بازبدە بۆ ناوەڕۆکی سەرەکی
Submitted by Anonymous (Pesend ne kirin) on 16 November 2009

Türk açılımı ve Kürd siyasetinde saçılma...

Fuat Önen

Açılım, açılmak fiilinden türetilmiş bir ad, daha çok matematik terimi olarak kullanılır. Sanat, edebiyatta “genişleme, yeni boyutlar kazanma“ anlamındadır. Son günlerde siyasi gündeme yerleşen bu kavramı daha çok bu anlamıyla anlamak gerekir. Açılım kavramının çağrıştırdığı bir diğer nokta da bir yerden, ya da birilerinden başka bir yere ya da birilerine doğru bir eylemlilik halidir. MGK (Milli Güvenlik Kurulu) kararıyla resmiyet de kazanan gündemdeki açılımın bir devlet eylemliliği olduğu aşikardır. Bu nedenle, tartıştığımız açılımın devletin “genişleyip, yeni boyutlar kazanma“ niyet ve çabası olduğunu görmemiz gerekir. Başlangıçta Kürd açılımı olarak adlandırıldığında bu devletin Kürdlere doğru genişleme niyetini ifade ediyor olmalıydı. Ancak Kürdlere doğru genişleme tehlikeli bir eylemdir. Bu genişlemenin nereden başlayıp nerede duracağı, tartışmalıdır (devlet içinde de tartışılmıştır), bir kere açılınca bunu sınırlamanın zorlukları vardır ve bu zorluklar Türk devletinin 80 yıllık kabusudur. Genişlemeye çalışırken daralma korkusudur bu. Diğer yandan böyle bir genişlemenin “sınır“ötesi boyutları vardır. Sınırlar, özellikle de doğu-güneydoğu sınırları devletin beka sorunudur, hemen ötesinde de Kürdler devletleşmeye yönelmişlerdir. Gerçi “sınır“ötesi Kürdlerle ABD ve Batı dünyasının da desteği ve biraz da dayatmasıyla bir uzlaşma sağlandığı söylenmektedir ama “sınır“ın ötesinin de berisinin de Kürd olduğu, Kürdlere, özellikle de devletleşen, devletleşme hedefine sahip Kürdlere güvenilmeyeceği de unutulmamıştır. Bütün bunlar gözetilerek açılımın niteleyeni olarak Kürd yerine demokratik sözcüğünün kullanılması uygun görülmüştür. Açılıma demokratik bir niteleyen bulunması da yeni bir sıkıntı yaratmış, yapılacak işin (genişlemenin) demokratik olacağı belirtilirken, kime ve niye genişleneceği belirsiz kalmıştır. Devlet içi tartışmalar sonucunda bu soruna da bir çözüm bulunmuş ve açılım nihai adına kavuşmuştur: “Milli Birlik Projesi'nde Demokratik Açılım“. Sistemin rasyonelleri bakımından bu formülasyon yerindedir. AKP'ye bu nedenle yöneltilen ’geri adım atma' eleştirisi haksız ve yersizdir. Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak konseptine açılımdan önce de, açılım sırasında da bağlı olduğunu ısrarla deklere eden AKP'nin bu açılımı milli birlik projesi kapsamında ele almasında şaşılacak bir şey oktur. Şaşıranlar, siyaseten şaşı bakanlardır. Şaşıranlar, Türk Egemenlik Sistemini (TES) bir bütünlük içinde değerlendiremeyen, bu sistemi devletin farklı kanatlarına indirgeyenlerdir. Devlet içinde farklı kanatlar her zaman olmuştur ve olacaktır. Sistem bu kanatları arasındaki ilişki ve çelişkilerle, ayrılık ve birliklerle sistemdir ve bunları kendi içinde tutabildiği ölçüde işleyebilmektedir. TES'nin milli birlik ihtiyacı ezeli ve ebedidir, kuruluşundan beri vardır ve yıkılışına kadar sürecektir demek istiyorum. Bu ihtiyaç yapısaldır. Çok uluslu bir imparatorluğun bakiyesinden, ulus yaratma projesinin doğurduğu bir ihtiyaçtır. Birden fazla milletin bulunduğu bir alanda, tek millet konseptiyle, milli birlik sağlamaya çalışmak diğer milletleri ortadan kaldırmak ya da onları millet gerçekliklerinden arındırmakla mümkündür ki bunun literatürdeki adı jenosiddir. Egemenlik sahasında birden fazla ulus ve yurt varken, bunu teke indirmeye çalışmanın örtüsüdür Türk tipi “milli birlik“. Cumhuriyet tarihi boyunca bu örtüyü aralayan ve bu birliği tehdid eden esas dinamik Kürd ulusal dinamiğidir. Son milli birlik projesinde Kürdlere doğru bir açılım olması bu yüzdendir ve bu tehdidi izale etmeye, bu mümkün olmazsa izole etmeye yöneliktir. Açılımın değerlendirileceği çerçeveyi böyle çizdikten sonra tarihine de bakmak gerekir. Bu açılım son birkaç günde veya ayda ortaya çıkmış değildir. Açılım tartışmaları içinde sık sık Turgut Özal'a atıf yapılması boşuna değildir. Tartışılan açılımın başlangıcı o döneme yani 1990'lı yılların başına gider. Özal'ın “federasyon da tartışılabilinir“, Demirel ve Erdal İnönü'nün “Kürd realitesini tanıyoruz“, Çiller'in “Bask modelini tartışmalıyız“ sözleri, SHP'nin “Doğu Raporu“, CHP'nin “Kürd Raporu“, şimdiki açılımın öncülleridir. 