Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 22 August 2009

Hasan Bildirici
[email protected]

İsmail Beşikçi'nin, beni ve yazdıklarımı da konu alan “Kürt edebiyatı üzerine“ başlıklı bir makalesi yayınlandı. Edebiyat, özellikle dünya edebiyatçıları üzerine çok önemli bilgiler içeren yazsında Hoca, Türkçe yazan Kürt yazarların, Kürtçeyi yazı dili olarak kullanmalarının önemine dikkat çekiyor. Beşikçi'nin benimle ilgili söylediklerinden iki paragrafı buraya almak istiyorum:

“Hasan Bildirici bir Kürt yazarıdır, Kürt romancıdır. Kürtleri, Kürdistan'ı, son 30 yılın en önemli gelişmesi olan gerilla mücadelesini, gerillayı anlatan bir yazardır. Ama, yazılarını, romanlarını, hikayelerini Türkçe yazmaktadır. Bu ürünleri Kürt edebiyatından saymak mümkün müdür? Kişi olarak buna evet diyemiyorum. Şöyle düşünüyorum: Hasan öykülerini, romanlarını Kürtçe yazsaydı, bunlar Kürtçe olarak yayımlansaydı... Diyelim 50 adet bile satmasaydı... Bunlar bile Kürt edebiyatının büyük bir atılım yaptığını gösterirdi. Ama Türkçe ürünler için bunları söylemek kolay değil.

Hasan Bildirici muhalif bir yazardır. Türk siyasal sistemine, Türk siyasal rejimine çok yoğun, çok haklı bir muhalefet sergilemektedir. Bu tutumuyla Kürtleri, Kürdistan'ı, gerilla mücadelesini, gerillayı anlatmaktadır. Bütün bunları Türkçe yazan, Türkçe'yi de çok iyi kullanan Hasan Bildirici'yi Türk edebiyatında bir yere koymak mümkün müdür? Bu soruya da evet diyemiyorum. İşte bu noktada, Hasan Bildirici kendini nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? İkinci olarak kurdistan-post yazarları Hasan Bildirici'yi nasıl değerlendirmektedir, nereye koymaktadır? Üçüncü olarak, edebiyat çevrelerinin Hasan Bildirici'yi nasıl değerlendirdikleri, nereye koydukları önemli olmalıdır.“

Alıntılardan da anlaşıldığı gibi Beşikçi bana kendimi nasıl değerlendirdiğimi soruyor.

Sorularıyla bana kendimi ifade etme yolu açtığı için Beşikçi'ye öncelikle teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Çünkü neden Kürtçe yazamadığım ve konuşmadığım konusu gittiğim her yerde, her tartışmada önüme çıkıyor.

Öncelikle benim durumum diğer Kürt yazarlardan farklıdır. Ben asimile olmuş biri değilim. Aile dilim Türkçe'dir.

Burada Ahlat'ın özgün konumunu açmak gerekiyor. Benim doğup büyüdüğüm zamanlarda Ahlat şehir merkezinde birkaç Kürt aile vardı. Onlara da Kürt Hasan, Kürt Mehmet, Kürt Ali diye hitap edilirdi. İsmail Hoca'nın “Türk Egemenlik Sistemi“ adlı makalesinde belirttiği Orta Asya'dan kopup gelen Türk boyları öncelikle Van Gölü çevresine yerleştiler. Van Gölü çevresinde tahminen 60-70 bin civarında bir Türk nüfus yaşar. Şehirlerde etkin olan bu nüfusla Kürtler arasındaki ilişki ve akrabalık kız alıp verme şeklinde gerçekleşir. Kürtlerin, kızlarını, Türk gençleriyle evlendirmelerinin en önemli nedeni kanımca bir ayaklarının şehirde olmasını istemelerindendir. Türkler de Kürt aşiretlerle akraba olmayı kendi güvenlikleri açısından isterler.

