[b]Arif SEVİNÇ: Kürtlerin bilincinde yaşadıkları toprakların adı Kürdistan dır.[/b]
[img]http://www.serbesti.net/down/tevkurd.jpg[/img]
Arif SEVİNÇ:
"Kürtlerin bilincinde yaşadıkları toprakların adı Kürdistan'dır"
Şanlıurfa 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde 17. haziran 2008 tarihinde KUDÇG (TEVKURD) aktivistlerinin yargılandığı davanın ilk duruşmasında Dema Nû gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Arif Sevinç'in yaptığı savunmadır.
ŞANLIURFA 3. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ'NE
Dosya No...:
Davacı......: K.H.
Suç..........: Halkı Kin ve Düşmanlığa tahrik Etmek
Konu........: İddianameye karşı savunmamdır.
Açıklamalar:
Sayın savcı, hazırladığı iddianamede şahsıma yönelik suç isnat ederken yaptığım konuşma dan aldığı bir bölümü aktarmaktadır. Burada; “konuşmacılardan şüpheli Arif Sevinç yapmış olduğu konuşmada; Türkiye Cumhuriyeti Sınırları içinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı bölge olan doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesini Türkiye Kürdistanı olarak adlandırıp, “Kürdistan devrimine daha çok var ama onu sağlıklı temellerini şimdiden atalım. Kürtler yeniden yapılanarak hem zihniyette , hem modellerinde bu statükonun değiştirilmesi sürecinde özgürlükleri kavuşacak modelleri yaratacaktır“ şeklinde beyanda bulunarak halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği“ demektedir.
Cümle düşüklüklerini, ifade bozukluklarını bir tarafa bırakarak sayın savcının bu alıntıda neyin; hangi cümlenin ya da kelimenin suç olarak algıladığını, suçun gerekçelerini de beyan etmesi gerekmez miydi?
Anladığım kadarıyla iddia makamı;
1- Kürtlerden bahsetmemi,
2- Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı bölge olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini Türkiye Kürdistanı olarak isimlendirmemi,
3 Kürdistan devrimine daha çok zaman olduğuna işaret ederek, Kürtlerin “statükonun değiştirilmesi sürecinde özgürlüklerine kavuşturacak modelleri yaratacaktır“ belirlemesinde bulunmamı suç olarak kabul etmekte ve “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik“ ettiğimi iddia etmektedir.
Peşinen bu iddiayı reddediyorum.
Her şeyden önce İddia makamına, geçmişte de “suç“ olarak kabul edilen, bizim gibi binlerce Kürt aydınını mahkemelerde süründürülmesine, ağır bedeller ödemesine neden olan bir gerçeği kabul etmesini ve “ifade etme“ cesareti göstermesini kutlamak, bunu Türk yargılama sistemi açısından “hayra yormak“ gerektiğini ifade etmek isterim.
Sayın savcı burada “Türkiye Cumhuriyeti Sınırları içinde yaşayan ’Kürt' kökenli vatandaşların yaşadığı“ndan bahsetmektedir.
Doğrusu bu ’Kürt' kökenli vatandaş' tespiti geçmişten bu güne hep suç olarak kabul edilmişti.
Kürtlerden bahsetmek “Türk milletinin bölünmez bütünlüğü“ ne yönelik bir suç olarak algılanmıştı.
Mevcut Anayasa'da pek çok maddede ısrarla Türk milletinin bölünmez “bütünlüğüne“ vurgu yapılarak,“Kürt“ kelimesinin kullanılması, Kürtlerin varlığından bahsedilmesi halinde, Anayasa'nın 3. maddesindeki “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür“ sözlerine aykırılık olarak algılanıp, cezalar veriliyordu.
-1-
Ne yazık ki bu günde aynı zihniyetin yer yer devam ettiğine tanık olmaktayız.
Benim söz konusu toplantıda düşüncelerimi açıklarken kullandığım Kürt ve Kürdistan sözcükleri devletin geleneksel “red-inkar“ siyasetinin eleğinden geçmemiştir. Ve suç olarak algılanmıştır.