2005'de Erdoğan'ın “Kürd sorunu vardır ve bu benim de sorunumdur“ açıklaması, daha sonra 2009'da Abdullah Gül'ün “iyi şeyler olacak, tarihi fırsat var“ sözleri bunların devamıdır. Bu nedenle son açılımı, sistemin 20 yıldır kendi içinde sürdürdüğü iç tartışmanın ve sağlanan kısmi uzlaşmanın sonucu olarak görmek gerekir. Kuşkusuz bu açılımın dış dayanakları, açılımın dış dinamikleri de vardır. Zaten başlangıcın 1990'lı yıllara uzanması da bunun göstergesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni, 1989-90'da Sovyet sosyalizminin çözülmesiyle çökmüş ve dünya yeni bir düzen arayışına ve savaşına girmişken, Birinci Savaş sonrası oluşan dünya düzeninin bir parçası olarak kurulan ve İkinci Savaş sonrası düzende de kendine yer bulan TES'nin yeni arayışlara ve açılımlara yönelmemesi beklenilemezdi. Sistem, içerde Kürd halkının ulusal mücadelesinin yanında, dünya düzeninin çökmesinin kendisi için oluşturduğu tehdidi de algılamış ve arayışa girmiştir. Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra, Kürdistan'ın güneyindeki gelişmeler, yeni ve farklı bir siyasi statünün oluşmaya başlaması da bu açılım sürecini etkileyen bir diğer dinamik olarak değerlendirilmelidir. Son 20 yılda dünyada, bölgede ve Kürdistan'da gerçekleşen gelişme ve değişmelere bağlı olarak, açılım bugünkü haline gelmiştir. Açılım konusunda sistemin iç tartışması da, sistemin karşıtlarıyla tartışması da devam etmektedir. Açılımın kapsamını, gerçekleşme şansını, gerçekleşirken değişimini bu tartışma ve mücadeleler belirleyecektir. TES'nin restorasyonu, taktik geri çekilmesi ve stratejik saldırısı Çözümü bir meselenin çözülmesinden alınan sonuç olarak tanımlayabiliriz. Son açılım süreci Kürd, Kürdistan meselesi etrafında tartışılmakta ancak buna bir çözüm önermemektedir. Kuşkusuz açılımın da çözmeye çalıştığı birtakım meseleler vardır, ama tartıştığımız meselenin çözümü iddiasında da değildir, kapsamında da. Genelde sistemin bu açılım süreciyle, içeride, dışarıda aşınan meşruiyetini onarmaya çalıştığı, Batı Dünyası ile uyumlu bir imaj arayışında olduğu, açığa çıkan, kendi rasyonellerini de örseleyen, arızalarını gidermeye çalıştığı söylenebilir. Bu bakımdan bunu kısmi bir restorasyon süreci olarak da anlamak mümkündür. Sanatta, mimaride restorasyonun ’aslını bozmadan tamir etmek' olarak tanımladığı bilinmektedir. Siyaset alanındaki kullanımı da bu tanımlamaya yakındır. Bu anlamda restorasyon, yerleşmeye çalışırken, ciddi bir kriz yaşarken ya da tehditle karşılaşırken, sınırlarını, rasyonellerini zorlayan, yer yer onun dışına çıkan sistemin, aslını bozmadan yaptığı tamirlerle (reformlarla) kendini yeniden üretmesidir. Açılım sürecinde, yerleşim yerlerinin eski adlarının iade edileceğinin söylenmesi bu bakımdan anlamlıdır. Bu coğrafyaya yabancı olanların kendi egemenlik sistemlerini kurarken yerli olan her şeyi imhaya, gizlemeye çalışması ihtiyacı ile giriştikleri, her yeri ve her şeyi ’Türkleştirmek' eylemi günümüzde bir aşırılık olarak görülmekte ve bundan vazgeçilmesi zamanının geldiği düşünülmektedir. Geri adım atılmaz ve tamirata girişilmezse, sistemin zarar göreceği, aslının tahrip olacağı endişesi restorasyonun temel itici dinamiğidir. Restorasyona karşı çıkanların endişesi ise, bu tamiratın sistemin aslına zarar vereceği endişesidir. Dışişleri bakanının