüne katarak Birinci Dünya Savaşı'nda Bitlis'e kadar uzandı. Rus ordularına öncülük eden gönüllü Ermeni çetelerinin baskı ve katliamından kaçan bu otoritesiz ve sahipsiz Kürtlerin halen muhacirleri birçok bölgede mevcuttur. Kürdistan'ın otoritesiz kaldığı 1847'den 7 yıl sonra Bedirhan Paşa'ya ihanet eden Yezdanşêr'ın 1854–55 savaşının Kürdistan'a nasıl bir tahribat getirdiğini çeşitli kaynaklardan okuyoruz. Daha sonra 1877'de "93 Harbi", 1880''de Şeyh Ubeydullah'ın bağımsızlık hareketi, 1879 Berlin Antlaşması'yla gerçekleşen yabancı devletlerin Ermenilere garantörlük olayı ve akabinde İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan, Rus ve diğer Ermeni dindaş devletlerinin Kürdistanin bütün şehir merkezlerinde açtıkları konsolosluklar ve örgütledikleri Ermeni silahlı ve şiddet çeteleri, aşiretler arası keşmekeslik, cahiliyet ve başıboşluk dönemi, 1892 Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri dönemi, 1895 Ermeni isyanları ve Kürdistan'ın çeşitli bölgelerinde Kürtleri tahrik etmeleri ve neticede çirkin manzaralar. 1906'da Bedirhan ve İstanbul'daki Kürdistanlı hanedan ve elitlerin sürgünü, 1908'de ikinci Meşrutiyet ve Hamidiye Alayları'nın pasifize dönemi, 1914'te birinci dünya savaşı ve yine Hamidiye Alayları'nın ve tüm bölge Kürtlerinin Kürdisatan toprağını Ruslardan ve Ermeni çetelerinden savunma günleri ve bütün bunların arkasında gelen yokluk, kıtlık ve yoksulluk... Daha sonra Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve 1984'ten beri devam eden PKK başkaldırıları,ve de Dersim, Zilan, Sason, Botan, Garzan, Reşkotan, Motkan gibi "tedip ve tenkil" hareketleriyle Kürtler gele gele bugüne geldiler. Bu 160 yıllık dönemde son 16 yıllık Irak Kürdistan Federe Devleti'nin kazanımlarını saymazsak Kürtler bunca yıldır hep kaybetmiş. Kürdistan gittikçe yıkılmış, yağmalamış ve yaşanmaz hale gelmiştir. Bu uzun ve meşakkatli dönemde evvela Kürdistan'ın gerçek yönetici hanedanlıkları ve onlara bağlı asker, eşraf, bilgin, okumuş ve yönetimlerde yer alan elit kadrolar ortadan kaldırılmış, daha sonra aşiret mektepleri medrese ve rüştiyelerde okuyanlarla beraber şeyhleri, ağaları ve tüm önderleri planlı ve programlı bir şekilde yok edilmeye çalışılmış ve en sonunda faili meçhul kisvesi altında binlerce Kürt aydın ve yurtseveri katledilerek ortadan kaldırılmıştır. Bunun için Kürtler gün geçtikçe insan ve önder erozyonuna uğramış ve bugünkü hale getirilmiştir. Bu durumda "Kürtler Kürt Sorununa Nasıl Bakıyor?" sorusuna cevap ararken öncelikle Kürtlerin yukarıda özetlediğim tarihi tahribatı çok iyi kavramaları gerekir. Aksi halde hafızasını kaybetmiş bir insanın bulabileceği çözüm kadar ulusal sorununa çözüm yolu bulacak ve geçmişimizi hatırlamadan, nasıl bir otorite boşluğunda olduğumuzu da anlamadan kendi sorunumuza doğru bakmamız mümkün olmayacaktır. Bana göre Kürtler hafızalarını kaybetmişlerdir. Özellikle Kürt okumuş ve aydın kesiminin çok büyük çoğunluğu Kürt meselesini bir ulus meselesi bir coğrafya ve bir tarih meselesi olarak algılamıyor. Bir anket yapılıp Kürt