Ana içeriğe atla

SOYKIRIM KURBANLARI VE ONLARIN HAYATTA KALAN ÇOCUKLARI İÇİN HAK VE ADALET! 14 Nisanda Paris'te düzenlenen Uluslar arası Sempozyuma sunulan Konuşma Metni Ali Ertem Sayın Konuşmacılar, Sayın Konuklar, Sayın Organizatörler, Sizleri Soykırım Karşıtları Derneği adına saygıyla selamlıyorum. Sayın Organizatörlere, bize böylesi uluslar arası bir platformda düşüncelerimizi açıklama fırsatı tanıyan anlamlı davetleri için candan teşekkür ediyorum. Bu gün, iki ülke için hayati önem taşıyan Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler nasıl normalleşir? sorusuna cevap aranacaktır. Sayın Organizatörlerin, Paris gibi tarihi öneme sahip bir başkentte ciddiyetine inandıkları farklı uluslardan jenosit araştırmacısı, tarihçi, insan hakları savunucusu, siyaset bilimci, hukukçu, devlet adamı, stratejik araştırma uzmanı gibi çok renkli bir bileşim teşkil eden uluslar arası bir forumun kanaatini kamuoyuna yansıtma çabalarını kutluyorum. Seçtikleri bu doğru yöntemin, barışa ve adalete olan inançlarının, bir başka ifadeyle kendilerine olan öz güvenin bir ifadesi olarak değerlendiriyorum. Üzerinde durulması gereken konu iki ana başlıkta ifadesini buluyor: 1. Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokollerin taraflara yüklediği görevler, karşılaşılan engeller ve alternatif çözümler 2. Ermeni Soykırımının uluslar arası tanınmasına, tarafların Zürih'te koydukları imzalar açısından mı bakmak gerekir? Şunu açıkça belirtmek isterim ki, biz bir sivil toplum kuruluşu olarak iki ülke arasındaki sorunları gerçekten çözmeyi amaçlayan her ciddi adımı, canı gönülden desteklemek isteriz. Ancak Ermenistan'la barışa ve iyi komşuluk ilişkilerine giden yolun çok büyük engellerle dolu olduğunu da göz ardı edemeyiz. Çünkü tarihte yaşanan olayların taraflara bıraktığı miras çok farklıdır. Dolayısıyla sorunların çözümü açısından tarafların omuzlarındaki görev ve sorumluluklarda o denli farklıdır. Benim imzalanan protokollere bakış acım da böyledir. Ancak protokolleri okuyup incelediğimde çıkardığım sonuç şudur: Protokoller her iki tarafa da aynı görev ve sorumluluk payı biçmektedir. Bizler, uluslar arası diplomasinin yoğun çabaları sonucu büyük zorluklarla atılmış bu adımın, yinede Ermenistan'la Türkiye arasında bir yakınlaşma umudu taşıdığına inanmak istedik. Her iki ülkede de imzalanan protokollere farklı gerekçelerle farklı tepkiler gösterildi. Ermeni halkı ve aydınları, TC- devlet politikasının saldırgan, katı inkârcı karakterini bildikleri için haklı olarak Zürih- Protokollerine eleştirici ve temkinli yaklaştılar. Türkiye'de azınlıkta kalan demokratik muhalefet, bağımsız sivil toplum kuruluşları bu girişimi “tarihimizle yüzleşmenin ve barış için somut bir adımın vesilesi olur“ umudu ile karşıladılar. Soykırım ve sürgünlerle yaratılan statükonun her şat altında devamından yana olanlar ve onların güdümündeki kuruluşlar, bu güne kadar uygulanan etnik yok etme politikasından hiç ödün verilmemesini istediler. İlişkilerin normalleşmesi için dikkate alınması gereken hayati gerçekler â–ºTürkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin gerçekten normalleşmesini isteyen hiçbir kimsenin, normalleşmeyi engelleyen ağır tarihsel yükün, 1915 Soykırımı olduğunu göz ardı etmesinin mümkün olamayacağının; â–ºMevcut koşulların