restorasyondan söz etmesi de anlamlıdır ve bu sürecin ’dışarı' ile ilişkisinin önemine işaret etmektedir. Bu açılım sürecinde sistemin somut olarak çözmeye çalıştığı bir mesele de PKK'nin ’silahlı mücadelesi'nin tasfiyesi ve Kürdistan ulusal demokratik mücadelesinin sistemin rasyonelleri içine çekilmesidir. Böyle bakıldığında açılım sürecini, Türk Egemenlik Sistemi'nin taktik geri çekilmesi ve aynı zamanda stratejik saldırısı olarak değerlendirmeliyiz. Sistem genişlemek ve yeni boyutlar kazanmak istemektedir, bu stratejik bir saldırıdır. Bunu yerleşim yerlerinin eski adlarını iade etmek, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri açmak, Kürdçeyi seçmeli ders konusu yapmak gibi eylemlerle, aştığı sınırlardan geri çekilerek yapmayı planlamaktadır. Bu da taktik bir geri çekilme olarak görünmektedir. Kimler ve ne için ’Tarihi Fırsat'? 20 yıllık açılım sürecinin bu son evresinde Abdullah Gül'ün inisiyatif aldığı ve süreci yönlendirmeye, görevleri arasında olan devletin farklı kurumlarını uyum içinde çalıştırmaya önem verdiği gözlemlenmektedir. Bu nedenle onun söylediklerini dikkate almak gerekir. Bu son evrenin başında “sorunu çözmek için şimdiye kadar görülmedik bir tarihi fırsat yakaladıklarını ve bunu kaçırmamak gerektiğini' söyledi. Açılımın muhatapları CHP ve MHP hemen bunu açıklamasını istediler. Öyle ya neydi bu tarihi fırsat? Devlet Başkanı kendilerinin bilmediği bu tarihi fırsatın ne olduğunu derhal açıklamalıydı. Kendileri ikna olmaya hazırdılar. Şimdiye kadar devlet başkanı bu konuda net bir açıklama yapmadı, ancak sızan ve medyada yer alan bilgilere bakıldığında, Gül'ün tarihi fırsat derken iki şeyi kastettiği anlaşılmaktadır. ABD, Irak'tan çekilirken bu bölgedeki işlerinin bir kısmını TC eliyle yapmak istemekte bu nedenle Türkiye'nin istikrarına ve PKK'nin silahsızlanmasına özel bir önem vermektedir. Yine ABD, bölgedeki diğer müttefiki Federe Kürdistan Yönetimi'yle Türkiye'nin uzlaşma ve diyalog içinde olmasını istemekte ve bunu taraflara dayatmaktadır. Özellikle Kerkük'ün Kürdistan'a katılması konusunda Türkiye'ye yakın bir siyaset izlemesi önemsenmektedir. Diğer taraftan Avrupa ülkelerinin de özellikle Nabucco projesinden sonra Türkiye'de istikrar yanlısı bir noktaya geldikleri ve Kürdistan'ı boydan boya kat eden bu projenin güvenliği için PKK'nin silahsızlandırılmasını istedikleri tespit edilmektedir. Tarihi fırsatın birinci ayağını Batı'nın istikrarlı bir Türkiye istemeleri ve PKK'nin silahsızlandırılması konusunda Türkiye'ye destek olacakları varsayımı oluşturmaktadır. Tarihi fırsatın ikinci ayağını ise devlet kurumlarının bu konuda sağladıkları uyum ve uzlaşma olduğu belirtilmektedir. AKP'nin iktidara geldiği günden bu yana ordu ile yaşadığı sıkıntılar, e-muhtıralar, darbe teşebbüsü iddiaları göz önüne alındığında AKP'li devlet başkanının bunu tarihi bir fırsat olarak değerlendirmesi anlaşılırdır. Türk tarafı tarihi fırsatları, muhalefeti ve iktidarı ile böyle tartışırken, Kürd tarafı bu konuda sessiz ve zımnen çözüm için tarihi bir fırsat olduğu kabulüyle, siyaset yaptığını düşünmeye devam ediyor görüntüsü vermektedir. Böyle durumlarda sorulması gereken en ciddi ve en basit soru sorulmamaktadır. Ortada bir tarihi fırsat varsa ya da verili devletlerarası konjonktür Kürd, Kürdistan sorununun çözümü için bir fırsat yaratmışsa, bu fırsat kimin içindir? Aynı anda her iki taraf için de tarihi fırsat olacak bir durum mümkün müdür? Her iki tarafı kapsayacak bir ’biz' kavramı ne ölçüde gerçekçidir? Acaba bazılarımıza gerçekçi gözüken bu kavram aslında sömürgeci değil midir? Yenikçi psikolojinin kötürümleştirdiği, globalizmin sersemleştirdiği, fikri çerçevesi dağılmış Kürd siyaset esnafı bu tür soruları soramaz hale gelmiştir. Uyum peşindeki konformist siyaset, ’Biz' ve ’Onlar' ayırımına itiraz