Sayın savcının “Kürt kökenli vatandaşların yaşadığı bölge olan doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesi“ gibi bir cümle kurarak yani aslında geleneksel yaklaşıma göre “suç“ işleyerek bana suç isnat etmesi de garip bir çelişkidir.
Bir başka savcı, bunun üzerinden sayın savcı hakkında dava açabilir; Kürt diyerek ve Kürtlerin Türkiye'nin bir bölgesinde yaşadıkları vurgulanarak hem Türk milletinin bütünlüğüne karşı suç işlenmiştir(!) hem de Kürtlerin toplu yaşadıkları bir bölgeden bahsedilerek “bölücülük“ (!)yapılmıştır diyebilir.
Ne yazık ki “Kürt“ kelimesi ve “Kürdistan“ kelimeleri sayın savcı gibi devlet adamları, Kürt olmayan politikacılar, yazarlar, çizerler vb tarafından dile getirildiğinde “normal“, ama biz Kürt aydınları tarafından söz konusu edildiğinde “suç“ teşkil etmektedir.
Neden ?
Çünkü Türkiye Devleti, siyasetini Kürtlerin, ülkeleri Kürdistan'ın inkarı üzerine kurmuştur.
Oysa Kürtler bu gün yaşadıkları topraklara dışarıdan gelmediler. Buranın en eski ve en köklü yerleşik halkıdırlar. MÖ 7000 yıllarından bu yana bu topraklarda yaratılan uygarlıkların da mirasçısıdırlar.
Kendilerine has zengin kültürleri, Hint Avrupa Dil Grubu'na ait dilleri vardır.
Bu dil Kürtçedir.
Kürtler bu gün yaklaşık 40 milyon nüfusa sahiptirler.
Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri tarafından ülkeleri paylaşılmış olan Kürtlerin 20 milyon kadarı Türkiye sınırları içinde kalan parçada; resmi makamların, resmi ideolojinin kalıplarıyla hayata bakanların ve dolayısıyla Sayın savcının “Doğu ve Güneydoğu Anadolu “diye isimlendirdiği Kuzey Kürdistan'da yaşamaktadır.
Kürdistan ilk kez Osmanlı imparatorluğu zamanında 1639 yılında İran ile yapılan Kasrı Şirin antlaşmasıyla ikiye bölündü. İkinci bölünme de 1.Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşti.
Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra, sınırları içinde kalan parçanın bir kısmı üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti diğer parçaları üzerinde de Irak ve Suriye devletleri kuruldu.
Bu gün Kürdistan; Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri arasında paylaşılmış durumdadır.
Öte yandan ne Osmanlı devleti döneminde ne de Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş sürecinde Kürtlerin ve ülkeleri Kürdistan'ın inkarı söz konusu değildi.
Hele hele bu kelimelerin telafuz edilmesinin“suç“ olarak algılanacağı kimsenin aklına bile gelmezdi.
Örneğin; başta Mustafa Kemal olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadrolar pek çok konuşma ve yazışmalarında Kürtlerden ve Kürdistan'dan bahsetmekteydiler.
Bu konuda 2 örneği ilginize sunmak isterim:
"Kişiye Özel.
El-Cezire Cephesi Komutanı Tuğgeneral Nihat Pasa Hazretlerine,
1-Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk gruplarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç politikamızın gereğidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamız ve hem de diş politikamız açısından ölçülü yerel bir yönetim kurulmasını savunmaktayız.
-2-
2-Ulusların kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtlerin bu döneme kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini kurmuş ve başkanları ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanılmış olması ve oyladıklarında kendi kaderlerine gerçekten sahip oldukları BMM (Büyük Millet Meclisi) buyruğunda yasam istekleri yayınlanmalıdır. Kürdistan'daki bütün çalışmaların bu amaca dayalı politikaya yöneltilmesi El-Cezire Cephesi Komutanlığı'nın görevidir.
3-Kürdistan'da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla durdurulamaz bir düzeye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesini engellemek aşamalı olarak yerel yönetimler kurulmasının zeminini hazırlamak ve bu yolla yürekten bize bağlılıklarını sağlamak Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bağlılıklarını pekiştirmek gibi genel yollar benimsenmiştir.
