Skip to main content
Submitted by Aso Zagrosi. on 8 September 2009

[url=http://www.newroz.com/modules.php?name=News&file=article&sid=6136]

O dönem yaşamış ve gelişmeleri yakından bilen bir çok tarihçiden verdiğim alıntılardan da görüldüğü gibi Şeddadi Kürd devleti Bizans İmparatorluğu ile girdiği bu savaşı kazanmıştır ve onlara büyük kayıplar vermiştir.

Bundan öncede Şeddadi Kürd devleti ile Ermeni ve Gürcü kralıkları arasında bir çok savaş olmuştur. Bu savaşlardan biride 1036 savaşıdır.
Bu konuda Urfalı Mateos şöyle yazıyor: “Bu zamanda İran'ın büyük Emiri Abusuwar, müslüman milletlerden 150.000 kişilik bir oradu hazırladı. Büyük bir şiddetle hıristiyanlara karşı yürüdü. O, öldürücü bir öfke ile Ağuvan memleketinde Topraksız David'in eyaletine girdi ve hıristiyanları büyük endişe ve keder içine düşürdü. Müslüman askerlerin çokluğundan korkmuş olan David, onlara karşı çıkmaya cesaret edemedi. Şerir Abusuvar ise bir çok eyaletle 400 kadar müstahkem mevki ve kale zaptetti. Orada bir yıl kaldı ve memleketin büyük bir kısmını itaat altına aldı. O, bundan sonra David'e karşı yürümeye karar verdi. Naçar bir şekilde kalan David, Ani Kralı Hovannes'e haber gönderip ’ Abusuvar bütün Ermeni eyaletlerini zaptettikten sonra bana karşı yürümektedir. Bana yardım etmesen ona itaat edip rehberlik edecek ve senin ayeletin olan Şirak'ı tahribata uğratacağım“ ( Urfalı Mateos, Vekayiname, sayfa 69)

Yine Urfalı Mateos'un söylemiyle David Gürcü ve Abhaz Kralına, Gaban Kralına ve daha bir çoklarını aynı tehditkar mektubu gönderiyor ve yardım istiyor. Onun anlatımyla hıristiyanlar 20.000 kişilik bir ordu oluşturuyor ve Apusuvarı yenilgiye uğratıyorlar.

Aynı savaşa ilişkin olarak La Chronique Georgienne'de “Gürcistan'ın en büyük hakimi Liparit Orbelian'ında müslümanlara karşı savaşa katıldığı“ yazıyor.(akt René Grousset, Histoire de L'Armenie, sayfa 565, Payot, Paris)
Fakat sözkonusu eserde “Abusuwar'dan değil Fazlun'dan“ sözediliyor. Buna benzer hatalar bir çok tarih kitabında mevcuttur.
Sözünü ettiğim bu savaşlar döneminde Türkler hâlâ bölgede yoktular. Urfalı Mateos tarafından Abusuwar'ın askeri gücü abartılmış olsada çok ciddi bir güce sahip olduğu açıktır. Daha önce Prens Keykawus'tan verdiğimiz alıntıda görüldüğü gibi bir çok insan onun saflarında ve önderliğnde savaşmak amacıyla bölgeye akın ediyordu. Geçenlerde Zaman gazetesi yazarlarından Mustafa Armağan “10.000 Kürd savaşçının Malazgirt savaşına katıldığına dair“ alıntıya asker değil, “yöre halkı“ gibi bir tespit yapmıştı.. Kürdlerin askeri olarak ciddi bir konumda olabileceklerini içine sindiremiyor. Ayrıca,Şeddadi Kürd devletini yok sayarak Malazgirt savaşını anlamak imkazsızdır.

Bu arada bölgede Malazgirt için başka bir savaşa değinmek gerekir. Çünkü, yanlış tarihi bilgiler ortada dolaşıyor. Sanki Türkler bölgeye gelene kadar Malazgirt her zaman Bizansların denetimi altındaydı.
Malazgirt Merwani Kürd devletinin kuruluşu sırasında üzerinde şekillendiği şehirlerden biriydi. Daha sonraki süreçte Merwanilerin kontrolunden çıkıyor.
Bu konuda eski Ermeni tarihçilerine baş vurmak en iyi yoldur.
Pro-Ermeni olarak bilinen René Grousset Malazgirt'in Merwani Kürd devletinin denetinden çıkarılmasına ilişkin şöyle yazıyor: “ Bu zaman esnasında Ermenistan'da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Malazgirt, Ahlat ve Meyafarqin Emiri ve Merwani Hanedanlığının kurucusu Kürd Bad Musuldaki Arap Hamdanilere karşı giriştiği savaşta 990'da öldürüldü. Gürcü Prensi Küropalat David , Merwanilerin yeni Emiri Abu Ali El Hasan'ın içinde bulunduğu karmaşık durumdan yararlanarak Malazgirt'i kuşatma altında aldı. Asolik'in söylemiyle şehri ’silah ve kıtlıkla'aldı.(992-993 ve 994 yılları arasında olacak)“ (René Grousset, Histoire de L'Armenie, sayfa 524, Payot, Paris)
Yine o dönemlerde yaşıyan Asolik'in verdiği bilgilere göre Ermeni ve Gürcü koalisyonu şehri ele geçirdikten sonra “Müslüman halkı şehirde kovarak dışarda getirdikleri Ermeni ve Gürcüleri yerleştiriyorlar“( age, sayfa 524)

Tamda bu esnada Revadi Kürd Devletinin Mir'i yada Urfalı Mateos'un söylemiyle “Müslümanların Baş Emiri Mamlan“ Ermeni ve Gürcülere savaş ilan ediyor ve “200.000 savaşçıyla“ bölgeye giriyor.( daha öncede vurguladığım gibi Revadi ve Şeddadi devletlerini karıştırmamak gerekir. İki devletin kurucuları Revadi aşiretinden geliyorlar. Fakat iki ayrı devlettir. Mamlan başkenti Tebriz olan Rewadi Kürd devletinin Mir'idir.)

Devam edecek

Aso Zagrosi

[/url]

Anonymous (not verified)