etmekte, ortak bir ’Biz' uydurmakta, hepimiz için, herkes için elverişli bir tarihi fırsat varsaymaktadır. Yukarıda sorulan sorular soğuk savaş dönemi (ne anlama geliyorsa!) ideolojisi ve psikolojisinden kalma anlayışın ifadeleri olarak anlaşılıp eleştirilmektedir. Büyük çoğunluğu konfrantasyon (cepheleşme) ideolojisi ve psikolojisi ile siyasete dahil olmuş siyasi kadrolarımızın zıtlarına dönüşmüş olmaları kaygı verici boyutlardadır. Sonradan tartışabilmek umuduyla Ekim Devrimi örneğine işaret etmekle yetiniyorum. Bugünden bakıldığında 1917 Ekim Devrimi'nin Osmanlı ve devamı Türkiye için çok önemli bir tarihi fırsat olduğu görülebilmektedir. Bu devrim İngiltere, Fransa, İtalya ile beraber Osmanlı topraklarını bölüşüp bu imparatorluğu dağıtmak için anlaşmış olan Çarlık Rusya'sını Sovyet Rusya'sına dönüştürmüş, İngiltere-Çarlık Rusya'sı ittifakı yerini İngiltere-Sovyet Rusya'sı savaşına bırakmıştır. Ekim Devrimi'nin yol açtığı bu yeni durum ve dünyadaki yeni güçler dengesi Osmanlı ve devamı için müthiş bir manevra sahası açmış, oluşan bu yeni konjonktür Osmanlı Devletinin, Türkiye Cumhuriyeti olarak devam etmesini olanaklı kılmıştır. Aynı Ekim Devrimi'nin oluşturduğu yeni güç dengeleri, Kürd tarafı için aynı anlama gelmemiştir. Tam tersine karşıtının bulduğu bu geniş manevra sahası onun sahasını daraltmış ve süreç parçalanmış Kürdistan'da statüsüz kalmasına yol açmıştır. Kuşkusuz Ekim Devrimi ne Osmanlı-Türkiye'yi ayakta tutmak için yapılmıştır ne de Kürdleri statüsüz bırakmak için. Ancak değiştirdiği güç dengeleri ve yol açtığı yeni konjonktür, Kürd ve Türk tarafı için birbirine zıt anlamlar taşımış, ikisi için de olumlu bir tarihi fırsat yaratmamıştır. Oluşan tarihi fırsatı değerlendiren Türk tarafı, Türkiye Cumhuriyeti olarak şekillenirken, bu fırsattan yoksun Kürd tarafı parçalanmış yurdunda statüsüz kalmıştır. Açılım ve muhatapları Muhatap, hitap edilen, hitap edilmeye uygun görülen kişi demektir. Bu açılımın kişiler olarak muhatapları bütün ’TC vatandaşlarıdır', yapılmak istenenler onları etkileyecektir, etkilenmek ve yeniden kazanılmak istenenler onlardır. Sistem onların gözünde meşruiyetini tazelemek istemektedir. Açılım tartışmaları eşliğinde erken seçimden söz edilmesi de bunu göstermektedir. Muhataplık konusunda tartışılan siyasi muhataplıktır. Bu açılımın birlikte yapılacağı, açılımın aktörlerinden olması düşünülenlerdir. Kürd tarafında en çok tartışılan da budur. Durumdan vazife çıkaran, Kürd siyasi partileri, okumuşları, muhataplığa soyunmakta, muhatap işaret etmekte, kendilerini veya güvendiklerini muhatap göstermekte gecikmediler. PKK-DTP cephesi derhal “İmralı muhataptır, başka muhatap kabul etmeyiz“ dedi. Öcalan muhataplık konusunda hayli bocaladı. Önceleri DTP'den akil adamlar grubuna kadar zengin bir muhatap listesine sahipken, açılımdan hemen sonra tek muhatabın kendisi olacağını, buna ancak kendisinin cesaret edebileceğini söyledi. Bir ara celallenip “DTP veya Kandil ile çözebiliyorsanız çözün“ deyip onlarla çözülemeyeceğini ima etti. Son avukat görüşmesinde ise DTP'nin muhatap olabileceğini, kendisi ve Kandil ile DTP üzerinden ilişki kurulmasına razı olacağını söyledi. Buna karşılık DTP hala tek muhatabın Öcalan olduğunu söylemekte ısrar etmekte, açılıma karşı kendi projesi, muhatap olmanın olmazsa olmazları konusunda ise hiçbir şey söylememektedir. KADEP, HAKPAR, aralarında Şıvan Perwer, Yaşar Kaya'nın da bulunduğu geniş bir Kürd siyasetçi, aydın, okumuş, sanatçı kesimi, açılıma muhatap olarak desteklerini bildirdiler. HAKPAR ’çevresi' destekte sınır tanımayarak Kürd siyasetinin önüne Açılım sürecinde AKP'yi cesaretlendirmek görevini koymakta bir sakınca görmedi. Böylece ortaya çok garip bir tablo çıktı. Sistem milli birlik projesinde bir açılım yapacağını söylüyor, Kürdlerin ayrı bir