”MIT-Öcalan Mutabakatı Nedir, Ne değildir?” başlıklı önceki yazımda, bu mutabakatın, Türklerle Kürtlerin (Sünni) İslam kardeşliği temelinde Misak-ı Milli’nin güncellenmesini öngördüğünü ve Türk devletinin güneye doğru büyümesi anlamına gelen böyle bir projenin barıştan çok savaşı davet ettiğini belirtmiştim.(*)
İsrail-Türkiye yakınlaşması, bu mutabakatın ilan edilmesinin hemen ertesine denk geldi. İsrailli kaynaklara göre bu özür, birinci derecede Suriye meselesiyle ilgiliydi. Özür daha manşetlere tırmanıyorken Suriye’deki süreçten birinci derecede etkilenen ülke olan Lübnan’da hükümet istifa etti. Onu, Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) Başkanı Muaz El-Hatib’in istifası izledi. Bu arada Özgür Suriye Ordusu adlı örgüt, SUK’un İstanbul’daki toplantısında Suriye’nin başbakanı olarak belirlenen Amerikan vatandaşı Gassan Hito'yu kabul etmeyeceklerini açıkladı. İsrail-Türkiye yakınlaşması, Suriye’yle ilgili taşları bu şekilde yerinden oynatırken ABD ile AB, Öcalan’ın girişimini olumlu bulduklarını açıkladılar. Ki bu devletler, düne kadar, kamuoyu önünde Öcalan’ın ve PKK’nin adını sadece terörizm suçlaması yapmak için ağızlarına alırlardı. Bütün bu gelişmeler, MİT-Öcalan mutabakatının öngördüğü Türklerle Kürtlerin (Sünni) İslam kardeşliğine dayalı birlik önerisinin bölgedeki saflaşmalarla ilişkili bir boyut da taşıdığını gösteriyor. Ortaya çıkan verilere bakılırsa Abdullah Öcalan, PKK’yi ve Kürtleri Amerikan-İsrail-Türkiye hattında bir yerlere yerleştirmeye çalışıyor.
Bu yöndeki söz ve girişimlerin değişik türden reaksiyonlar uyandıracağını tahmin etmek zor değil. İki tanesi hakkında daha şimdiden yazılabilir.
Birinci reaksiyon, geçmişte sosyalizm ve Sovyetler Birliği şampiyonluğu yapmış ama Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birlikte hızla Amerikancı çizgiye intikal etmiş olan Kürt siyasetçilerine aittir. Bunların reaksiyonunu ifade edebilecek en uygun kelime hayal kırıklığıdır. Çünkü bu arkadaşlara göre PKK, olaylara ideolojik bakan, Stalinist bir örgüttü; Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle doğan dünyanın niteliğini ve dengelerini doğru okuyamadı ve Kürt potansiyelini götürüp Saddam gibi, İran mollaları gibi çağdışı güçlerin yedeğine sokup heder etti. Oysa yapılması gereken, Kürt hareketini sosyalizmden uzaklaştırıp “demokrasi kampı”na nakletmek, yani Batılı güçlerle ittifak yapmaktı. Doğal olarak böyle bir nakil ve dönüşümle ortaya çıkacak olan hareketin önderleri de Öcalan gibi soğuk savaş dünyasının diktatörleri değil, bu siyasi gelişmeleri çözümleyebilme ferasetini göstermiş kişiler olarak kendileri olacaktı. Bu arkadaşlar, Abdullah Öcalan’ın tam da onların düşündüğü şeyi yapmaya ve kendilerinin yerleşmeyi düşündükleri boşluğa kocaman gövdesiyle PKK’yi yerleştirmeye çalıştığını görünce muhtemelen (bir kez daha) dizlerine vurmuşlardır.