Wed, 2009-09-09 14:12

MEHMET ÜMİT NECEF* / Mustafa Armağan'ın Zaman gazetesinde çıkan Malazgirt'te, Alparslan'ın ordusunda Kürtler ne arıyordu başlıklı yazısında, milliyetçi tarih yazımında sıkça görülen bir eğilim çıkar karşımıza: Çocuksulaşmak ve çocuksulaştırmak. Mustafa Armağan Zaman gazetesinde Malazgirt'te, Alparslan'ın ordusunda Kürtler ne arıyordu başlıklı bir yazı yazmış (30 Ağustos.) Yazının sonuna doğru verdiği cevabı da aynen aktarayım: “Görüldüğü gibi Nizamüddin'in asker vermekteki maksadı Selçukluya iyilik etmek değil, taht ve tacını korumak için uğruna çırpınış ve yaranma peşindeydi“ (Cümle devrik, ama Türk milliyetçisi eğilimli yazılardaki Türkçe cümleleri düzeltmek benim görevim değil.) Armağan, Mervani Sultani Nizamüddin'in niyeti konusunda tamamen haklı olabilir. Ama madem tarih çarpıcı başlıklara indirgenebiliyor, biz de soralım: “Malazgirt'te, Diyojen'in ordusunda Türkler ne arıyordu?“ Tarafokuyucularının, “Olur mu öyle şey, atalarımız yapar mı öyle şerefsizlik“ filan diyeceğini sanmıyorum, ama ben yine de bana oldukça egzotik gelen bazı bilgileri okuyucularla paylaşayım. Kahpe Bizans ironisi Bizans uzmanı John Julius Norwich'in “Byzantium“ (Bizans) adlı üç ciltlik kitabının ikinci cildinde; Bizans saflarında birçok Uz'un (yani Oğuz'un) paralı asker olarak yer aldığını, bunların ve diğer Türkî birliklerin savaşın kızgın bir anında Bizans saflarını terk edip Selçuklulara katıldığını yazıyor. (Norwich 1991: 349) Başka modern kaynaklardan, Norwich'in kastettiği diğer Türkî birliklerin Peçenekler olduğunu öğreniyoruz. Peçeneklerin Bizans ordusuna hizmetleri konusundaki başka bir kaynak, kadim Ermeni tarihçisi Urfalı Matteos (Matteos Urhayetsi). Urfalı Matteos 11. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş ve 1144'de ölmüş. Bu arada, Urfa'ya Ermenilerin Urrha dediğini de ekleyelim. Urfalı Matteos, Kronikler'inde Badzinag diye adlandırdığı Peçeneklerden birkaç defa bahsediyor. Malazgirt Savaşı ile ilgili olan 103. bölümde Badzinag'larin ve Oğuz Türklerinin kollarından biri olan Uz'ların savaşın en kızgın anında saf değiştirdiğini ve Bizanslara karşı savaşmaya başladığını yazıyor. Modern tarihçiler Bizanslıların, Peçeneklerle 9. yüzyılda müttefik olduğunu ve onları daha tehlikeli aşiretler olan Ruslara ve Macarlara karşı kullandıklarını yazıyorlar. Biz Türkler zaten Bizanslıların son derece hain olduğunu ve hep ’Bizans Oyunları' yaptıklarını doğduğumuz günden beri biliyoruz. Ama ’Kahpe Bizans'ın bazı atalarımızı da kullanmış olmaları galiba tarihin ironisi. Şimdi nerden çıktı bu Malazgirt/Peçenek lafları diyen okuyuculara daha birkaç gün önce olmuş bir olayı hatırlatmak isterim: Malazgirt Zaferi'nin kutlama törenlerinde DTP'li Belediye Başkanı'nın konuşmasını askerî ve mülki yetkililer engellemişler. Belediye Başkanı engellenmese, “Biz Kürtler Malazgirt'ten beri Türklerle kardeşiz. Alparslan da zaten ’20 bin Kürt süvari olmasaydı, ben bu savaşı kazanamazdım' demiştir, diyecekmiş.“ Demek bir bölgenin askeri yetkilileri ve mülki amirleri belediye başkanlarından yapacakları konuşmanın metinlerini denetlemek için önceden talep ediyorlar. Vermeyi reddedenlere acaba ne yapıyorlar? Falakaya mı yatırıyorlar yoksa Atatürk'ten 250 vecize ezberlemeye mi mahkûm ediyorlar? Laf Malazgirt kasabasından açılmışken, şunu da ekleyelim: Şanlı tarihimizin dönüm noktalarından biri olan Malazgirt etimolojik olarak Ermenice Manazkert kelimesinden geliyor. Şehir, Ermeni geleneklerine göre Ermenilerin efsanevi patriği Hayk'in oğlu Manaz tarafından kurulmuş ve ilk ismi Manavazkert, yani “Manavaz tarafından kurulmuş.“Zamanla bu uzun isim kısaltılmış ve Manzikert olmuş. Yoksa bazılarının sandığı gibi, şehri muhasaraya alan Türk akıncılar birliğinin başbuğu, oğluna “Burada mal az, git“ deyüp kuşatmayı kaldırmasını istediği için şehrin adı da Mal-az-gi(r)t olmamış. Tarihi çocuksulaştırmak Eminim Taraf'ın bilgili okuyucuları yaptığım bu espriyi çocukça bulacaklardır. Ama bu espri de aslında ciddi bir nokta gizli: Yukarıda bahsettiğim Mustafa Armağan'ın yazısında milliyetçi tarih yazımında görülen bir eğilim çok bariz: çocuksulaşmak ve çocuksulaştırmak. Okuyucularını çocuksulaştıran bir tarihçi soğuk ve karlı bir kış günü torunlarını sobanın etrafına toplayan bir dede gibi davranıyor: Sobada ıhlamur fokur fokur kaynar ve etrafa nefis kokular saçarken, aksakallı dede de çocuklara bazen masal bazen de malumat dolu menkıbeler anlatıyor. Böylece ailenin ve aşiretin birliği pekişiyor, kardeşler ve yeğenler birbirlerini daha çok seviyorlar, filan. Devletin Kürtleri yok sayması, dışlaması ve aşağılamasının yeni bir örneği olan Belediye Başkanı'nın susturulmasına karşı bir tarihçi ana hatlarıyla iki tutum takınabilir: Ya fırsat bu fırsattır denilir ve Kürtlere bir kez daha “giydirilir.