soykırımın bir sonucu olarak tamamen Ermeni halkı aleyhine değişmiş (nüfusunun üçte ikisini, ülkesinin en az on da sekizini kaybetmiş, mal varlığına el konmuş, hayatta kalanlarının çoğu sürgün edilmiş) olduğu gerçeğinin göz ardı edilemeyeceğinin; â–ºBir tarafın (Ermenistan Cumhuriyeti) soykırım mağduru bir halkı temsil ederken, diğer tarafın (Türkiye Cumhuriyeti) soykırımın faili bir egemenliğin devamını ve onun tarihi mirasını omuzlarında taşıyan temsilcileri olduğu gerçeğinin; â–ºBu nedenle tarafları görece “eşit partnerler“ olarak değerlendirmenin, Ermeni halkına karşı kabul edilemez bir haksızlık olarak görülmesi gerektiği inancındayım. Türk- Ermeni ilişkilerini bu çerçevede ele aldığımızda, sorunun Ermenilerle Türkler arasında bir sorun olmaktan çıkmış olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. İnsanlığın, 1915 soykırımının her türlü yaptırımdan muaf tutulmasını isteyen, ekonomik ve askeri gücünü, jeopolitik konumunu, stratejik dengeler içindeki yerini, uluslar arası ilişkilerini, akla gelebilecek bütün avantajlarını, Ermeni halkına karşı, onunla birlikte soykırımdan geçirdiği Süryani ve Helen halklarına karşı birer baskı unsuru haline dönüştürerek, insanlığa meydan okuyan bir TC- egemenlik sorunu ile karşı karşıya olduğu görülmektedir. Protokollerin onayı için dayatılan ön koşul Başbakan Erdoğan'ın şu açıklaması bizlere, Türkiye tarafının Ermenistan'la ilişkileri “normalleştirmeye“ ne derece hazır olduğunu konusunda bir fikir edinmemize yardımcı olmaktadır: "Azerbaycan'ın Yukarı Karabağ hassasiyeti bizim de hassasiyetimizdir... Yukarı Karabağ'ın işgali bir sebep, Türkiye'nin kapıları kapaması bir sonuçtur. İşgal kalkmadıkça kapıların açılması mümkün değildir" (http://kitapdergi.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=56410) 13 Ekim 2009 tarihli Radikal gazetesi de “TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Murat Mercan, Karabağ çözülmeden protokollerin TBMM'de onayının beklenmemesi gerektiğini söyledi.“ Şeklinde yazmaktadır. Ciddiyet bunun neresinde? Bir taraftan dünya kamuoyunun gözleri önünde bir belgenin altına imza koyacaksınız. Diğer taraftan da, üzerinize düşen sorululuktan kaçmak için onunla hiç alakası olmayan “Karabağ“ ön şartını koyacaksınız. Bu tavır, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi amaçlayan en küçük adımı başından itibaren sabote etmekten başka bir anlam ifade etmez. Zira “Karabağ“ sorunu Türkiye ile Ermenistan arasında değil, Ermenistan'la Azerbaycan arasında bir sorundur. Büyük bir deprem felaketi sonrası Ermenistan'ın bağımsızlığını ilan ettiği (21 Eylül 1991) en zor yılları ve Sovyetler birliğinin dağılma sürecini fırsat bilen Türkiye, bölgedeki dengeleri kendi lehine değişmek için Azerbaycan faşist odaklarına açıktan destek vermişti. Bunun bir sonucu olarak Azerbaycan yönetimi altındaki Ermenilere karşı Bakü ve Sumgyıt'ta başlatılan katliamlar, “Karabağ“ sorununa zemin hazırlamıştır. Arzach bölgesinin özerkliğini tek taraflı ortadan kaldırarak Ermeni halkına savaş açan Azerbaycan'dır. Aslında Ermenistan'ın müdahalesi, hem Türkiye'nin yayılmacı emellerini, hem de Ermeni halkına karşı ikinci bir soykırım planını boşa çıkarmıştır. Hal böyle iken uluslar arası hukuk kurallarını hiçe sayarak, 93'ten bu yana sınır kapılarını