TBMM Başkanı Mustafa Kemal." (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550)
Yine bir başka belgede
Mustafa Kemal Adana'dan, 24 Mart 1919 günü, kendisi ve arkadaşlarıyla ilgili olarak ortaya atılan bir iddiaya karşılık, İstanbul'a Savaş İsleri Bakanlığı'na gönderdiği mektupta şöyle demektedir;
"Arkadaşlarımın bu alçakça suçlamaya karşı ne diyeceklerini bilemem. Yalnız kendi adıma açıklıyorum ki; Benim Anafartalar'da, Kürdistan'da, Suriye'de, başlarında bulunmaktan kıvanç duyduğum kahraman ordular, haydutların değil, Osmanlı ulusunun namuslu çocuklarından kurulmuştur." (Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1980, Sayfa: 139)
Yine Lozan görüşmeleri sırasında Avrupalı devletlerin Kürtlerin "azınlık" olduğunda ısrar etmesi üzerine İsmet Paşa'nın "Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti"nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir" dediği bilinmektedir.
Sayın Hakim;
Lozan Antlaşması yapıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, iktidarda olanlar siyaset değiştirerek Kürtlerin varlığını bile inkara yöneldiler.
Osmanlıdan arta kalan coğrafyada yani bu gün ki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan, farklı etnik kökenden gelen Müslüman nüfustan, bir “Türk ulusu“ yaratmaya giriştiler.
Bu durum dünyada eşi benzeri olmayan bir “ret, inkar ve imha “ politikasıyla yürütüldü.
En ilkel sömürgeci devletler bile sınırları içindeki milletlerin, etnik grupların haklarını gasp ettiler, zenginliklerini talan ettiler, gelişmelerini engelleyip aşağıladılar, zaman zaman kırımdan geçirdiler ama onları tümden yok saymadılar, varlıklarını inkar etmediler.
Ama Türkiye'yi yönetenler eşi görülmedik bir inkar ve asimilasyon politikasıyla Kürtleri Türkleştirmeye, direnenleri ise imhaya yöneldiler.
Pek çok kanun, nizamname, açık/ gizli raporlarla, çeşitli tuzak ve provokasyonlarla Kürtlerin yurtlarından, hiçbir yerde çoğunluk sağlamamak üzere batıya sürülmesi, kalanların şiddetle zorla asimile edilmesi, bu topraklara başka etnik kökenli insanların yerleştirilmesi sağlanmaya çalışıldı.
Kürt sorununu yaratan devlet, Kürtlerden, “Kürt sorunu“ndan bahsedenleri şiddetle cezalandırdı. Susturmaya çalıştı.
-3-
Susmayanları, çözüm konusunda program sunmaya kalkanları “bölücü“ diye suçlayıp cezalandırdı.
Kürtler bu politikalara baskılara karşı boyun eğmediler. Resmi açıklamalara göre, her seferinde kanla bastırılsalar da 29 kez baş kaldırdılar.
Bu gün gelinen aşamada bu politikanın bir sonuç vermeyeceği anlaşılmıştır.
Çok uluslu bir coğrafyada zorla bir “tek ulus“ yaratma projesi iflas etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenler artık ısrarla sürdürdükleri inkardan utangaçça da olsa vaz geçmeye başlamış “Kürt realitesini tanıyoruz“(Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel) demek durumunda kalmışlardır.
Cumhurbaşkanları; Turgut Özal, Süleyman Demirel ile Erdal İnönü, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve nihayet bu gün ki Başbakan Tayip Erdoğan başta olmak üzere pek çok politikacı Kürtlerin varlığından-Kürt gerçekliğinden bahseder, kendince çözüm önerilerinde bulunur duruma gelmişlerdir.
En son olarak Başbakan Erdoğan 12 ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır'da yaptığı bir konuşmada "İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa 'Ad koyalım' diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorudur. Benim de sorunumdur" , "Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir" diyebilmiştir.
Ancak dünden bu güne tüm yöneticiler gibi O'nun da Kürt meselesi karşısında samimi olmadığı, “derin “çevrelerin yani statükocu militarist kesimlerin itirazları karşısında “çark“ ettiği ortaya çıkmıştır.
