[b]PKK ARADAN CEKILIRSE KURD DEVLETI KURULUR[/b]
Disiplinli, mücadeleci ve teorik donanımlı bir parti kurarak, Ekim 1917 de iktidara el koyan ihtilalci Rus lider Vladimir Lenin, partisinin çalışma ve ahengini bir orkestraya benzetmişti. Biliniyor, orkestranın bir şefi bulunur ama bunun yanısıra cok değişik müzik aletleri, bu aletleri kullanan deneyimli insanlar ve birlikte çalışmanın getirdiği uyum ve nihayetinde net bir program, bu programı hayata geçirmek isteyen bir parti ve dayandığı kitlesel temel. Lenin ve arkadaşları uzun bir mücadele neticesinde, koşullar oluştuğunda teredütsüz iktidara el koydular.
İşin bu yanı sadece Rus ihtilalcilerine özgü değildir. İktidar olmak isteyen, yada iktidara şu veya bu şekilde gelmek isteyen herkesin başvuracağı bir yoldur. İster bu işi bir sınıf partisi, ister bir cephe örgütlenmesi, ister ordu darbesiyle veya demokratik yoldan yapın, yapılan neticede aynıdır. Şüphesiz bunu yapmanın maliyeti, zayiatı, koşulları, iç ve dış ilişki ağları ve getireceği yeni durumun sağlayacağı ulusal ve uluslar arası etkileri farklıdır. Bu yapılanın mahiyetine özgü bir beklentisel siyasi, sosyal ve ekonomik bir durumdur.
Burada sadece bir benzetme için ihtilalci Lenin'den bir örnek verdim. Üzerinde durmak istediğim bir Kürt örgütü olarak anılan ve nerdeyse 30 yıldır Kuzey Kürdistan'daki gelişmelere, Kürt tarihçi Hasan Yıldızın deyimiyle ’Muhatapsız Savaş' ve ’Muhatabsız Barışa' damgasını vuran bir örgütlenmeye değinmek istiyorum. Ve deyim yerindeyse bir benzetmeyle konuya gireceğim.
Denilebilirki çıraklık dönemini, ilk siyasal ilşkileri ve siyaset ilgisini Türk İstihbaratının (MİT) bir yan kuruluşunda (Türk yazar Avni Özgürel anlatmıştı) çaycılık yaparak öğrenen Hilvanlı bir köylü çocuğu, burda öğrendiklerini hiç unutmadı; ne kendisi nede onu oraya çaycı olarak alanlar bu nutulmayanlarla yetinmediler, bu genç daha sonraları, 1970'lerin ilk yıllarında yine ortalıkta görünecekti. Sol eğilimli bir bildiri dağıtma eyleminden yakalanınca, mahkemede ve savcılıkta bu gencin sahipsiz olmadığı uygun bir lisanla yetkililere anlatıldı. (1970'li yılların savcısı Baki Tuğ olaya deyinmiş ve daha sonraları Türk yazar Uğur Mumcu konu üzerinde durmuştu; anlaşılan U. Mumcu'ya önemli ve hassas bilgi ve belgelere ulaşmıştı ya da işi fazla kurcaklıyor diye birileri onun çalışmasını durdurdu. Mumcu arabasına yerleştirilen bombayla öldürüldü.)
Ankaraya ilk gelişini, daha sonraları anlatan bu genç, Türk lider Atatürkün heykelini gördüğünde büyük bir heyecana kapıldığını anlatacak ve Atatürke olan hayranlığını hep tekrar edecekti.
Tapu Kadastro okulunu bitirdikten sonra Türklerin deyimiyle Doğunun, Kürtlerin deyimiyle Kürdistanın en büyük şehri olan Diyarbakırda memur olarak çalıştı. Adı Abdullah Öcalan (bir arkadaş çevresi ve daha sonra bir grup olarak ortalıkta görünmeye başlayan bu gencin adı artık çevresi tarafından Apo olarak anıldı ve anılıyor;) olan bu genç bir ara kaydını Siyasal Bilgiler fakultesine yaptı; ama bu fakulteye nasıl ve hangi ilişkilerle kaydını yaptırdığı pek üzerinde durulmadı.
