Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 2 February 2010

Rizgarî Online/
DTP'nin kapatılmasıyla BDP'ye geçen milletvekili Sebahat Tuncel, kongre öncesi yeni parti sürecini ve açılımı Radikal gazetesinden Necmiye Alpay´a anlattı: Tuncel,“Programda yalnızca Kürt sorununa odaklanmıyoruz. Devlet bizi bölgeye sıkıştırmak istedi. Buna izin vermeyeceğiz. PKK sorunun nedeni değil sonucudur. Sorun çözüldüğünde PKK da sorun olmaktan çıkacaktır... Kürt halkının dil, kimlik ve kültürel hakları güvence altına alınmazsa PKK silah bıraksa bile Kürt halkı haklarından vazgeçmez“ dedi.

İlgili söyleşiden bazı kesitler aktarıyoruz...

Necmiye Alpay: BDP'nin bir ’Türkiye partisi' olmak konusunda DTP'den farklı bir atılımı olacak mı?

Sebahat Tuncel:
DTP'nin Türkiye partisi olmasını önleyen, AKP'ydi, devlet protokolüydü. DTP Kürt sorunun demokratik ve barışçıl çözümünü, kadın özgürlüğünü ve ekolojik bir yaşamı savunan programı ile bir Türkiye partisiydi zaten. İki buçuk yıllık parlamento deneyiminde de dikkat ederseniz işsizlik, yoksulluk sorunundan kadın sorununa, ekolojik sorunlardan demokrasi sorununa kadar birçok konuda parlamentoda ana muhalefet rolü oynadı.

Ancak sadece Kürt sorunuyla ilgili görüşlerimiz daha çok yansıdı. Biz şunu her fırsatta dile getirdik. Türkiye'nin demokratikleşmesi Kürt sorununun doğru çözümünden geçer. Çoğu zaman bize şu eleştiri yapıldı. DTP kendisini muhatap göstermiyor denildi. Oysa gerçek olan Kürt sorunun çözümü konusunda görüş ve önerilerimizi paylaşacak bir muhatap göremedik karşımızda. Bizimle görüşmeyi, görüşme taleplerimizi ısrarla reddettiler. Biz yokmuşuz gibi davrandılar. “muhatabımız halktır“ gibi muğlak bir nakaratı tekrarlayıp durdular. Başbakan bizimle bir defa görüştü o da kamuoyunun baskısı sonucu o görüşmede de başbakan olarak değil ’AKP genel başkanı' olarak görüştü. Bir söz vardır bilirsiniz ’bir çiçek açmayla bahar gelmez'. Bu görüşme de Türkiye demokrasisi ve sorunların çözümü için iyi bir adım olabilirdi, ne yazık ki Başbakan Kürtlerin siyasi temsilcileri ile görüşme cesareti gösterememiş, demokrasi de başka bahara ertelenmiş oldu.

Türkiye partisi olmak Türkiye'de yaşanan tüm sorunları kendi sorunu olarak görüp onun ışığında politikalar üretmektir. Bu anlamda biz DTP ile siyaset yaparken de Türkiye partisiydik. BDP ile yürümeye karar verdiğimizde program ve tüzüğümüzü buna göre oluşturmaya çalıştık. Bence asıl Türkiye partisi olamayanlar Türkiye'de yaşanan Kürt sorununu görmeyen veya bunu bir ’terör sorunu' olarak gören zihniyete sahip olan partilerdir. O nedenle sadece Kürt sorunun çözümü ve farklılıkların kendisini ifade etmesini bir demokrasi ve özgürlük sorunu olarak görüp bu konuda proje üreten ender partilerden biriyiz.

Şimdi 1 Şubat'ta yapılacak kongremize bu konuda daha gelişmiş bir programla hazırlanıyoruz.

Programda yalnızca Kürt sorununda odaklanmıyoruz. Genel olarak özgürlükler, emeğin sorunları, cinsiyetçilik, milliyetçilik, militarizm ve ekolojik soruna kadar hepsi Türkiye'nin sorunlarıdır ve biz bu konulardaki en ileri tavrı benimseyen partiyiz. Gerçi programlar okunmaz ama, biz oraya yazdıklarımızı önemsiyoruz. Örneğin kadın kotasını yüzde 40'a çıkarmamız, eşbaşkanlık uygulamamız, cinsiyetçiliğe karşı tavra verdiğimiz önemi gösteriyor.

BDP olarak geçmiş deneyimlerimizin ışığında geleceği karşılamak ve demokrasi ve özgürlük mücadelemizdeki ısrarı bir kez daha belirtmek istiyorum. Devlet bizi bölgeye sıkıştırmak, önümüzü kesmek istedi. Biz BDP olarak buna izin vermeyeceğiz. Türkiye partisi olmaktan anladığımız, bir Karadeniz'in santral sorunu mu var, o konuya eğilmek, çözüm üretmek; bir Akdeniz'in başka sorunu mu var, işsizlik sorunu mu var, o konuyla ilgilenmek, çözüm üretmek. Ekoloji sorunlarını başka hiçbir partinin ele almadığı kadar ayrıntılı bir şekilde ele alıyoruz. Farklılıklarımızı bir tehlike görenlere inat farklılıklarımızı demokrasi ve barışın teminatı olarak görüp yolumuza devem edeceğiz. Ve biz inanıyoruz ki daha da büyüyeceğiz. Bakın DTP'ye katılmamış olan pek çok aydın BDP'ye katıldı. Bu katılımı oldukça anlamlı buluyoruz.

Devlet tüm kurumları ile Kürtlerin siyasi iradesine karşı bir savaş açmış durumda. Partimizi kapattı. Eşbaşkanımız Ahmet Bey ve milletvekilimiz Aysel Hanım ve belediye başkanlarımızın da içinde bulunduğu 37 arkadaşımıza siyaset yasağı getirilmiş, seçilmiş belediye başkanlarımız, meclis üyelerimiz elleri kelepçelenerek tutukluyor, biliyorsunuz, tutuklananların sayısı 1000'i geçti.

Kürtlere demokratik siyaset kanallarını kapatmaya çalışıyor. Ancak bence devlet ve onun sözcüsü AKP şunu unutuyor: Kürt halkı örgütlü bir halktır, ne istediğini, ne için mücadele ettiğini biliyor ve özgürlük ve demokrasi için 30 yıldır çok büyük emek ve bedel ödedi bundan sonra da bunu ödemeye hazırdır.

Devlet bu gerçeği görerek Kürt halkını tanımalı, ve halk olmaktan kaynaklı haklarını anayasal güvenceye almalıdır. Aksi takdirde yaşanacak kaos ve gerilimin nedeni AKP hükümeti olacaktır.

KCK korkuttu

N. A.: KCK operasyonları bahane oldu galiba. Bu KCK olayı sanıyorum birçok kişiyi korkuttu, yeni bir yasadışı örgütlenme çıktı gibi kaygılar oluştu.

S. T.: Evet, özellikle 29 Mart yerel seçimlerinde halkımız bizim politikalarımızı kabul ettiğini ve bunu savunduğunu sandıkta gösterdi. Bu durum devletin Kürt politikasını gözden geçirmesini beraberinde getirdi. O nedenle “demokratik açılım“ gibi bir süreç başlatıldı. Ancak bu süreç Kürt sorununu çözmek değil. Açığa çıkan bu talepleri nasıl en asgari düzeye çekerim anlayışıdır. Esasta sorunu tanımlama değişmemiştir. Cumhurbaşkanı sayın Gül'ün dediği gibi devletin tüm kurumları bu projede ortaklaşmıştır. Sorunu ’terör' sorunu olarak ele alan anlayış değişmemiş, tasfiye projesine demokrasi kılıfı geçirilmiştir. O nedenle Kürt halkının siyasi temsilcilerini, insan hakları savunucularını KCK üyesi olarak gösterip tutuklanma gerekçesi yapıldı. Ve Kürtlerin örgütlü gücü olan siyasi parti kapatılarak Kürtleri baskı altına almak istenmektedir. Türkiye ve dünya kamuoyuna da bunlar DTP'li değil PKK'li diyerek Kürt halkı yalnızlaştırmak istenmiş, bu konuda kısmen de başarılı olunmuştur.

Mesele PKK olunca herkes mesafeli durmayı seçmiş, yaşanan insan hakları ihlalleri ve devlet şiddeti karşısında sessiz kalmış, hatta çoğu zaman eleştirileri devlete yöneltmesi gerekirken bize yöneltmişlerdir. Biz kendimizi hem Kürt halkına hem Türk halkına hem de Türkiye de yaşayan 72 milyon insana karşı sorumlu görüyoruz. Bu nedenle halklarımızdan gizlenen gerçeği her fırsatta dile getiriyoruz: Kürt sorunu “terör“ sorunu değildir, bir halkın kimliksel, kültürel olarak var olma sorunudur. Yani PKK sorunun nedeni değil sonucudur. O nedenle sorun çözüldüğünde PKK de sorun olmaktan çıkacaktır. Biz PKK'nın ve Sayın Abdullah Öcalan'ın Kürt sorununun çözümünde dikkate alınmadan gerçek anlamda bir çözüm olamayacağını söylüyoruz. Bu bir realite. Bugün PKK'nın binlerce gerillası var devlet PKK'ya ’dağdasın sen dağda kal' diyor. Yani sorunu çözmek yerine çözümsüzlüğü çözüm olarak dayatıyor. PKK silah bıraksın, tasfiye olsun sorun çözülür diyor ve bunu halka böyle sunuyor. Oysa gerçek bu değil.

Bugün Kürt halkının dil, kimlik, kültürel hakları güvence altına alınmazsa, PKK silah bıraksa bile bu halk haklarından kimliklerinden kültürlerinden vazgeçmeyecektir. Bunun hem devlet tarafından hem de dostlarımız tarafından iyi görülmesi gerekir. Bu gerçek görülmeden geliştirilen her açılım Türkiyenin aydınlık geleceğini karanlıklara çekecektir.