Dünden bu güne, Türk devleti; Kürt meselesini inkar politikasına paralel olarak bir eşkıyalık, anarşi, bölücülük sorunu gibi göstermeye çalışmış ve şiddetle bastırmış, kimi dönemlerde de eğitim sorunu, ya da ekonomik geri kalmışlık sorunu olarak sunmayı tercih etmiştir.
Kürt meselesini azınlık sorunları çerçevesinde, kültürel açılımlar; demokratikleşme bağlamında bir alt başlık olarak değerlendirme eğiliminde olan politikacılar da çıkmıştır.
Oysa Kürt sorunu elbette ekonomik, kültürel siyasal boyutları da olan bir ulusal sorundur.
Buraya kadar sevinçle diyebiliriz ki artık “Kürt “demek, Kürt sorunundan bahsetmek suç olmaktan çıkmıştır.
Türk yargılama tarihi, bu alanda binlerce insanın mağdur olmasına neden olan davalarla doludur.
Resmi ideolojinin geleneksel savunucularından, Türk kökenli politikacı ve aydınlar tarafından dillendirildiğinde normal karşılanan bu kelimelerin, hala Kürtler tarafından söylendiğinde, altının kırmızı kalemlerle çizilmesinden vazgeçilmediği gözlense de, bu halin de bir süre sonra normalleşeceğini beklemek ve iyimser olmak gerektiğini düşünüyorum.
İddia makamının konuşmamda suç olarak tespit ettiği “doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesini“ Türkiye Kürdistanı olarak adlandırmama gelince;
Sayın Hakim;
Bant çözümlemelerinin çok sağlıklı yapılmadığını kabul etmek gerekir. Ancak ben yüksek olasılıkla “Türkiye Kürdistanı“ kelimesini kullanmışımdır.
-4-
Ancak bunu yukarıda da açıkladığım gibi Türkiye-İran-Irak ve Suriye devletleri tarafından tarihsel süreç içinde paylaşılan ve Kürtlerin yaşadığı ülke olan Kürdistan'ın, Türkiye sınırları içinde kalan kısmı için kullanmışımdır.
Türkiye Kürdistanı'ndan kasıt, Kuzey Kürdistan'dır. Bunun netleşmesinde yarar vardır.
Sayın Hakim;
Ne yazık ki statükocu inkarcı Türk siyaseti, bu gün de “Kürdistan“ demeyi, insanı yargılanmak hatta ceza almak üzere mahkemelerde süründüren “tehlikeli“, “yasaklı“ bir kelime haline getirmiştir.
Bu tutumun nedeni yukarıda açıklamaya çalıştığım devletin inkarcı politikasıdır.
Kürtleri her şeyiyle yok sayan bir rejim bu gün esnemiş olsa da, Kürtlerin varlığını-realitesini kabul etmiş, ancak onların yaşadığı ülkenin ağza alınmasını, ifade edilmesini resmi ideolojinin koyduğu isimler dışında anılmasını yargılanma nedeni yapmayı sürdürmektedir.
Esasen mevcut yasalarda “Kürdistan demek suçtur“ diye bir madde yoktur.
Bu güne kadar Türkiye'nin bir bölgesini, örneğin iç Anadolu bölgesi değil de “Kapadokya“ ve ya Marmara bölgesinin bir bölümünün “Trakya“ olarak isimlendirenlerin yargılandığı görülmemiştir.
Bilindiği gibi İddia makamının bahsettiği “doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesi“ 6 Haziran - 21 Haziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da toplanan Birinci Coğrafya Kongresi tarafından belirlenmiştir.
Yani tarihsel- bilimsel ve ya her hangi bir sosyolojik dayanağı yoktur.
Kürdistan ismi ise ta büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sancar (ölümü 1157) dan bu yana Kürtlerin yaşadığı ülke anlamında kullanılmış,daha sonra kurulan tüm devletler tarafından da sürdürülmüştür.
Osmanlı imparatorluğu da buna dahildir.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı Fransuva'ya yazdığı ve pek çok ülkenin yanı sıra “Kürdistan“ın da padişahı olduğunu ifade eden mektubu ünlüdür.