kapalı tutan TC- devletidir. Şimdi de protokollerin onayı için Ermenistan'a “Karabağ“ şartı dayatmayı, ahlaki ölçülerle bağdaştırmak mümkün değildir. Tehdit ve şantaj, soykırım kararları ve protokoller sorunu Tarihte bugüne kadar diğer halklarla itilaflı hiçbir sorununu barışçıl yoldan çözemeyen Türkiye'nin, tehdit ve şantaj geleneksel Türk dış politikasının vazgeçilmez bir unsurudur. Çözüm bekleyen hayati sorunlar gündeme geldiğinde, somut adımlar atmak yerine, derhal tehdit ve şantaj devreye girer. Protokoller meselesi bağlamında üçüncü ülkelerin parlamentolarından çıkardıkları soykırım kararları, sadece “Ermeni açılımını“ sabote etmekle kalmaz, aynı zamanda Ermenilerin “huzurunu“ da tehlikeye sokarmış. Başbakan Erdoğan'ın ibret verici şu açıklaması tehdit ve şantaj geleneğinin çapıcı örneklerine bir yenisini eklemektedir: “Ermenistan'la ilgili gelişmelerde de sıkıntı bizim değil, sorun bizim değil, aslında Ermenistan'ındır... Eğer Ermenistan'ı seven ülkeler varsa, başta Amerika, Fransa, Rusya olmak üzere, bir defa Ermenistan'ı bu diasporanın ipoteğinden kurtarmaları gerekir..." Bakın benim ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim; bunu yapacağım.“ http://www.gazeteport.com.tr/DUNYA/NEWS/GP_651991 “Barış“ ve “dostluk“ gibi insani değerlerin halklarımız arasında hayat bulması, biraz sağduyu, biraz da vicdani sorumluluk gerektirir. Bence, Başbakanın bu açıklaması, Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini isteyen vicdan sahibi bir devlet adamının sarf edebileceği sözler değildir. Üçüncü ülkelerin soykırım kararlarında ne “kaçak Ermenilerin“, nede “kendi“ vatandaşlarının her hangi bir sorululuğu yoktur. Bu kararlar dolayısı ile Ermenileri sürgün etmeye kalkışan anlayışın, yârin gündeme “Türkiye aleyhine“ olduğu sanılan başka bir sorun geldiğinde, bedelinin yine başkalarına ödetileceğinden kuşkumuzun olmaması gerekir. Soykırımlar, pogromlar, etnik yok etmelerle dolu olan yakın tarihimizin tecrübeleri, bedelin her zaman sistemin “Türklük“ şablonuna uymayan masum vatandaşlarına ödetildiğini gösterir. Bu durum bize, Türkiye'de başa hangi hükümet gelirse gelsin, devlet politikasının değişmediğini göstermektedir. Mevcut AKP hükümeti de, her ne kadar diğerlerinden farklı bir tutum geliştirme çabası içinde gözükse de, sonuç olarak soykırım katillerini aynı kararlılıkla savunmaya, yalan ve hamaset edebiyatı üzerine kurulu tarih anlayışı temelinde halkı manipüle etmeye devam etmektedir. Örneğin her yıl “deniz zaferi“ diye kutlanan 1915 Çanakkale muharebesine ilişkin konuşmalar, yöneticilerimizin akli dengelerinin yerinde olup olmadığını tartışma konusu yapacak derecede trajikomiktir. Tarihimizin karanlık sayfalarını inkâr korosuna Başbakan Erdoğan da aynen katılmaktadır: ''Altını çizerek ifade ediyorum, bu ülkenin Mehmetçiği nasıl tarihe sığmayacak kadar büyükse bu ülkenin tarihi de parlamentolarca çarpıtılamayacak kadar temizdir, azizdir, şanlıdır, güneş gibi parlak bir hakikattir... Bizim medeniyetimizde öldürmek, katletmek, soykırıma uğratmak yoktur.