RO/Cemil Süphan

Toplumsal Ekoloji Nedir? Bugünkü kâr üzerine kurulu, ya büyü ya öl şiarıyla yol alan burjuva toplumumuzda tabir-i caizse yeryüzünün iliklerine kadar işleyen bir yok etme faaliyeti sistemli olarak uygulanıyor. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz suyun, yediğimiz besinlerin sağlıksızlığı, kıyılarımızın, denizlerimizin, göllerimizin derinliklerinin ve neredeyse tüm vahşi doğanın geri dönüşümsüz bir şekilde yok edildiği ortada. Nükleer santrallerin mantar gibi çoğalması, milyonlarca insanın yaşadığı kentleri nükleer atık cehennemine çevirerek, bilinebilen ve bilinemeyen pek çok kanserojen ve mutajen maddelerin çöplüğüne dönüştürmektedir. Tüm bu radyoaktif ve ağır metallerin atıkları doğal çevreyi olduğu gibi insan yaşamını da tehdit edici bir etkiyle karşı karşıya bırakıyor. Bu ölümcül tahribata toplum yaşamımızdaki yerleşim problemlerimizi, emlak spekülatörlerini, yoğun trafik sorunlarını, yer altı kaynaklarımızın ve toprağımızın bilinç(li)sizce yok edilmesini ve daha pek çok şeyi ekleyebiliriz. Tüm bunları dillendirmek sadece bu sorunların kaynağına inip, somut ve kökten çözüm önerileri getirdiğimiz takdirde önem kazanır. Çağımızın ekolojik problemlerinin tehlikesi ve özü, Bookchin' in dediği gibi, bu toplumun –geçmişteki tüm toplumlardan daha çok- organik evrimi bozuyor olmasıdır . Tabii ki insanın bu organik evrimin dışında olmadığını hatırlatmak önemlidir. Daha da önemlisi; doğal evrim tarafından oluşturulan insanın, doğal evrim tarafından kendisine bahşedilen potansiyelleri sonucu önemli bir noktada olduğunun vurgulanmasıdır. Zira artık insan kendini var eden evrim sürecinin yönünü belirleyebilme yetisine sahiptir. Yani insanlar şimdi hiç olmadığı kadar hayati bir yol ayırımına gelip dayanmışlardır. Ya bu sistemin temel çelişkilerini görmezden gelip –hiyerarşi sistemi ve sınıfları- var olan yıkıcı sistem içinde yok olmayı bekleyecek; ya da tahakkümü bertaraf eden özgürlükçü demokratik yapılanmalarla oluşan ekolojik bir toplum yaratacaklardır. Başka bir yol yok. İşte Toplumsal Ekoloji, şu anki sınıflı ve hiyerarşik topluma alternatif özgürlükçü ekolojik bir toplum hedefler. Toplumsal Ekoloji ve Doğa Toplumsal Ekoloji açısından doğa, bu yazının ilk kısmında da bahsettiğim gibi, “var olan“ her şey değildir. Doğa giderek genişleyen çok uzun bir farklılaşma süreci olarak görülmesi gereken evrimsel bir gelişimdir. Bu gelişim ne kadar farklı olursa olsun organik olmayandan organiğe ve nihayet toplumsal olana doğru birikerek çoğalan, evrimsel bir süreçtir. Bu evrim ne vahşi doğada ne de toplumda tamamlanmıştır. Doğayı bu şekilde durağan değil de dinamik bir oluşum olarak ele aldığımızda; doğal ekolojiden bahsedildiği gibi toplumsal ekolojiden de bahsedilir. Evrim sürecine bir göz attığımızda; çarpıcı bir şekilde evrim sürecinin basitten karmaşığa ve çeşitliliğe doğru bir yol izlediğini –tabii ki bilinçsiz bir şekilde- ve türler arasında karşılıklı bağımlılığın ön planda olduğu dikkati çeker. Daha da önemlisi belki de burada vurgulanması gereken; Bir ekosistemin yaşamının ve sistemin dış etkenlere karşı dayanıklılığın büyük oranda bu çeşitliliğe ve karmaşıklığa bağlı olduğudur. Örneğin; besin ağı şemasını gözünüzün önüne getirdiğinizde bir başlangıç ve bitiş noktası bulamazsınız. Zira bu ağın bitki-hayvan ilişkilerinin büyük memeliler ve mikroorganizmalar gibi çok çeşitli yaratıkları içeren döngüsel bir bağlantılar bütünü olduğunu görürüz. Ağa herhangi bir noktadan girilebilir ve görünür bir çıkış olmadan hareket noktasına geri dönülebilir. Sistem bu haliyle kapalı bir sistemdir (güneş ışınlarınca dağıtılan enerji dışında). Bu besin ağı içindeki bakteri türleri ya da herhangi bir mikroorganizma türü arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi vardır. Besin ağı ne kadar karmaşık ise ekosistem o kadar istikrarlı olur. Ilıman veya tropikal ortamlardaki ekosistemleri oluşturan türlerin çeşitliliği ve karmaşıklığı nedeniyle, besin ağından bir ya da iki türün yok olması sistemin istikrarını bütünüyle bozmaz iken; kıraç veya buzul bölgelerdeki basit bir ekosistemde bir türün bile ortadan kaldırılması bu ekosistemde önemli çöküşlere neden olacaktır. Bu noktada asıl vurgulanması gereken, insan yaşamının çeşitliliğe ve karmaşıklığa ciddi oranda bağlı olduğu ve doğanın bir parçası olan insanın hayatını idame ettirmesinin, organizmaların giderek artan karmaşıklığa ve karşılıklı bağımlılığa doğru evrimleşmesine bağlı olduğudur. Bu bağlamda insanlığın iradi seçimiyle henüz tamamlanmamış doğal ve toplumsal evrimin yönünü değiştirebilme gücünün ne kadar hayati olduğu ortaya çıkar. Doğaya Hükmetme Düşüncesi Ekolojik krizin köklerini araştırmak istiyorsak, insanın doğaya hükmetme düşüncesinin ve daha da vahimi bunun bir gereklilik olduğu varsayımının kökenini araştırmalıyız. Ekolojik krizin nedenlerini ne sadece teknolojide, ne nüfus büyümesinde, ne halkların sorumsuz tüketiminde ne de doğa üstü bir gücün insanları cezalandırmasında aramalıyız. Bookchin'in de dediği gibi, “bugünkü ekolojik krizin köklerini bulmak için sadece tekniğe, demografiye, büyümeye ve sağlıksız refaha bakmak yetmez; bunların altında yatan ve insan toplumunda- sadece burjuva, feodal ve antik toplumda değil, genel olarak sınıflı toplumda değil, bizzat uygarlığın şafağında- hiyerarşi ve tahakkümü üretmiş olan kurumsal, ahlaki ve tinsel değişmelere çevirmeliyiz gözümüzü.“ Gözümüzü bu yöne çevirdiğimizde ise karşımıza dev gibi sorular çıkar: Peki öyleyse, doğaya hükmetme düşüncesinin kaynağı nedir? İnsanın kendi doğasına hükmetmeden dışsal doğaya hükmetmesi olanaklı mıdır? Toplumsal ekoloji insanın doğaya hükmetmesi ve sömürmesi gerektiği şeklindeki varsayımın insanın insana hükmetmesi ve onu sömürmesinden kaynaklandığını savunur. Yani tersten ele alacak olursak; “insanın doğayı emek potasında eriterek özgürleşeceği“ varsayımının tersine insanın, ancak doğayla ahenkli bir şekilde oluşturacağı etiksel ve ekolojik bir müdahale ile doğayı zenginleştirerek özgürleşebileceğini savunur. İnsanın insan üzerindeki tahakkümünün kökleri patriyarkal aile yapısı içinde erkeğin kadına hükmettiği ve sömürdüğü dönemlere kadar uzanmaktadır. Zamanla toplumsal tahakkümle birlikte ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıflar, mülkiyet ve devlet kurumları kavramsal planda insanın doğa ile ilişkisine de aktarıldı. Böylece özneden nesneye, bir kaynağa hatta alınıp satılır bir metaya dönüşen köleler olarak değerlendirilen insanlar, aynı değerleri doğa ile olan ilişkilerine de aktardılar. Yüzyıllar boyunca hüküm süren bu görüş adeta genetik yapımıza sirayet etti. Bir de şu anki üretmek için üreten, ya büyü ya da öl şiarıyla kar esasına dayalı burjuva toplumu –doğası gereği-, her şeyin haraç mezat olduğu, dolar ve sente endekslendiği bir küreselleşme sürecinde insanlığın doğayla çatışmasını tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar şiddetlendirmektedir. Öyle ki; özel hayatımızdan kamu yaşamımıza, çocuk yetiştirmekten erotik arzularımıza, hatta varolan “radikal toplumsal muhalefetimize“ dek, yani toplumsal hayatımızın aklınıza gelebilecek en ücra köşelerine dek bu görüşün etkisinde yaşamaktayız. İnsanın insan üzerinde tahakküm kurduğu ve sömürdüğü, bireylerin artık pazarda alınıp satılan metalara dönüştürüldüğü ve bireysel farklılıkların ve kişiliklerin buharlaştırıldığı bir toplumun sınırları içinde ekolojik krizler çözülebilir mi? Sadece doğal çevreyi koruyan teknikler geliştirmek yeterli mi? Hele hele nükleer santrallerin bizatihi kendi özlerinden kaynaklı ekolojik zararı görmeden kapitalist değil de sosyalist bir yönetimde olması bir şey değiştirir mi? Sadece toplumdaki sömürüyü (ekonomik eşitsizliği) ortadan kaldırmak soruna çözüm getirir mi? Toplumsal kurumlarda ve bilinçlerde bir değişim olmadan devrimi düşünmek olanaklı mı? Toplumsal ekoloji, “doğrudan demokrasi“ kurumlarının oluşturulması için çaba sarf eder. Peki şu anda, sadece gücün merkezsizleştirilmesiyle oluşturulacak bir yönetimin her derde deva olacağını söylemek ne kadar akıllıcadır? Özel mülkiyetin ve pazar ekonomisinin etkisi altındaki bu değer(sizlik)ler dehlizinde boğulan bir toplumda, her bireyin hayatının her alanına özgürce müdahale edebileceği ve maddi hayatın tüm araçlarının ortak olarak işletildiği, üretildiği ve “eşitsizlerin eşitliği“ ilkesiyle paylaşıldığı özyönetimi savunmaksızın “gücün merkezsizleşmesi“nden medet ummak bir şeyi değiştirir mi? Özel mülkiyetli, hiyerarşik ve sınıflı bir toplumda gücün merkezsizleşmesinin her şeyi kökünden çözeceğini dillendirmek kabaca, safdillik olacaktır. Toplumsal ekolojinin belki de en önemli yanı ve buradan aldığı güç, “bütünlükçü“ bir toplum önermesi ve hedeflemesidir. Gücün merkezsizleştirilmesini, karşılıklı yardımlaşma, indirgenemez asgari, doğrudan eylem, doğrudan demokrasi ve yaşam araçlarının herkesin elinde ve hizmetinde olduğu, çevreyi ve mülkiyeti hiyerarşik olmayan bir tarzda komünal paylaşılan bir toplumun bütünlüğüne yayar. Aksi taktirde, tüm bu “duyarlılıkları“ ayrı ayrı ve birbirlerinden kopuk bir şekilde ele alıp, tek başlarına var olmalarını talep etmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceği de açıktır. Daha da vahimi, böyle bir “bütünsüzlük“ durumunda bu kavramların içeriğinin boşaltılıp “dile düşmelerine“ neden olacağını da belirtmeliyiz . Bu bağlamda Toplumsal ekoloji, şu anki toplumda var olan ve özgürlükçü demokratik gelenekte “potansiyelleri“ gereği ele alınan yerel yönetimlerin (belediyeler ve halk meclisleri gibi) yukarıda dile getirdiğim “duyarlılıklar“ çerçevesinde yeniden yapılandırılarak, konfederatif bir birlikte oluşturulacak alternatif bir toplum hedefler. Ekolojik Bir Toplum• Toplumsal ekoloji, bu gezegen üzerindeki yaşamın geleceğinin, toplumun geleceği üzerinden şekilleneceğini kabul eder. Doğal ve toplumsal olan ve her ikisinin de ötesine geçen ve en iyisini içeren yeni bir senteze ulaşmak zorundayız. Şimdi yanıtlamamız gereken çok önemli bir soruyla karşı karşıyayız: peki “özgür doğayı“ nasıl organize edebiliriz? Toplumsal ekolojiye göre, konfederal olarak birleşmiş özgürlükçü yerel yönetimlerce şehirlerin merkezsizleştirilmesi yani ademimerkezileşme olmaksızın “özgür doğa“ ya ulaşılamaz. Toplumsal ekoloji, konfederal özgürlükçü yerel yönetimlerin bölgesel ihtiyaçlarını karşılamak için insani ölçekte düzenlenmiş çok yönlü endüstriyel projelerini, organik tarım şekillerinin kullanımını, güneş, rüzgar, metan gibi diğer enerji kaynaklarını ve ekoteknolojilerin kullanımını amaçlar. Halkın sorunlarına yönelip, beceriyle sorunlarını çözmek ve her bireyin her yönüyle kendisini geliştirmesi için boş zamanı amaçlar. Doğrudan Demokrasi Ekolojik bir toplumun esinlenişi, vizyonu veya etiği bir yaşam politikası içinde vücut bulmazsa anlamlı olmayabilir. Toplumsal ekolojiye göre, politikanın anlamı; yaklaşık 2500 yıl önce demokratik Atina polisindeki eski anlamı gibi; meclisin yurttaşlarının kararlarına uymadıkları takdirde kolayca geri çağrılabilecek koordinatörleri dikkatlice denetleyen kurulları ve vekilleri tarafından yönetimleri ve halk meclislerinde politika oluşturulmasıdır. Yani “yönetim“, vekalet verilen ve her an geri çağrılabilen temsilciler tarafından oluşturulmuş konseylerce icra edildiğinde ve “politika“, yerleşik tüm yurttaşlar tarafından yurttaş meclislerinde formüle edildiğinde özde tanımlanan