aydınlarının Kürdistan tarihiyle ilgili bilgilerini sorgularsak, eminim ki %99'u Kürdistan tarihini son 200 yılın ötesine götüremeyeceklerdir. Bu 200 yıllık tarihi bilgiyi de yabancı ve batılı sosyologların özellikle dindaşlarından öğrendikleri şartlandırılmış, içi boşaltılmış yarım yamalak tespitlerden başka bir şey değildir. İçi boşaltılmış bu yalan yanlış tespitleri de maalesef tam kavramadan bilge olmaya başlamışlardır Bu yüzden diyorum ve iddia ediyorum ki, Kürtler Kürt sorununa şaşı bakıyorlar. Neden şaşı bakıyorlar? Çünkü 40 milyonluk Kürt'ü ve dört parçaya bölünmüş Kürdistan'ı, Kürdistan tarihini, coğrafyasını, petrol ve madenler bakımından zenginliğini, stratejik konumunu, şu anki durumunu ve geleceğini kavrayamıyorlar. Ellerinde sosyolojik bir veri yoktur. Olsa da zahmete katlanıp okumuyorlar. Biliyor musunuz en iddialı Kürtler, Kürt tarihi bilgileri dengbêjlerden öğrenmeye çalışmaktadırlar. Biz sadece kimine göre 20 kimine göre 25 milyonluk Türkiye Kürtlerinin şaşı bakışlarını üç örnekle ele alalım. 1- Kürtler adına bir siyasetçi veya falanca partinin falan yöneticisi, bugüne kadar Türk ve dünya televizyonlarında bir lider, bir önder ve 20 milyonluk bir milletin temsilcisi gibi muhataplarının karşısında dik durduğuna şahit oldunuz mu? 2- Şimdiye kadar kaç kişi dünya kamuoyunun, Türkiye ve özellikle Kürdistan kamuoyunun tatmin olacağı, anlayacağı ve kabul edeceği bir beyanatta bulundu ve Kürdistan halkına doğru bir mesaj verdi? 3- Avrupa Parlamentosu'nda ayakta alkışlanan politikacılardan tutun köşe yazarlarımıza kadar hangi Kürt elitinin unutulmayan bir tek cümlesi damağımızda yer aldı? Aydınlarımız ve önderlerimiz en çok "Kürt sorununu demokratik bir yöntemle çözümünden" yana olduklarını ve hemen arkasından "Türkiye'yi bölmek istemediklerini" vurguluyorlar. Kimileri de "demokratik cumhuriyet" sloganıyla veya "Türk Kürt kardeşliği" şiarıyla bu sorunun çözümünü seslendirmektedirler. Şimdi eğer federe devletten daha büyük bir yönetim şekli isteniliyorsa ve bunun adı konfederalizm ise, neden Kürtler açık olarak bunu dillendirip dobra dobra "demokratik cumhuriyetçi" yoldaşlarına söylemiyorlar? Kaldı ki 5 milyon Kürt eğer peşmerge ordulu ve toprağına hakim anayasal bir sistemi elde etmiş ise, 25 milyonun elbette konfedere olma hakları kendiliğinden doğar. Kürt aydınlarının en çok ileri sürdükleri gerekçeler "zamanı değildir, şartlar elvermiyor, yasalar izin vermiyor, dünya konjektörel şartları müsait değildir". Peki ezen ulustan izin alarak mı ulusal haklarımızı savunacağız. Yani diyeceğiz ki "şu kanunu çıkar ben parti kurayım, seçim barajını indir ki meclise gireyim, mecliste kanun tekliflerini vereyim Türkiye'yi demokratikleştireyim ve Kürt sorunun böylelikle çözeyim." Allah aşkına dünyanın neresinde bu yöntemlerle ezilen uluslar demokratik haklarına, ulusal kimliklerine kavuşmuşlar? Bütün bunlardan anlıyorum ki Kürtler Kürt sorununa şası bakıyorlar. Hemen hemen bütün Kürt aydınları Türklerle beraber eşitlikçi bir düzende yaşamaktan ve Türkiye birliğini bozmamaktan yanadırlar. Bu