Kürtler, Türk devletinin yeniden yapılanması yıllarında (1920-1940 arasında defalarca Türklere karşı ayaklanmış ama her defasında sertçe ezilmişlerdi) istediklerine kavuşmadılar; ve yeni kurulan Cumhuriyetin Türk liderleri tarafından tamamıyla inkar edilerek, yok sayılarak, çok değişik baskı unsurlarına tabi tutuldular. Kürtlerin kitlesel olarak sürgün edilmeleri sıradan bir hal alırken, Türkler 1934 yılında 2510 sayılı bir kanun kabul ederek Kürtlerin aleyhine demografik yapıyı değiştirmeye koyuldular. Türk dil ve kültürünün etkisinden uzak olan bölgeler asıl hedef seçildi. Ama gerek Kürt isyanlarının halen devam etmiş olması (1936-38, Dersim) ve 2. Dünya harbinin araya girmesiyle Türkler bu kanunu istedikleri kapsamda uygulayamadılar.
Uzun sayilabilecek bir sesizlik döneminden sonra nispeten yumuşamanın olduğu cok partili Türk sisteminin 1960'lı yıllarında, Kürtler bir kez daha hoşnutsuzluklarını belirtir kıpırdamalar içine girdiler.
Aynı yıllarda, kendisini önlemeye çalışan, düşman Türk ve İran askerleriyle savaşarak uzun bir yürüyüş neticesinde Sovyetlere sığınan efsanevi Kürt lider Mustafa Barzani Iraka tekrar dönmüş ve Irak yöneticileriyle düştüğü anlaşmazlık neticesinde bir kez daha silaha sarılmak zorunda kalmıştı. Gerek Barzani'nin mücadelesi ve gerekse yeni koşullar Kürtleri yeniden bir arayış içine sokup değişik çalışmalar yapmalarına ve örgütler kurmasına itiyordu. 1960'lı yılların ortalarında Irak KDP'sini kendisine model olarak alan Türkiye-KDP'si kuruldu. Bu partinin kuruluşu yanısıra Kürtler değişik dergiler yayınlamaya başladılar. Daha sonraları DDKO denilen legal Kürt dernekleri kuruldu ve etkin çalışmalar içine girdi. Türklerin Doğu ve Güneydoğu dedikleri, Kürtlerin yoğun olaral yaşadığı ve Kürdistan diye adlandırdıkları bölgelerde kitlesel mitingler düzenleyerek bir kez daha Türk siyasilerini düşünür duruma getirdiler.
1970'li yılların başında, Türk cumhuriyetinin kuruluşundan beri perde arkası asıl iktidar olan ve Kürt sorunu gibi hasas ve güvenlik meselelerinde her zaman son sözü söyleyen, ’güçlü' Türk ordusu, 1960'ta olduğu gibi tekrar yönetime el koyarak sıkıyönetim uyguladı. Gerek Türk sol partileri gerekse bölücü olarak adlandırılan siyasi Kürt çevreleri mahkemelerde uzun ve ağır cezalara çarptırıldılar. 1974 senesinde yapılan seçimlerden sonra CHP ve MSP Ecevit başkanlığında koalisyon hükümeti kurup meclisten güvenoyu aldıktan sonra genel bir af ilan edildi. Af neticesinde bir çok Türk ve Kürt siyasetçisi serbest bırakıldı. Bu yeni ortamda Kürt sorunu bağlamında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sol ve sosyalizm meseleleri alabidığince tartışıldı. Bir çok sol Türk legal partisi kuruldu. Bu arada Kürt siyasetçileri de boş durmadılar. Legal ve ilegal bir dizi örgüt kuruldu, siyasal dergiler, kitaplar basıldı, bildiriler dağıtıldı ve peş peşe onlarca dernek faaliyete geçti. Bütün bu dergi ve gazetelerde Kürt sorunu her yönüyle tartışıldı, neticede yolları 1960'larda ayrılan bu siyasi sol eğilimli insanlar tam ayrıştılar. Kürt ve Türk solu olarak anılmaya başlandılar.