demokrasi, yüz yüze halk meclislerinde toplumun doğrudan yönetilmesidir. Bu talep, doğrudan ve dolaylı olarak, 1793 de Fransız Devrimini son derece radikal bir doğrultuda ilerleten az bilinen Paris seksiyonları (ki bunlar aslında 48 semt meclisleriydi), New England kasaba toplantıları, yurttaşların son zamanlardaki kendi kendini yönetme girişimleri ve kimi ortaçağa özgü kasabalardaki gibi daha sonraları tamamını kapsayacak şekilde oluşturulan demokrasilere ilham vermiştir. Burada vurgulanması gereken “gücün“ bir kişide, zümrede, partide ya da devlette toplanmayıp, mahallelerdeki, köylerdeki, kentlerdeki yurttaşlara “yayılmasıdır“. Yurttaş olarak her bireyin yüz yüze doğrudan etkileşerek kendi sorunlarını tartışıp “politikalar“ üretebilecekleri meclislerin oluşturduğu yeni özgürlükçü yerel yönetimlerin “konfederal“ bir yapıda bir arada oluşturacakları bir güç ancak, ulus-devletin karşısında bir alternatif oluşturabilir. Mahallelerde, kasabalarda oluşturulacak “halk meclis“lerinden gelecek olan delegelerin oluşturacağı yasal güçleri bulunmayan, ancak büyük ahlaki güce sahip olan meclislerin kurulması, yerleşimlerde yurttaşların aktifleşmesini sağlayarak yeni bir “politik alan“ oluşturulmasına hizmet edecektir. Bu da insanların yerleşimlerindeki ve ulusal düzeydeki her türlü sorun ile yakından ilgilenmelerinin ve aktif olarak yaşamlarına müdahale edebilmelerinin somut ve psişik alt yapısını oluşturacak mekanları bugünden “kurma“ olanağını sağlayacaktır. Bu şekilde bariz bir kitleselliğe sahip olmuş kurumsallaşmış bir delegeler meclisinin temsil gücü azalmış yerel yönetim idaresinin etkinliklerini yakından izlemesi, denetlemesi ve kendi sorunları ile ilgili “halk meclis“lerinde oluşturulan “politikaları“ icra etmeleri, yerleşim alanındaki politik havayı son derece değiştirecektir. Bu biçimde oluşturulacak özgürlükçü yerel yönetimlerin bölge ve ulus çapında oluşturacakları konfedere yapılarda, aynı etki ulusal düzeye yayılabilir. Toplumsal Ekoloji düşüncesine göre bu şekilde oluşturulacak özgürlükçü ve demokratik konfedere yerel yönetimler ancak ulus-devletin baskıcı ve yabancılaştırıcı etkisini hafifletecek ve bertaraf edebilecek bir “güç“ oluşturabilir. Bundan dolayı Toplumsal ekoloji, her yerel yönetimin kasaba ve şehirlerin farklılıklara uyum sağlayan, geri çağrılabilir ve rotasyona tabii vekillerin oluşturduğu konfederal bir özgürlükçü yerel yönetim politikasında, etiğini cisimleştirir. Bütün kararların, konfedere kasaba ve şehirlerin halk meclislerinin çoğunluğu tarafından onaylanması gerekir. Burada hiçbir şekilde atlanmaması gereken; politikanın halk meclislerinde yerleşik yurttaşlar tarafından oluşturulacağı ve sadece bu politik kararların seçilmiş vekiller tarafından icra edileceğidir. Seçilmiş vekillerin hiçbir şekilde ve koşulda kendi başlarına “politika oluşturma“ yetkilerinin olmadığı unutulmamalıdır. Bu kurumsal süreç küçük kasaba ağlarındaki gibi bir geçiş süreci olarak, dev şehirlerin semtlerinde ve mahallerinde de oluşturulabilir. Geçmişte bu talep pek çok kez New York ve Paris gibi büyük şehirlerde tekrar tekrar önerilmiş ancak, gücün merkezsizleştirilmesinden ziyade merkezileştirilmesi için çabalayan iyi organize olmuş elit gruplar tarafından bozguna uğratılmıştır. TOPLUMSAL EKOLOJİNİN POLİTİKASI: ÖZGÜRLÜKÇÜ YEREL YÖNETİMCİLİK Devlet Yönetimine Karşı Politika Özgürlükçü yerel yönetimcilik demokrasi ilkeleri ve uygulamaları ile ilgilenen politik teorilerden biridir. Bununla birlikte, şu anda batı ülkelerindeki Devlet ve yönetim sistemlerini gerçek demokrasi olarak gören pek çok teorinin tersine, geleneksel düşünceleri kabul etmez. Aksine, gerçek demokrasi ile cumhuriyetçi devletin kurumları arasında bir gerilimin var olduğunu kabul eder. Tabi ki Cumhuriyetçi Devlet bir çok temsili kurum içerir ve bundan dolayı, diktatörlük veya monarşi gibi diğer devlet tiplerinden daha demokratiktir. Ancak, Devlet sadece bir toplumsal idare sistemi değil aynı zamanda, profesyonel bir zor kullanma sistemidir. Devlet, doğası gereği, yapısal ve profesyonel olarak sıradan insanların üzerinde oluşur ve halktan ayrılır. Devlet polis ve ordu gücünü kullanarak şiddet tekelini elinde tutar. Sıradan insanlar üzerinde güç kullanır ve aldığı kararlar ile sıradan insanların günlük yaşamlarını kontrol eder. Temsili demokrasi teorilerinin tersine, özgürlükçü yerel yönetimcilik devlet yönetimi (Statecraft) ile politikayı birbirinden kesin olarak ayırır. Geleneksel olarak bu iki kavram hemen hemen eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Politika temsili yönetim sisteminin temel bir öğesi olarak kabul edilir. “Halk“ tarafından seçilen bir avuç insan –politikacılar- halk adına konuşur, yasama ve yürütme kurumlarında onları temsil eder, politikayı oluşturur ve uygular. Bu politikacılar, siyasi partilere bağlı olup, içinde oldukları partinin söylemini dillendirir. Politikacılar daha çok etkileri dışında var olan zorunlu “güçler sistemi“ nin bir parçası olmak için, seçilmek isterler. Bu “güçler sistemi“ olarak tanımladığımız şey aslında -büyük paraların hükmettiği “devlet“ ten başka bir şey değildir. Her parti, toplumda “temsil“ ettiğini iddia ettiği toplumsal bir “kesim“ ve o kesimin “haklarını“ savunduğu iddiasını taşır. Bu iddia temelinde devleti yönetmeye talip olur. Bu iddia ve talep birleştiğinde devlet yönetimini idare etme, iktidarı ele geçirme ve sürdürme araç/amaç halini alır. Bu durumda bazı insanlar/kadrolar, bazı insanların/kitlelerin haklarının “temsil hakkını“ kendilerinde bulduklarından, onlar adına düşünme ve onların “iyiliği için“ bir şeyler yapma ve onları “yönetme“ hakkını da meşrulaştırırlar. Parlamentarizm ve siyasi parti içinde bu yapı ve eğilim keskin bir hal alır. Siyasi partilerin, politik görüşlerini paylaşan yüce gönüllü insan gruplarına ihtiyacı yoktur. Kendileri için devlet gücünü kazanmak isteyen adaylar aracılığıyla, etkin olmaya çalışan yukardan aşağıya oluşmuş bürokrasiye ve hiyerarşik bir yapılanmaya sahiptir. Tüm siyasi partiler devlet iktidarını elde etmek için bir birleri ile yarışırlar. Ve gerçekten bazı spesifik konularda bir birlerinden farklı görüşleri de olabilir. Ancak hepsi de Devlet'in varlığını onaylar ve onun kuralları ve kurumları içinde çalışmayı kabul eder. Her parti iktidarın dışında iken Devlet'in “gölgesi“ gibidir. İktidara gelecekleri günü beklerler. Bu sistem politikasını tanımlamak gerekirse buna “Devlet Yönetimi“ demek yerinde olacaktır . Bir yurttaş olarak kendi yaşamının kontrolünü elinde tutan sıradan insanların tersine, Devlet yönetimi için yurttaşların güçlerinden feragat etmelerini gerekir. Yurttaşlar kendi kendilerini yönetmekten aciz ve çocukmuş gibisine bir “seçmene“ ve “vergi mükellefine“ indirgenir. Politikaya katılmaları ise belirli periyotlarda yapılan seçimlere katılıp oy kullanmaları ile sınırlıdır. Seçimler dışında politika oluşturma ve icra işine hiç katılmazlar. Böylelikle, yurttaşlar bu iktidar sisteminde yaşamları üzerinde hiçbir söz hakkı olmayan, basit bir figüran olmanın ötesine geçemezler. Doğrudan Demokrasi Olarak Politika Geleneksel anlamda, politika ve devlet yönetimi sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılırlar. Ancak politika devlet yönetimi olmadığı gibi, devlet yönetimi de doğası gereği politika değildir. Ulus-devlet oluşmadan önce, Politikanın anlamı aktif yurttaşların katılımcı kurumlar aracılığıyla, yaşadıkları toplumun sorunları ile ilgilenmeleri ve kendi kendilerini yönetmeleri anlamına geliyordu. Devletin tersine, politika doğrudan demokrasiyi ifade ediyordu. Özgürlükçü yerel yönetimcilik' in önerdiği de, yurttaşların yüz yüze oluşturdukları kurumlar yoluyla-özellikle yurttaş meclisleri aracılığıyla- yaşamlarının her düzeyinde söz sahibi olmaları, yaşamlarını kontrol edebilmeleri ve kendi kendilerini yönetmeleridir. Politika kelimesi etimolojik olarak yunanca olup polis'ten türemiştir. Atina polis'inde doğrudan demokrasi bir gerçeklikti. Atinalılar Solon, Cleisthenes ve Pericles gibi sözcüleri ile, tüm yetişkin Atinalıların kamusal alana katılabilmelerine olanak sağlayan kurumlar yaratmışlardır. Böylece iktidar bir grup aristokratik zümreden yurttaşlara yayıldı. Ne yazık ki yine de, kadınlar, köleler ve yabancılar politik yaşama dahil edilmiyordu. Antik Yunanlıların politik yaşam kavramı, günümüz batı “demokrasileri“ ne alışmış kişilerin anladığından farklıdır. Antik yunanlılar her yunan erkeğinin doğuştan politik bir varlık olduğuna inanmaktaydı. Onlar için politika yapmak, insanın doğasında olan bir şeydi. Bir erdem göstergesiydi. Politik alana katıldığı oranda insanların özgür olduklarına inanılıyordu. Günümüzde devlet iktidarına katılan ve devlet yönetim mekanizması içinde var olan profesyonellerin tersine, Atinalılar kendi kendilerini yönettikleri bir sistem içinde ve bilinçli olarak bu eylemin amatör karakterini yüceltiyorlardı. Genellikle her hafta düzenli olarak toplanan yurttaş meclisleri ve kalabalık jürilerden oluşan yargı sistemleri geniş katılımı olanaklı kılıyordu. Bu tür kamu görevlerine çok sayıda yurttaş arasından, kura ile seçim ile insanlar seçiliyor ve sıklıkla rotasyon uygulanıyordu. Peloponnes savaşından sonra Atinalıların doğrudan demokrasisi zayıfladı. Roma İmparatorluğu döneminde ve sonrasında, demokrasi fikrinin kendisi, “ayaktakımı yönetimi“ (mob rule) olarak nitelendirildi. Ancak halkın kendi kendini yönetmesi olarak politika fikri asla bütünüyle tarih sahnesinden silinmedi. Tersine, bu iki fikir ve gerçeklik yüzyıllar boyunca ve günümüze dek süregeldi. Orta çağ Avrupa'sının bazı kasaba merkezlerinde, New England'da, Devrim dönemi Paris'te ve pek çok yerde yurttaşlar yaşamları ile ilgili problemleri tartışıp çözmek ve toplumu yönetmek için bir araya gelmişlerdir. Bu denemeler her zaman merkezi iktidar ile çatışma içinde olmuştur. Merkezde krallar, prensler ve papa merkezi iktidarı kullanmışlar ancak yerel düzeyde kasabalarda, köylerde ve mahallelerde insanlar kendi yaşamlarını kontrol etmişlerdir. Bununla birlikte tarihte ideal bir doğrudan demokrasi örneği yoktur. Antik Atina demokrasisini ele alacak olursak, büyük oranda patriyarkal ve diğer baskı unsurları tarafından kısıtlanmış olduğunu söyleyebiliriz. Kadınlar, köleler ve yabancılar politik alanın dışında tutuluyordu. Ancak bu yetersizlikleri nedeniyle Atina demokrasisinin terk edilmesi gerektiği yada geliştirilemeyecek bir yapıda olduğunu ileri sürmek kesinlikle yanlıştır. Tüm bu yetersizliklerine karşın yurttaş meclislerinde oluşan politik alan üzerinde temellenen Atina demokrasisi, ne parlamenterdir ne bürokratik, ne merkeziyetçi nede profesyoneldir ancak, demokratik ve politik özelliğe sahiptir. Devlet yönetimi (statecraft); devletin kurumların ve bu kurumların himayesinde yaşayan insanların ve halkların, “profesyonel“ olarak yönetme işiyle uğraşan – seçilmiş ya da atanmış – kişiler tarafından yönetilmesi-idare edilmesi- anlamındadır. “Politika“ ise -antik Yunan'daki anlamına sadık kalarak- insanların birey – yurttaş – olarak kendi kurdukları halk meclislerinde ya da yapılarda doğrudan kendi hayatları ve toplumsal meselelerde söz sahibi oldukları bir eylem biçimi, yaşam alanı ve tarzıdır. Bu ayrımda, “devlet yönetimi“ nde, bugün “politikacı“ olarak bilinen seçilmiş ya da atanmışların oluşturduğu bir yapı ile genel olarak yönetilen ve edilgen olan bir kitle göze çarpar. “Politika“ da ise katılım ve doğrudan eylem ile hayatına doğrudan müdahale edebilen etkin insan –yurttaş- öne çıkar. Bu iki durum birbirleriyle uzlaşmaz şekilde karşı karşıyadır. Devlet yönetimi merkeziyetçi, otoriter, oligarşik ya da monarşik, hiyerarşik, seçkinci, gücü bir elde toplayan ve temsili öğeler ile beslenirken; politika, demokratik, özgürlükçü, hiyerarşik olmayan, gücü dağıtan ve yayan duyarlılıklardan beslenir. Devlet yönetiminde yurttaş bir seçmene ve vergi mükellefine indirgenirken aslında özgürlüğü sadece seçimlerde hatırlanan ve sandığa oyunu attığı andan itibaren özgürlüğü “buharlaşan“ edilgen bir seçmene indirgenir. Politikada ise her insan, hayatında ve toplum yaşamında söz sahibi olan, hayatını yönetebilecek potansiyeli olan aktif bir yurttaş olarak belirir. Politikanın yeniden oluşturulması Politik tarihe baktığımızda Ulus-devletin yükselişi ve konsolide olması ile merkezileşen iktidarın kamu katılımının yerini almaya başladığını görürüz. Bölgelerin ve yerellerin denetimi devletlerin kontrolüne geçti. Bu yayılım ilk olarak monarkların ilahi kudretleri ile bezendi. Ardından, 19yy başlarında cumhuriyetçi devletin kurulması ile birlikte, kongreler ve parlamentolar gibi “temsili“ kurumlarıyla ile bu yetkiler ve kudret sahte bir dış görünüm ile devlete mal edildi. Aynı dönemde bu temsili kurumlar devletin elit, paternalist ve baskıcı doğasını adeta bir pelerin gibi örttü. Halen günümüzde batının ulus-devletlerinin demokrasileri, “pürüzsüz“ “demokrasi“ olarak gösterilmektedirler. Ulus-devletin politikayı yok eden doğası hala parlak yaldızlı bir pelerin tarafından örtülmektedir. Özgürlükçü yerel yönetim projesi, bir bütün olarak toplumun ve toplulukların sıradan yurttaşlar tarafından yönetilmesini olanaklı kılacak, doğrudan demokrasi kurumlarının oluşturulması ve bunların yaygınlaştırması projesidir. Bu eski anlamına bağlı olarak politikanın yeniden hayata döndürülmesi demektir. Hiçbir şekilde, yurttaşların cumhuriyetçi Devlet sürecine katılımlarını genişletmek anlamına gelmemektedir. Hatta inisiyatif ve referandum gibi araçları kullanmayı yaygınlaştırmak, Ulus-devletin “demokratikleşmesi“ amacını dillendirmek anlamına hiç gelmez. Kısacası özgürlükçü yerel yönetimcilik, demokratik reformlar yapmaya çalışarak Devletin üzerindeki “demokratik“ peçeye nakış işlemeye çalışmaz. Özgürlükçü yerel yönetimciliğin amacı, yok olmuş olan kamusal alanı yeniden canlandırıp yeni bir politik alana dönüştürmek ve pasif seçmenlerin ötesinde aktif yurttaşlar oluşturmaktır. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, aktif yurttaşlar tarafından oluşturulan mahalle ve kasaba meclis toplantılarında yurttaşların iktidarını kurumlaştırarak, radikal anlamda, politikanın köklerine geri döner, doğrudan demokrasiyi diriltir ve yayar. Özgürlükçü yerel yönetimcilik yerel yönetimlerin -burada özelikle belediyelerden bahsediyorum- potansiyel olarak özgürlükçü kurumlar olduğunu düşünür. Tabi ki günümüzdeki yerel yönetimler çok geniş büyüklüklere ve yasal statülere sahip yapılar durumundadır. Küçük kasabalar ve köylerden İstanbul gibi metropollere kadar değişen büyüklükte yerleşim alanlarında yaşamaktayız. Ancak yine de bu durum yerel yönetimlerin doğrudan demokrasinin oluşması ve yayılması için yeni bir politik alan geliştirme potansiyelini ortadan kaldırmaz. Eğer yerel yönetimlerin politik potansiyellerini gerçekleştirmek istiyorsak, var olan büyük kentleri yerinden yönetilebilir ölçülere sahip yerel yönetimlere bölerek küçültmeliyiz. Yerinden yönetim(desantralizasyon) hiçbir şekilde demokratikleştirmeden ayrılmaması gereken bir kavramdır. Zira onun potansiyel olarak devrimci karakterini oluşturan özellikle doğrudan demokrasinin kurumlaşması için gerekli koşulları yaratabilmesidir. Yerinden yönetimin iki önemli şekli mevcuttur. Bunlardan en önemlisi “kurumsal yerinden yönetim“ diğeri ise “fiziksel yerinden yönetim“dir. Fakat şunu hiç unutmamak gerekir ki; fiziksel dediğimiz desantralizasyonun inşası epey uzun yıllar alabileceği için bu iki yapının aynı anda olmasını bekleyerek mücadeleye girişmek, hareketi atalete ve hatta çıkmaza sokabilecek bir durumdur. Fiziksel desantralizasyon yaşanmışlıklar ve çeşitli ortaklıklar üzerinden gelişebilecek bir düzenlemedir. Temel olarak yerel yönetimin altyapısı ve arazisi ile ilgili bir kavramdır. Önemli olan ve hemen daha kolay yapılabilecek olan ise kurumsal desantraslizasyondur. Bu, insanların yerleşim alanlarında kendi kendilerini yönetebilecekleri ve politika oluşturabilecekleri şekilde kentin yönetim yapısını düzenlemeleri demektir. Büyük kentlerde yapılacak kurumsal desantralizasyon ile iktidar merkezi, kent merkezlerinden mahallelere ve küçültülmüş olan yerel yönetimlere kayar. Buralarda insanlar kendilerini ilgilendiren her konuda yerel, bölgesel veya uluslararası sorunlar hakkında politika oluşturmanın alanlarını kurarlar. Yani yeni bir politik alan için zemin hazırlanmış olur. Buralarda belediyeler devreye girer. Mahallelerde ya da semtlerde oluşturulacak halk meclislerinden oluşacak olan belediyeler bu anlamda potansiyel olarak doğrudan demokrasinin politik alanını oluşturabilecek kurumsal yapılardır. Yerinden yönetimin kent yaşamının tüm kurumları için uygulanması çok önemlidir. Kentteki dev müzeler ve tiyatro merkezleri gibi kültürel yapıların yerini her mahallede kurulacak küçük müzeler ve tiyatrolar almalıdır. Üniversiteler öğretim ve araştırma merkezleri olarak hizmetlerine devam etmelidir. Ancak her mahallede bir üniversite kurulması ise gereksiz ve pratik olmayan birşeydir. Büyük hastaneler yerine küçük klinikler ve sağlık ocakları ile birinci basamak sağlık hizmetleri geliştirilerek sağlık toplumsallaştırılmalıdır. Bu kurumların kontrolleri özel mülkiyetten kurtarılmalı, bulundukları yerleşimdeki topluluğun kontrolüne verilmelidir. Böylelikle, toplumsal politik yaşamın diriltilmesi için gerekli olan kurumsal düzenlemeler ile, psişik ve toplumsal yaşamın içiçe işlenmesinin ve geliştirilmesinin yolu açılacaktır. Toplumsal Ekoloji ve Seçimler Toplumsal ekolojiye göre, Devlet yönetimine talip olunan genel seçimlere katılmak ile yerel seçimlere katılmak- özellikle bilinçli olarak devlete karşı çıkan özgürlükçü bir hareket açısından- aynı şey değildir. Kentler ve Devletler bütünüyle farklı iki gelenekten gelişmişlerdir. Tarih çoğu kez, kentler ve devletlerin iktidar mücadesine sahne olmuştur. Devlet'e karşı mücadele etmeyi ve yerel yönetimi demokratikleştirmeyi amaçlayarak yerel seçimlere katılmak, Devlet'e karşı mücadele etmek demektir. Pek çok bireyci anarşist seçimlere girmeyi reddeder. Onlar için Devlet yönetimine talip olunan genel seçimlere katılmak ile yerel seçimlere katılmak aynı şeydir. Onların gözünde, yerel seçimlere katılmak da Devlet'in bir parçası olmak anlamına gelir ve yurttaşların kendi kendilerini yönetebilecek potansiyele sahip yerel yönetim ile Ulus-Devlet'i yönetmek bir birlerinden farklı değildir. Bu yüzden, Devlet karşıtı olmak her türlü seçimi reddetmeyi gerektirir. Açıkça bu anarşistlerin toplumu, toplumsal alan, Devlet ve politik alan olarak değerlendirmediklerini görebiliriz. Büyük bir kafa karışıklığıyla Devlet ile politik alanı eş anlamlı olarak kabul edip, her ikisini de yadsırlar. Böylelikle toplumu devlet/politik alan ve toplumsal alan olarak değerlendirdiklerinden, onlara göre Devlet'e karşı mücadele etmek, kooperatifler gibi alternatif sosyal gruplar ile toplumsal alanı genişleterek mümkün olacaktır, politik alanı genişleterek değil. Yerel seçimler Özgürlükçü yerel yönetimciler, yerel seçimlere katılmayı kabul eder ancak, Devlet yönetimine talip olunan genel seçimlere katılmayı reddeder. Buradaki asıl amaç,devletin iktidarına ve etki alanına karşı aktif yurttaşların oluşturduğu yurttaş meclislerini kurup yaygınlaştırmak ve böylece kenti ve toplumu değiştirmektir. Özgürlükçü yerel yönetim adaylarının asıl amacı ivedi bir zafer kazanmak değildir. Seçim çalışmaları herşeyden önce bir eğitim süreci olarak kabul edilmelidir. Yurttaşlara özgürlükçü yerel yönetimcilik fikrinin anlatılacağı bir okul olarak algılanmalıdır. Her seçim kampanyası bölgenin ve genel olarak toplumun sorunlarına yönelik grubun fikirlerini ve önerilerini özetlediği belge ve bilgileri gerektirir. Bu belgelerde ve dillendirilecek konuşmalarda sadece güncel sorunlara yönelik önerileri ve talepleri dile getirmek yeterli değildir, aynı zamanda uzun dönemde yapılması düşünülen hedefleri de anlatmak ve savunmak gereklidir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, sadece doğrudan demokrasi hedefini dillendirmek bir şey ifade etmeyecektir. Şu anki sorunlardan ve çözüm önerilerinden yola çıkarak adım adım neler yapılabileceği de önerilebilmelidir. Bunun için hemen gerçekleşmesi istenilen acil talepleri net olarak ortaya koymak gerekir. Ardından bu talepler üzerinden toplumu radikal bir şekilde dönüştürebilecek uzun dönemli amaçlara da vurgu yapılmalıdır. Özgürlükçü yerel yönetimcilik reformist değil devrimci bir hareket olduğu için, amaçları var olan sistemi reforme etmeye yönelik olmamalı, şu anki toplumun yerine özgürlükçü bir toplum yaratmaya yönelik olmalıdır. Program terimlerini kullanacak olursak; kısa dönemde hemen yapılmasını önerdiğimiz hedeflere minimum, uzun dönemdeki hedeflere ise maksimum hedefler diyebiliriz. Minimum hedefler var olan sistem içinde hemen gerçekleştirilebilecek talepleri içermelidir. Maksimum hedefler ise, tersine, daha genel olup, ussal bir toplumu kurmaya yönelik olmalıdır. Yalnız bir şeyi önemle vurgulamak gerekir ki; minimum talepler maksimum taleplere evirilebilecek potansiyellere sahip olmalıdır. Evrilmek ve potansiyel kelimelerinin altını çizmek gerekir. Ayrıca önerilecek program toplumsal alternatifler yaratıp yaygınlaştırabilecek nihai hedefe yönelebilecek dönüşüm önerilerini de içermelidir. Kısaca, önerilecek minimum hedef gerçekleştikten sonra derinleştirilip yaygınlaştırılabilmeli ve daha genel bir maksimum talebe dönüşebilme potansiyeli taşımalıdır. Minimum ve maksimum hedeflere örnek verecek olursak; “yurttaş meclisleri kurarak kentin bir bölgesini değiştirme“, minimum bir taleptir. Bu talep, meclisler oluşturulduktan ve yaygınlaştırıldıktan sonra uzun süreli maksimum bir hedef olan “doğrudan demokrasiyi“ kurmaya evirilebilecek bir taleptir. Diğer bir minimum talep “o bölgede dev marketlerin ve satış mağazalarının yaygınlaşmasına son vermek“ olabilir. Maksimum hedef ise Pazar ekonomisi yerine karın değil, gereksinimlerin yönlendirdiği moral ekonomiyi oluşturmak olabilir. Geçiş dönemi için ise. programda başlangıçta yerel yönetimlere ait işletmelerin yaygınlaştırılması ile pazar ekonomisinin etkisi sınırlandırılabilir. Başka bir minimum talep ise, “sulak alanları“ korumak “ekolojik bir toplumu yaratmakla“ ilişkili olabilir. “kadınlar için sığınma evleri kurma“ talebi, bir bütün olarak toplumun “sosyal adalet“ talebinin bir parçası olabilir. Şunu unutmamak gerekir ki özgürlükçü yerel yönetim grubundan kent konseylerine seçilen “aydın“ adaylar, kent yönetiminin daha ilerici ya da daha çevreci olması için var olan kent yönetiminde düzenlemede bulunmaya çalışmaz. Böyle bir çaba kısa dönem içinde, hareketin yurttaş meclisleri yaratıp yaygınlaştırma çabasını; uzun dönemde ise, toplumu dönüştürme talebini nötralize edebilecek reformist bir davranış olacaktır. Daha ziyade, adaylar sık sık