İkinci reaksiyon, birincisinin içi dışına çıkmış versiyonu olarak tarif edilebilir ve daha çok kendilerini PKK’ye yakın hisseden Türk solcularına aittir. Bunlara göreyse Öcalan, bu toprakların görüp görebileceği en halkçı, en demokratik, en sosyalist… aktördür. Barzani ve Talabani’nin yaptığı gibi Kürt hareketini emperyalizme peşkeş çekmemiştir. Mahir Çayanların öğrencisidir ve Türk solcularıyla yaptığı işbirliği, halkların kardeşliği düsturuna olan bağlılığının bir ifadesidir. Öcalan’ın Türk-İslamcı diskura benzeyen bir söz dağarcığıyla konuştuğu, Kürt milliyetçilerinin uydurduğu bir iftiradan ibarettir. Öcalan çizgisinde oldukları müddetçe Kürtler ayrılıkçı milliyetçiliğe rağbet etmeyecek, Amerikan ve İsrail saldırganlığına karşı bölge halklarıyla aynı cephe içinde mücadele edeceklerdir.
Öcalan’ın Newroz’daki konuşması bazı tereddütlere, kırgınlıklara ve kızgınlıklara yol açmış olsa bile Kürtleri Türk bütünlüğü içinde tutmaya öncelik veren solcular hâlâ umutlarını korumaya ve Öcalan’ı desteklemeye çaba sarf ediyorlar. Yine de bunun kırılgan ve yamulmaya müsait bir çaba olduğunu söylemek gerek. Nitekim bu solcuların en azından bir kısmının, kırgınlık ve kızgınlıklarını, Öcalan’ı ve PKK’yi eleştiren Kürtlere yansıtarak işin içinden çıkmaya çalıştıklarını görüyoruz. Özgür Politika gibi yayın organlarında yazan Türklere bakınız, bunlardan bazılarının Kürt milliyetçilerine karşı normal zamanlarda kullandıklarından daha sert bir dil kullandıklarını fark edeceksiniz.
Elbette Kürtlerin tercihlerinden ziyade bizatihi kaderini tayin hakkının kendisini desteklemeye öncelik veren Türk solcuları da var. Bunların yeni sürece verdiği prensip desteğini yukardaki tavırdan ayırmak gerekiyor. Böylelerini ayırmak kolaydır: Türk şovenizminin saldırılarına karşı sadece Türkiye Kürtlerinin haklarını değil, gerektiğinde Talabani’yi ve Barzani’yi de savunurlar. Sayıları azdır, ama şükür ki yok değildirler.
***
Yukarıda özetlemeye çalıştığım iki reaksiyon birbirlerine karşıt olmakla birlikte bir hayli ortaklık içeriyor. En temel ortaklık noktası ise, iki görüşün de Öcalan’ın kullandığı diskuru bizzat onun gerçeği olarak kabul eden bir anlayışla değerlendirme yapmalarıdır. Halbuki diskur gerçeğin yerine geçirilemeyeceği gibi, Öcalan da değişik dönemlerde değişik diskurlar kullanmıştır. Örneğin, 1970’lerde deyim yerindeyse “kızıl komünist” bir diskur kullanırdı. Berlin Duvarı çökünce eski söyleminin rengini seyreltip “pembe sosyalist” diyebileceğimiz bir çizgiye çekti. 1999’da tutuklanınca Türk milliyetçiliği diskuruna doğru dümen kırdı. Ortalık biraz sakinleşince “radikal demokrasi” lafına yapıştı. Şu sıralardaysa modernize edilmiş Hamidiye söylemine doğru yelken açacakmış gibi bir izlenim veriyor.
Bir kısım Kürt milliyetçisi ile Kemalizmle olan kan bağlarını kesemeyen Türk solcuları, bütün bu diskurları, içinde şekillendikleri bağlamlarla ilişki içinde analiz edip anlamlandırmak yerine, Öcalan’ı, 70’lerdeki söylemine indirgeyip orada sabitlediler. Bunlar, ideolojik tavırlardı ve gerçeği yakalayabilme şansına sahip değildi. Nitekim bugün de Öcalan’ın PKK’yi, Türk siyasetinin uzantısı mevkiinde Amerika-İsrail katarına yerleştirme çabası karşısında şaşırıyorlar.