İşte tam bu sıralarda Hilvan asıllı Tapu Kadastro memuru bir kez daha ortalıkta görünecekti. Ama bu kez işi ciddi ve görevi zorluydu. Kürt ulusal bilincinin artık kitlesel bir düzeye gelmesi ve maddi bir güç teşkil etmesi, Türk guvenlik birimlerini tam rahatsız eder durumdaydı. Bu açıdan Öcalanın patronları işi askeri kurmay hafızasıyla ele aldılar, işin önüne Öcalanı katmakla birlikte sağına soluna yardımcı elemanlar, yada B planı diyebileceğimiz bir kadro yerleştirdiler. Öcalan ve ekibi işe hızla ve sert bir şekilde başladılar. Ortaya çıkar çıkmaz diğer Kürt ve Türk siyasal hareketlerinden farklı davranışlar içine girdiler. Kendilerine önce UKO'cu dediler, daha sonra Apocu olarak anılan ve 1978 yılında Fis köyünde toplanıp partileştiklerini (Partiya Karkerên Kurdistanê, PKK, asıl adının Partiya Kurdên Kemalist olması muhtemeldir) söyleyen, bu ekipten nasibini almayan tek bir sol örgüt kalmadı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde pek yüz bulmamakla birlikte, dağıttıkları bildirilerde bütün diğer Kürt örgütlerini sömürgeci Türk rejiminin uzantıları olarak adlandırıp, bunların sömürgeci sistemden önce, ilk elden tasfiye edimeleri gerektiğini yoğun bir şekilde işlediler. Diğer Kürt örgütlerine karşı şideti kulanıp onlarca kişiyi öldürdüler. Hilvan ve Siverek gibi Kürt kasabalarında ağalığa karşı mücadele ediyoruz diye adeta birer siyasal ve toplumsal laboratuar vazifesi görür mahiyette pilot bölge deneyimlerine giriştiler. Bu çatışmalar Kürt sorunu bağlamında kafa yoran Türk stratejistleri için bulunmaz değerde alan bigilerini sağlıyordu. Siyasal olaylar ve keşmekeşlik o denli yayıldı ki 1980 Eylülünde Türk ordusu bir kez daha iktidara alenen el koyduğunda bir sürü yerde sevinçle karşılandı. Ordu şakşakçığı ile ünlü olan bir dizi Türk gazetecisi büyük pontularla 12 Eylül sabahında süküneti müjdelediler. Orgeneral Kenan Evren liderliğindeki askeri cunta Türk anayasasını, partilerini ve mealde tüm dernekleri, sendikaları feshederek tam bir silindir gibi siyaset dünyasını ezerek geçti. Onbinlerce kişi tutuklandı, cezaevlerinde, özellikle Diyarbakır cezaevinde, belkide insanlık tarihinin şahit olmadığı iğrençlikte işkenceler uygulandı. Onlarca kişi işkencelerde öldürüldü, binlerce kişi sakat bırakıldı, onbinlerce siyasi tutuklu bu korkunç işkenceler sonucu unutulmaz acılara boğuldu.
Orgeneral Kenan Evrenin darbesi öncesinde Suriyeye geçen Öcalan, ordayken Türk istihbaratıyla olan deneyimleri ışığında yeni patronlar bulmakta asla güçlük çekmedi. Suriyelilerin size yardım edelim teklifine karşı Öcalan ne söyleceğini zaten biliyordu, hiç bir zorluğa kapılmadan kendisine sağlanan tüm olanakları sonuna kadar kullandı. Söylenceye göre diğer Türkiyeli Kürt örgütleri Suriye'nin benzeri önerilerini soğuk karşılamışlardı. Daha işin başlangıcında olduğunu düşünen bu örgütler yakayı Suriyelilere kaptırmak istemiyorlardı.
Ülkedeki baskı ve şiddet, hapishanelerdeki insanlık dışı işkence uygulamaları, insanları canından bezdirmişti. Apocular 1984 ortalarında bir iki kasabaya silahlı saldırı gerçekleştirince, Hürriyet gibi büyük Türk gazeteleri olayı manşetten vererek adeta bu saldırıların propagandasını üstlendiler. Bir kaç yıl içinde inanılmaz bir güce erişen PKK, lideri Öcalan tarafından beklenmeyen başarı olarak adlandırılacaktı.
Osmanlı dönemindeki Kürt ayaklanmalarına değinmesek bile, kuruluşundan beri Kürt sorunu Türk devletinin başını hep ağırtır oldu. Yukarda 1934 yılında Atatürk döneminde demografik yapıyı Türklerin lehine çevirecek ve Kürtleri asimilasyona uğratıp Türkleştirecek bir plandan söz ettik. Bu plan dahilinde 2510 sayılı bir yasa kabul edildğini ama bunu uygulamanın o günkü koşullarda pek mümküm görünmediğini belirtik. Türk yöneticilerin hafızasında olan bu plan o günden beri pek uygun zaman ve zemin bulamıyordu. Ama Kenan Evren cuntasıyla bir balyoz gibi tüm siyasi ekibin başına inince sözünü ettiğimiz planı uygulamaya koymanın koşulları fiilen oluşuyordu. Cumhuriyet dönemi boyunca tedip ve tenkil hareketleriyle susturulamayan Kürtleri bu kez geniş kapsamlı, zamana yayılmış büyük ölçekli tenkil bekliyordu. İşin bu yanına değinmeden önce bu olanakları Türk rejimine sunan Öcalan ve ekibi hakında bir kaç söz söylemek gerekiyor.