Ahlat'ın köyleri ağırlıklı olarak Kürt'tür. Kürt olan annem Ahlat şehir merkezindeki Türk bir aileye gelin gelmiş. Ben üç yaşındayken de vefat etmiş. Hayatı anlamaya başladığım andan itibaren bazı inatçılıklarım karşısında yengelerim, halam, babam, amcam çocukları şöyle derlerdi:

“Hasan'ın Kürt damarı tuttu!“

Bunun ne anlama geldiğini bilmezdim. Çünkü Ahlat'ın beş mahallesinden biri olan Kale Mahallesi'nde, yani mahallemizde Kürt bir aile de yoktu. Annemin Kürt olduğunu yıllar sonra öğrendiğimde, “Kürt damarı“ın anlamını çözmüş oldum

Ben, Vangölü'nü, dağları, ovaları, bahçeleri kısacası hayatı, Azeri kelimelerinin de ağırlıklı olduğu Türkçe ile tanıdım. Bizim Türkçe'miz İstanbul Türkçe'sinden biraz farklıdır. Annem sağ olsaydı Kürtçe öğrenebilir miydim? Sanmıyorum. Çünkü Türk aileler gelin gelen Kürt kadınlar Kürtçe konuşma ortamı pek bulamazlardı.

Ben Kürtçe'nin varlığını kabus bir ortamda, Ahlat Yatılı Bölge okulunda tanıdım. Kürt köylerinden toplanıp getirilmiş çocuklar ağızlarından terk Kürtçe sözcük kaçırdıklarında öğretmenler tarafından acımasızca dövülüyorlardı. 36 kişi olan sınıfımızda biz altı çocuğun aile dili Türkçe'ydi. Gerisi dövülmelerine neden olan yasak bir dil taşıyordu.

Yatılı Okulda Kürtçe konuşulamazdı. Ağızlardan ancak farkında olmadan Kürtçe kelimeler kaçardı ve birbirini ihbar sonucu çocuklar öğretmenlerden aşırı bir şekilde dayak yerlerdi. Bu koşullarda dayak yiyen çocuklardan ağızlarından kaçan kelimelerden Kürtçe öğrenilmeyeceği gibi, dayak yememize neden olacak bir dil taşımadığımız için biz Türkçe konuşan altı çocuk kendimizi şanslı sayardık. Fakat arkadaşlarımızın aşırı dayak yemesinden korktuğumuz için de geceleri Kürt arkadaşlarımızla birlikte altımıza işerdik.

Gittiğim Tatvan Yatılı Bölge Ortaokulunda da benzer kurallar geçerliydi ve Kürtçe yasaktı.

Kürt çocukların dayak yememek için canhıraş bir şekilde Türkçe öğrenmeye çalıştıkları bir sırada her halde ben dayak yememe neden olacak Kürtçe'yi öğrenmeye kalkamazdım... 1980 yılında hapishaneye girdim, 92 de tahliye oldum. Cezaevlerinde solun ve PKK'nin eğitim ve konuşma dili de Türkçe idi...

Burada sanırım coğrafyaya ve ulusa ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunmak gerekiyor. Kürdistan bir coğrafyanın, bir ülkenin adıdır. Kürdistan, bu coğrafyada, bu topraklarda yaşayanların ortak vatanın adıdır. Eğer Türkler ve onların Kürt işbirlikçileri katletmemiş olsaydı, bugün Kürdistan coğrafyasında büyük bir Ermeni nüfus yaşıyor olacaktı. Ermeniler kendi dilleriyle yazıp, kendi dilleriyle şarkılar söyleyeceklerdi. Bu yazılar ve şarkılar ortak Kürdistan vatanının sanat zenginliğini ifade edecekti. Aynı şey, Asuri, Suryani ve Keldaniler için de geçerli... Yine Kürdistan coğrafyasında yaşayan Arap ve Türkler için de geçerli...

Ben, aile dili, baba dili Türkçe olan Kürdistanlı biriyim. Türkçe benim çocukluğum, öfkem, sevincim, hayata seslenişim, kendimi ifade ediş tarzımdır. Bu dilin bende bıraktığı yüksek duygusallık ve düşünce sisteminin bileşimini bozmamın gereği yoktur.

Türk devleti Kürtlerin dilini yasaklamakla hem yasaklayanlar hem de yasaklananlar açısından kişilik bileşimi çok zayıf bir toplum yaratmıştır.

Hırant Dink'in Hanımı Rakel buna:

“Bebekten katil yetiştiren sistem,“ demiştir.

Kendi halkını kurşuna dizen itirafçıların ve köy korucularının sömürgecilerle girdikleri ucuz ittifakta bu yasakların, bu kişiliksizleştirme operasyonlarının payı büyüktür. Bunun örneğine başka ülkelerde pek rastlanmaz. Vietnam'da, Afganistan'da veya Irak'ta da sömürgecilerle işbirliği vardır, ancak bu işbirlikçilik inkar ve yasağa dayalı bir işbirlikçilik değildir.