Kürdistan ismine gerek Osmanlı belgelerinde gerek, İslam ansiklopedisinde ve İslam belgelerinde, gerekse Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına ait pek çok belgede, sayısız yabancı kaynakta, uluslar arası belgede rastlamak mümkündür.
Ve en önemlisi de Kürtlerin bilincinde yaşadıkları toprakların adı Kürdistan'dır.
Devletin red ve inkar politikalarının bir yansıması olan “Kürdistan fobisi“ hiçbir sağlıklı temele dayanmamaktadır.
Kürtler vardır ve binlerce yıllık bir tarihsel süreç içinde istikralı olarak üzerinde yaşadıkları toprakların adı da Kürdistan'dır.
Bu bilimsel, tarihi, sosyolojik bir gerçekliktir.
İddia makamının bir gerçekliğin ifade edilmesini “suç“ olarak sunması, resmi ideoloji tarafından biçimlendirilmiş zorlama, sübjektif bir yaklaşımdır.
Sayın Hakim;
İddia makamının suç teşkil ettiğini düşündüğü diğer bir konu da;
Kürdistan devriminden, Kürtlerin “statükonun değiştirilmesi sürecinde özgürlüklerine kavuşturacak modelleri yaratacakları“ndan bahsetmemdir.
Yine bant çözümlemelerinin sağlıklı olmadığına dikkatinizi çekerek şu görüşlerimi sunmak isterim.
Dünyanın hızlı bir değişim sürecinde olduğunu, eski iki kutuplu, soğuk savaş dengeleri üzerine kurulu bir dünyanın yerini globalleşme denilen, küreselleşme denilen yeni bir
-5-
dünyanın aldığını görmek, Ortadoğu'nun da bu çerçevede yeniden şekillenmek üzere değişim sürecine girdiğini tespit etmek gerekir.
Bu gün Sosyalist sistem ile Kapitalist sistem arasındaki çekişmenin üzerine kurulu eski statüko bozulmuştur. Sosyalist sistem sahneden çekilmiş kapitalist merkezler tarafından da Afganistan'dan Fas'a kadar çok geniş bir coğrafyanın yeniden şekillendirileceği ilan edilmiştir.
Bu anlamda Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Lübnan'da, Filistin'de meydana gelen gelişmeleri iyi okumak gerekir. Yakında da İran'ın bu değişimin bir parçası olması beklenmektedir.
Geçmişte İmparatorlukların parçalandığı, ulusal devletlerin tarih sahnesine çıktığı dünyanın 1. Dünya Savaşı'yla yeniden paylaşıldığı, Rusya da, 1917 de sosyalist bir düzenin kurulduğu, kapitalist dünya ile her alanda yarışa giriştiği bir süreç yaşandı.
Türkiye Cumhuriyeti de Ortadoğu'nun bu gün ki yapısı da o sürecin ürünleridir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan bu statüko Kürtlerin aleyhine oldu.
Osmanlı imparatorluğu tarihe karışırken Avrupa'da Arap nüfusun yaşadığı topraklarda pek çok devlet oluştu.
Sadece Kürtler bu süreçte ülkeleri parçalanmış, özgürlükleri gasp edilmiş, bulundukları her parçada da zalim rejimlerin kimi yerlerde soykırıma varacak zulümlerinin muhatabı oldular.
Örneğin Irak'ta BAAS rejimi Halepçe'de kimyasal gazlar kullanarak bir kenti¬ halkı toptan yok etmeye girişti.Kürtleri kendi topraklarından sürdü, Enfal politikalarıyla soy kırıma girişti.
Ancak BAAS rejimi yıkıldı.
Bu gün Irak sınırları dahilinde bulunan Güney Kürdistan'da halk özgürdür. Kendi ulusal kurumlaşmasını gerçekleştirmekte, kalkınma yolunda önemli mesafeler sağlamaktadır.
Türkiye'de de Cumhuriyet'in kuruluş sürecinde Kürtlere (Amasya mutabakatında olduğu gibi)verilen sözler tutulmamış, tam tersine tümden yok sayılmış, asimilasyon ve Kürtsüzleştirme politikaları uygulanmıştır.