Yazının girişinde Lenin ve onun parti, örgütlenme ve çalışma anlayışından söz etmiştim. Şimdi Öcalanın kendisinden ve partisinden söz etmenin sırası. Bu parti işine koyulmadan önce oldukça deneyim kazanan ve bu mealde bilgi sahibi olan Öcalan, patronlarının onayıyla işe başladığında kendisisine verilen vazife itibarıyla başarılı bir profil çizdi. Kısa sürede tüm diğer siyasal örgütlere saldırıp bir çoğunu susturdu. (Çok sonraları Öcalan o yıllarda -70li yılların sonu- Türk ordusu ve Türk istihbaratından silah ve para aldığını, finanse edildiğini kabul edecekti) Öcalan bir ekipleydi ve bu ekip kendisini bazen örgüt, bazen parti olarak adlandırıyordu. Ama adına ne denılırse denilsin bu çok farklı bir şeydi. Bu örgüt asla Lenin'in sözünü ettiği orkestraya benzemeyecekti.
Öcalan bir köylüydü ve köy kültür dünyasını, yada ruhsal, yapısını iyi kavramışa yada kavratılmışa benziyor. İnsanların saf ve kaba güce eğilimli olduğunu yaşayarak görmüştü. Ve köy ortamında en etkili ve ses getiren müzik aleti davuldu. Sesi çok uzaklarda duyulur ve Kürtler kendi dillerinde ’dengê defê jı dûr ve xweş e' der. Zaten davulun tek özelliği çok ses vermesidir. Kendine bu aleti seçen Öcalan tokmağı eline aldı, üzerine konabileceği bir kitle ve alanı hazır bulan bu adam, Kürt köylülerini düğüne davet etti. Uzaktan duyulması hoş olan bu sese, Türk yönetiminin baskı ve vahşetinden bıkmış, bir çok Kürt ilgi gösterdi. Her nekadar sol fikirlerin revaçta olduğu bir dönemde kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, Öcalanın sosyalist anlayışı tek aletli orkestraydı. Böylece Öcalan en büyük tokmağı eline alarak işe koyuldu. İçi boş ama çok uzaklardan duyulması zor olmayan bu aleti örnek alan Öcalan, örgütünü de davula uydurdu. PKK hep adından söz etmeyi başardı ama aynı zamanda hep içi boş bir örgüt olarak kaldı yada bırakıldı.
Biliniyor ama eklemekte pek zararı yok: Davul en kolay çalınan müzik aletidir. Hemen hemen her Kürt köyünde bir dizi davulcu bulanabilir. Zaten davulun çalındığı ortamda başka bir sesin güzelliğini duymak hemen hemen imkansız. Öcalan ve ekibi davulun tokmağını oldukça sert kulandılar. Zamanla ekibi ve çevresi içinde konumunu güçlendiren Öcalan, işe kendi örgütünden başlayarak tüm toplumda sadece davulun dinleneceği ve bütün müzik aletlerinin davula uyarlanacağını, en büyük ve tartışmasız davulcunun kendisi olduğunu, buna uyum göstermeyenlerin kafasına sert tokmakların ineceğini açık bir şekilde gösterdi. Bunun PKK jargonondaki adı ’liderlik'ti, bu Öcalan'dı, geriye kalan taraftarları ise deyim yerindeye halay çeken oyunculardı. Halayın şarkı ve türküleri de davula uyarlanarak ’ruhumuzla, canımızla seninleyiz ey lider', ’sen batmayan güneşsin' gibi ortaduğu toplumlarına özgü rituel, tariqatçı bir ayini andırır oldu.
1970 yıllarının sonunda Türkiye Kürdistanında diğer Kürt örgütlerine karşı şidet kulanan ve onlarca kişinin ölümüne sebep olan Öcalan ve ekibi, o yıllarda Kürtler arasında ’serseri mayın' olarak adlandırıldılar. Hemen hemen diğer tüm Kürt örgütleri bu ekibe şüpheyle bakar oldu. En azından bu ekibin tekin olmadığı anlaşılmıştı.
