بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی
Submitted by Anonymous (Pesend ne kirin) on 12 January 2010

Ahmet ÖNAL/ Sene 1974 Mayısı idi. İbrahim Kaypakkaya katledileli bir yıl olmuştu.. İbrahim'i çok severdim, ama ben her nedense Denizci idim. THKO'nun bazı yazılarına da ulaşmış, onları tekrarlayarak propagandasını yapardım.

Ama yazılanlar beni tatmin etmekten uzaktı. Maalesef onları aşacak şeyler söylemeyi de bir türlü göze alamıyor, kendimi hazır hissedemiyor, beceremiyor ve ertelemek durumunda kalıyordum..
Bir gün Kiğı'da “Ölmezlerin Kahvesi“nde üç beş Deniz yandaşı, Üç beş de İbrahim sevdalısı oturmuş, Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını tartışıyor, ardında da devrime nereden başlamak gerektiğini her zamanki rutin söylemlerimizle tekrarlıyorduk!

Türkiye'nin sosyo - ekonomik yapısını tespit etmek için; Mardin, Urfa, Diyarbakır ovalarındaki, traktör ve karasaban sayısının ardına düşmüştük. Eğer tarlaların hektar bazında çoğu traktörle ekiliyorsa biz, karasaban ile ekiliyorsa Kaypakkayacı arkadaşlarımız haklı olacaktı.

Tam da biz Deniz görmemiş Denizciler galebe çalacaktık ki, 16-17- yaşındaki biz siyasilere; 25-26 yaşında biri de "Afedersiniz!" diyerek "Bir şey söyleyebilir miyim?" sözcükleri ile tartışmamıza not düşmek istedi.
"Siz hangi ülkenin sosyo- ekonomik yapısını tartışıyorsunuz?"
Ben; "Türkiye'nin!" diye, yaşımıza göre abimiz olan "Abi"yi şaşkınca cevapladım.
Abi; " Ama karasaban ya da Traktör sayısını tespit etmeye çalıştığınız coğrafya Türkiye değil, önce bu konuda netleşin!" dedi.
"Bak bu üzerinde politika yaptığınız coğrafya Türkiye değil, Kürdistan!"
Bu söz karşısında tüm piramidim dağıldı.. O anda THKO'luğumdan ve Denizciliğimden eser kalmadı.
O korku dolu ve unutturulan sözcüğü bana hatırlatan ve toplam 30 kelime, üç cümleden ibaret kısa tespitinden sonra gidip kaybolan o münevver genç adamı bir daha göremez oldum! Ama Artık unutturulmak istenen Kürdistan fikriyatı Kiğı'ya da böylece bulaştırdığının o da farkında olmadan çıkıp gitti..

Ben O saatten sonra, Denizciliğime karşı gevşedim, Denizci arkadaşlarım bana "Sen neden böyle oldun?" diyerek sitem ederken, ben yetersiz olan birikimimi Marksist klasikler okuyarak tamamlamaya çalışıyor, dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerini inceliyor ve “bir durum yok“ diyordum. Ben kafamda planladığım kopuş projemi gelecekte tartışarak çekilmeyi ahlaki buluyordum..

Bu süreç bir yılı bulmuştu, herkes beni Denizci biliyor, ama ben kendimi içten içe Kürt ulusunun bir ferdi ve Kürdistanlı sayıyordum.. Bu gizli duruşumdan da son derece rahatsız oluyordum.
Sonra, Elazığ'a annemi doktora götürmüş, devlet hastanesinde safrakesesinde ameliyat olmuşken ben de aileden tek Türkçe öğrenen okumuşu olarak kendisine refakatçi oldum.
Bu arada Denizci arkadaşlar da gelip annem ve benimle ilgilenmek ve beni “daha sağlam örgütlemek“ istiyorlardı.
Davetleri üzerine; “Elazığ sorumluları“ düzeyinde olan iki Denizci ile hastaneye yakın bir kahvede sohbete çektiler beni. “İyi giden!“ durumlarını propaganda ettikten sonra, bana; “Sen ne yapıyorsun?“, “Ne düşünüyorsun?“ “Neden ilk heyecanın bize karşı böyle sönmüş!“ Sen ilk bize karşı ilgi duyduğunda çok heyecanlı ve coşku dolu idin. Ne oldu sana?!“ diye soru yağmuruna tabii tuttular..

Ben ise çok sayıda okuduğum “Ulusal sorun“, “ Sömürgeler sorunu“, ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı“ “Ulusal Kurtuluş Hareketleri“ vb. o günkü koşullarda devrimci çevrelerin okuduğu ve tartıştığı tüm ana materyal ve kitapları okumuş durumda idim artık. İçimdekileri dökmeye koyuldum:

“Sorun benim coşkumun gerilediği ile ilgili değil, sorun sizin Kürt Ulus ve Kürdistan sorunundaki politikasızlığınızdan da öteye, Kemalizm'i aşamayan bir durumda oluşunuzdur. Beni sizden uzaklaştıran sebep budur. Her okuduğumda araştırdığımda da bu eğilimim güçleniyor.