“ Böylece biz Türkler devletimizle milli birlik ve beraberliğimizi bir kez daha kutlarız. Tarihçilik, devlet ve onun yaydığı milliyetçiliğe (affınıza sığınarak amiyane bir tabir kullanacağım) amigoluk yapma olarak görülür. Ya da bu susturma olayından rahatsız olunur ve Türk milliyetçiliğini sorgulamak için bir fırsat olarak görülür. Armağan'ın yazısına sinmiş olan muzafferane hava (bu havaya Baıi dillerinde triumphalism deniyor)oldukça rahatsız edici. Halkın seçtiği bir Belediye Başkanı'nın Kürt -Türk birliğini vurgulayan konuşmasını atanmış birtakım kişiler sömürge valisi edasıyla yasaklıyorlar. Bir Türk tarihçi de susturulmuş Belediye Başkanı'na laf yetiştiriyor. Renan: Milletin unutma ihtiyacı Armağan'ın yazısı ve Malazgirt'te Kürtlerin rolünün ne olduğu tartışması çocuksulaş(tır)manın, yanı sıra başka bir ciddi noktaya da işaret ediyor: Milli kimliğin inşaasında unutmanın önemi. Yani hafıza-i millet nisyan ile malul. Fransız tarihçisi Ernest Renan bu noktaya daha 1882'de parmak basmış ve “Milletin unutma İhtiyacı“ndan bahsetmişti. Şöyle yazıyordu ünlü “Millet Nedir“ makalesinde: “Bir milletin özünde bireylerinin birçok ortak özelliği olması yatar. Ama yine de herkesin bazı şeyleri unutmuş olması da gerekir.“ Ne demek istediğini de şöyle örnekliyordu: “Her Fransız yurttaşı Saint-Berthélemy Hadisesi'ni ve 13. yüzyıldaki Güney Fransa Katliamlarını unutmuş olmak mecburiyetindedir.“ Bu cümlelerden edinilen ilk izlenim Renan'ın ciddi ciddi unutmaktan bahsettiği şeklinde, ama daha yakından bakıldığında, işlerin biraz daha karışık olduğunu görüyoruz. Renan “Unutmak“ derken neyi kastediyor? Nasıl oluyor da bir yandan “unutmuş olmak mecburiyet“inden bahsederken, öte yandan da (Fransız) okuyucularının atıfta bulunduğu olayları sanki son derce sıradan şeylermiş gibi hatırlayacağını farz ediyor. Fransız tarihçinin Saint-Berthélemy Hadisesi derken kastettiği 9. Sarl'in 1572'de Hügonot denen Hıristiyan bir mezhep üyelerine karşı başlattığı korkunç katliamıdır. “Güney Fransa katliamları“ derken de Pirineler ile Güney Alpleri arasında yasayan Albigensiyelerin kanlı bir şekilde yok edilmelerine atıfta bulunuyor. Unutmak değil tarihi çarpıtmak Renan'ın ne demek istediği belki biraz aydınlanmış olmalı: Kastettiği, unutmak değil, belli bir şekilde hatırlamak. Ona göre tarihi eğip bükmek ve bu çarpıtılmış tarih ile eğitilmiş olmak bir milletin inşasında rol oynayan iki önemli faktör. Mesela “La Saint-Barthélemy“ ve “Les Massacres de Midi“ (Güney Fransa Katliamları) paradoksal bir şekilde Fransız milli kimliğini kuvvetlendiren, kardeşler arasındaki basit bir ev kavgası gibi hatırlanmalı. Şurası ilginçtir ki bu satırları binlerce kişinin öldüğü Paris Komünü'nden 12 yıl sonra yazan Renan, bu olayları Fransız kardeşler arasında gecen en son ev kavgası örneği olarak vermiyor. Bunun nedeni, büyük ihtimalle, Paris Komünü'nün açtığı yaraların henüz efsaneleştirilemiyecek kadartaze olması. Anlaşılan çarpıtılmış ve milli birliği güçlendirecek tarzda hatırlamak için 12 yıldan daha uzun zaman geçmesi gerek. Benedict Anderson, Renan'ın görüşlerindeki paradoksa Tahayyül Edilen Cemaatler(Imagined Communities) adlı eserinde dikkat çekiyor. Bu yüzden, Anderson her ne zaman bir milletin hatırladığı/unuttuğu tarihi bir olaydan bahsettiğinde, kendi türettiği bu acayip hatırlamak/ unutmak fiilini kullanıyor. DTP'li Başkan'a devlet sansürü Şimdi Malazgirt'te 26 Ağustos 2009'daki “Belediye Başkanını konuşturmama“ vakasına dönelim. DTP'li Belediye Başkanı bugünkü Türk-Kürt birlikteliğini vurgulamak için biraz da patetik bir şekilde 1071'de, bazı Kürtlerin Alpaslan'ı desteklediğini “hatırlatıyor“ ama belki de bazı ayrıntıları “unutuyor.“ Daha doğrusu hatırlatmak/unutmak istemiş ama Devlet izin vermemiş. Malazgirt'teki devlet erkânı ise milli birlik tahayyüllerinde Kürtlere yer olmadığı için Kürtlerin Alpaslan'ın zaferine katkısını “unutmak/unutturmak“ istiyorlar. Mustafa Armağan ise, etnik Türk kimliğinin yanı sıra dini bir hassasiyeti de olduğu için Kürtlere milli tahayyülünde yer vermek istiyor. Ama Kürtlerin hadlerini bilmelerinden yana. Bu had bildirmeyi de onlara şu iki noktayı hatırlatarak yapıyor: Birincisi, Belediye Başkanı'nın iddia ettiği gibi 20 bin süvari değildiniz, sadece 10 bin kadar kişiydiniz, diye “hatırlatarak.“ İkincisi, Kürt Sultaninin Alpaslan'ı desteklemesinin sebebinin öyle pek de fedakârane olmadığını ileri sürerek. Milliyetçi tahayyülde Türkler hep vatan, millet, din, şeref vs. için savaşırken, öteki milletler - bunlara iş lafa geldi mi et ve kemik gibi olduğumuzu işimize geldi mi belirttiğimiz, din kardeşlerimiz Kürtler de dahil - sadece para, taht, soymak, talan etmek, başka milletlerin veya etnik grupların ülkelerini talan etmekiçin savaşırlar. Dikkat edilmesi gereken bir nokta, 100 yıl veya bin yıl önceki insanların kimlikleri hakkında konuşurken modern kavramlar kullanmanın çok sorunlu olduğu. Bu modern kavramlara Türk, Kürt, Türk/ Kürt milleti gibi kavramlar da dahil. Mesela Alpaslan büyük ihtimalle kendini Türk, yani Türk milletinin bir mensubu olarak görmüyordu. Muhtemelen kendini öncelikle belli bir boyun mensubu, ikinci olarak da Müslüman olarak tanımlıyordu. Armağan'ın iğrenerek tasvir ettiği Kürt sultanı da herhalde kendini Kürt, yani Kürt milletinin mensubu olarak değil, belli bir aşiretin üyesi ve Müslüman olarak görüyordu. Bugünün kimliklerini, tarihi insanlara uygularsak sonunda “Alpaslan kolundaki saate baktı ve öz be öz Türk askerlerine, ’haydi aslanlarım, şu Yunanları Atina'ya kadar surelim' diye haykırdı“ saçmalıklarına varırız. * Güney Danimarka Üniversitesi / [email protected]