PKK 1984 yılında Türk askerlerine karşı silahlı saldırılarda bulununca ve bu saldırılar Türk basınında çok abartılı ve adeta PKK'yı över nitelikte çarşaf çarşaf yayınlanınca Kürt çevreleri büyük bir itina ile yaklaştılar. Ama Kürtleri yakından tanıyan ve sosyolojik araştırmaları ile ünlü Dr. İsmail Beşikçi gibi insanlar PKK'nin eylemlerini destekler mahiyette açıklamalar yapınca binlerce Kürt yönünü Öcalana çevirdi. Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibi Türk sol kemalistleri de daha sonra Bekaa yolunu tutunca artık iş zıvanadan çıktı.
Bir yanda PKK baskınları diğer taraftan Türk devletinin sıkıyönetim ve olağanüstü hal gibi baskı biçimlerine başvurarak tam da istedikleri ve 1934'ten beri tozlu raflarda bulunan o ünlü sürgün yada demografik yapıyı değiştirme momentini yakalamış oldular. 1990'ların ortalarına gelindiğinde, Türkler, 4 bin Kürt köyünü boşaltmış yada yakıp yıkmıştı. On yıl gibi kısa bir sürede Kürt şehirleri ve Türk metropol şehirleri adeta etrafı sürgün yada göçer Kürt köylüleri ile sarılı hale geldiler. Milyonlarca Kürt aç-perişan bırakılarak kendi kaderine terk edildi. İnanılmaz baskı, vahşet ve korku tüm toplumu sardı...
Öcalan ve ekibine hep temkinli yaklaşan diğer Kürt politikacılari, 1993 yılında ateşkes ve sözümona Kürt ulusal cephesi için, adına Bekaa denilen PKK eğitim merkezinde gazetecilerin karşısına çıkınca, işler tam içinden çıkılmaz bir yumağa döndü. Daha düne kadar Öcalan ve ekibine şüpheyle bakan diğer Kürt örgütleri peş peşe Mekkeyi tavaf eder gibi Öcalana koştular. Aslında yapılan şuydu: Öcalana koşmakla davulun sesini teyit ettiler ve Kürtlerin gözünde, yada en azından PKK taraftarları nezdinde kendi gereksizliklerini ortaya koydular. Niyetleri ne olursa olsun netice itibarı ile kitleler nezdinde öyle anlaşıldılar.
Öcalan kendi örgütünde tartışmasız lider konumunu çok kanlı bir şekilde ve tokmağı hep elinde tutarak kabul ettirmişti. Kendi partisinde davul dışında bir aletin olamayacağını, başka aletleri kulananları yada başka aletleri öğrenmeye yeltelenlerin çok kötü sonuçlara katlanmaları gerektiğini net bir şekilde gösteriyordu. Buna yeltenen yada itiraz eden yüzlerce PKK kadrosu öldürüldü yada korkunç işkencelere maruz bırakıldı.
Ve 1999 yılında Öcalan Kenyada Türk askeri ve sivil istihbaratçılarına teslim edilip, Türk semalarında gözleri açılıp, kendisine ’memlekete hoşgeldin' denildiğinde, zatiâlilerine yaraşır bir şekilde annasının Türklüğünden ve ’devlet için hizmete hazır olduğunu' söyledi. Aslında ta ofıce-boy'luktan beri zaten devlete hizmet ediyordu ve hizmette bir kusur da etmemişti; ama ne olur ne olmaz diye herhalde vazifesini uygun bir lisan ile Türk istihbaratçılarına söylüyordu.
Türk mahkemelerindeki duruşunu, savunmasını, ’şehit' Türk asker ve görevlileri için sarf ettiği sözler, Atatürk gibi bir Kürt katiline övgülerini, geçmişte olduğu gibi her ağzını açtığında tarihi Kürt ulusal ayaklanma liderlerina karşı kusması, Suriye'deyken 1992 yılında Güney Kürdistandaki Kürt parlamentosunun Federal Kurdistan yasasını kabul edip yayınlamasını ’arap miletine arkadan vurulmuş bir hançerdir' deyip gerillarını saldırtması, Güney Kurdistandaki yasal federal devleti, ’kukla devlet' veya ’ikinci İsrail' diye suçlaması, ne idüğü belirsiz ’konfederalizm', ’demokratik cumhuriyet', ’devletsiz çözüm', ’komünal örgütlenme', ’ekolojik toplum' gibi şekilsiz ve safsata kavramları tekrar tekrar gündeme getirerek peşine takılan taraftarlarını adeta bezdirmesine rağmen, halen bu adamın dinleniyor olması, sanırım hem taraftarları hem Kürt toplumu açısından hastalık derecesinda bir sosyal ve ruhsal durumun ortaya çıktığını göstermektedir.