görüşe ben de canı gönülden ve samimi olarak katılıyorum. Ama aydınlarımızın büyük çoğunluğu Misak-ı Milliden hoşlanmıyorlar. Peki neden? Çünkü Misak-ı Milli'nin ne olduğunu bilmiyorlar. Hiç kimsenin aklında Misak-ı Milli sınırları içinde federal cumhuriyetler şeklinde bir tez yoktur. Varsa yoksa demokratik haklar veya "demokratik cumhuriyet". Ben bu tezi 2006'nın yaz aylarında iki Kürt aydını üzerinde test ettim. İkisi de aydın, entel, yayıncı, yazar, araştırmacı ve düşünen kimselerdir. Benim ortaya attığım tez aşağı yukarı şöyleydi: "Kürtlerin Araplar ve Farslarla yaşama şansları yoktur. Çünkü bir taraftan 22 Arap devleti ve Arap şovenizmi, diğer yandan Fars İmparatorluğunun 2500 yıllık entrikalarıyla Kürtlerin baş etmesi mümkün değildir. Bildiğim kadarıyla ve Milli Misak'tan anladığım kadarıyla Milli Misak Türklerin ve Kürtlerin meskûn olduğu toprak parçasıdır veya coğrafyasıdır. Bu yemin kararı( yani Milli Misak ), Osmanlı Mebusan Meclisinden çıkmıştır. Farz edelim ki Türkiye Cumhuriyeti'nin başına Sultan Selim Han gibi etkili ve yetkili bir önder geldi, Kürtler de Mevlana İdrisi Bitlisi gibi bir diplomata kavuştu ve Türk-Kürt federe cumhuriyetler birliğiyle bu iki ulus bir birlik sağlayıp demokratikleşti, siz böyle bir şeye izin verirmiydiniz .? Cevapları tam beklediğim gibi oldu ve "Hayır böyle bir şeyi asla istemeyiz" dediler. Çünkü bu iki arkadaşın ikiside Kürt aydınları idiler. İkisi de Kürdistan tarihinin 200 yıl öncesini bilmezler ve Kürt sorununa barışçı, eşit ve demokratik çözümü dört gözle beklerken bütün Kürdistan'ın Türklerle beraber iki cumhuriyet şeklinde tecelli etmesine olumlu bakmıyorlar. Peki neden? Çünkü bu soruna şaşı bakıyorlar. Bu meseleye, yani Kürt sorununa Türk aydın ve yöneticileri de şaşı bakıyor. Hatta hiç bakmıyorlar, bu soruna gözlerini kapatıyorlar ve hiç bir şekilde bu soruna yaklaşmak istemiyorlar. Çünkü sorunu bilmiyorlar. Kürt ve Kürdistan sorunun çözümlemesiyle daha da büyüyeceklerini, yüceleceklerini idrak etmiyorlar. Kürtlerle 1514'te ittifak kurduktan sonra dört yıl içinde çaldıran, Koçhisar, Suriye ve Mısır başta olmak üzere bir düzüne zafer kazanıp Azarbeycana, Kürdistan'a, Mısır'a, Arabistan ve Mezopotamyaya hakim olduktan başka ilk defa Anadolu'ya etkili olmaya başladıklarını bilmiyorlar. Osmanlıların yükselme ve halifelik devri bu sayede gerçekleşti. Osmanlılar ne zaman yıkılmaya başladı ? ne zaman ki İkinci Mahmut yenilikçi sloganlarla Kürdistan'ı sömürgeleştirmeye koyuldu, işte o zaman Osmanlılar bitti ve kül oldu. Bana göre Türkiye'yi idare edenler Türkiye'nin büyümesinden korkuyorlar. Bir zamanlar Süleyman Demirel "boyuk Turkiya" sloganını yaygınlaştırmaya çalıştı "çoban Sülo"nun bu sloganı sadece bir kaç barajın inşası şeklinde yorumlandı ve Türkiye büyüyeceğine kendisi 9. Cumhurbaşkanı olacak kadar büyüdü. Turgut Özal'ın "büyüyelim" dediği ve birinci körfez savaşında "Türkiye ya çok büyüyecek veya küçülüp yok olacaktır". Şeklindeki ısrarlı iddiasının amacı birinci körfez savaşıyla beraber Güney Kürdistan'ı Türkiye ye ilhak