Mustafa Armagan:Malazgirt, Kürtler için de dönüm noktasidir / 07.09.2009 Mesela Bitlisli Seref Han, Zazalari Kürt gruplari içinde saymazken, bugün Kürt olup olmadiklari tartismali olan Lur halkini Kürt saymaktadir. Ahmed-i Hânî'ye gelince, Kürtleri Kurmanci konusanlarla özdeslestirir. Yani Ahmed-i Hânî "Kürt" deyince kesinlikle bir irki anlamiyordu. Sonuçta bugünkü etnik "Kürtlük" davasi, 19. yüzyil sonlarina kadar ortaya çikmis degildir. Açilim sürecinde yalniz "Türk tarihi"ni tartismakla kalmayacagiz; ister istemez "Kürt tarihi" de radarimiza yakalanacak. Bunun bir örnegini geçen hafta verdim: Malazgirt Meydan Savasi'nda Selçuklu ordusundaki Kürtler, gönüllü olarak yardima kosmadilar; kosmak zorundaydilar. Bunu yazdim ya, kimi Türk milliyetçilerince 'Kürtlerin ezberini bozan yazar' ilan edildim, kimi Kürt milliyetçilerince ise 'isbirlikçi' ve 'kafatasçi' arastirmaci. Güneydogulu oldugum halde nasil böyle yazabildigimi sorgulayandan tutun da, 'Canim bunlar dogru ama ne olurdu sürece katkida bulunmak için tersini yazivereydin' diyenlere kadar çuval dolusu tepki geldi. Böylece tarihin Türkiye'de neden mutlaka cephe anlayisina göre yazilmak zorunda oldugunu bir kere daha gördüm. Hangi cephede yer aliyorsaniz tarihi o cephenin arzu ve beklentilerine göre yazmak zorundasiniz. Oysa bakin bu bir süreç. Tartisiyoruz, tartisacagiz, yüz yil sürse bile. Tartisirken olgunlasacak, birbirimizi taniyacak, eksiklerimizi tamamlayacagiz. Yazimin bir yerinde "Malazgirt Zaferi'nde Kürtlerin de payinin bulunmasi, onun degerini asla küçültmez" demisim. Bu cümleden bazi Kürt okurlarim alinmislar ki, ilk bakista haklilar. Lakin bu sözün muhatabi Kürtler degil, Malazgirt'i salt bir Türk basarisi olarak gören milliyetçi çevrelerdi. Dikkatli okurlarim, yazilarimda bakis açilari arasinda sik sik gezindigimi bilirler. Azicik dikkat sarf edilerek anlasilacak basit bir mesele için kafatasçilikla suçlanmam, kafa konforumuzun bozulmasina henüz hazir olmadigimizi gösteriyor. Ne var ki geçen hafta beni alkislayanlar, çok degil 3 hafta önce 1922'de Kürtlere özerklik verilecegini yazdim diye adimi "Sevr"ciye çikarmislardi; simdi kafatasçi ilan edenler de o zaman tabulari cesaretle yiktigi için fakiri tebrik ediyorlardi. Okurun tepkisi elbette önemli ama bir yazar yolunu alkisa veya kargisa göre tayin edemez. Yazdiklarim su ya da bu kesime uygun veya ters gelebilir. Bu, onlarin problemi. Benim problemim hakikati aramak. Bunu yazdim ya, kimi Türk milliyetçilerince 'Kürtlerin ezberini bozan yazar' ilan edildim, kimi Kürt milliyetçilerince ise 'isbirlikçi' ve 'kafatasçi' arastirmaci. Güneydogulu oldugum halde nasil böyle yazabildigimi sorgulayandan tutun da, 'Canim bunlar dogru ama ne olurdu sürece katkida bulunmak için tersini yazivereydin' diyenlere kadar çuval dolusu tepki geldi. Böylece tarihin Türkiye'de neden mutlaka cephe anlayisina göre yazilmak zorunda oldugunu bir kere daha gördüm. Hangi cephede yer aliyorsaniz tarihi o cephenin arzu ve beklentilerine göre yazmak zorundasiniz. Oysa bakin bu bir süreç. Tartisiyoruz, tartisacagiz, yüz yil sürse bile. Tartisirken olgunlasacak, birbirimizi taniyacak, eksiklerimizi tamamlayacagiz. Yazimin bir yerinde "Malazgirt Zaferi'nde Kürtlerin de payinin bulunmasi, onun degerini asla küçültmez" demisim. Bu cümleden bazi Kürt okurlarim alinmislar ki, ilk bakista haklilar. Lakin bu sözün muhatabi Kürtler degil, Malazgirt'i salt bir Türk basarisi olarak gören milliyetçi çevrelerdi. Dikkatli okurlarim, yazilarimda bakis açilari arasinda sik sik gezindigimi bilirler. Azicik dikkat sarf edilerek anlasilacak basit bir mesele için kafatasçilikla suçlanmam, kafa konforumuzun bozulmasina henüz hazir olmadigimizi gösteriyor. Ne var ki geçen hafta beni alkislayanlar, çok degil 3 hafta önce 1922'de Kürtlere özerklik verilecegini yazdim diye adimi "Sevr"ciye çikarmislardi; simdi kafatasçi ilan edenler de o zaman tabulari cesaretle yiktigi için fakiri tebrik ediyorlardi. Okurun tepkisi elbette önemli ama bir yazar yolunu alkisa veya kargisa göre tayin edemez. Yazdiklarim su ya da bu kesime uygun veya ters gelebilir. Bu, onlarin problemi. Benim problemim hakikati aramak. Mümtaz'er Türköne bir süre önce "Kürt Kemalizmi" tehlikesinden dem vurmus, biz Kemalizm'in kati yorumunun sikintilarindan yakinirken, bunun Kürt versiyonunu üretmeyelim demisti. Ayni sekilde Hakan Özogul "Osmanli Devleti ve Kürt Milliyetçiligi" adli kitabinda "Kürdistan" ve "Kürt" terimlerinin 20. yüzyila kadar siyasî anlamda kullanilmadigini iddia ediyor. "Kürt" teriminin önce Kürtler tarafindan degil, Araplar tarafindan kullanildigini, Kürtlerin ise kendilerini "Kürt" olarak degil, "belirli bir bölge veya vadi ya da (...) asiret veya kabile isimleriyle adlandirdiklarini" sözlerine ekleyen Özogul, gerek "Serefnâme"deki, gerekse "Mem u Zîn"deki "Kürt" tanimlarinin bugünküyle baglantisini kurmanin zor oldugunu söylüyor. Mesela Bitlisli Seref Han, Zazalari Kürt gruplari içinde saymazken, bugün Kürt olup olmadiklari tartismali olan Lur halkini Kürt saymaktadir. Ahmed-i Hânî'ye gelince, Kürtleri Kurmanci konusanlarla özdeslestirir. Yani Ahmed-i Hânî "Kürt" deyince kesinlikle bir irki anlamiyordu. Sonuçta bugünkü etnik "Kürtlük" davasi, 19. yüzyil sonlarina kadar ortaya çikmis degildir. Öyleyse nasil birileri "Türklük"ü sanki binlerce yildan süzülegelen bir sosyal kimlikmis gibi sunuyorsa, öbürleri de "Kürtlük" için ayni seyi yapiyor. Oysa David McDowall'a dayanarak söyleyelim, Kürtçenin iki büyük dili olan Kurmanci ve Sorani birbirine, Ingilizce gramer olarak Almancaya ne kadar benziyorsa ancak o kadar benzemektedir ("A Modern History of the Kurds", I. B. Tauris: Londra ve New York, 2004, s. 9). Demek ki, 19. yüzyil sonlarindan itibaren baslayan milletlesme sürecinde Kürt tarihinin kaynaklari yeniden ele alinip okundu. Serefnâme'deki "Dahhak efsanesi", Türklerin Ergenekon efsanesi gibi ortak hafizaya kazindi. Ahmed-i Hânî'nin "Mem u Zîn"in baslarindaki "Dertlerimiz" ("Derde me") bölümünde dile getirdigi "Kürtler arasinda uzlasma ve dayanisma olsaydi Rum, Acem ve Arap bize hizmetçilik ederdi." seklindeki ifadesi, "Kürt" asiretlerinin birlesmesine bir çagri olarak okunuyordu ama gerçekte Kurmanci konusan Kürtlere bir çagriydi. Iste bu yüzden geçen hafta "Mervanî Kürtleri"nin Alparslan tarafindan zorla askere alindiklarini yazmam Kürt milliyetçilerini "incitiyor". Sanki Mervanî Kürtlerinde bugünkü "Kürtlük", Alparslan'da da bugünkü "Türklük" bilinci mevcutmus gibi düsünülüyor ve bir araya gelmeleri izaha muhtaç bir sorun olarak algilaniyor. Oysa tarihin derinliklerine gidildikçe bugün bize garip görünen nice olayin o zaman yasayanlara gayet normal gözüktügünü görürüz. Mesela Abbasi ordusuna Türklerin köle olarak katildiklarini yaziyoruz ama zamanla Türkler Hilafet ordusundan ayrildikça yerlerine Kürt asiretlerinden parali askerlerin alindigini yazmiyoruz. Nitekim Selçuklular da 11. yüzyildan itibaren Kürtleri asker yazmaya baslamislardi. Yani Alparslan'in, ordusuna Kürt askerlerini almasi asla bir sürpriz degildi. Bunda bir tuhaflik da yok ayrica. Belki de tuhaflik, bizim o zamana bakisimizdadir. Iste bu amaçla McDowall'in kitabindan Malazgirt Zaferi üzerine bir cümleyi aktariyorum: "Malazgirt Meydan Savasi Kürt hanedanliklari ve valiliklerinin sonu oldu, zira zaferden sonra Selçuklular yeni "Kürdistan" bölgesini Türkmen bürokratlar eliyle yönetmeyi tercih ettiler." (s. 23). Böylece Malazgirt bagimsiz Kürt emirliklerinin de sonunu getirdi. Eger Alparslan, Malazgirt'te Kürtlerin himmetine muhtaç olsaydi herhalde Kürtler, tipki yüzyillar sonra Yavuz Sultan Selim'den kopardiklari gibi ondan da bazi tavizler koparirlardi. Nitekim son Kürt devleti sayilan Mervanîlerin zayiflayan iktidarina Sultan Meliksah zamaninda son verilecektir (1085). Tarihi "silah" olarak kullanmak, her milliyetçiligin içine düstügü tehlikeli bir tuzak. Kürt açiliminda "tarihi silahsizlandirmak" bunun için önemli. m.armaganzaman.com.tr Mustafa Armagan / [email protected]