Bu adam ve ekibinin bütün söylediklerini ve yaptıklarını gözönünde bulundurduğumuzda çıkan neticeyi yıllar önce Milliyet gazetesinde (15-Mart-1995) Şahin Alpay'ın Kürt yazar ve politikacısı Orhan Kotan'la yaptığı ropörtajda, Orhanın kulandığı belirlemede bulabiliriz: ’Sorun PKK'nin Kürtleri nasıl kurtaracağı değil, tersine Kürtlerin PKK'den nasıl kurtulacağıdır.'
Öcalan ve kendisine en yakın ekibe tevdi edilen vazifeyi düşündüğümüzde, bu adamın ve ekibinin dörde bölünmüş, işgal edilmiş, varlığı inkar edilmiş, yok sayılmış, sürgünleri, Diyarbekir cezaevi vahşetini yaşamış, yüz yıla yakın bir süredir Türk rejimlerinin kanlı baskılarına, talanına direnmiş olan bir ulusun bağrında, Türk egemenlik sisteminin Kürdistanda meşru kılınması ve taban bulması için yaratılmış, kurulmuş bir beşinci koldur. Kürdistanı aralarında bölmüş olan dört sömürgeci devletin beşinci kolu olarak kuruldu, vardı ve halen bu mealde varlığını sürdürmektedir.
Sonuç olarak değişmesi gereken PKK ve Öcalan değildir, onlar vazifelerini başarıyla yörütüyorlar, bu anlamda Sezar'ın hakını teslim etmek lazımdır!
PKK'nin değişebileceğini umanlara şunu diyebiliriz: PKK veya ona yakın olanlar Öcalanın çizgisinden vazgeçseler PKK, PKK olmaktan çıkar, mahiyeti değişen bir şey olur.
Sorun, bir bütün olarak Öcalan, yakın ekibi ve Öcalanın devşirdiği Kürt kökenli bay ve bayan kemalistlerin doğru anlaşılmasıdır.
Sonuç olarak işe ve ilişkiye ofıce-boy olarak başlayan Öcalan, kendi söylemiyle 3 yıl boyunca askeri istihbarattan silah ve para alarak diğer Kürt örgütlerine karşı yoğun olarak saldırılarda bulundu; kendi gurubu dışında kalan tüm Kürt partilerini hainlikle suçladı, Kürt tarihine ve tarihteki Kürt ulusal ayaklanmalarının liderlerini küfürle anarken, Atatürk gibi bir diktatörü hep övdü ve kendine örnek aldı; Güney Kürdistan'daki Kürt kazanımlarına Kürt düşmanlarının söylemiyle yaklaştı, kendi gerilla yada taraftarlarını sürekli azarlayarak kişiliksizleştirdi; 1990'lı yılarda Türk gazetecilerine ’istesemde artık bu savaşı durduramam, bunu durduranları bitirirler' diyerek dolaylı olarak başkalarının bu savaşı sürdürdüğünü söyledi... Ve İmralide muhafazaya alındıktan sonra alenen kemalizmi savunarak Türk egemenlik sisteminin Kürdistanda yerleşmesi ve meşrulaşmasi için çaba sarf etti ve ediyor. Bu noktadan sonra artık Avni Özgürel'in deyimiyle ofıce-boy'luğu anlamsız oldu, çünkü adam kemalistlere taş çıkartacak nitelikte kemalist ideolojiye bağlılığını her konuşmasında vurguluyor.
Kemalizmi süsleyip Kürtlere satmaya başladıktan sonra bu adamın, gerek geçmişte, gerekse şimdi, kimlerle ne tür ilişkilere sahip olduğunun hiç bir önemi yok artık.
[i]]*PKK'den kastımız Öcalan ve ona bağlı olan ekiptir. Bu örgüte Kürt yurtsever duygu ve düşünceleriyle katılan tüm insanlar belirlememiz dışındadır.[/i
[b]ASMEN[/b]
7-Haziran-2008
Öcalan ve Ekibi