edip, Türk- Kürt federal cumhuriyetleriyle Sultan Selim Han ve Kanuni Sultan Süleymanların şaşaalı dönemini bu modern çağa uygun bir şekilde getirerek dünyanın üçüncü veya beşinci devleti olmak idi. İşte tarih bilinci bu noktada kendisini gösteriyor. Turgut Özal zeki, akıllı, atılgan ve çok büyük bir devlet adamı idi, ama Sultan Selim Han gibi Yeniçerilerden ve devşirmelerden müteşekkil devleti Osmaniyenin askeri ve sivil zevatın üstünde değildi. Arkasında ne Türkiye kamuoyu ve ne de ekalliyetlerden müteşekkil güçler vardı. Basın, yargı ve üniversiteler hiç bir zaman Malatya doğumlu, Dersimli Hafize Hanım'dan doğma ve kendi deyimiyle nenesininde Kürtçe konuştuğu birisine sahip çıkamazdı. Hele ordu? Ordu bu cumhuriyetin ilelebet teminatı ve Makedonlarla beraber tüm azınlık ortaklarının her zaman Atatürk cumhuriyetinin başına geçip idare edeceği yönetimin ve düzenin bekçisi idiler. Üstelik bu duruş onların anayasal haklarıydı. O dönemde Turgut Özal'ın arayışlar içinde olduğunu, bazı Kürt misyonlarının parlamentoya sokup bu sorunu mecliste halletmek istediğini solculuk ve yurtseverliklerine zarar gelmesin diye bazı Kürt politikacı aydınların sayın Özal'ın çağrısına olumsuz cevap verdiklerini de hatırlıyorum. Turgut Özal, bu olayı zamanın Kurmay başkanına götürdü, ama malesef vatanseverlik adına bu teklif reddedildi. Acaba diyorum Sultan Selim kendi Sadri azamı ve devşirme Yeniçeri komutanlardan Kürt Osmanlı gönüllü ittifak projesini sorsaydı o zamanın komutanları ne diyeceklerdi? Ne diyeceklerini bilmiyorum ama, Osmanlı ordularının Edirne'den Çaldıran'a gidinceye kadar Sultan Selime kan kusturduklarını hepimiz biliyoruz. Baba Bush bu fırsata onay veriyordu. Güneydeki Kürtler buna çoktan hazır idi. PKK ateşkes kararı almış veya alıyordu, Özal, Kürtleri temsil eden parlamenterler vasıtasıyla barış mesajlarını Öcalan'a yolluyordu. Misakı Millinin geçte olsa gerçekleşmesi an meselesiydi. Ama Makedonlar ve diğer ekaliyet şurekanlarının ismi tek kelimeyle ifade edilen devletin yüce menfaati idi. Bu görüş Devlet-i Aliyenin menfaatine uygun görülmedi. Bu noktada ister istemez aklımıza gelen soru acaba Türkler (yani gerçek Türkler) ne zaman uyanacaklar. Devleti alinin menfaatini hep Arnavut, Pomak, Boşnak, Çerkez ve Çeçenler mi tayin edecek? Tarihi bir gerçeği vurgulamakta yarar görüyorum. Bugün Kürtlerin parçalamış olduğu her dört parçadaki devletler, azınlıklar tarafından idare ediliyor ve bu azınlık orjinli yönetici kesim her dört devlette de Kürtleri dışlayarak vatanseverliklerini ispat etmeye çalışıyorlar. Daha Kürt Osmanlı ittifak ilişkisi başlamadan Mevlana İdrisi Bitlisi'nin II. Sultan Beyazit'in talimatıyla Osmanlı sarayında Heştbehişt adındaki Osmanlı tarihini yazdığı 1510 yıllarında zamanın sadrazamı Hadım Mehmet Ali Paşa ve avanesinin ellerinden ne çektiğini öğrenmek istiyorsanız Bitlislinin Medine'den Trabzon valisi Selim Han'a gönderdiği mektubunu okuyunuz. (Bkz. Şakir Epözdemir, 1514 Amasya Antlaşması Kürt Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdrisi Bitlisi, Peri Yayınları, 