Oysa Öcalan’ın Amerika-İsrail-Türkiye hattına yerleştirilmesi girişimi yeni bir olay değildir. Öcalan’ın yakalandığı dönemde kaleme aldığım yazıları okumuş olanlar, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmiş olmasının, onun Rusya-İran-Irak-Suriye-Libya ekseninden çıkarılarak Amerika-İsrail-Türkiye eksenine yerleştirilmesiyle ilgili bir Amerikan operasyonu olduğunu yazdığımı hatırlayacaklardır.(**) Yani Öcalan’ın Newroz konuşması ile onun hemen ardından gelen İsrail-Türkiye yakınlaşmasının bugün zihinlerimizde uyandırdığı görüntülerin benzerleri aslında o zaman da mevcuttu.
Ne var ki siyaseti, olayların ve alandaki aktörlerin birbirleriyle olan ilişkilerine ve bu ilişkilerin gelişim seyrine bakarak anlamak yerine, bu ilişkilerin çoğu kez kırılmış görüntülerine ve sözlerine bakarak anlamlandırmaya çalışanlar, bu görüntüleri fark edememişlerdi. Kürt ve Türk kanaat önderlerinin önemlice bir bölümü TV ekranlarındaki idam muhabbetlerinden kalkarak Abdullah Öcalan’ın asılıp asılmayacağını tartışıyorlardı. Bazı eski Kürt politikacıları da “Öcalan idam edilecek, PKK de dağılma sürecine girecek, tam bu sıra bir hamle yapıp bir şeyler kapamaz mıyım?” şeklinde hesaplar yapıyorlardı.
Gerçekte ise Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin nedeni onu asmak değildi. Amaç, Kürt sorununu, o zaman adına “Amerikan destekli Türk çözümü” dediğim bir yolla çözmek, bu şekilde Türkiye’ye görece istikrar kazandırmak ve Türkiye’yi Ortadoğu’yu şekillendirme planında kullanılacak operasyonel bir güç haline getirmekti. Gerçi bu plan, daha sonra birçok yerinden delindi ve delenlerden biri de bizzat Türk devletiydi. Ama bu kadarı bile Öcalan’ın, idam edilmek bir yana, nihayet Amerikan denklemine dahil edilmiş olduğu için aslında uluslararası politik denklemde eskisine göre daha yukarılarda bir yere yerleştirilmiş olduğunu göstermeye yetiyordu. Bugün MİT’le birlikte Türkiye’yi büyütme planları içinde gördüğümüz Öcalan, aslında o gün kendisine biçilmiş olan o görece yüksek mevkiden konuşan ve kendince bir oyun planı kurmaya çalışan Öcalan’dır.
***
Bütün bunları 14 yıl sonra doğrulanmış olduğumu göstermek amacıyla yazmıyorum. Şu sıralar yaşanan olayların Kürtlerin geleceği bakımından oynadığı kritik rol, bu tür bireysel başarı veya başarısızlık öyküleriyle uğraşmayı hepten anlamsızlaştırıyor. Bunları yazmamın nedeni, yukarıda ele alınan ve karşıt kutuplarmış gibi görünen kesimlerin değerlendirmelerinin dün olduğu gibi bugünde sadece diskurdan hareketle oluşturulduğuna dikkat çekmek ve bu yöntem terk edilmediği müddetçe sürecin doğru anlaşılmasının mümkün olamayacağına dikkat çekmektir.
Siyasi analiz yapılırken diskurlar ve bunların harekete geçirici güçleri elbette dikkate alınmalıdır. Ama bu diskurları üreten veya sahiplenen aktörlerin mevcut güç dengeleri içindeki pozisyonları, hangi strüktürlerle kuşatılmış oldukları, yüz yüze oldukları fırsat yapıları, sahip oldukları kaynakların nitelikleri ile bunları harekete geçirme kabiliyetleri gibi sosyal hareket teorisinin ana başlıklarını oluşturan kalemlerle bağlantılı biçimde değerlendirilmezse diskur analizi fazla işe yaramaz.