millet olduğunu söyleyenler de bu projeye muhataplığa soyunup destek belirtiyorlar. Varlık sebepleri bu milli birliğe itiraz etmek ve mümkünse bunu dağıtmak olması gereken Kürd siyasi aktörleri, bu paradoksun farkında gözükmüyorlar. Bir insan, bir kurum ya da bir aktör bir ’şey' olmak istiyorsa öncelikle söylediklerine kendisi inanmalıdır. Kürdlerin ayrı bir millet olduğunu, kadim yurdunun otokton halkı olduğunu söylüyorsak ve bu söylediğimize inanıyorsak, Türk ya da Türkiye milli birlik projesi, sömürgecidir, ırkçıdır, jenosidçidir. Halkımızın ulus ülke gerçekliğini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bizim muhatap olacağımız proje, bizi millet olarak gören ve bu nedenle Kürd ulusunun batısındaki ’milletle' ilişkisini milletlerarası bir ilişki olarak tanımlayan bir proje olmalıdır. Milli birliğin, milli varlığımızı yok saydığını unutarak Kürd tarafı olunmaz ve Kürd, Kürdistani siyaset yapılamaz. PKK'nin silahlı mücadelesinin tasfiyesini dışarıda tutarsak (ki bu konuda PKK, ABD, KDP ve YNK'nın muhatap alındığını biliyoruz) bu açılımın siyasi muhatapları CHP, MHP, diğer sistem partileri ve sistemin diğer aktörleridir. Zaten en ’sert' tartışmalar da onlar arasında cereyan etmektedir. Açılım sistem içidir ve sistem içindedir. Bir taraf (Hükümet, MGK vs.) sistemin genişlemek, yeni boyutlar kazanmak için tamire ihtiyacı olduğunu düşünerek bir eylemlilik hali önermekte, diğer taraf bu eylemlilik halinin sistemi daraltacağını, çözülmenin eşiğine getireceğini düşünerek itiraz etmektedir. CHP'nin çözüm diye diye “TC'yi çözüyorsunuz“ itirazı budur. Her iki tarafın da ortak kaygısı sistemin sağlığıdır. Kürd siyasetçileri ve siyaset sınıfı sistem karşıtı aktör olmak ile sistem içi muhalif olmak arasındaki ayırımı belirsizleştiren tutumlardan kaçınmalı ve bu açılımı Kürdistan'da muhatapsız bırakmalıdır. Kürd siyasetinin ve siyasetçisin görevi, ’muhataplarımıza', muhatap olmak için kırmızı çizgilerimizi (halkımızın ulus, ülke gerçekliği) daha net göstermektir. Kürd siyasetinin ve siyasetçisinin görevi, sömürgeci milli birlik projesine angaje olmak ve yürütücülerini cesaretlendirmek değil, onların milli birliğine sığmayan kendi milli birliklerini kurmaya çalışmaktır. Açılımda değil ama çözümde muhatap da bu ulusal demokratik birlik olacaktır. Her restorasyon sürecinde ve belki de dünyanın her yerinde sistem karşıtlarının savrulmasının, saçılmasının ortak nedeni, hatta belki de ortak bir psikolojik durumu vardır. Sistem krizi aşmak, kendini korumak, tehditleri savuşturmak için, muhaliflere sınırsız baskı uygular, birçok haklarını ellerinden alır. Restorasyon süreci baskının, açık zulmün, zorbalığın geri çekildiği, gasp edilen hakların kısmen geri verildiği dönemlerdir. Bu durum muhaliflere sistemin değişmesi olarak gösterilir ve bu adımlar üzerinden muhalifler sistem rasyonelleri içine davet edilir. Çoğu zaman yenikçi, yorgun muhalifler sorgulamadan aralanan kapıya yönelirler. Bu arada muhalifliklerinin esaslarını da unuttukları olur. 1980 öncesi koruculuk da yoktu, resmi Kürdçe konuşma yasağı da. Biz sömürgeciliğe koruculuk sistemi için karşı değildik. Sömürgeci olduğu için karşıydık, koruculuk sistemi ve dil yasağını da bu çerçevede değerlendirdik. Şimdi koruculuk sisteminin ıslah edileceği veya ortadan kaldırılacağı söyleniyor. Kuşkusuz koruculuk sisteminin, resmi dil yasağının kalkması bizim de güncel taleplerimiz arasındadır ve kalkmaları iyi olur. Kalkmaları bizim sisteme karşıtlığımızın esas nedenlerini unutturmaz. Bu nedenle açılımın muhatabı değil, teşhir edicisi oluruz. Açılımı sistemin rasyonellerini zorlayacak noktaya taşıyacak taleplerde ve bu taleplerin elde edilmesinin mücadelesinde oluruz. 