2005, İstanbul, s.156) Devşirme Osmanlı yöneticileri hiçbir zaman Kürtleri İstanbul'da görmek istemediler ve hiç bir zaman Kürdistan hanedanlarını içlerine sindiremediler. En son Bedirhaniler ve Arnavut Rıdvan Paşa olayını hepimiz Mehmet Uzun'un Siya Evinê ve Bira Qederê romanları sayesinde biliriz. İran'da Şah Abbas döneminde Bıradost hükümdarı Mirxanê Çengzerin, şahın çok yakın dostudur. Savaşta bir kolunu kaybetmiş ve Şah Abbas tarafından altından ona bir kol yapılmıştır. Kızılbaş vezirler Dimdim kalesi hükümdarı Biradostlu Kerim Xani öylesine kıskanıp jurnal ediyorlar ki, İran Şahı bütün kuvvetlerini Mirxan'ın üzerine gönderiyor ve Dim Dim kalesini yerle bir ediyor. Şerefnamenin yazarı Şerefhan hayat hikâyesinin yazarken bu kızılbaş komutanlar hakkında şunları söylüyor: "Şah Tahmasp yerine geçen oğlu Mirza İsmail benim çok yakın dostum, çağdaşım ve okul arkadaşım olduğundan tahta çıkar çıkmaz beni Şirvan bölgesine yerleştirip İran Kürdistan'ının beylerbeyliği göreviyle taltif edilecektim. Lakin o fesat ve bozguncu kızılbaş komutanlar Şah Mirza'yı aleyhime çevirmeye Muaffak oldular. Güya ben Şah'ın kardeşi adına komplo kurmuşum ve onu tahttan indirmeye çalışıyor muşum. Bu yüzden Şah Mirza İsmail beni Kazvin'den uzak tutmak gayesiyle Nehcivan hükümetinin başına geçmem için ferman yazdı ve mevcuden askeri kuvvetler nezaretinde Nehcivana kadar göz hapsinde getirildim" diyor. Bu olay 1576'da Kazvin'in İran sarayında oluyor. Irak'taki sunni azınlık ve Baas zorbalarının yönetiminde hem Kürtlere hem de Şiilere ve hem de Türkmen, Asuri, Kıldani ve diğer halklara yaptıkları mezalimi hep birlikte gördük. Suriye bir Alevi (Durzi) azınlığın elindedir. Onlar da vatanperverliklerini Kürtlere ve Yahudilere düşmanlık yaparak iktidarlarını sürdürmektedirler. Rusya'da ise her zaman olduğu gibi Azeriler ve Ermeniler kanallarıyla bizi değerlendiriyorlar ve bu yüzden hala daha bu asil millet yani Ruslar Kürtleri tanımıyorlar. Abudurrezak Bedirhan diyor ki, "Rus subayları Kürtlere değil Ermeni çetelerine inanıyor ve itibar ediyorlardı. (Baki A. RezzakBedirhanCelile Celil, Peri yayınları, sayfa -56) Bu beş devletin azınlıklarına dokunurken Kürdistan azınlıklarını da ihmal etmeyelim. Kürdistan'da benim anladığım kadarıyla Ermeni, Kıldani, Suryani ve Araplar vardır. Arapların Kürtlere karşı duruşları ne etlisi ne de sütlüsü şeklindeki politikayı sürdürüyorlar. Öncelikle Süryaniler ve daha sonra Ermeniler 19. yüzyılın başından sonuna kadar Kürdistan'ın otorite boşluğunda hep kuyumuzu kazdılar ve özellikle Kürdistan'ın asli unsurları olmayan Ermeniler bütün Kürdistan toprağını bir bağımız Ermenistan'a dönüştürmek istediler. Başta Britanya imparatorluğu olmak üzere Alman-Avusturya, Rusya, Fransa ve yedi tane devlet-i muazzamayı arkalarına aldılar, çeteler kurup devletsiz, otoritesiz ve yönetimleri çoktandır tasfiye edilmiş çaresiz Kürtlere karşı kullandılar. 