hareketin maksimum amacı olan doğrudan demokrasinin yerel yönetimlerde ve çevresinde yaratılması amacını vurgulamalı ve yurttaş meclislerinin oluşturulması için çaba sarf etmelidir, bürokrasi kalesinde oturup onların yerine karar vermeye değil. Halk Eğitimi Olarak Kampanya Toplumsal ekolojiye göre seçim kampanyaları bir eğitim süreci olarak görülmelidir. Ancak bu halk eğitimi sadece seçim süresince değil, yılın diğer günlerinde de sürdürülmelidir. Burada kullandığımız ’eğitim' süreci ile, öğretenin öğrendiği, öğrenenin öğrettiği tarza bir etkileşim sürecini kastetmekteyiz. Yurttaşlar ile doğrudan yüz yüze yapılan görüşmelerde röportajlarda ve ya konuşmalarda minimum ve maksimum hedefler anlatılmalı yurttaş meclislerinin yaratılması ve doğrudan demokrasi üzerine vurgu yapılmalıdır. Özgürlükçü yerel yönetimin adayı seçimlere kişisel düşünceleri ile değil, grubun içinde bulunduğu platformun aldığı kararlar ve fikirleri dillendiren bir sözcü olarak girer. Bir konuda onay verip vermemesi bireysel tercihine bağlı olmayıp grubun aldığı ortak karar doğrultusunda olmalıdır. Özgürlükçü yerel yönetimcilik başarısını seçimlerde aldığı oy ile ölçmemelidir. Toplumu dönüştürmek bir amaçsa (ki özgürlükçü yerel yönetimciliğin asıl amacı budur.) bir toplumun politik ve demokratik bilinci yükseldiği zaman ancak, hareket başarıya ulaşmış demektir. Ve o zaman Özgürlükçü yerel yönetim adayı gerçek anlamda kazanmış demektir. Eğer yurttaşlar bir Özgürlükçü yerel yönetim adayını seçiyorlarsa şu net olarak bilinmeli ki bu, o kişi sadece beğenildiği için değil, seçmenlerin hareketin fikirlerini paylaşmalarından dolayıdır. Genel Seçimler Antik dönemden günümüze değin tarih eğer bir şeyler gösterdiyse o da, Devler iktidarının bir canavar gibi kendisine bulaşan her şeyi soğurup yozlaştırdığıdır. Devlet kurumlarına seçilen bir kişi idealist amaçlarından bağımsız olarak, Devlet'in kurumları içinde amansızca yeniden biçimlendirilir. 1970 sonlarında ve 1980 başlarında, dünyanın pek çok yerinde teker teker Yeşil partiler kurulmaya başlandı. Bu partiler ve hareketler tabana dayalı demokrasi ve doğrudan demokrasi talepleri ile daha özgür bir toplum ve dünya amacını şiar edinmişlerdi. Avrupa'da kurulan bir çok Yeşiller partisi başlangıçta halkın ilgisini gördü. Bu partiler sadece yerel değil, ulusal ve federal seçimlere de katıldılar. Dillendirdiklerine bakınca, daha geniş halk kitlelerine düşüncelerini anlatmak ve eğitim vermek amacıyla devlet kurumlarını kullanacakları anlaşılıyordu. Hiçbir şekilde, hiçbir güç onları Devlet'e hizmet etmeye zorlayamayacaktı. Hareketin ilkelerini daha az unutan diğer üyeler, bir kez yeşil aday seçilince hiyerarşiyi ortadan kaldırabileceğini ve iktidarı tepeden aşağıya çekip daha küçük yerel birimlere daha fazla yetki vererek iktidarı yayabileceklerini ifade ediyorlardı. Daha sonra Devlet kurumlarına seçilen pek çok aday “politik“ kariyer ve imtiyazlarının rüzgârına kapılarak, çabucak yerinden yönetim ve tabana dayalı demokrasi ilkelerini unuttu. Diğer geleneksel burjuva partileri ile koalisyon kurdular. Tüm bu ilkelerden sapmalar hatırlatıldığında çoğu kez, halkın eğitimini ve bilincini yükseltmek için böyle davrandıkları mazeretini dile getirdiler., Seçilen yeşil adaylar, bu gibi mazeretler öne sürerek daha fazla prestij kazanmaya ve kurumun gelirlerinden yararlanmaya başladılar. Böylece Devleti reforme etmeye çalışan “yeşile boyanmış“ bir yasama memuru gibi çalışarak kapitalizmin halklar ve çevre üzerindeki etkisini hafifletmeye çalıştılar. Radikal bir bakış açısıyla Devlet'e ve kapitalizme karşı halkı eğitme amaçlarından vazgeçtiler. Tersine daha fazla üye ile Devlet yönetimine girdikçe, partiler ve programları daha az radikal oldu. Yeşil temsilciler devletin yaptığı etkileri reforme ederek Devlet'i daha insani ve halkın ihtiyaçlarına saygılıymış gibi göstermeye başladı. Bu şekilde Yeşil partilerin radikalliklerini kaybetmeleri istisnai bir durum değildir. Tarihsel olarak, pek çok ilkeli devrimci liderlerin çok azı Devlet iktidarının yok edici etkisine karşı muhalefet edebilmişlerdir. Sıklıkla, kendilerine sosyalist, komünist hatta anarşist diyen devrimci liderlerin çoğu, Devlet kurumlarındaki yolculukları sonucu ahlaki ve politik ilkelerini yitirmişlerdir. Devlet yönetimi içerisinde varolmak devlet kurumları içerisinden “eğitim“ yapmayı kabul etmek demektir, devlet karşıtı radikal bir politika içerisinde halkı eğitmeyi değil. Ayrıca bu, devlet iktidarının sürdürülmesine hizmet eder, bir halk demokrasisinin genişlemesine değil. Hatta bu durum desteklediklerini iddia ettikleri yeniden dirilen halk demokrasisine karşı devlet otoritesinin ve iktidarının gelişmesine yardım edecektir. Yerel seçimlere katılmaya kabul etmenin genel seçimlere girmeyi de gerektirdiğini düşünenler genellikle seçilen mevkiinin büyüklüğü ile orantılı olarak etkinliğinin de artacağını düşünmektedirler. Buna bağlı olarak reformist bir parti ile birleşerek seçim kampanyası yürütenler, bu ittifakın özgürlükçü düşüncelerinin daha geniş halk kitlelerine ulaşmasının bir yolu olacağını söylemektedirler. Hareketin üyeleri birbirlerine sık sık devlet kurumlarını ele geçirmenin bir araç olmadığını hatırlatacaklar ve görünüşte devleti “iyileştirmeye“ çalışarak ona insani bir yüz vermeye uğraşacaklardır. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, bunun tersine radikal ve özgürlükçü kent kurumlarının oluşturulmasını önererek mücadele eder, varolan baskıcı bir kurumu kendine mal ederek değil. Devlete karşı yapılacak olan mücadele hareketin başlangıcından varoluşunun her anını içerecek şekilde devlete karşı mücadele etmelidir. Yerel yönetimler konfederasyonları, mülkiyetin yerel yönetimlere devredilmesi ve doğrudan demokratik bir politikanın oluşması için mücadele etmek bütünüyle yeni bir toplum kurmaya yönelik olmalıdır reformist zaferleri kazanmaya değil. Eğer hareket devrimci komünlerin komününü yaratacaksa devlete karşı doğrudan demokratik bir iktidar olarak ikili güç yaratmak için her daim mücadele etmelidir. Politik Alanın Bir Parçası Olarak Ekonomi Toplumsal ekoloji, sadece özgürlükçü bir politika değil aynı zamanda özgürlükçü bir ekonomi de önerir ve geliştirir. Bookchin'in önerdiği “ekonomik“ yapılanma düşünceleri kendisinin de belirttiği gibi belki de en karmaşık olan önerisidir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, yerel yönetimlerin ekonominin denetimini ele almalarını önerir. Tabi ki ekonomiden bahsedince “mülkiyet“ ve “mülkiyetin denetimi“ sorununa nasıl yaklaşılacağı hayati bir mesele halini alır. Tarihsel olarak modern radikal hareketlerin bu konuda temel iki görüş ileri sürdükleri görülür. Marksizmin ve reel sosyalizm denemelerinin öne sürdüğü toprağın ve sanayinin kamulaştırılması, bir diğeri ise genelde şu anda sendikalist –anarkosendikalist ya da kollektivist de diyebileceğimiz düşüncelerden beslenen yukarıda bahsedilen kaynakların “işçi denetimine“ verilerek kollektifleştirilmesidir. Anarşistlerin de vurguladığı gibi kamulaştırılmış bir ekonomi devletin varlığını gerektirir. Ayrıca ekonominin tepeden “planlanıp“ “yönetilme“ gerekliliği ekonomik bürokrasilere kaynaklık oluşturur. Kamulaştırmaya karşı olan sendikalist düşünceler tarafından şekillenen ve savunulan “işçi denetimi“ nin de ciddi sınırlılıkları vardır. Kolektif bir işletmenin zorunlu olarak bir komün olacağını söyleyemeyiz; hatta böyle bir işletme bakış açısı itibariyle komünist de olmayabilir. Bu güne değin işçi denetiminde olan çok sayıda işletme kapitalist bir şekilde çalıştı; kaynaklar, müşteriler ve kar gibi meselelerde kapitalist sistemin yasalarına tabi olup kapitalistlere benzer biçimlerde hareket ettiler. Aslında bu tür işletmelerin temel özelliği daha az ya da daha çok iyi niyet taşımalarından bağımsız olarak, özelleşmiş bir çıkar haline gelmeleridir. Bu yüzden tür olarak kapitalist işletmelerden farklı değillerdir. Kapitalist sistemin “büyü ya da öl“ mantığına saplanan işletmelerde “büyüme“ zorunluluğu, daha fazla kar elde etme güdüsü etik değerlerin yerini alır. Böylece kapitalist sistem içinde “özelleşmiş“ çıkarların oluşmasına neden olacak yapılanmalara yatkınlıkları düşünüldüğünde, işçi-denetiminin kast ya da özelleşmiş meslek gruplarının arasındaki ayrımı ve çatışmayı doğurma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu şekilde oluşturulmuş kolektif mülkiyet çok kolay bir şekilde “oligarşik ekonomik korporasyonlara“ dönüşebilirler. Bu da geleneksel ekonominin yeniden özel mülkiyete açılması anlamına gelir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, ekolojik yönelimli akılcı bir toplumsal vizyon eşliğinde, bütünlüklü bir ekonomi önerir. Tarım ve sınai üretimle ilgili politikalar ve somut kararlar yurttaşlar tarafından, yüz yüze toplanılan meclislerde alınır. İnsanlar işçiler, çiftçiler, teknisyenler ya da profesyoneller olarak değil, mesleki uzmanlıklarına bakılmaksızın üretim etkinliklerinin yönlendirilmesinde yer alacak yurttaşlar olarak bu meclislere katılırlar. Özelleşmiş statü çıkarlarını değil, genel insani çıkarları dile getirirler. Ekolojik bir toplum bu şekilde toprağı, fabrikaları, atölyeleri ve dağıtım merkezlerini kamulaştırmak ve kolektifleştirmek yerine, ekonomisini yerel yönetime dönüştürür ve diğer yerel yönetimlerle bir araya gelerek kaynaklarını bölgesel bir konfedere sisteme dahil eder. Toprak , fabrikalar ve atölyeler bir ulus-devlet veya mülkiyetçi bir çıkar geliştirebilecek olan işçi-üreticiler tarafından değil, özgür toplulukların halk meclisleri tarafından denetlenecektir. Bir anlamda herkes öz çıkarını düşünen bir ben, sınıfsal bir varlık, ya da özelleşmiş bir “kolektif“in parçası olarak değil, bir yurttaş olarak iş görecektir. Böylece konfederal özgürlükçü yerel yönetimlerin oluşturacağı ekolojik bir toplumda mülkiyet nihayetinde ne devletin, ne özel sermayenin, ne de partinindir, halkındır. Toplumsal ekoloji bakımından mülkiyet çıkarları herkesi kapsar. Ekonominin yukarıdaki duyarlılıklar çerçevesinde yeniden kurulması ekolojik akılcı bir toplum için vazgeçilmez bir maddi temel oluşturur. Ekonominin yüz yüze oluşturulan meclislerde yurttaşlar tarafından denetlenmesi ve üretim politikalarının belirlenmesi sayesinde mesleki farklılıkların özel çıkarlarını da bertaraf etmekle kalmaz ,aynı zamanda yaşam için gerekli malları ve üretim araçlarını da ortak kullanıma açar. Bu “eşitsizlerin eşitliği“ ilkesi doğrultusunda oluşturulmuş olan “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre“ düsturunu da kamu yaşamının içinde kurumsallaştırmak demektir. Bookchin' in de dediği gibi: ancak “adım adım yerel yönetimlerin (belediyelerin ya da halk meclislerinin) yeniden yapılandırılması, gücü yurttaşlara yayıp daha geniş ağlar ile konfederasyon oluşturmaları, cumhuriyetçi temsili öğelerin, doğrudan demokrasiye katılan yurttaşlara dönüştürülmesi- bunların tümünün başarılması oldukça uzun bir zaman alabilir. Sonuçta onlar tek başına potansiyel olarak insanın insan üzerindeki tahakkümünü bertaraf edebilirler, ve bu şekilde yaşamın daha gelişmiş biçimlerini destekleyen biyosferin varlığını tehdit eder ölçüde çoğalmış ekolojik sorunlarla ilgilenebilirler.“ Belki de şimdi hiç olmadığı kadar, kuvvetli ve topyekün, tüm insanların yüreklerini sarsacak şu çığlığı yinelemenin zamanıdır: Gül, burada raksetmelisin! NOt.odtü cevre toplulugu sitesinden aktarilmistir.