Bugün sadece diskurlara dayanan analizler yapmak, bu analizi yapanlarla Öcalan arasında yaşanacak bir Tom-Jerry oyununa dönüşmeye mahkumdur: Analizciler, Öcalan’ın bu haftaki sözlerinden kalkarak onun, diyelim ki Fetullahçıları dışladığını söyleseler, Öcalan gelecek hafta Fetullah Gülen’e özel selam gönderir. Analizciler, sadece sözlere bakarak Öcalan’ın Alevileri unutmuş olduklarını ileri sürseler, Öcalan ertesi hafta örgütteki takma isminin Ali olduğunu hatırlatır… Ve oyun böylece sürüp gider. Dolayısıyla söylenen sözden öte, o sözün hangi pozisyondan, kiminle ilişki içinde, kimin sözüne karşı vb. söylendiğine bakmak gerekiyor.
***
Öcalan’ın Newroz konuşmasında özetlenen yeni sözünü bu çerçevede incelediğimizde, onun, Kürt hareketini, Misak-ı Milli hedefine kilitlenmiş olarak Amerika-İsrail-Türkiye katarına eklemeyi tasarladığını görürüz. Bu durumda ihtiyacımız olan şey, alışılagelmiş bir diskur analiziyle olamaz. Onun da ötesinde, bu dönüşüm önerisini yukarıda sözü edilen fırsat yapıları ve kaynak mobilizasyonu gibi kriterler noktasından değerlendirmek, sonra da siyaset felsefesi bakımından böyle bir dönüşümün arzulanıp arzulanamayacağı üzerine tartışmamız gerekiyor. Bunlardan birincisi, günümüz koşullarında modern bir Hamidiye beyi yaratmanın fizibilitesiyle, ikincisi ise böyle bir beyliğe karşı takınılacak ahlaki ve ideolojik tavırla ilgilidir. Ama yukarıdaki özetten de anlaşılacağı üzere, biz, henüz neyi, nasıl tartışmamız ve değerlendirmemiz gerektiği konusunda bile ortak bir kanaate sahip değiliz.
Sahiden, Türkiye Kürtlerinin Amerika-İsrail-Türkiye-Katar-Suudi Arabistan-Ürdün aksına eklenmesi mümkün müdür? Türkiye Kürtlerinden bahsediyorum. Eğer mümkünse bunun muhtemel maliyetleri ve kazançları nelerdir?
Son olarak da böyle bir eklemlenme siyaset felsefesi bakımından ne anlam taşıyacaktır?
Var mı bu sorulara sistematik bir cevabı olan? Özellikle de PKK açısından?
Yoksa bizim adımıza MİT ve Öcalan bu sorunları tartışıyorlar demekle mi yetineceğiz?
Bugün bu sorulara kafa yormayan, yarın Kürtler adı geçen ittifak adına bir koçbaşı olarak Suriye çöllerine salındığında ne söyleyecek? Söylese bile bu ne işe yarayacak?
2013-04-04
----------------------------------------------
(*) PKK yanlısı bir gazetenin yazarlarından biri, bu tespite “küçük adamlar” diye başlayan bir küfürnameyle cevap verdi. Bu vatandaşın huyudur; lideri tarafından hançerlendiği hissine kapıldığı her dönemeçte, hançerin acısını ve bundan doğan hıncını başkalarına yansıtarak rahatlamaya çalışır. On dört yıl evvel de böyle yapmıştı. Bugünkü yazdıklarında bir fikir adına bir şey bulamayınca, bütün küfürlerini ve hakaretlerini sahibine iade etmek dışında yapabileceğim bir şey kalmıyor.
(**) Bu görüşleri ihtiva eden yazıların bir kısmı Dönemeç Yazıları adlı kitabımda yeniden yayımlandı (Vate Yayınları, 2011).