1000 senedir Kürdistan yönetimlerinde özgür ve sorunsuz yaşayan ve hiçbir zaman gayri insani bir muameleye tabi tutulmayan Ermeniler, Kürtlerin eşkıyalığını ve çapulculuğunu bütün dünyaya yaydılar. Otoritesiz Kürtlerin aşiretler döneminde tarihin en karanlık ve en çirkin dönemini yaşadıkları bir gerçektir. Ama 1850 ye gelinceye dek bütün Kürdistan bölgesinin güvenli ve huzurlu bir ülke olduğunu bütün yabancı seyyahlar kaydediyor. Eğer Kürt aydınları sadece 1879 Berlin muahedesinin 61. maddesini ve 1914 Şark Islahat Planı'nın esprisini tam olarak bilseler, Kürdistan azınlıklarının tam fotoğrafını çekebilirler. İngilizlerin ve diğer yabancıların Asuri, Kıldani ve de Yezidileri Güney'de nasıl kışkırttıkları da Kürtlerin ezberindedir. Yine de Prof. Celile Celil'in kaleme aldığı Yezidilerin Tarihini incelenmesinde fayda vardır. Güney'deki Kürt liderler çoğunluk olan Şiilere ulaştılar. Eğer Irak parçalanmazsa bir daha bu devlet azınlık Sünni Arap kesiminin kontrolüne girmez. PKK' nin son 30 yıllık mücadelesi sayesinde Kürtler Moskova'ya ve bütün Sovyet Cumhuriyetlerine ulaştılar. Eğer Türkiye Kürtleri Anadolu Türkleriyle mutabakat sağlarsa ve Mustafa Kemal'in milli mücadele başlangıcında Kürtlere verdiği söz ü peymanlar hayata geçerse o zaman 500 yıl öncesi gibi Kürtlerin ve Türklerin gönüllü birlikteliği fırsatı yeniden doğar ve bu memlekette her kes demokratik haklarına ne fazla ne de eksik bir tarzda kavuşmuş olur. Kürtler sadık bir millettir. Sadakatin cezasını çok çekti ve halende çekiyordur. Bana göre İngiliz ve Almanlar Kürdistan hükümet başkanlarının ( Bitlis, Hoşap, Botan, Behdinan, Soran ve Baban gibi hükümetler) hiç bir zaman Osmanlı sultanlarına kalleşlik yapamadıkları ve yapmayacakları kanaatine vardılar ki, bir taraftan kalleşlik ve ikiyüzlülük yapmaya müsait olan Osmanlıları Kürdistan mirliklerinin üzerine saldırttılar ve beri yandan bir avuç Yezidi Kürtleri, Asuri ve Ermenileri kışkırtmayı başardılar. Günümüzde büyük Barzani'nin yarım asırlık ulusal mücadelesi ve hali hazır son 16 yıllık Irak Kürdistan Federe Devleti ve Devlet Başkanı Mesut Barzani'nin dürüst tutumu bütün dünya tarafından takdirle karşılık görüyor. Bu sayede Türk halkı bizi tanıma fırsatı yakalayacaktır. Kimseye yağ çekmiyorum. Kimseye borçluda değilim. Kürdüm, ama bir Kürt gibi, bir Arap veya Ermeni gibi düşünebiliyorum. 68 yaşındayım. 30 yaşımda 4 çocuk babası iken ve Diyarbakır PTT'sinde küçük bir memur iken Antalya'da Türk mahkemeleri önünde bu gerçekleri söyledim ve Kürdistan'ın siyasi savunmasını yaptım. Bu yaşımdan sonra tek dileğim başta Türkiye'de olmak üzere bütün dünyada halklar barış içinde, dostça, dürüstçe ve herkesin, her ulusun doğal haklarına kavuşmuş olarak yaşamalarıdır. Ben Kürt sorununa "bir ulus ve bir Kürdistan" gerçeğine baktığım gibi bakıyorum. Kürdistan halkını tıpkı İran, Arabistan, Yunanistan, İsrail, Rusya ve Gürcistan gibi otantik, yerli, tarihi geçmişi olan bir kadim millet olarak algılıyorum. Ben ortadoğunun ve mezopotamyanın en kadim milleti olan Kürtlerin 1071 Malazgirt savaşından bu yana Orta Asya'dan Anadolu'ya akın eden Türk, Tatar, Özbek, Moğol ve diğerlerinin Selçuklusu, Atabeyi, Harzemi, İlhanlısı, Akkoyun ve Karakoyunlusu