Aso Zagrosi Malazgirt Savaşının 938. Yıldönümü vesilesiyle yapılan törende DTP Malazgirt Belediye Başkanı Mehmet Nuri Balcı'nın konuşmasına izin vermediler. M. Nuri Balcı'nın konuşma metninde basına yansıdığı kadarıyla aşağıda aktaracağım ibareler bulunuyormuş: "Türklere Anadolu'nun kapılarını açıldığı yer olan Malazgirt, Romen Diyojen komutasındaki 200 bin kişilik Bizans ordusu ile Sultan Alparslan komutasındaki 50 bin kişilik Selçuklu ordusu arasında geçen büyük bir meydan savaşına tanıklık etmiştir. Alparslan'ın 'Eğer 20 bin Kürt süvarisi olmasaydı ben bu savaşı kazanamazdım' sözü bu topraklarda kardeşliğe ve sadakata verilen önemi en iyi şekilde açıklamaktadır. Aynı kardeşlik ve sadakat Kurtuluş Savaşı'nda da gösterilmiştir. Mustafa Kemal'in omuz omuza çarpışan bu iki kardeş halka müteşekkir olduğu bir çok konuşmasıyla tarihe kaydedilmiştir.“ Eğer gelişmeler sayın Belediye Başkanı'nın ifade ettiği gibiyse burada „Kardeşlik“ yok, Kürdlere yapılan ihanetler sözkonusudur. Kemalist süreci bir kenara bırakıyorum. Bu kısa yazıda Malazgirt savaşı ve Kürdler meselesi üzerine imkanlarım dahilinde duracağım. 30 Ağustos günü Zaman gazetesi yazarlarından Mustafa Armağan, „Malazgirt'te, Alparslan'ın ordusunda Kürtler ne arıyordu? „ anabaşlığı altında bir yazı yazdı. Bugünde Sabah gazetesi yazarlarından Nazlı Ilıcak „Kürtler ve gönüllü beraberlik“ başlığı aldında yine aynı konuyu işledi. İki gazetecinin makalelerine kaynaklık eden Malazgirt Belediye Başkan'ının açıklamasıdır. Mustafa Armağan'a göre Kürdlerin Malazgirt savaşına katılımı „zoraki“ bir katılımdı. Nazlı Ilıcak'a göre ise Kürdlerle Türklerlerin bu savaşta birliktelikleri „gönüllü“ bir temeldeydi. İlk etapta birbirlerine karşıt düşüncelermiş gibi görünen bu iki yazı, aslında biraz daha yakından bakıldığında o kadar aykırı olmadıkları ve aynı kaynaktan beslendikleri hemen görülür. İki gazetecinin ortak paydaları „Türk Tarih Tezinin“ bilinçli yada bilinçsiz kurbanları olmaları, Kürdler ve Kürdistan tarihi hakkında tam bir cehalet içinde bulunmalarıdır. Mustafa Armağan Kürdlerin „zoraki“ bir şekilde savaşa katıldığını ispat etmek amacıyla Selçuklularla Merwanî Kürd Devleti arasındaki ilişkileri kendine göre özetliyerek şu sonuca varıyor: „Böylece bütün varlığını Selçuklulara borçlu hale gelen Mervanî Sultanı Nizamüddin, Alparslan Musul seferinden Malazgirt'e yeniden dönünce hem topraklarından geçmesine izin verdi, hem de kendisine, Mükrimin Halil Yınanç'ın dediği gibi bütün kuvvetlerini teslim etti. Yeter ki, kendisine dokunmasındı.“ Mustafa Amağan, Merwani'lerin konumu hakkında ya ciddi bir tarih bilgisine sahip olmadığından yada bilinçli bir şekilde tarih gerçekleri çarpıtıyor. Bir de, taktığı ikinci nokta „10.000 Kürd“ mü yoksa Malazgirt Belediye Başkanı'nın ifade ettiği „20.000 Kürd süvari“ mi savaşa katıldı? Mesele bu kadar basit değil. Orta da, bir dizi belge var. Çünkü Selçuklular bölgeye gelmeden önce, hatta Alparslan hâlâ doğmadan Türk kabileleri Orta Asya çöllerinde bulundukları bir dönemde Kürdler alanda bir çok devlet sahibiydi. Bu devletlerden biri Şeddadî Kürd Devletidir ( 951- 198). Bu devlet, bugünkü Azerbeycan, Ermenistan ve Gürcistan'ın belli kesimlerini kapsayan geniş bir alan üzerinde hüküm sürüyordu. (Bu Kürd devleti hakkında daha geniş bilgi için bir kaç günden beri Newroz.Com'da yayınlamaya başladığım Şeddadi Kürd Devleti adlı yazı serisine bakınız) Bugün İran devlet toprakları içinde bulunan Tebriz ve Doğu Kürdistan'ın diğer bir çok bölgesinde hakimiyetini sürdüren Rewadi Kürd devleti vardı. Tebriz Rewadilerin başkentiydi. Zaten o dönem hakkında yazan hemen hemen tüm islam tarihçileri bu bölgelerin Kürdlerin yurdu olduğunu söylüyor. Meşhur tarihçi Mesudi, Azerbeycan için; "Azerbeycan Hezbanilerin vatanıdır" diyor. Yine aynı dönem için Ahmedî Xosrewi , "Şalyarî Nenasraw“ adlı eserinde; "Azerbeycan halkının ezici çoğunluğu Kürdtür" diyor. Yani onuncu ve onbirinci yüzyılda Azerbeycan'ın hem nufüsu ve hemde yöneticileri Kürdlerden oluşuyordu. Kürd asılı tarihçi İbni El Êsiri; „Selahadin Eyyubi'nin mensup olduğu Hezbani aşireti Kürdlerin en iyi aşireti“ olduğunu yazıyor. ( akt. Mansur Mexdum, Giringî Kurd û Kurdistan Le Qonaxe Mêjûyekanî Êran ta serdemî Afşarîye, sayfa 91) Selahaddin Eyyubi'nin ailesinin bu bölgeden ve aynı zamandan Hezbani aşiretine mensup olduğunu söyleyen bir çok tarihçi var. Selahaddin döneminde yaşıyan tarihçilerden İbni El Esiri, İbni Şeddad, El İsfahani ve daha sonra yaşıyan İbni Xaliqan gibi tarihçiler; “Selahaddin'in Hezbani aşiretinin Rewadi koluna bağlı olduğunu“ yazıyorlar.. Selahaddin'in dedesi “Şadi“ Şeddadi Kürd devletinin hizmetindeydi... Şeddadi Kürd devletinin Rewadi, Hesenewi ve Merwani Kürd devletleri gibi Selçuklular tarafından yıkılmasından sonra, Şadi ve ailesi Bağdat'ta yerleşiyor. (Belkide zorunlu göç) Asuri tarihçisi Bar Hebraeus (1226-1286), Selahaddin ailesinin kökeni hakkında şöyle diyor: “Selahaddin'in babası Necmeddin ve Şerko'nun babaları Şadi Dwin'den geliyor............. Kürd ırkına mensuptu.... Tikrit Emiri Mucahadin Behroz'un hizmetine giriyorlar... Şêrko Behroz'un çok sevdiği bir Hıristiyanı öldürdükten sonra iki kardeş Musul Zengilerine sığınıyorlar“ diyor.. (Akt. E.İ Yousif, Les Syriaques Racontent Les Croisades, p. 183-184) Bugün Türklerin „Kuzey Irak“ dediği Güney Kürdistan'da ise başka Kürd devletleri varlığını sürdürüyordu. (makaleyi aştığından dolayı geçiyorum) Ayrıca bugün Kuzey Kürdistan olarak adlandırdığımız toprakların büyük bir kesimini denetim altında bulunduran Merwani Kürd devleti vardı. Meyafarqin, Merwani Kürd devletinin başkenti olduğu zaman, Merwanileri Arzan, Hasankeyf, Xelat, Malazgirt, Erciş, Nusaybin, Cizre, Urfa ve Musul'a kadar tüm bölgeleri kontrolleri altında bulunduruyorlardı.. Bazen bu bölgelerin biri yada diğeri onların denetiminde çıksa dahi, ama her zaman Merwanilerin magnetik alanı içindeydiler.. Ben burada iki Asuri asılı tarihçi olan Nusaybinli Elie ve Suriyeli Michel'in Merwani Kürd devletinin hakkında yazdıkları bazı iddialarını aktarmakla yetineceğim.. Nusaybinli Elie (975- 1046) yılları arasında yaşamış ve Merwani Kürd devletinin oluşumu ve gelişim sürecinin doğrudan tanıklarındından biridir. (İlginç bir yaşamı var, konumuz dışında olduğundan geçiyorum) Nusaybinli Elie, bir çok eser vermiştir.. Kürd tarihi açısından bunlardan en önemlisi “La Chronographie d'Elie bar-Sinaya, Metropolitain de Nisibe, edition et traduction, J. Delaporte, Paris 1910) Nusaybinli Elie, söz konusu olan eserinde Musul'da Hamdanilere karşı çatışma sonucu yaşamını yitiren Merwani Kürd devletinin kurucusu Baz'ın (990) yerine geçen yeğeni Ebu Ali al-Hasan bin Merwan'ın trajik sonundan söz ediyor.. Elie, anılarında Ali al-Hasan bin Merwan, Amed'e giderken kalenin kapısında halk tarafından karşılanıyor.. Bu arada Abdel Barr adlı biri onu öldürüyor ve şehri ele geçiriyor, diye yazıyor.. O dönem Gezirta yöneticisi olan kardeşi Abu Mansur Said bin Merwan, büyük abisinin ölümünü duyar duymaz Meyafarqine geliyor ve 11 Kasım 997 tarihinde kendi hakimiyetini yeniden tesis ediyor... O günden itibaren kendisine Mumahhid ed Daula“ denildi diyor.. Elie anılarında devamla Mumahhid ed Daula Said Meyafarqin'da güven, huzur ve düzeni sağladıktan sonra orayi kendisine başkent yaptı, hala şimdiye kadar ışıldayan kale duvarlarını örerek ismini verdi.. Mumahhid ed Daula Said, 1000 yılında o dönem Bağdatın Emiri olan Buyidi Baha el- Dawli'den Abbasi Kralı Mansur (754-775) zamanından beri Bağdat hastahanesini yöneten Hekim Gabriel bin Abdullah bin Bakhtisho'yu Meyafarqin'e göndermesini istiyor.. 