12 Mart sonrası restorasyon, 1974 affının Kürd siyasetini uzunca bir süre CHP kuyrukçusu yaptığını, Kürd okumuşlarını Cumhuriyet Gazetesi okuru ve izleyicisi yaptığını hatırlayınca, bu dönem Taraf Gazetesi okurluğu ve AKP yanlılığını anlamak kolaylaşıyor. Fazladan Güney'de devletleşme çabasındaki kardeşlerimiz AKP şakşakçılığında Kuzeyi geride bırakmışlardır. Açılım ve TEVKURD Açılım sürecinin TEVKURD bakımından özel bir yeri olmalıdır. TEVKURD'ün önceli KUDÇG (Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu), şimdiki açılımın önceli olan Erdoğan'ın “Kürd sorunu vardır ve bu benim de sorunumdur“ özdeyişinin de vesile olduğu Eylül 2005 Ankara toplantısında kuruldu. 2003 yılından itibaren HAKPAR, MESOP ve diğer Kürd çevreleriyle ortak bir platform tartışması içinde olduğumuz için, bu vesileyle bir toplantı yapılması çağrısını olumlu bulduk ve çağrıcıları arasında yer aldık. 180 civarında çoğu deneyimli okumuş, aydın, siyasetçi kadronun katıldığı toplantı farklı gündemlere sahip çevrelerin tartışması ile ve bir sonuç bildirisi üretemeden bitmişti. A.Melik Fırat HAKPAR genel başkanı idi ve onun başını çektiği bir çevre toplantıdan Tayip Erdoğan ile görüşmek üzere bir heyet seçilmesini öneriyordu. Erdoğan'ın açılımına muhatap olmak önerisiydi bu. 180 kişilik katılımcılar arasında Erdoğan'ın ’Kürd sorunu vardır' sözünde büyük kerametler bulan kadrolar çoğunluktaydı. Bir başbakanın böyle söylemesi çok önemliydi, desteklenmeli, cesaret verilmeliydi. Gün boyu süren tartışmalardan sonra bir çalışma grubu oluşturulmuş ancak sonuç bildirisinde uzlaşılamamıştı. O toplantıda üç öneride bulunmuştum: 1- Bu toplantı, Kürdü Kürde karşı konuşlandırma siyasetine çok sert bir cevap vermelidir. 2- Bu toplantının sonuç bildirgesi, Kürd yurtseverliği temelinde bir deklarasyon olmalıdır. 3- Kürd hareketinde birliği hedefleyen, yurtsever siyasete sahip Kürd gruplarının; birlikte ne yapabileceklerini araştıran, soruşturan ve bunun için etkinliklerde bulunmayı önüne görev olarak koyan bir çalışma kurulunun oluşturulmasıdır. Tartışma sonuç bildirisinde yoğunlaştı ve sonunda şekillenen üç ayrı öneri oylamaya sunuldu. Çözümü toprak temelinde gören Kürd yurtseverliğini temel alan bildiri taslağını destekleyen öneri 23 oy, MESOP sözcüsünün ortak bir bildiri çıkarabilmek kaygısıyla bildiriden toprak bendini çıkarıp yayınlayalım önerisi 27 oy, bu bildiri savaş ilanıdır argümanları ile desteklenen, bildirinin yayınlanmaması gerektiği önerisi ise 37 oy aldı. Bu oylamadan sonra başını Altan Tan, Ümit Fırat, Ahmet Aras, Müfit Yüksel vb.nin çektiği AKP'ye ve çözümüne angaje olmuş kadrolarla yollarımız ayrıldı. Ulusal birlik ihtiyacı ve arayışı olanlar toplantıda seçilen çalışma grubu ile yola devam kararı aldılar ve toplantının reddettiği bildiriyi kendi adlarına yayınladılar. Birlik arayışında olanların farklılığını da gözeterek oluşturulan çalışma grubu, Aralık 2005 Diyarbakır toplantısı ile KUDÇG adını alarak yurtseverliği ve Kürd ulusal birliğini esas alarak yoluna devam ederek TEVKURD'e dönüştü. Bugünden bakıldığında Kürdistan yurtseverliği bakışı ve ulusal birlik perspektifinden yoksun olanlarla yolumuzu ayırmamızın isabetli olduğunu düşünüyorum. O kadrolar bugün de o TV senin bu TV benim deyip açılımın propagandistliğini yapmaya devam etmektedirler. Ortak bir yolda yürüme kararlılığını gösterip TEVKURD'ü bugüne ulaştıranlar arasında ise o günküne benzer yaklaşım farklılıklarının devam ettiği anlaşılıyor. Açılıma karşı Mayıs ayında yapılan TEVKURD açıklaması, programında yazılı güncel taleplerini sıralamış ve çözümün ancak ulus-ülke gerçekliği esas alınarak sağlanabileceğini bildirmiştir. TEVKURD bileşenlerinin farklılıkları göz önüne alındığında bu açıklama yerindedir. Ancak gerek 28 Ağustos bildirisinin TEVKURD kadroları ve bileşenleri arasında yarattığı bölünme, gerekse de hem kurumsal hem de bireysel üyelerimizin farklı platformlarda dile getirdikleri düşünceler bu konuda 2005 toplantısındaki farklılıkları çağrıştıran farklı yaklaşımlara sahip olduğumuzu göstermektedir. Ulusal birlik gibi bir aradalığımızın temeli olan bir konuda bu belirgin yaklaşım farklılıklarının önemli bir handikap olduğu açıktır. 