Her ulusal- demokratik hak talebi kanla bastırılmış tenkil ve sürgüne tabi tutulmuşlardır.
1925 Şeyh Sait İsyanı, 1930 Ağrı Ayaklanması, 1937 Dersim Başkaldırısı başta olmak üzere 29 kez gerçekleşen ayaklanmalar bir birini izlemiştir.
Kürt sorunu bu gün de çözülmemiş, çözümü için gerekli özgürlükçü bir ortama müsaade edilmemiştir.
Bu gün Kürt sorunu Türkiye'nin en temel sorunudur.
Statükoyu koruma adına girişilen baskıcı tutumlar, hem Kürt sorununun bilimsel bir şekilde ele alınıp çözüm önerilerinin geliştirilmesine, hem de genel olarak Türkiye'nin demokratikleşmesine, ekonomik gelişmesine, uygar dünyayla bütünleşmesine engel olmaktadır.
Kürtlerin, Türkiye'yi de kaçınılmaz olarak içine alacak/almış olan bu değişim dalgasından olumlu bir şekilde yaralanabilmeleri için sabırlı olmaları, özgürlükleri için çağdaş-demokratik ve politik araçları, modelleri yaratmaları gerektiğini düşünüyorum.
Kürtler geçmişte bir özne olamadılar. Bu onların özgürlüklerine ve büyük acılar çekmelerine, mal oldu. Bu kez bir özne olarak siyaset sahnesinde yerlerini almaları gerekmektedir.
Söz konusu toplantıda bu çerçevede görüşlerimi sundum.
-6-
Sayın hakim
Bu değişim sürecinin iyi okunmasını ve bir şans olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye'yi yönetenler, statükocu politikalarla yol alınamayacağını, bu konuda ısrarın kaosa neden olacağını görmeleri gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti, red, inkar politikalarıyla değil, akılcı-demokratik çağdaş yol ve yöntemlerle yeniden şekillenmelidir.
Tüm bu açıklamaların yanı sıra;
Urfa'da yapılan ve bir aktivisti olduğum Kürt Ulusal Demokratik Çalışma Gurubu toplantısına katılıp görüşlerimi ifade etmem “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik“ suçu olarak algılanması statükocu zihniyetin düşünce özgürlüğünü kağıt üzerinde-göstermelik olarak “varmış“ gibi gösteren anlayışın bir tezahürüdür.
Oysa mevcut TC Anayasası'nın 25. maddesinde bile “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz“ denmekte, düşünce açıklanmasının “suç olarak kabul edilmemesi gerektiğini emretmektedir.
Keza Türkiye'nin taraf olduğu, imzaladığı ve iç hukuk normu haline gelen pek çok uluslar arası antlaşmada da kişilerin düşüncelerini barışçı bir şekilde açıklamalarının suç olarak kabul edilemeyeceği vurgulamaktadır.
Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi de bunlardan biridir.
AİHS'nin 10. maddesinin 1. fıkrasında da ifade özgürlüğü şu şekilde açıklanmıştır.. “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.“
Örneğin; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A (III) sayılı kararı ile benimsenip ilan edilen ve Türkiye'nin de taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 19. maddesi - Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, karışmasız görüş edinme ve herhangi bir yoldan ve hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir.“ Denmektedir.
Benim de söz konusu toplantıda dile getirdiğim görüşler düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.
Esasen AİHM bu tür konularda Türkiye hakkında çok sayıda karar verdiği bilinmektedir. Bu içtihatlar incelendiğinde de görülecektir ki, korunan, güvence altında olması gereken, özgürce ifade edilebilmesi için olanaklar sunulan düşünce yürürlükteki egemen düşünce, resmi ideoloji değil, resmi görüşün, tam tersi olan, hatta şok edici, sarsıcı düşünce ve fikirlerdir.
SONUÇ OLARAK: Açıklamalarım, suç unsurunu içermediği gibi, suçun unsurlarının da oluşmadığını ve tamamen ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Bu bakımdan hakkımda beraat kararı verilmesini talep ediyorum.
17.06.2008
Sanık
[b]Arif Sevinç[/b] -7-