80 yaşında olan Gabriel çocukları ile birlikte Meyafarqin'e gelip yerleşiyor.. Fakat iki yıl sonra yaşama veda ediyor.. Elie'nin söylemiyle Merwani kralı Gabriel'i büyük servetler ve payeler veriyor.. Elie, Mumahhid ed Daula Said' in (14 aralık 1010) abisi gibi tuzağa düşürülüp öldürülmesine çok üzülüyor ve hatta anılarında onu tuzağa düşürüp öldüren Sarwin adlı birine “dinsiz, imansız“ diye hakaretler yağdırıyor.. Merwan'ın en küçük ve üçüncü oğlu olan Ebu Nasır, Sarwin'a karşı savaş başlatıyor ve onu yenip öldürüyor. Ebu Nasir Merwani Kürd devletinin başına geçtikten sonra Ebu Nasır El Dawla lakabını alıyor... Ebu Nasır El Dawla Merwani Kürd devletinin başına geçtikten sonra, kabiliyetli bir lider olduğundan dolayı kendisini o dönemin büyük güçlerinden olan Buyidlere, Fatimelere ve Bizanslara empoze ediyor... Bu 3 devlet, Ebu Nasır El Dawla'ye Merwanilerin başına geçtiğinden dolayı kutlama mesajları gönderiyorlar.. Elie, Ebu Nasır El Dawla'nin 1011 yılında vasalı olan İbni Dimne'nin denetimindeki Amedi yeniden kontrol altına aldığını ve Amed halkının Dimne'yi öldürdüğünü yazıyor.. Ebu Nasır El Dawla Bizans imparatorluğu ile karşılıklı dokunmazlık antlaşmasını imzalıyor.. (Sevgili Rohat Alakom, İstanbul Kürdleri adlı eserinde, Kürdler ve İstanbul ilişkisini bir hikaye dışında Molla Gorani'nın 1453 gidişine bağlıyor... Aslında Merwaniler döneminde ciddi ilişkiler var... Daha sonra Kerkük'ten Malatya'ya gelen ve oradan Moğol saldırıları esnasında Ege denizi boylarında Germiyanoğulları devletini kuran Germiyan Kürdleri ile Bizansların yüzyıllara dayanan ilişkilerinden aramak gerekir). Elie'nin “Muzafer Emir“ dediği Nasir al-Dawla Ahmed Bin Merwan bir Arap Emirinin hakimiyeti altında olan Urfa'yı; Urfa halkının istemi üzerine özgürleştiriyor ve Athira adlı Arap Emirini de öldürüyor.. Merwani yada bazılarının Dostiki Kürd devletine Merwan'ın oğlu Nasir yarım asır boyunca kralık (Mirlik) yaptı.. Kral Nasir Meyafarqin'deki “Meryem Kilise“sinin hemen yanındaki tepede yeni bir kale inşa etti, köprüler yaptı, kamuya açık hamamlar inşa etti... Ayrıca var olan Meyafarqin Observatuarını yeniden tamir etti... Meyafarqin ve Amed camilerinde kitaphaneler oluşturdu.. Ephrem-Isa Youssif'ın söylemiyle; “Meyafarqin Doğunun Güneşi olmuştu.. Meyafarqin, bilim adamlarının, dünya işlerinden ellerini çeken Sofilerin, El Esir gibi tarihçilerin, Abdullah El Kazurani gibi şairlerin rahatlık içinde kendilerini ifade ettiği ve hatta daha sonra Abbasilerin Halifesi olacak olan Muktadi'nin politik iliticada bulunduğu“ huzur, güven, ilim ve irfan merkezi olmuştu.. Bağdat Halifesi Al- Kadir'in, Baş Veziri olan Abu al-Kasim al Huseyin al Mağribi Bağdat'ı terkederek Nasir al-Dawla Ahmed Bin Merwan'ın Baş Veziri olmuştu.. Al Mağribi 1026'dan öldüğü 1036 yılına kadar Merwani Kürd Devletine hizmet etti.. Al Mağribi, Nusaybinli Elie'yle her zaman dostluk ilişkilerini sürdürdü. Ya Meyafarqin'de yada Nusaybin'de sık sık görüşüyorlardı.. Nasıl Nizami Mülk “Siyasetname“sini Selçuklu Sultanı Melik Şah'a yazmışsa, Firdewsi “Şahnamesi“ Haznewi Emirine yazmışsa, Al Mağribi'de İdeal yönetme sanatı olan “Kitab fi'l Siyasa“ sinı Merwani Miri, Mîr Nasir'a hitaben yazmıştır.. Meyafarqin doktoru, Abu Said Mansur bin İsa, diğer adıyla “Zahid al-Ulema“ (kendisi de hırıstiyan) Meyafarqin'de görkemli bir hastane yapıyor. ( Hastahanenin yapılış hikayesi uzun, geçiyorum). Mîr Nasir “Meyafarqin Hastahanesi“ için büyük servetler harcıyor.. Büyük felsefeci, hekim, mantılçı ve her alanda yazan İbni Butlan'da, Mir Nasir'a dost olmuş, Bağdat'ı terkederek Meyafarqin Sarayına yerleşmiştir.. Aslında Suriyeli Michel'in, Bizans, Arap, Fars, Ermeni ve Kürd tarihçilerinin Merwani Kürd Devleti Hakkında söylediklerini açmak, Selçukluların dönemi ve Kürd devletinin irdelemek gerekir.. Selçukluların Bizanslarla girdikleri savaşlar, esas olarak Kürdistan toprakları üzerinde gerçekleşiyordu... Çünkü, bu savaşların esas amacı Kürdistan gibi stratejik ve zengin bir ülkeye eĝemen olmaktı.. Bu iki bölgesel güç, Kürdistanı denetim altına almanın yaratacaĝı jeo-stratejik avantajlar sayesinde hem Kafkaslara, hem Ortadoĝu'ya ve hem de Küçük Asya'ya yayılabileceklerini biliyorlardı.... Bundan dolayı, savaşlar hep Kürdistan için ve Kürdistan'da yapıldı.. Selçuklularla Bizanslar arasında yapılan en büyük ve hayati savaş Malazgirt savaşıydı.. Bu savaş hem kendi döneminde büyük bir savaştı ve hemde tarihsel bazda bıraktıĝı etkiler açısından.... Çünkü, bu savaşın yarattıĝı siyasal sonuçların etkisi günümüze kadar geldi ve bölgenin demografik yapılanmasının alt üst olmasına neden oldu. Bir çok çevrenin haklı olarak kendi kendilerine sordukları soru, „Türklerin“ Malazgirt savaşını kazanmasında Kürdlerin sahip oldukları rol neydi? Selçuklular ve Bizanslar bölgeye girdikleri zaman veya saldırdıkları zaman acaba bu bölge No Mans land mıydı? Malazgirt savaşına ilişkin yazı yazan ve eser verenlerin bir çoĝu sanki bölgede kimse yaşamiyordu gibi bir pozisyon yaratabiliyorlar.. Hâta Taha Akyol gibileri „Kürdlerin Türklerle beraber anadoluya geldiklerini“ yazabiliyorlar.. Bu meselenin daha iyi anlaşılması için, Kürdlerin o dönem sahip olduĝu siyasal ve askeri konuma bakmak gerekir... O dönem, Kürdistan'ın savaş alanı dışında kalan bölgelerindeki Kürd Hükümetlerini saymasak, savaştan doĝrudan etkilenen ve o dönem siyasal aĝırlıĝı olan 4 Kürd Hükümetinden söz etmek gerekir.. 1)Rewadi Kürd Hükümeti: Rewadi Hükümeti, Hazbini aşiretinin bir kolu olan Rewadi'lerin lideri Muhamed Rewadi tarafından, 893 yılında Tebriz ve çevresinde kuruldu... Rewadi Kürd Hükümeti Selçuklular tarafından 1070 yılında yıkıldı.. 2)Şeddadi Kürd Hükümet: Bu Hükümet, 951 yılında Aran bölgesinde kuruldu..... Gence ve Ani gibi şehirleri kendisine başkent olarak seçen Şedadiler, 1197 yılında iç çelişkiler ve dış saldırılar neticesinde yıkıldı.. 