4 yıllık birlikteliğimizin bu konuda dil birliği sağlayamamış olması düşündürücüdür. TEVKURD Kürd cephesinde ulusal birlik hareketi ve ulusal birlik örgütü yaratma arayışıdır. Türk tarafından gelen ’milli birlik projesi' açılımı karşısında ortak bir siyasi dil oluşturamaması ciddi bir zaaftır ve mutlaka tartışılıp aşılmayı beklemektedir. T. Erdoğan ve Ehmedê Xanê Yazıyı açılımın son evresinin en gözde konuşmasını değerlendirerek bitireceğim. Erdoğan'ın Ehmedê Xanê ve Şıvan Perwer'den söz ettiği konuşması, yandaşı medya tarafından göklere çıkarıldı, Kürd tarafından da genel bir beğeni ve destek topladı. Bir Türk başbakanının bu Kürd ünlülerinden söz etmesi, onları sahiplenmesi büyük bir açılımdı, bizlerin de bunu coşkuyla, heyecanla desteklemesi lazımdı. Gözden kaçırtılan ise Erdoğan'ın bu ünlülere Kürd halkının önemli değerleri olarak saygı göstermeyip, Kürdlerle Türklerin ortak değerleri olarak göstermeye ve böylece sahiplenmeye çalıştığıydı. Kimsenin aklına Ehmedê Xanê Türklerle Kürdlerin ortak tarihi mirası, ortak değeri olabilir mi sorusunu sormak gelmedi. “Eğer ittifak oluşturabilseydik, güven duyup birlikte hareket etseydik, Rom (Türk) , Arap, Acem ve diğerleri bizlere hizmetkar olurdu“ diyen Xanê'yi Kürdlerle Türklerin ortak değeri, ortak tarihi mirası olarak görmek, Ehmedê Xanê'yi kendisi olmaktan çıkarmaktır. Özgüven yoksunu bir tür ırkçılıktır, sömürgeciliktir. Ehmedê Xanê'yi okuyan hangi Türk, Acem, Arap onu kendi milli, kültürel değerlerinin bir parçası kabul eder? Okuyup anlayanların büyük çoğunluğu onu kendisinden görmek bir yana, hakaret ve küfür konusu yapmaz? Böyle yapmalarını da son derece normal saymalıyız. Kuşkusuz diğer bütün önemli bilim, sanat, edebiyat, kültür insanları gibi Ehmedê Xanê'yi de okuyan, saygı duyan ötekiler olacaktır ve vardır. Ama birincisi bunun için onu kendi milli bünyelerine katmaları gerekmez. İkincisi kimsenin Türklerden ve bu arada başbakanlarından Ehmedê Xanê'yi kendi milli miraslarına dahil etmeleri gibi bir talepleri de yoktur. Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi, Özay Gönlüm sizindir, Ehmedê Xanê ve Şıvan Perver de bizimdir. Demokratiklik ’ötekileştirmeyip', ’bizleştirmek' değildir. Ötekine öteki olarak saygı duymak, onun sizden farklı olan varlığına, aidiyetlerine ve haklarına saygılı olmaktır. Erdoğan'ın ne yapmak istediği bellidir, Kürdlerin de içinde varsayıldığı yeni bir milli birlik projesinin sözcüsüdür. Kürd siyaset erbabı ise kendisine, milli varlığına dönük bu saldırıyı açılım, yaklaşım saymaktadır. Başka türlü davranılırsa ’ayrılıkçı' sayılacaklarından korkmaktadırlar. Ayrılıkçılığı da resmi ideolojinin gösterdiği gibi, olumsuz ve suç saymaktadırlar. Büyük çoğunluğu ayrılıkçı geleneklerden gelen bu kadrolara ayrılıkçılığın kötü bir şey olmadığının, küfür sayılmaması gerektiğinin hatırlatılması gerekir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin genellikle ayrılıkçı olduğunu söyleyerek bunu hatırlatmaya çalışıyorum. Bu açılıma en gerçekçi ve en devrimci yanıt, Kürd milli birlik hareketini güçlendirerek, açılımın saflarımızda saçılıma yol açmasını engellemektir. Onların demokratik ya da bürokratik ya da başka bir tür milli birlik projelerinde biz yokuz, olmamalıyız. Görevimiz kendi milli birliğimizi güçlendirmek, bunun gerektirdiği kurumsallaşmayı gerçekleştirmektir. Fuat Önen (1)Kürtler yüzyıllardır Türklere Rûm-Rom demektedir. Kürt atasözlerine giren örnekleri vardır: “Eskerê Romî, Bextê Romî tune...“ (2)Ger dê hebûya me ittifaqek / Vêk ra bikira me inqiyadek / Rom û ereb û ecem temamî / Hemiyan ji me ra dikir xulamî. Not: Bu yazı Tevkurd dergisinin 3 cü sayısında yayınlanmıştır