Yazan: Jiyan Ekoloji nedir ? Ekoloji kavramını ilk kez Ernst Haeckel (1834-1919) 1866 yılında yayımlanan ’Generalle Morphhologie' adlı eserinde kullanmıştır. Haeckel ekolojiyi, ’organizmalar ile onların çevresi arasında ki ilişkilerin bilimi' olarak tanımlanmaktadır. Ekoloji yunanca da "hane" , "içinde yaşanılan mekan/ev" anlamında ki "oikos" kelimesinden türetilmiştir. İnsanın içinde varlık kazandığı ve bir parçasını oluşturduğu doğal ortamla olan ilişkilerini ifade eder. Kavram itibari ile genelde ’çevrecilik' yerine de kullanılan ekolojizm çevrecilik değildir. ’ekolojizm' ya da ’çevrecilik' dendiğinde bir farklılığa vurgu yapılmamakta, genel olarak doğanın korunmasına yönelik eylem ve düşüncelere atıfta bulunulmaktadır. Ancak çevrecilik ile ekoloji hareketi arasında bağdaştırılması mümkün olmayan ayrılıklar vardır. 1970 lerin başından itibaren doğa sorunsalı etrafında oluşan yeni toplumsal gruplar, "geleneksel çevre korumacı hareket"ten farklılıklarını dile getirmek için "ekoloji hareketi" kavramını kullanmışlardır. Ekoloji hareketi dendiğinde, hareketin hem siyasal yönüne dikkat çekilmekte hemde klasik çevreciliğe göre bütüncü ve köktenci bir hareket olmasına vurgu yapılmaktadır. Yani ekoloji hareketi, çevre korumacılığın bir versiyonu değildir. Aksine hareket olması korumacılığın niteliklerinden kopuşuyla mümkün olmaktadır. Kimi farklı görüşlere göre de ekoloji, sosyalizm veya muhafazakarlık gibi ’siyasal' bir kategoridir. Ancak geleneksel siyasal kategorilerden bir yönüyle farklıdır. Çünkü ekoloji doğa bilimlerinden kaynağını almaktadır, insan toplumlarına ilişkin gözlemlerden ve öngörülerden yola çıkarak geliştirilmemiştir. Fakat ekoloji bilimi, ekolojistler gözlemlerini insan toplumlarını kapsayacak biçimde geliştirmişlerdir. Ekoloji kavramı üzerine ifade edilenlerin dışında da bir çok tanım getirilmiş , varolan siyasal sistemlerle eklemlendirilerek (eko-sosyalizm, eko-faşizm,gibi) yeni anlamlar kazandırılmaya çalışılmıştır. Ekoloji üzerine geliştirilen farklı tanımlar ve çözümlemeler, yazımızın başında da ifade ettiğimiz birbirinden farklı ekoloji hareketlerin gelişmesini getirmiştir. Başlıklar altında inceleyeceğimiz ekoloji hareketlerin tümü ’yeni toplumsal hareketler' içerisinde ifadelendirilmektedir. 20. yüzyıl sistemlerin çözemediği sorunlar üzerine ve bu sistemlere radikal bir muhalefet yaparak 1960 lardan sonra gelişen yeni toplumsal hareketleri kısaca incelemekte fayda var. Barış hareketi,Kadın hareketi, Gençlik hareketi ve Ekoloji hareketleri olarak ifade edilen yeni toplumsal hareketlerin en önemli ortak noktaları; ’iktidarın fethi' ni öncelikli hedef olmaktan çıkarmalarıdır. Ekolojik hareketlerin gelişimini de açığa çıkarma açısından , Yeni ve eski toplumsal hareketlerle yeni ve eski paradigmalara göz atabiliriz. Eski ve yeni toplumsal hareketlerin karşılaştırmasını yapan Luke Martell e göre; Eski toplumsal hareketler (ETH) yerleşim olarak ’siyaset' alanına dayanırken, Yeni toplumsal hareketler(YTH) yerleşim olarak ’sivil toplum' alanına dayanmaktadır. ETH ideoloji ve amaç olarak ’siyasal bütünleşme ve ekonomik hakları' hedeflerken, YTH "sivil toplum özerkliği, yeni değerler ve yeni yaşam tarzı" nı hedeflemektedir. ETH örgütlenme de "resmi ve hiyerarşik" modeli esas alırken, YTH "gayri resmi ağlar ve taban hareketi" ni esas almaktadır. Yine ETH değişim ortamı olarak "siyasal kurumlara katılım"ı benimserken, YTH "doğrudan eylem ve kültürel siyaset" i benimsemektedir. Claus Offe da eski siyasal paradigmalar ile yeni siyasal paradigmaları karşılaştırmıştır. Offe göre eski paradigma (ESP) temalar (konular) olarak "ekonomik büyüme ve paylaşım, askeri ve toplumsal güvenlik, toplumsal kontrol"u esas alırken, yeni paradigma(YSP) "doğanın ve insan haklarının korunması, Barış, yabancılaşmış çalışma biçimlerini esas almaktadır. ESP değerler konusunda "bireysel tüketim özgürlüğü ve güvenliği, maddi ilerlemeyi" yaratma çabasında iken, YSP "merkezîleşmiş kontrole karşı kişisel özerklik ve kimlik" olmayı yaratma uğraşındadır. ESP aktörler olarak "çıkar çatışması içeren sosyo-ekonomik grupların eylemleri"ni tercih ederken, YSP "kolektif çıkar gruplarına dayanmayan sosyo-ekonomik grupların eylemleri"in tercih etmektedir. Bu bağlamda yeni toplumsal hareketler ve yeni siyasal paradigma hem liberal teoriye hemde devlet eksenli siyasetin sınırlarına meydan okumaktadır. Bir bilim olmanın ötesinde normatif (felsefi) bir yönü olan ekoloji, insan-doğa, insan-insan arasındaki çelişki ve uyum sorunu üzerine farklı akımlar ve hareketlere sahiptir. Bu hareketler birbirinden farklı ve alternatif akımlar şeklindedirler. hareketleri derin ekoloji, sığ ekoloji (çevre korumacı) ve toplumsal ekoloji başlıklarında ve soruna yaklaşımlarını ele alıp tartışabiliriz. Derin ekoloji; derin ekoloji kendisini sığ ekolojiden keskin bir biçimde ayırtır.Akımın fikir babası olan filozof Arne Nass derin ekoloji konusunda 8 ilke ile hareketin manifestosunu oluşturmuştur. Derin ekoloji fikrini en çarpıcı ortaya koyan ilke; "insan hayatının ve kültürlerinin serpilip gelişmesi, insan nüfusunun ciddi ölçüde azaltılmasıyla mümkün olabilir. İnsan olmayan hayatın serpilip gelişmesi de daha az bir insan nüfusunu gerektirir" ilkesidir. Bu ilke derin ekolojinin insan sevmezliğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu konuda abartılı bir tutuma sahip derin ekoloji yanlısı kimi radikal eylemci gruplar, Afrika da açlıktan kaynaklanan ölümlerin, doğal ve doğanın denge arayışında kabul edilebilir bir süreç olduğunu düşünmektedirler. Hatta AİDS'İN insan nüfusunun normal bir seviyeye çekilmesi için ’iyicil' bir hastalık olduğunu ifade ederler. Radikal grupları bir yana bıraktığımızda derin ekolojiyi insan düşmanı olarak nitelendirmek aşırı bir değerlendirme olabilir. Burada (en olumlu yorum olarak) insan-merkezli bir düşüncenin karşısında durma çabası vardır diyebiliriz. Fakat ’kendini gerçekleştirme' ve "biyosferik eşitlik" ilkeleri ile de ortaya konulan şey, yukarıdaki düşünceden çok bağımsız değildir. "kendini gerçekleştirme insana özgü olmayan, insan ve insan dışındaki bütün varlıklar için bir haktır" şeklindeki ilkesi ile, "doğadaki bütün varlılar eşit haklara sahiptir" biçiminde tanımlanmaya çalışılan biyosferik eşitlik ilkesi, insanları doğadaki diğer canlıların değerine çekme ve medeniyetler öncesi bir yaşam tarzını insanlık için uygun görmektedir. biyo-merkezci bir düşünüşe sahip olan derin ekoloji, "ikinci doğa"yı yani insanlar tarafından yaratılan tüm değerleri (toplumsal doğa) kabul etmezler ve ekolojik bunalımın sorumluları olarak insanlığın bütününü gösterirler. Yani Amerika'da ki bir sermayedar ile Afrika'da ki bir köle bunalımdan aynı derecede sorumlu görülmektedir. Aynı zamanda insanı doğuştan günahkar görme durumu da vardır. Derin ekolojiye ilişkin gelen bir başka eleştiri derin ekolojinin aşırı derecede eklektisizme saplandığıdır. Hıristiyanlıktan taoizme, Budizm ve toplayıcı kabile dinlerinden batı metafiziğine, Amerikan Kızılderili kültüründen 1960 ların karşı kültürüne karşı her şeyden bir miktar bulundurmasıdır. Bir başka eleştiri de derin ekolojinin yüzeyselliğine ilişkindir. Derin ekolojinin doğa düzeyinde bir eşitlik fikrinden hareket ettiği, ama toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, kent varoşları, ırkçılık gibi konularda hiçbir şey söylemediğidir. Daha önemlisi bu sorunlarla ekolojik sorun arasında bir bağ kurmamaktadır. Sığ ekoloji(çevre korumacılık) Klasik çevre korumacılık olarak da ifade edilen sığ ekoloji, insan-merkezci bir düşünüşe sahiptir. Doğa-insan arasındaki ilişki konusunda "her şey insan içindir" anlayışıyla yaklaşır. Bu düşünüş, mevcut egemen, tahakkümcü sistemlerin düşünüşünden farklı değildir. İlgilenmeye çalıştığı çevre kirliliği, kontrolsüz üretim ve tüketim biçimi ve doğada ki diğer tahribatların toplum içerisinde ki sistemden kaynaklandığını görmez ve sorgulamaz. Çevreci hareketler ekolojik dengeyi sarsan sistemlerden bağımsız olmadığı gibi, onların yarattıkları tahribatları örtme çabası içerisindedirler. Çevrecilik ve ekoloji hareketlerin farklılığı üzerine yazımızda her fırsatta dile getirme ihtiyacını, bu hareketin ekolojik bunalımın temel nedenlerini saptırdığı ve ekolojik hareketleri tahakkümcü sistemlere yaklaştırıp,sistemin etkisi altına çekme çabasında olduğu içindir. Toplumsal ekoloji Toplumsal ekolojinin temel dayanağı, toplumla doğayı karşı karşıya getiren sorunların toplum ile doğa arasında ortaya çıkmadığı, toplumsal gelişmenin içinden çıktığı düşüncesidir. Bugün algılanan toplumla doğa arsındaki karşıtlık ve bölünme, toplumsal alandaki bölünmelerden, insanların kendi aralarındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Yani ekolojik sorunlar, içinde yaşadığımız toplum ile doğrudan ilişkilidir. Bu sorunların kökeni, hiyerarşik, sınıfsal ve rekabetçi kapitalist toplumda yatmaktadır. Bu nedenle toplumsal ekoloji, sorunların çözümünü toplumun yeniden kurulmasında görmektedir. İnsanın doğa üzerinde ki tahakkümünün kaynağı olan İnsanın insan üzerindeki tahakkümü ve tahakkümü yaratan kurumların , ideolojik yapıların tavsiyesinin gerektiği ve bunun mümkün olduğu düşüncesini savunulur. Toplumsal ekoloji, toplumsal baskıyı geniş bir çerçevede ele almaktadır. Ekonomik anlamda sınıfların ortaya çıkışını önceleyen ve zorunlu olarak ekonomik bir temele dayanmayan kurumsallaşmış zor kullanma, emir verme ve itaat etme biçimleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Toplumsal ekoloji, "toplumsal sorun"u ekonomik sömürünün ötesinde ailede, kuşaklar ve cinsler arasında, etnik gruplarda, siyasal, ekonomik ve toplumsal kurumlarda varlık kazanan ve doğayı da içine alacak şekilde genişleyen tahakküm biçimleri olarak formüle etmektedir. Burada hiyerarşik analiz, sınıfsal analizi reddetmeyi gerektirmemektedir. Hiyerarşik analiz sınıfsal analizi de içermektedir. Toplumsal ekoloji, biyo-merkezcilik, eko-merkezcilik, insan-merkezcilik ve diğer bütün merkezciliklerin karşısında duran bir bakış açısına sahiptir. Merkezcilik yerine, tamamlayıcılık ve bütünlük ilkesine ve ötekilik kavramına ve onun içerdiği farklılaşmalara dayanmaktadır. Toplumsal ekoloji, toplumun ekolojik ilkelere göre yeniden yapılandırılmasında dört temel ilkeden bahsedilmektedir. 1. halk/ yurttaş meclisleri"nin yeniden canlandırılması 2. Meclisler konfederasyonu oluşturma, 3. Gerçek yurttaşlığın okulu olarak komünal ve konfederal siyasetin inşası 4. Mülkiyetin "belediyeleştirilmesi" yoluyla yerel topluluğun ekonomik yetkiyle donatılması ve ortak üretim politikasının formülasyonunun kamusal demokrasi esasında gerçekleştirilmesi. Ekoloji Hareketleri , ortaya koyduğu sorunun (çevre/doğa/insan) aşılmasının daha kapsamlı bir çabayı gerektirdiğini fark etmeli, "doğa üzerinde insanın, kadın üzerinde erkeğin ve toplum üzerinde devletin tahakkümünü, teknolojik, kurumsal, kültürel olarak tamamen ortadan kaldıran bütünüyle yeni, hiyerarşik olmayan bir toplumun yaratılmasını hedeflemelidir. Toplum kendi içerisinde bir uyum ve dengeyi yakalayamadıkça, doğa ile olan ilişkilerinde de bir dengeyi yakalaması mümkün görünmemektedir. Doğada ki bütün renklerin, türlerin korunması gerektiği gibi, bütün toplumların, kesimlerin, halkların hakları korunmalı, geliştirilmeli ve aralarında ki uyumu sağlanmalıdır. Sonuç olarak, ekoloji "toplumsal ekoloji" olmalıdır. En önemli sorulardan biri nasıl gelişecek? sorusudur. Yani ekolojik toplum nasıl örgütlenecek? Sorunun tespit yöntemi, nasıl örgütlenebileceğini, kimin/kimlerin örgütlenmede öncülük yapabileceğini de ortaya çıkarır. "Ekoloji hareketi yeni toplumsal hareketler içerisinde yer almaktadır. Yeni toplumsal hareketler, ileri endüstri toplumların içinde doğmaktadır". Bu tespitten yola çıktığımızda, ekoloji hareketin ileri endüstri toplumların içinden doğmuştur sonucuna varırız. bu doğrudur ama "sorunun kaynağı 200 yıllık ileri kapitalist toplumlardır, sorunun çözümü de aynı kaynaktan gelişecektir" sonucunu çıkarabilir miyiz? Eğer bunalım sorunu sadece endüstri devrimi ve gelişim süreciyle ele alırsak bu sonuç çıkabilir. Ama bunalım sorununu "sadece burjuva, feodal ve antik toplumda değil, genel olarak sınıflı toplumda da değil, bizzat uygarlığın şafağında, yani hiyerarşi ve tahakküme ve bunları doğuran nedenlerle ele aldığımızda durum değişir. Aynı zamanda karşımıza dev gibi bir sorun çıkar ve buz dağının sadece görünen yüzüyle de uğraşmamış oluruz. Bu tespitten yola çıktığımızda son 200 yıl içerisinde ekolojik bunalıma neden olduğu ileri sürülen gelişmeler bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Bu durumda bunalım sorunu, ileri endüstri toplumlarınca çözülecek sonucunu çıkaramayız ve yönümüzü farklı yerlere de çevirebiliriz. Yani batı merkezli bir düşünüş ve çözümden sıyrılabiliriz. Bunalım sorununun çözümü konusunda yönümüzü çevirirken, bu durum ileri endüstri toplumlarının sorunun çözümünün dışında kalacağı vb. bir sonuç çıkarmamızı da getirmez. Keza şu anda ekoloji hareketlerin geliştiği toplumlardır Ve yaratılmaya çalışılan ekolojik bir toplum ve ekolojik bir dünyadır. dolayısıyla sorunun çözümü dışında düşünülecek toplum da yoktur. Tespit etmeye çalıştığımız şey, ekolojik bunalıma karşı mücadele hangi alanda daha güçlü ve sonuç alıcı gelişip genel çözümün önünü açacağıdır. Bu konuda teorik çözümlemenin ötesinde, pratik olarak sorunla mücadelenin gelişebileceği ve hareketin büyüyeceği alanı tespit etmeye çalışalım m Bunalım sorununun temelinde "toplumsal hiyerarşi ve insanın insan üzerindeki tahakkümünün doğaya indirgendiği" tespitinden yola çıktığımızda, ( bu sorun bunalımın en derin nedenidir) batı toplumlarına karşın şu an hiyerarşi ve tahakkümün en derin ve yoğun yaşandığı alan doğu ve orta doğu toplumlarıdır durumunu çok açık bir şekilde görebiliriz. Bütün toplumlarda bir şekilde hiyerarşi ve tahakküm olgusu yaşanmaktadır ama ifade ettiğimiz gibi en derin yaşanan alan doğu ve Ortadoğu toplumlarıdır. m Sorunu (asıl sorunun sonuçları olsa da) 200 yılık sanayi-endüstri gelişimin getirmiş olduğu tahribatlar itibariyle ele aldığımız da; batı sanayi ülkeleri kendi gelişimleri için hammadde elde ettikleri, elde ederken ve işlerken tahribatlar yarattıkları , kimyevi üretimlerin yapıladığı, zehirli atıklı fabrikaların kurulduğu, bir bakıma "batının çöplüğü" konumunda ki alan doğu ve Ortadoğu dur. Bu alanda yaşayan toplumlar, sanayi gelişiminden olumsuz olarak en çok etkilenen ve kirliliğin en çok olduğu toplumlardır. m Batı toplumları, kendi içerisinde kimi çelişkiler yaşamasına rağmen köklü bir değişim ihtiyacı duymazken, şuan doğu ve Ortadoğu toplumları yaşadığı derin çelişkiler karşısında radikal ve köklü bir değişim ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Ekolojik bir toplum oluşturmak için radikal devrimci değişim gerekmektedir. m Batının "ak yada kara" ,"ya büyü yada öl" gibi düşünce sistemine karşın, doğunun "olasılıklı" ve "çetrefilli" düşünce sistemi ekolojik toplumun gelişmesine daha yatkın bir tarzdır. m Doğu ve Ortadoğu toplumlarının doğa ile olan ortak yaşam ilişkisi daha yoğundur. tarih boyunca bu toplumların doğayla kurmuş olduğu uyumu günümüzde de halen devam ediyor olması, ekolojik toplum kurmada önemli bir faktördür. m İnsanlar/toplumlar direkt etkilenmedikleri ve kendi adlarına biçimlendirmedikleri hiçbir şeyi sahiplenmez ve geliştiremezler. Bu tespiti yaparken bilinç faktörünü de göz önünde tutmaktayım. Yani dolaylı bir etkilenme de olsa bilinçlenme yoluyla sorunu sahiplenme durumu gelişebilir. Ancak ilk tespite olduğu gibi ve ilk 2 maddeye dayanarak, sorunun direkt mağdurları(doğu-Ortadoğu toplumları) sorunun çözümünde daha kararlı ve direngen katılma potansiyeline sahiptirler. Batı, doğu ve ortadoğu toplumları için tespit yaparken bu alanlara ait bütün toplumları aynı derecede tutmamakta, ağırlıklı bir durum ifade edilmeye çalışılmıştır.) Bu tespitlerle, ekolojik bunalımın aşılması için yoğunlaşılması gereken alan olarak doğu ve Ortadoğu adres olarak göstermekteyiz. Bunu yaparken bu toplumların şuan içinde bulunmuş olduğu handikapları da görüyoruz. Özellikle yukarıda ki maddelerde ifade ettiğimiz durumun bilincinde olmama özellikle "çöplük" konumunda kullanıldığını görmeme durumu bir dezavantaj oluşturmakta ve bu toplumları harekete geçirme konusunda daha fazla yoğunlaşılmasını gerektirmektedir. Görüldüğü kadarıyla, ileri endüstri toplumları içerisinde gelişen ekoloji hareketler, entelektüel bir birikime, bilinçlenmeye dayalı gelişmektedir. Toplumsal ekoloji gruplarını bir tarafa bıraktığımızda bir çok grup bir hobi olarak sorunla ilgilenmekteler. Yani ekolojik bunalımın ağır mağdurları değiller bundan da kaynaklı olsa gerek bu grupların toplumsallaşması ve gelişmesi pek görülmemektedir. Doğu ve Ortadoğu insanının durumu ise daha farklıdır doğu insanının özgürlük ve beşeri olarak dahi yaşama alanı oldukça daralmıştır ve bunalım sorunun ağır hastası konumundadır. Batı da ekoloji hareketlerinin karşı karşıya kaldığı bir başka tehlike de dejenerasyon durumudur. Bir çok nedenle ifade edilebilecek bu tehlikenin oluşmasında önemli bir etkende; hareketlerin batı sınırını aşıp sorunun yoğun yaşandığı merkezlere açılım yapamamasıdır. Batı da örgütlenen ekoloji hareketle çalışmalarını doğuya kaydırmalı ve ekolojik bunalımla mücadeleyi burada vermelidir. Bunların sonucunda şu formülasyonu kurabiliriz; şuan ekoloji hareketlerin gelişmesinde düşünsel öncülük geliştiren, sorun hakkında çözümleme ve tespit yapan batı dır, fakat bilinçlenme ve örgütlenme ile tahakkümün ve hiyerarşinin parçalanacağı, "batının çöplüğü" olmaktan kurtularak endüstriyel yayılmanın sınırlandırılabileceği merkez doğu ve Ortadoğu'dur. Ortadoğu toplumlarının ekolojik bunalım karşısında bilinçlenmediği ve örgütlenmediği tespitini yaparken Kürtlerin durumunu ayrıca ele almak gerekiyor. Hatta Kürtlerin Ortadoğu da ekolojik hareketin gelişmesinde öncülük rolüne sahip olduğunu da rahatlıkla ifade edebilinir. Kürtlerin Ortadoğu da maruz kaldıkları tahakküm ve bunun karşısında özgürleşmek için çok diri bir mücadele sahibi oldukları bir yana, Kürtlerin özgürlük hareketi Kongra-Gel ekolojik bunalımı da görerek stratejisini, Demokratik Ekolojik Toplum Paradigması üzerine kurmaktadır. Şu an batı da dahil olmak üzere, bu büyüklükte hiçbir örgüt ekolojik bunalım sorununu sahiplenmemekte ve ekolojik topumu kurmayı temel paradigması haline getirmemiş durumdadır Tüm bunların sonucunda Kürtlerin ve doğu toplumların yapması gereken (ekolojik bunalımın mağdurları da olarak) kendi öz güçlerine dayanarak ekolojik bunalım sorununu en çok tartışan toplumlar olmalıdır. Not: Roja Ciwandan aktarilmistir.