3)Mervani Kürd Hükümeti: Bu hükümet ise 983 senesinde kuruldu ve 1096 tarihinde yıkıldı... Bu Kürd hükümetinin başkenti Meyafarqin di... 4)Salari Kürd Hükümeti: Bu Kürd Hükümeti, Muhamed'in Salar tarafından 942 yılında bugün Batı Azerbeycan diye tabir edilen eski „Küçük Med“ de kurulmuştu... Bu hükümetin başkenti Erdebil di... Bu hükümet 1096 senesinde yıkıldı.. Kısaca kuruluş ve yıkılış tarihlerini verdiĝim bu Kürd hükümetleri Rewadiler hariç (1070 yılında yıkıldı) diĝerleri Malazgirt savaşı sırasında varlıklarını sürdürüyorlardı.. Şeddadi ve Mervani Kürd Hükümetleri, o dönem ciddi siyasal ve askeri aĝırlıĝı olan yapılanmalardı... Bu iki Kürd hükümeti, tüm çevre güçler tarafından ciddiye alınan, güçler dengesini deĝiştirebilen siyasal aktörlerdi.. Selçuklar alana gelmeden çok önce, bu Kürd hükümetleri kurulmuştu... Fakat, bu Kürd hükümetleri bir çok nedenin yanında dinsel nedenlerden dolayı Bizansların sürekli saldırıları altındaydılar... Abbasi devletinin merkezi otoritesinde ortaya çıkan sorunlardan dolayı, kendisiyle meşgul olan Baĝdat yönetiminin Kürdler için yapacaĝı bir şey yoktu... Kürdler, kendi baĝımsız otoritelerini kurarak, Bizans imparatorluĝu ve islam halifesi arasında tam bir tambon oluşturuyorlardı.... Bu esnada Kürdler Bizansların hıristiyanlaştırma çabalarına karşı sürekli direndiler... Kürdlerle Bizanslar arasında bir çok savaşta oldu... Ama bunun yanında sorunları barışçıl bir şekilde çözme çabalarıda vardı... Kürdler, Bizanslarla Selçuklar arasındaki sorunlarda çeşitli dönemler aracıda oldular... Bunlardan biri, 1049 yılında Selçuklu komutan Ibrahim Inan tarafından esir alınan Bizans kralı Constantin'in kardeşi Qaris'in kurtarılması olayıdır... Bizans kralı Constantin, Mervani Kürd hükümetinin başkanı olan Nesruldewle'den kardeşinin kurtarılması için aracı olmasını istiyor... Nesruldewle bu görevi başarıyla yapıyor ve Bizans kralı kendisine bir dizi hediye gönderiyor.. Ayrıca Istanbul ve Meyafarqin arasında çok yoĝun diplomatik geliş-gidişler vardı.. (Daha fazla bilgi için Abdulreqib Yusuf'un Dostike devletiyle ilgili çalışmasına bakınız).. Mervanilerin Mısır ve Suriye'de bulanan Fatimilerlede geniş ilişkileri vardı.. Bizans kralı 2. Basil, 1000 yılında Malatya, Xarput, Karer dağlarını aşarak Erez'e geldiği zaman Mervani Kürd devletinin başı Muhahid Ad Daoula Ebu Mençur Said gidip kendisini görerek bağlılığını bildirdi.. “Basil bu Kürdü bir Magistros yaparak, koruması altına aldı... Ve yeni vasalı yaptı “(Asolik, Cronologie suivie par Samuel d'Ani, p. 164) Kürdler, Kafkasya bölgesinde de etkili bir güç olarak varlığını sürdürüyordu... Bugün Ermenistan ve Azerbeycan denilen bölgede büyük oranda Şeddadi ve Rewadi Kürd devletlerinin denetimindeydi... Bizanslar, Anı Ermenileriyle devlet çıkarları ve mezhepsel sorunlar yüzünden ortaya çıkan çelişkilerden dolayı Şeddadi Kürdleriyle ittifaklar kurmuşlardır.. 1042 ve 1054 yılları arasında imparator olan “Constantin Monomaque Şeddadi Hanedanlığının zalim Emiri olan Abu Uswar bir mektup yazarak Anı'yı işgal etmesini ve 2. Gagik'e verebilidiği kadar zarar vermesini istiyor.. Constantin Monomaque'ın komutanı Nikolaos bu mektuba ek olarak ona bir dizi servet ve onurlandırma konusunda da söz veriyor“... (Schlumberger, Epopé Byzantine III. 482-83) Abu Uswar kendisine yapılan öneriyi kabul ediyor, ama İstanbul sarayına şartlarını ileri sürüyor... Abu Uswar; „Anı yönetiminde koparacağım tüm topraklar bana ait olacaktır“ diye şartını ileri sürüyor..İmparator Constantin Monomaque; “Devlet başkanlarına mahsus olan damgalı bir mektupla bu antlaşmayı kabul ediyor“ (Schlumberger, Epopé Byzantine III. 482-83) Şeddadi Kürd Hanedanlığı, bu durumdan yararlanarak bir bölge ve kaleye el koydu... Bizans ordularıda Anı üzerine yürüdüler.. Kürdler ve Bizanslar arasında kalan 2. Gagik Kürdlerle anlaşmaya çalıştı.. Bazı kaynaklara göre kısmi antlaşma sağlanmıştı... Bizanslar Ermeni emiri 2.Gagik'ı kandırarak İstanbul'a götürdüler.. Ermenilerin ileri gelenlerinden bazıları şehri Bizanslardan ziyade Şeddadi'lere teslim etmek istiyorlardı.. Çünkü Şeddadi kralı Abu Uswar bir Ermeni prensesiyle evliydi.. Ama Bizanslar şehri aldılar ve Şeddadilerle yaptıkları antlaşmaya uymadılar.. Bizanslar Ermeni ve Gürcülerinde içinde bulunduğu ordularını Abu Uswar'ın üzerine gönderdiler... Abu Uswar; “Bir savaş adamı olarak saldırılara karşı koyamayacağını anlayarak Dwin'e çekilip, tuzak kurmaya başladı“ (age).. Şehrin bir çok alanında yoğun bir şekilde su setleri oluşturulmuştu.. Bizanslar tam şehre girmek üzere olduğu bir anda bırakılan sular ve oluşan çamur ortamında korkunç bir yenilgi aldılar. Fakat şunu da vurgulamak gerekir, Selçuklu Sultanı'nın adamlarında olan Horasanlı Salar bazı hıristiyan yerleşim birimlerine saldırarak bir çok insanı öldürdü ve esir aldı... Mervani Kürd devletinin kralı Salar'a bir mektup yazarak esirleri kendisine vermesini ve Amed'te satılmasını öneriyor... O böylelikle hıristiyanları kurtarmak istiyordu.. Çünkü “Nasırdol iyi bir olup hıristiyanlara karşı merhamet duyuyordu“ (Matthieu d'Eddese, Chronique, LXXXVI). Ama ne yazık ki esirlerin bir çoğunu öldürüyor.. Selçuklar İran'a kaçarken, Bizans orduları Amed üzerine yürüdüler... Matthieu de Eddese'nin verilerine göre Bizanslılar, Amed şehrinde 15000 Kürdü oldürdüler.... Çok kısa bir şekilde özetleye çalıştığım bu ortamda Selçuklar diye yeni bir güç alanda belirlenmeye başladı. Ertuğrul Anı'ya saldırdığı zaman yanında Şeddadi Kürdleride vardı.. O yenilgi aldığı zaman, Bizanslılar “tüm doğu ordularını Şeddadi kralı Abu Uswar'ın üzerine gönderdi.. O, yeniden Bizanslıların vassalığını kabul etti.. Daha sonra Alparslan'la Bizans kralı Romanus Diogenes arasında yapılan Malazgirt savaşında yine Kürdler çok zarar gördüler.. Hem Kürdistan savaş alanı oldu ve hem de Kürdler esas savaş gücü olarak zarara uğradılar. Bizans ordusu Ibni El Esiri'ye göre 200 000 askerden, Imadedine göre 300 000 ve El Fariqi'ye göre 400 000 bin askerden oluşuyordu... Ama sonuç olarak çok büyük bir güç... Bu sayıları daha aşağılarada çeksek dahi büyük bir askeri yığınak.. Bu güçlerin 30 bini Roussel de Bailleul önderliğinde Xelatı kuşattı... Xelat o dönemler Kürdlerin elindeydi... Diğer güçler Malazgirt'e.... Ama Selçuklu güçler sayısal olarak azdı.. René Grousset'te göre, “15000 Kürd ve Türk“ Sıbt İbnu'l-Cevzî'nin "Mir'atu'z-Zamân"ı „10 bin Kürd“, başka bazı tarihçiler 30 000 kişiye çıkarıyorlar... Şimdi bazı eski kaynaklara dayanarak Bizans kralı Romanus Diogones'in esir alınış öyküsüne değinmek istiyorum.. Selahadin Üniversitesi Öğretim görevlilerinden Dr. Niştiman Beşir Mehemed, Raman dergisine yazdığı bir makalede; “Bizans kralı Romanus Diogones'in Şadi adlı bir Kürd tarafından esir alındığını“ yazıyor.. Dr Niştiman bu tezini tarihçi İbni El Ebri'nin “Tarix El Zeman“ adlı eserine dayandırıyor.. İbni El Ebri şöyle yazıyor; “Şadi adlı bir Kürd Bizans kralı 4. Romanus'u esir alabildi.. Bu gerçeği ispatlamak için diyebilirim ki Şadi Kürdçe bir kelimedir.. Ayrıca Selahedin Eyubi'nin babasının ismide Şadidir“ (akt. Dr. Niştiman) Kürdistan ve Anatolia'ya taşıyan Türkelerin „Malazgirt Fatihi“ dediĝi Alpaslan yine bir Kürd tarafından öldürüldü.. Bu konu da, en ciddi Kaynak 11 ve 12 yüzyılda yaşamış, Fransızların Mathieu de Edesse ve bizim „Urfalı Mateos“ olarak bildiĝimiz Ermeni tarihçisidir. Urfalı Mateos „Vekayi-Name'sinde Alpaslan, Bizans kralı Diojeni yendikten sonra Semerkant memleketini feth etmek üzeri yola koyulduĝunu söylüyor ve ekliyor; „O büyük bir ordunun başında olduĝu halde metin ve meşhur bir kale olan Hana* üzerine yürüdü ve kuşattı... Bu kalenin sahibi cesur ve aynı zamanda azgın ve merhemetsiz bir adamdı.