ile Kürtlerin 400 yıllık ilişkiler kurduğunu, bazen iyi bazen kötü beraberlikler kurarak zaman zaman ittifaklar kurduklarını, Kürt Mervani devleti ile Alparslan arasında dayanışma olduğunu, Eyyubi devletinin Konya Selçuklu devletine yardım ettiğini bizzat Selhattin Eyyubi'nin Diyarbakır şehrini feth edip Artuklu Nureddine hediye ettiğini Bitlis hükümdarı Şemseddin'in sultan Kara Yusuf'un kızıyla evlenip Karkoyunlu devletinin kuruluşuna yardımcı olduğunu ve Bitlis hükümdarlarından Hacı Şeref Bey'in Timorleng ile iyi geçiniğini biliyorum. Kürtler bütün bunlardan sonra 1514'te Osmanlılarla bir ittifak kurdu. Bu ittifakın şartları 330 sene yürürlükte kaldı. Bu ittifaktan sonra Osmanlılar hiç bir zaman doğudan gelecek saldırı ve istilalara maruz kalmadılar. Bu anlaşma sayesinde Osmanlılar hem islam halifeliğini devraldılar ve hem de Libya'dan Bağdat'a kadar bütün alanlarda hakimiyet kurdular ve yüzyıllarca bu hakimiyeti sürdürdüler. 400 yılık Kürt- Osmanlı ittifakında Kürtlerin sadakati ile Osmanlının zaman zaman tarihi hataları da ortadadır. Tarihlerini bilmeyen Türk aydınları, malesef Kürtleri hiç bir zaman tanımadılar. Tarihi bilmediğimiz ve hafızamızı kaybettiğimizden, malesef dostlarımıza düşman gözüyle bakıyoruz. Dosta düşman muamelesi yapılmamalıdır diye düşünüyorum. Umut ediyorum ki bir gün Kürtler de, Türkler de uyanacak, birbirlerini boğazlamaktan vaz geçecek ve bu coğrafyanın gerçek sahipleri gibi iktidarı kendi aralarında paylaşacaklardır. Cenabi Allah Kuran-i Kerim de buyurduğu gibi, "Sizi çeşitli kavimlerden, aşiretlerden, ailelerden yarattım ki, birbirinizi tanıyasınız." Bu çağda artık halkların, milletlerin ve aşiretlerin birbirlerini tanımamaları mümkün değildir. Teknoloji o kadar gelişmiş ki dün Kürdistan liderlerine eşkiya diyenler bu gün sayın ve ekselanslarıyla isimlerini getiriyorlar. Hiç kimse artık Kürleri "kar kurtla" ifade edemez. bu yüzden biraz daha gayret edip tarihi geçmişimizi Türk ulusuna anlatırsak, inanıyorum ki, cenabı Allah'ın buyurduğu gibi birbirimizi tanıyarak ve birbirimize kinle, şüpheyle ve endişe ile bakmadan bu coğrafya da nice 500 yıllar barış içinde ve eşit şartlarda beraber yaşama şansını tekrar yakalayabiliriz. Bu temennilerimin tutması Türklerle Kürtlerin gerçekten birbirlerini tanımalarına bağlıdır. Hiç bir aracıyı kullanmadan yüz yüze iki dost ve kardeş gibi sorunlarımızı görüşüp çağdaş ve hukuki bir çözüm yolu bulmalıyız. Bunun dışında ne Avrupa Birliği sürecine ne de sözde demokratik cumhuriyetin yöneticilerine inanmıyor ve güvenmiyorum. Ben Türkleri çok iyi tanıyor ve gerçekten Türk halkına saygı duyuyorum ve sevgi besliyorum. Benim sorunum Türkler adına Türkiye'yi idare edip Türkler adına bunca yıldır ve onca zulüm, zorbalık, jenosid, kıyım ve baskılar uygulayıp bu iki tarihi kardeşi, samimi ve dürüst arkadaş ulusu birbirine düşürenlerdir. Bence bu gerçeği Türk halkına anlatmamızın zamanı gelmiştir. 11-11-2006 Başarı dileklerimle en derin saygılarımı sunuyorum. Şakir EPÖZDEMİR

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.