“ http://www.turkishny.com/headline-news/56/26384-erdoan-1915te-canakkalede-savaan-bir-millet-soykrmla-yarglanamaz Özelliklede son yıllarda açık bir biçimde antisemitizme kayan AKP hükümet yetkililerinin ve AKP yerel politikacılarının, geniş antisemit tabanı pohpohlayan popülist açıklamaları kaygı vericidir. Başbakan Erdoğan'ın, "...Gazze olayı ile Darfur'u birbirine karıştırmamak lazım. Ben Darfur'a bu olaylar üzerine gitmiş bir Başbakanım ve onu yerinde inceledim ama kimse Darfur'a girme demedi. Ve orada böyle ifade edildiği gibi soykırım tespitini biz yapamadık... Mensubu bulunduğumuz İslam dinine mensup olan bir insanın soykırım yapması asla mümkün değildir." ( http://www.haberakademi.net/haberyaz.asp?hbr=10364) açıklaması, Ömer el Beşir ve Saddam Hüseyin gibi kitle katillerini, İsrail'i haritadan silmek isteyen Ahmadinejat gibi Holocaust inkârcısı Yahudi düşmanlarını aklama çabasından öte bir anlam ifade etmemektedir. Şuna inanıyorum ki, Türkiye, “uygar dünyanın“ soykırım inkârına seyirci kalmasından cesaret almaktadır. Gerek ulusal meclislerin, gerekse uluslar arası kurumların soykırımı tanıma kararları, her hangi bir yaptırım gücüne sahip olmadığı sürece, devlet yetkililerinin ne bu kararları ciddiye alma, ne de Ermenistan'la ilişkileri “normalleştirme“ sözünün arkasında durma diye bir kaygısı vardır. Bu nedenledir ki, devlet Kürt halkının ulusal haklarını Alevi halkının inanç özgürlüğünü gasp etmekte ısrarlıdır. Hak ve adalet ekonomik, politik çıkarlara kurban edildiği sürece soykırımın inkârı, devam etmekte ve kapılar yeni soykırımlara açık tutulmaktadır. Örneğin Almaya-Türkiye ilişkilerine baktığımızda bu gerçek çok açık görülür: Almanya Bundan beş yıl önce, federal parlamentodan 1915 imha harekâtına ilişkin “soykırım“ kavramını kullanmaktan kaçınan bir karar çıkardı. Kıyıdan köşeden Keiser-Almanya'sını suç ortaklığına da değinen bu kararda önüne bazı görevler koyan Almanya, aradan geçen beş yıl içinde hak ve adalet için hiçbir şey yapmadı. Ermenistan'la Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin düzelmesi doğrultusunda hiçbir çaba harcamadı. Almanya'da bulunan Türkiyeli göçmenler üzerindeki ırkçı ön yargıların aşıla bilmesi için hiçbir önlem almadı. Fakat Almanya, 2005'ten bu yana silah ticaretini %100 attırdı. O günden bu güne Türkiye, Almanya'nın silah müşterileri arasında 1. sırada yer almaktadır. Sonuç olarak, 1915 Soykırımı sadece Türkiye ve Ermenistan hükümetlerini ilgilendiren diplomatik bir sorun değildir. Dünyanın dört bir yanına dağılmış soykırım mağduru halklar kadar, soykırımın gerçekleştiği geniş bir coğrafi alan halen bu yıkımın derin izlerini taşımaktadır. Hak ve adalet yerini bulmadan gerçek bir dünya barışından söz edilmesi ve yeni soykırımların engellenmesi de mümkün değildir. Bu nedenle TC-devletinin soykırımı tanıma yükümlülüğü hiç bir meseleye pazarlık konusu edilmemelidir. Sınır kapılarının açılması, ticari, kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, soykırım konusunda koparılacak her hangi bir “tavize“ vesile olarak değil, sorunların adil ve barışçıl çözümlüne hizmet eden bir adım olarak görülmelidir. Arzach- Ermeni halkının kendi kaderini belirlemek, istediği takdirde Azerbaycan'dan ayrılmak ta hakkıdır. Bu konunun da ne ikili ilişkiler geliştirilmesine, ne de sınır kapılarının açılmasına bağlanamayacağı inancındayım. Sabrınız için teşekkür ediyor hepinizi saygıyla selamlıyorum. Soykırım Karşıtları Derneği adına: Ali Ertem Paris, 14 Nisan 201o

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.