** Sultan Alpaslan, kaleyi günlerce muhasara altında tutup çok sıkıştırdı.. O, aynı zamanda kalenin reisini, atalarının topraklarının daimi sahibi kalmak şartiyle kendisine itaate davet etti.. Kale reisi, hayli sıkıntılara göĝüs gerdikten sonra Sultana arzı tazimat etmiye karar verdi.. O, korkunç bir plan düşündü. O gün, karısı ve çocuklarıyla beraber şenlik ve ziyafet yaptı. Davullar çaldırarak ve şarkılar söyleterek onlarla beraber büyük neşe içinde içinde yedi ve içti. Fakat geceleyin karısını ve 3 oĝlunu Sultan'ın eline düşüp ona köle olmamaları için vagşiyane bir surette kendi eliyle kesti. O, ertesi sabah erken de oĝullarını kesmiş olduĝu iki biçaĝı yanına aldı ve Sultan'ın huzuruna gitmek üzre kaleden çıktı.. Sultan Alpaslan, onun geldiĝini haber alınca huzuruna getirilmesini emretti. Reis, huzura çıkınca eĝildi, fakat ona yaklaştıĝı sırada aniden Sultanın üzerine atıldı ve cizmelerinin içine saklamış olduĝu iki biçaĝı çekti. Onu Sultanın huzuruna getirmiş olanlar bu sırada kaçtılar. Vahşi bir hayvan gibi Sultanın üzerine atılan adam, iki biçaĝınıda onun vucuduna sapladı.. Sultanın adamları ileri atılıp onu olduĝu yerde öldürdüler... Sultan 3 yerinden yaralanmıştı, çok tehlikeli bir halde bulunuyordu ve şiddetli acılardan kıvranıyordu. O, memleket halkının bundan haberdar olmaması için ordusuna ilerleme emrini verdi.. Beş gün sonra vahim bir vaziyette olduĝunu hissedip başlıca İran reislerini ve mabeyincisini*** yanına çaĝırdı.. Sultan henüz bir çocuk olan oĝlu Melikşahı onlara takdim edip, işte ben yaralarımın tesiriyle ölüyorum. Oĝlum sizin hükümdarınız olsun ve tahtıma otursun’ dedi.. Sultan, bu sözleri mutâakıp hükümdarlık esvaplarını çikardı ve oĝlu Melikşah'a giydirdi. Onun önünde eĝildi ve onu gözyaşları içinde Allaha ve Iran emirlerine emanet etti.. Sultan Alpaslan aynı günde ehemmiyetsiz bir adam olan bir Kürdün eliyle bu suretle ölmüştü....“ (Urfalı Mateos, Vekaliye-Name, sayfa 146) Evet, Kürdistan'ı işgal eden o dönemin iki büyük gücün başında bulunan Alparslan Kürdler tarafından öldürülüyor, Romanus Kürdler tarafından esir alınıyor... Burada bir çok sonuç çıkarılabilinir... Kürdler, bölgenin en büyük halkı olarak tüm gelişmeleri büyük oranda etkileyebiliyordu.. Eğer din meselesi olmamış olsaydı, Kürdler Selçuklara karşı tavır alsaydılar, Türkler asla Kürdistan'a ayak basamazlardı... Daha sonra tüm yukarıda saydığım Kürd hükümetleri Selçuklar tarfından yıkıldı.. Biz Kürdler bir anlamda kendi ipimizi kendimiz çektik.. Sayın Ilıcak makalesinde uzun bir şekilde Basklıların ve İrlandalıların durumuna değiniyor ve şöyle diyor: „Baskların yaşadığı Navar Krallığı, bir zamanlar Kastilya ve Aragon Krallıkları gibi, müstakil bir devletti; bölge, İspanya ve Fransa arasında paylaşıldı. İrlanda ise, İngiliz hâkimiyetine karşı baştan beri direndi ancak, başarısız kalan pek çok ayaklanmanın sonucunda, 1801'de İngiltere'ye katıldı. Katolik orta sınıf, İngiltere'ye bağlı kalmayı hiçbir zaman içine sindiremedi; onlar bağımsızlık mücadelesi verirken, Kuzey İrlanda'daki Protestanlar da Birleşik Krallığın bir parçası olmayı tercih ettiler. İrlanda böylece ikiye bölündü. Bu ülkede terör, etnik temelli olmaktan ziyade, mezhep ayrılığına dayanıyordu.“ *** Gelelim bizim tarihimize... 1071'de Selçuklu hükümdarı Alparslan, Anadolu'ya girdiğinde, Malazgirt'te bir Kürt devletiyle karşılaşmadı; bir Kürt devletini yıkarak Anadolu'yu fethetmedi. Aksine Müslüman halklar, Bizans devletinin hâkimiyetine el birliğiyle son verdiler“ Ben sadece burada sayın Ilıcak'a bazı şeyleri hatırlatmak istiyorum: 1)Malazgirt Merwani Kürd Devletinin denetimi altındaydı. Merwani Mîr'i Mîr Baz Musul savaşında ölünce bu durumda yararlanan Gürcüler ve Ermeniler Malazgirti ele geçiriyor ve büyük bir Kürd kıyımını yapıyorlar. Buna tepki olarak Rewadi Kürd Kralı Memlan onlara savaş ilan ediyor. (Kaynak olarak Urfalı Mateos, René Grousset'in Ermeni Tarihi vs) 2)Neden Alparslan Şeddadi Kürdlerine Ani şehrini sattı? (Gerard Dedeyan, Les Armenies entre GRecs, Musulmans et Croises, sayfa 294) Eğer Kürdler güç değilse bu satış niye? (Soru iki gazeteciye) Bilindiği gibi Ani 1072 yılında Şeddadi başkenti oluyor. 3)Sayın Ilıcak'a bir önerim daha olacak. Eğer gerçekten Kürdlerin tarihi hakkında Türk tarih tezini kısmen aşmak istiyorsa eşi rahmetli Kemal Ilıcak'ın 1980 sonrası baskıya verdiği Keykawus'un „Kabusnamesini“ okusun. Kabusname'nin iki cildi de herhalde kendilerinde vardır. Birinci cilt'te „Abulasvar Şawêr“; İkinci cilte ise „Mîr Fadlun“ ile igili birer hikaye var. Keykawus onlara „Padişah“ diyor.. Onların önderliğindeki „gazalar“dan sözediyor. Sonuç olarak toparlamak gerekirse Türkler bölgeye gelmeden ve geldikleri zaman alanda Kürd devletleri vardı. İlk dönemler Kürdlerle iyi geçinmeye ve dost olmaya çalıştılar. Örneğin Alpaslan bacısı “Safiye Hatun'u Kürd Mîrlerinden Hezarhesp Kurê Benkîr'e eş olarak“ verdi( İbni El Esir, El Kamil, birinci bölüm sayfa 61) Yine 1067 yılında Alpaslan'ın evlendiği Abhaz Paşasının bacısı, daha sonra bunlar ayrılıyorlar. Sözkonusu olan kadın Şeddadi Kralı II. Fadlun evleniyor. Yine Alpaslan 1067 yılında “bir kızını Ennaz Kürd Mirine veriyor“(akt Dr. Niştiman Beşir, Selçuklular üzerine, sayfa 224) Hediyelerede değinmek istemiyorum. Ama güçlendikleri zamanda Kürdleri biçmeye başladılar. Sayın Zaman gazetesi yazarı Sıbt İbnu'l-Cevzî'nin "Mir'atu'z-Zamân"ı „10 bin Kürd“,ün Malzagirt savaşına katıldığını“ yazıyor. Aynı kitabın yanı Mir'atu'z-Zamân"ın 117.sayfasına bakmasını tavsiye ediyorum. Ne var? Türklerin Kürdlere karşı yaptığı toplu kıyım var. Sıbt İbnu'l-Cevzî'? “Nizami Mülk ve Melik Şah Rewadi Kürdlerin kaldığı Dvin kalesini kuşattılar, kaleyi savunan savaşçılardan 30.000 kişi öldürdüler ve 50.000 kişi esir aldılar“ Ama sayın Mustafa Armağan'ın okuduğu , Mükrimin Halil Yınanç gibi yönlendirici kitaplarda ve tarih çalışmalarında böyle alıntılar olmaz. Çünkü, “Türke hakaret olur“ ve “Kürdün varlığı ortaya çıkar“ korkusuyla tüm tarihi gerçekler altüst ediliyor ve belli bir tarih anlayışı çerçevesinde topluma empoze ediyorlar “Kürd açılımı“nın tartışıldığı bu günlerde “bir tarih açılımı“ da gündeme getirmek gerekir. Aso Zagrosi

Anonymous (not verified)

Tue, 2010-06-01 12:37

In reply to by aktari (not verified)

kürtler mezopotamyada yaşamasaydı eminim türkler şimdi burda yaşayamazdı çünkü bizansla savaşanların içinde türkler kadar kürtlerde vardı ve bunu yok sayarak kürtlerin emeklerini yok sayarak dillerini yasaklayarak kürtleri asimile edrek sömürerek yok etmeye çalışılmıştır bizzat devletin resmi politikası haline getirilmiş bu mu kardeşlik bu mu sizi malazgirtte , çannakelede sizi koruyan sizinle kolkola girerek bu ülkeyi düşmanlardan koruyan kürtlerin hakkı bumudur yani BİR GÜN DEVRAN DEĞİŞSEDE KÜRDİSTAN DEVLETİ BUNLARI TÜRKLERE YAPSA ŞAŞIRMAYIN O ZAMAN KENDİ KUYUNUZU KENDİNİZ KAZDINIZ ne mutlu insanım ne mutlu kürdüm diyene

Add new comment

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.