Bunları dilin, bir insanın yaşamındaki önemini vurgulamak için tekrar hatırlatma gereği duydum.

Hoca haklı olarak benim yazdıklarımı Türk edebiyatı içinde de değerlendirmiyor. Ben de değerlendirmiyorum. Çünkü ben yurttaşı olduğum Kürdistan'ı anlatıyorum. Kürdistan benim ülkem. Atalarım bin yıldır Kürdistan topraklarında kanlarını ve huylarını birbirlerine benzeştirerek yaşamışlar. Kürt veya Türk olmaktan dolayı birbirlerine bir tokat atmadan yaşamışlar. Gittikleri batı şehirlerinde “Doğulu Kürt“ muamelesi görmüşler. İşkencede, devlet dairelerinde, gittiğimiz batı şehirlerinde hiçbir zaman bizim “Türklüğümüzü“ ciddiye alan olmamıştır. Bitlisli, Vanlı, Urfalı diyip, Kürt ile aynı muameleye tabii tutulmuşuzdur. Kürtlerin uygun bulunan muamelenin de ne olduğu bellidir. Kürtlerle olan bu kader ve coğrafya birliği bizi birbirimize benzeştirmiş. Yakınlaştırmış. Türk aileler dayı yapmak için özellikle Kürt ailelerden kız almış...

Bu ruhu, bu yakınlığı ben çocukluğumdan beri hissederim. Bu nedenle Kürt arkadaşlarıma yatılı okullarda yapılan muameleyi hiçbir zaman hazmedemedim... Türk ırk devletine yönelik öfke ve nefretim daha çok çocukluktan gelmektedir...

Ben Türkçe'yi İsmail Beşikçi, Ahmet Altan, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve kendi dilimden seviyorum...

“Kodumu oturturum lan!“ Türkçe'si, egemen olan, ırkçı olan devlet Türkçe'sidir. Türkçe'nin bu biçimini duyduğumda tüylerim diken diken olur, evdeysem yorganın altına girer, kulaklarımı tıkar, uzun bir süre kendime gelememem.

Kürtlerin belki Türk devletiyle Kürt olmaktan kaynaklanan tek sorunları vardır. Benim ise Türk devletiyle iki kez sorunum var. Birincisi, yurttaşı olduğum Kürdistan coğrafyasında dayılarım olan Kürtlere karşı geliştirilen vahşi uygulamalar beni fazlasıyla rahatsız ediyor. İkincisi, benim de büyük ölçüde dahil olduğum Türk ve Türklüğün; kendisine Türk devletiyim diyen çeteci bir yapı tarafından cinayetlerde, katliamlarda, tetikçilik ve işkencelerde kullanılması gücüme gidiyor.

Sağı-solu pençeleyen, kendisine emanet edilmiş Kürt ulusunun canlarına kıyan, topraklarını dağıtan; yasaklayan, öldüren bir Türklük istemiyorum ben. Bu tür davranışları, eğer bırakılmışsa, Türklüğün onur ve haysiyetine yapılmış alçakça bir saldırı olarak niteliyorum.

Türklük artık, tepedeki bir avuç devşirme sınıfın ayakları altındaki paspas gibidir. Bu nedenle de öfkeliyim. Hem Kürdistanlı olmaktan dolayı hem de mensubu olduğum etnik Türk kimliğinin kirletmiş olmasından dolayı Türk devletine karşı muhalifim.

Bu egemenlik sistemi ile iş birliği halinde olan, çürümüş bu yapıyı bir süre daha ayakta tutacak olan Türk-Kürt anlaşmalarına da karşıyım. Anadolu ve Kürdistan halkı üzerine abanmış bu devşirme devlet biçiminin tarihin çöplüğünü boylaması gerektiğine inanıyorum.

Yeniden Hoca'nın yazısına dönmek istiyorum. Kendimi nasıl hissettiğimi ve hangi edebiyat içinde gördüğümü soruyor Hoca:

Bu, benim kafamda netleşmiş bir konudur. Kürdistanlıyım ve yazdıklarım Kürdistan edebiyatına aittir. Kürt arkadaşlar yazdıklarımı Kürtçe'ye çevirilerse, kitaplarım bu kez Kürt edebiyatına dahil olur.