......anladimsa arap olayim.Rehber apouya recber olayim.kurban....hele su Ekolojiyi bizim anlayacagimiz sekilde formule ette anliyak.oku oku kafa yorili

EKOLOJI ye giris 1 Gönderen: HeK (IP Kaydedildi) Tarih: 15 April, 2008 16:10 bir kere unutulacak bilgileri gecelim (iste bu terimi ilk olarak fismekan kullandi su tarihte filan turuden. bunlari nasil olsa cogunluk simdi ogrense bile sonra unutacak). benim aktaracagim bilgiler ise Selma Lagerløf un BILGI kriterine(dip not 1) (bundan boyle SLBK olarak anacagim) gore daha fazla aklida kalabilecek seyler olacak. teferuatti merak eden web ortaminda istemedigi kadar tefferuat bulacaktir. aslinda sadece ekolji icin degil butun bilgi edinme kullanma surecinde bilgi idaresi acisindan burda uygulamak istedigim (becerebilirsem) mumkun mertebe hafizaya en az yuk olacak tarzada bilgilerle meraklisinin merakini bir ust duzeye excite etme isine yuklenecegim meraksiz olupta yolunu sasirarak burya ugrayan da da merak uyandirmayi becermissek bu da yan fayda olarak bu cabanin urunu olmus olacak. ekoloji nedir? hic hazirlanmayin oyle tek kabul edilir tarihi henuz yok gecmiste de olmadi ben size benim benimsedigim tarifini aktaracagim biyoljik organizmalarinin cevreleri ve birbirileri ile etkilesimini (interaksyonu) inceleyen, yapisi geregi kimya fizik biyolji yi kapsayan bir alt bilim dali. bir seyi tarif ederken onu kapsamayan bir baska seyi de tarif etmek iyidir. boylece hafizaniza bir kerteriz yerlesmis olur ve asil bilgiyi ahtirlamadiginizda bu kerterizi hatirlayarak asil bilgiye varirsiniz. yukaridaki CEVRE (exterenal - surrounding) lafi anahtar. yani ekoloji organizmanin ic dunyasi ile degil dis dunyasi ile olan etkilesimi inceliyor oysa fizyolji onun ic dunyasina bakiyor. ekolji sadece organizma ve onun biyoljik olmayan (fiziki-jeolojik-kimyasal) cevresinin etkilesimine degil -baska organizmlarla (biyolojik cevre) olan etkilesimine de bakiyor. ekolji sadece etkilesimlere degil turlere , turlerin dagilimina, turlerin cokluguna, turlerin tarihine evrimine gelecegine de bakiyor. simdi kafanizda bir ekoloji tasavuru olustu. bunlardan bize ne demeyin dunyaya gelmis gecmis en korkak en yirtik manuplator kurdlere yalan yanlis bir ekolojik toplum projesi cizdi alicisi da var hatta uyduruk bir bayragi bile var. bu sarlatanlari hayatimiza girdikleri gibi cikartmak icin bilgiden baska basvuracak merci yoktur. allah ve halkimiz bu hususta bizlere pek yardim edemez! bugunluk ders bu kadar. dua edin odev vermeyen bir hocayim kulak da cekmem ama bilgiye karsi saygi disiplin ve ciddiyet isterim tenefuste azami serbesti derste lab da azami sorumluluk disiplini (askeri disiplinden farklidir!) haydi kolay gelsin HeK Dr. Mirabilis in Vain in hocasi! DIP NOT 1: Selma Lagerløf un BILGI kriterine SLBK) bu nedir? bunu bosuna Google da aramyin muhtemelen ya benim daha once yazdigim bir nota yada bu yaziya cikacaksiniz. ancak sunu Google da Wiki de arayabilirsiniz ki size oldugu gibi bana da fydasi olur cunku Sela Lagerløf un bu bilgi tarifini her zaman yaptigim gibi asagida aktaracgim bu bilgi tarifini nerde ne zaman okudugumu hatirlamiyorum. not almissam bile notu nerye aldigimi da hatirlamiyorum. uc asagi bes yukari soyle diyor selma lagerløf : BILGI ogrendigimiz her seyi unuttugumuzda aklimizda kalandir! SLBK ise madem ogredgimiz seylerin onemli bir bolumunu unutuyoruz, o halde selma nin bilgi diye tarifledigi geride hatrimizda kalan bolumunu ogrenme surecine sokup oteki unutulmaya mahkum porsiyonu minimize edecek bir kriter olarak kullanmaya kalkiyorum. bakalim sonuclar SLBK yi ise yarar bir hale getirise muhtesem lafin sahibi selma lagerløf un lafini kullanilabilir bir kriter e cevirme becerisini gosteren de ben olmus olacagim.basarirsak az buz bir is degil! -bu arada BB etmez kaba adamdir ben sHx a Borgia italyasi ile huzur dolu isvicre yi kiyaslayan ornegin kaynagini bulup onumuze koydugu icin ben burdan tessekur edeyim. kurdistanda bilgi evinin duvar iscileriyiz-boyle boyle bu bina yukselecek