Parçalanan uluslar birleşiyor, devletleşiyor. Kürtler savununca; ’bu milliyetçiliktir' diyor ve karşı tutum sergiliyorsunuz! Bunu doğru görmüyorum.
Parçalanan diğer ülkeler, ulusal Kurtuluş mücadelesi projesiyle mücadeleye kalkışınca,buna itirazınız olmuyor, Vietnam, Gine, Kamboçya ve daha nice sömürge ülke, ama sorun bizim ülkemiz olunca sizin ’Türkiyeciliğiniz' kabarıyor, ve dediklerimizi “devrimin güçlerini bölüyor“ diye karşılıyorsunuz.

Ben sömürgeciliğin inkar, asimilasyon, katliam politikalarının sonucu yok edilmek istenen bir ülke ve ulusun kurtuluşunun öncelikli çözümlenmesi gereken sorun olarak bakıyorum.. Soruna böyle bakmak Marksizm- Leninizm'in gereğidir.“ dedim..
Onlar ise; dediklerime cevap verme yerine; benim Jonson ( Ali Rıza Koşar) tarafından kandırıldığımı söyleyince, ben içimden; “Wahh... demek ki benim gibi düşünen başkaları da var!“ diye sevinirken.. Kendilerine; “Ali Rıza Koşar eğer böyle düşünüyorsa varsın beni kandıran o olsun!“ diyerek tartışmayı kapattım. Kalktım.. Önce annemin durumunu görmek üzere hastaneye gittim. Sabırsızlıkla öğle yemeğini yedirdim. Çıktım. İstasyon semtinde Ali Rıza Koşar'ı aramaya koyuldum.. Her zamanki hali ile sıcak bir yoldaşça karşılayışın ardında akasya ağacının altındaki masaya oturduk. Kendisine düşüncelerimi ve Denizcilerle olan tartışmayı aktardım. Ayrıca kendisinin olup bitenden neden beni haberdar etmediğini ilettim.
Kendisi; “Sabırlı ol!“ dedi.
Ben; “Böyle bir bekleyişi doğru görmüyorum!“ dedim ve çıktım.

Ve ben artık Türkiyeli değil, Kurdistanlı oldum!.. "Türkiyelisin" diyenlere mesafeli durdum. Bu durum daha sonraları, anneme “senin oğlun kafayı yemiş!“ diye yansıdı. Annem derslerimdeki başarımı, saygınlığımı, kimseyi rahatsız edemeyişimi hesaplayamadan, köye ulaşan “deliliğim“e literatürlerin de olmayan kelimelerle, farklı bir Kürt ile karşılaştıklarını düşünerek, kaygılanarak, şaşkın duygulara kapılmışlardı.

Bu nedenle artık annem dağ başındaki ziyaretlere “tesediq- lokma“ dağıtarak, adaklar keserek bana bulaşan deliliğimi sökmenin ’hawar'ına düşmüştü!
Uzun bir siyasi ve yaşam mücadelesinin ardından annemin de o dağıttığı “tesedıq“lerden 20 sene sonra bir sabah kalkıp güneşe açtığı elleri ile dudağında; “Ya Yêzdan ya rebî, ya Xizir! Hûn ji rêwîyê li rêyan, nefsîyê li tengîyan, gerîlla û peşmergeyên li serê çîyanin re alîkar bîn ku bila em jî bigîhêjin azadîya xwe!“ ( Ey Yaratan, ey yol gösteren Rebi, ey Xızır! Sizler yardımcı olun ki; hasret çekenler özlemlerine kavuşsun! Açlar doysun ve kimse açlık ve sefaletten ölmesin. Dağdaki peşmerge ve gerilaya da yardımcı olun ki biz de özgürlüğümüze erişelim!“ diye söylenmesi ile ben;
“Anne! Sen de mi benim gibi delirdin yoksa?!“ diye tebessüm ettim!
Annem; “Oğlum sen utanmıyor musun ki benim duamı dinliyorsun?!“ dedi.

Sonra şimdi.. 300'ü aşkın yayımladığımız kitabımızla kendimizin değerlerini ülkesel, ulusal, kültürel değerler ve tarihi komşuluklarımıza insani ve tarihsel bir gözle incelensin ve geleceğe daha sağlam ve bilinçlice gidilsin diye Kürtçe, Türkçe, Ermeniler, Asuriler, Aleviler, Êzidiler vs. üzerine kitaplar yayımladım.. Çok da iyi oldu!

Ama “Ölmezler Kahvesi“nde karşılaştığım ve Kürtlüğümün ateşini yakan kumral Kürdistanlının o vakur halini düşünerek; “Acaba o kimdi? Kendisi ne oldu? Ne yapıyor? sorusundan sonra 36. yıla da ayak bastım. Pek çok soruma cevap buldum. Ama ona dair cevabım hep askıda kala kaldı! Olsun sen de güzel ve yerinde bir soru ile güzel şeylere sebep oldun! Katkın büyüktür...

Kiğı'da yaşamıma giren bir soru ile vardığım yer burası!

Şîroveyeke nû binivisêne

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.