Kürtçe'nin edebiyat ve konuşma dili olarak kullanılması elbette çok önemlidir. Bu işi öncelikle dili Kürtçe olan, hayata gözlerini Kürtçe ile açan arkadaşlar yapmalıdırlar.

Yeri gelmişken burada bir anımı anlatıp yazımı tamamlamak istiyorum.

Avrupa'ya ilk geldiğim yıllarda Kürt Pen'i ve bazı Kültür kuruluşları çeşitli toplantılar düzenliyor, beni de davet ediyorlardı. Birinde Berlin'e kadar bin beşyüz kilometre yol gidip geldim. Toplantı bir kuralla başladı. Toplantının dili kesinlikle Kürtçe olacak dendi. Dedim tercüman aracılığıyla konuşayım. Heval olmaz, dediler.. Ama kendimi ifade etmek istiyorum dedim. Yine olmaz, dediler. Ama dedim bir yolu olmalı. Yolu falan yok, git Kürtçe öğren de gel, dediler. İyi dedim ve on saatlik bir yolculuğun ardından eve döndüm.

Yine Köln'de Öcalan'ın yakalanması üzerine bir toplantı yapılmıştı. Kendimce önemli şeyler söyleyecektim. Kürtçe bilmediğim için yine konuşturmadılar. Konuşturmayan arkadaşlar da o zamanın Özgür Politika gazetesinde Türkçe makaleler yazıyorlardı.

Bunlar abartılacak şeyler değil. Türk devleti 90 yıl Kürt dilini gece ve gündüz yasakladı. Kürtlerin de bazı toplantılarını Kürt dilinde yapmak istemeleri normal. Fakat yine de ele güne karşı tercüman bulundursalar iyi olurdu!

Zorunlu eğitim dili olmadıkça Kürtçe'nin gelişmesi çok olanaklı değildir. Kaldığım Avrupa şehrinde iki yıl uğraşmamıza rağmen Kürt çocuklar için kalıcı bir sınıf oluşturamadık. 6 bin Kürt ailenin yaşadığı şehirde bir-iki Kürtçe sınıf oluşturamamanın günahı ailelere ait değildir. Çocuk zaten gün boyu Almanca ve Fransızca derslerden bıkmıştır. Dört gözle hafta sonunu veya Çarşamba günlerinin boş öğlen sonralarını beklemektedir. Çarşamba günü diğer çocuklar sokaklarda şen şakrak oynarken, Kürtçe dersine girmiş bizim birkaç çocuğumuzun uyku akan gözlerinin saate veya cama kilitlendiğini çok gördüm. Oğlum da Kürtçe kurs içindeydi. Her kurs günü bana kızıyordu:

“Almanca ve Fransızca dersler ağır. Sabah altı buçukta kalkıyor, akşama kadar ders görüyoruz. Biz çocuklar için Çarşamba öğlenden sonraları çok önemlidir. Haftanın ortasıdır. Gezmek, oynamak istiyoruz. Siz de bizi Kürtçe kurs için sınıfa kapatıyorsunuz,“ diyordu.

Haksız değildi çocuk. Bir süre sonra sınıf dağıldı. Çocuklar devam etmek istemediler.

Zaten böyle Kürtçe de öğrenilmez. Kürtçe, Kürdistan vatanının, Kürdistan coğrafyasının temel dilidir. Türk sömürgeciliğinin Kürdistan okulları üzerindeki egemenliği kırılmadıkça ve Kürtçe zorunlu bir eğitim dili olmadıkça Kürtçe hep taşırma sularla ayakta tutulacak.

Ama nereye kadar?

Kürdistan'ı saran sömürgeci kültürün tel örgülerinin parçalanmasında Beşikçi'nin belirleyici bir rolü vardır. Hoca bunu tek başına ve ağır bedeller ödeyerek yapmıştır.

Ortaya çıkan direniş nesillerinin birinci görevi de, Kürtçe'yi, Kürdistan'daki okul, kurum, kuruluş ve sanat evlerinin birinci dili yapmak olmalıdır.

Bu noktaya da nihayet gelinmiş bulunmaktadır.

Bu yazıyla, Kürtçe dilini, romanlarımda neden kullanamadığımı anlayacağını umduğum Beşikçi'ye, kitaplarıma gösterdiği ilgi için ayrıca teşekkür etmek istiyorum...

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.