EKOLOJI dersleri II- EKOLoJIK TOPLUM nedir ne degildir! Gönderen: HeK (IP Kaydedildi) Tarih: 20 April, 2008 21:09 ekoloji nin kaba tarfini gecen derste verdik bugun kurlderi daha fazla ilgilendirecek bir mevzuya hizla girip cikacagiz. siyasi mevzuklar kurdler icin halen en cekici mevzular. ekoloji kavraminin siyasete bulastirilmasi isini kurdler apo nun ekolojik toplum tabirini sik sik kullanmasi ile tanimis oldular (cogunluk icin bu boyle). ekolojik toplum (social ecology teriminin karsilgi olarak kullanilmis olmali- aksi halde ecolgical society (literal karsligi) ekolji bilimi ile ugrasan bazi gruplarin dergilerin adi olarak kullanilir ve toplumsal projelerle ilgisi alakasi yoktur!) hizli bir tarihce kim attmi bur kavrami ilk olarak? SLBK ilkemize gore isim misim vermek yok-fransiz bir anarssit 19 yy sonlarinda kullaniyor bu avrami ancak kavrami cok daha sonra iyice tanitan ve icini dolduran Murray Bookchin bu isimi verdim cunku apo da bir ara bir kac kez zikretti (apo nun genel tavri okudugu kitaplardan yaptigi plagrismleri ortmek icin soz konusu kisiye ve gelistirdigi bu teze deginmesi hemen ardindan mutlaka ama mutlaka kendisinin bu mevzuyu cok derinlestirdigini , adini verdigi kisinin ise bunu beceremedigini belirtir. istisnasiz faydalandigi her gorusten bu bicimde referans yapar-meraklisi avukat gorusmlerine veya teyip cozumu kitaplarina bakar) bu vatandas NY lu bir anarsit ve apo nun kurdlerin yanlis algilayacagini bile bile ortaya attigi belediyeler arasi konfederalizm kavraminin da mucudi bu kisidir. neyse konuyu dagitmadan "ekolojik toplum" yada orjinal bicimine daha yakin olan sosyal ekoloji kavramini irdelemeye gecelim. irdeleme tabirini ozel olarak sectim, cunku burda amacim ekoljik toplum denilen isimlendirmeden icerige kadar ekolojiyi bastan asagiya yanlis algilamis bur projenin tarifi degil. uzun uzun tarifi MB nin turkceye muhtemelen cevrilmis kitabinda bulunur. ben ekoloji nin canli organismalarin birbirileri ve cevreleri ile olan tum etkilesimlerini inceleyen displine verilen ad oldugunu-haloyle bu holistik iliskinin ceryan ettigi her seyin de ekoloji olarak isimlendirldigini hatirlatirim ekoljik sistemler bazen belirgin bir bariyer ile birbirilerinden ayrilir. bu ayriliga ragmen bu farkli sistemlerin de geneli etkileme ve genelden etkinelme dinamigi surer gider. ekolojik etkilesimlerin en temel ozelligi nedir? diye soran olursa bunu tek cumle ile aciklamak mumkun olmasa bile gene de mecbur kalip tek cumle ile anlatcaksak nsanin olustirdugu ahlaki hukuki sosyal degerlerin hic birinin bu iliskilerde izine bile raslanmayacagi soylenebilir orasi biyolji kimya fizik ve jeolojinin domaindir orda acima ahlak esitlik hakkaniyet vs vs insan uygarligina ozgu kavramalar dizgiler yoktur. acikan yemek arar ve avini yakalayan parcalar. kaynak azaldiginda az kaynaga ilk ulasan veya en guclu olan kazanir oteki tur bertaraf olur orda acimasiz bir mucadele her saniye surer ekoloji de ahlak olamaz hukuk elbette olamaz av olur avci olur yem olur yiyen olur pray olur predator olur korkunc bir yaris vardir varolma yarisi tokezleyen yok olur canli organizmlardan bir cogu fizik kimya ve jeoljinin carklarinda telef olur en adaptif olanlari yasamaya devam eder bu tablo ekoljinin bir parcasi kendine has bir parcasi olan insan ile bozulur insan insan oldugu sempanzelikten uzaklastigi icin yukarida basit bir bicimde aktarmaya cabaladigim dongu.etikilesimin icine evrimin ona hediye ettigi beyni rasyonu ile yepyeni seyler sokmuistur bu sokusturma sonucu ekolojinin bir parcasi olan insan onun disindaki tum duzenleri en belirgin bicimde etkileyen haline donusmustur uretigi teknolji ile fizik kimya biyolji ve jeolji nin baska canli turlerini caresiz birakan guclerinin onemli bir bolumune karsi cikabilmis bu uzun macerasi sonucu kendi ortami kendi isine gelen seyler disinda kalan tum ekoljik dizgeyi alt ust etmeyi becermis bu alt ust olus halen de surmektedir. simdi insanin soyal dizgelerineæ ekolojik dengeleri kollayan kurallari apartmak ne demektir? ilk bakista kulaga cevreci modaya hish gelen seyler turu tukenen canlilara anlayis koruma daha sonra aranizda kaciniz basit bir bakteri kapmasi sonucu penisilinle baslayan bin bir turu cikan anti biyotik olmadan en sevdiginiz yavrunuzun olumune razi olarak -olsun ekolojik denge yerini bulsun bu savas bakterilerin hakkiydi onlara benim yavrum feda olsun der uzatmayayaim evinize bugune kadar yahova sahidleri girmemisse-sokmamissaniz bir kez sokun ve onlarin dagitigi burosurlere bakin kapak resimlerinde timsah aslan kuzu insan kara beyaz siyah ayi fil bin bir cesit nebatat palmiyeden tutun polar ortamlarda yasayabilen turlere kadar cicek bocek her sey mukemmel bir harmoni ile ele ele tutusmus gulumseyen insanlarla bilikte bir kere insani huzur masallari ve yesillik bortu bocek hikayeleri ile kadirmayi kafaya koymussaniz bu abuk sabuk gercek disi fantaziye de milyonlarca alici bulursunuz. ekoljik toplum da boyle bir seydir gerceklesme sansini ciddiye alip tartismak bile manasizdir NY lu ne yapacagini sasirmis bir anarsistin buyuk kentin yabancilasma pencesinde ruhlari isizlasmis bireylerine sundugu ufak bir din denemesidir. orda tuttu mu? imkani var mi? tutarsa gene cehaletin pencesinde vahsetin postali altina inim inim inleyen zavaali kurdistan da tutar. apo efendi ve onun utanmdan universite meezunuyum diyebilen dusunme tembeli muritleri arasinda. hic bir dogru durust imkana ulasamamis siradan ahaliyi bu telinin icine sokmuyorum.onlarin da birey ve akil fikir beyin sahibi evrimlesmis yaratiklar olarak gunahlari var. onlarin gunahlarinin platformu baska alanlarda. hurmetler HeK

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.