[b]Türk açılımı ve Kürd siyasetinde saçılma... Fuat Önen[/b] Açılım, açılmak fiilinden türetilmiş bir ad, daha çok matematik terimi olarak kullanılır. Sanat, edebiyatta “genişleme, yeni boyutlar kazanma“ anlamındadır. Son günlerde siyasi gündeme yerleşen bu kavramı daha çok bu anlamıyla anlamak gerekir. Açılım kavramının çağrıştırdığı bir diğer nokta da bir yerden, ya da birilerinden başka bir yere ya da birilerine doğru bir eylemlilik halidir. MGK (Milli Güvenlik Kurulu) kararıyla resmiyet de kazanan gündemdeki açılımın bir devlet eylemliliği olduğu aşikardır. Bu nedenle, tartıştığımız açılımın devletin “genişleyip, yeni boyutlar kazanma“ niyet ve çabası olduğunu görmemiz gerekir. Başlangıçta Kürd açılımı olarak adlandırıldığında bu devletin Kürdlere doğru genişleme niyetini ifade ediyor olmalıydı. Ancak Kürdlere doğru genişleme tehlikeli bir eylemdir. Bu genişlemenin nereden başlayıp nerede duracağı, tartışmalıdır (devlet içinde de tartışılmıştır), bir kere açılınca bunu sınırlamanın zorlukları vardır ve bu zorluklar Türk devletinin 80 yıllık kabusudur. Genişlemeye çalışırken daralma korkusudur bu. Diğer yandan böyle bir genişlemenin “sınır“ötesi boyutları vardır. Sınırlar, özellikle de doğu-güneydoğu sınırları devletin beka sorunudur, hemen ötesinde de Kürdler devletleşmeye yönelmişlerdir. Gerçi “sınır“ötesi Kürdlerle ABD ve Batı dünyasının da desteği ve biraz da dayatmasıyla bir uzlaşma sağlandığı söylenmektedir ama “sınır“ın ötesinin de berisinin de Kürd olduğu, Kürdlere, özellikle de devletleşen, devletleşme hedefine sahip Kürdlere güvenilmeyeceği de unutulmamıştır. Bütün bunlar gözetilerek açılımın niteleyeni olarak Kürd yerine demokratik sözcüğünün kullanılması uygun görülmüştür. Açılıma demokratik bir niteleyen bulunması da yeni bir sıkıntı yaratmış, yapılacak işin (genişlemenin) demokratik olacağı belirtilirken, kime ve niye genişleneceği belirsiz kalmıştır. Devlet içi tartışmalar sonucunda bu soruna da bir çözüm bulunmuş ve açılım nihai adına kavuşmuştur: “Milli Birlik Projesi'nde Demokratik Açılım“. Sistemin rasyonelleri bakımından bu formülasyon yerindedir. AKP'ye bu nedenle yöneltilen ’geri adım atma' eleştirisi haksız ve yersizdir. Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak konseptine açılımdan önce de, açılım sırasında da bağlı olduğunu ısrarla deklere eden AKP'nin bu açılımı milli birlik projesi kapsamında ele almasında şaşılacak bir şey oktur. Şaşıranlar, siyaseten şaşı bakanlardır. Şaşıranlar, Türk Egemenlik Sistemini (TES) bir bütünlük içinde değerlendiremeyen, bu sistemi devletin farklı kanatlarına indirgeyenlerdir. Devlet içinde farklı kanatlar her zaman olmuştur ve olacaktır. Sistem bu kanatları arasındaki ilişki ve çelişkilerle, ayrılık ve birliklerle sistemdir ve bunları kendi içinde tutabildiği ölçüde işleyebilmektedir. TES'nin milli birlik ihtiyacı ezeli ve ebedidir, kuruluşundan beri vardır ve yıkılışına kadar sürecektir demek istiyorum. Bu ihtiyaç yapısaldır. Çok uluslu bir imparatorluğun bakiyesinden, ulus yaratma projesinin doğurduğu bir ihtiyaçtır. Birden fazla milletin bulunduğu bir alanda, tek millet konseptiyle, milli birlik sağlamaya çalışmak diğer milletleri ortadan kaldırmak ya da onları millet gerçekliklerinden arındırmakla mümkündür ki bunun literatürdeki adı jenosiddir. Egemenlik sahasında birden fazla ulus ve yurt varken, bunu teke indirmeye çalışmanın örtüsüdür Türk tipi “milli birlik“. Cumhuriyet tarihi boyunca bu örtüyü aralayan ve bu birliği tehdid eden esas dinamik Kürd ulusal dinamiğidir. Son milli birlik projesinde Kürdlere doğru bir açılım olması bu yüzdendir ve bu tehdidi izale etmeye, bu mümkün olmazsa izole etmeye yöneliktir. Açılımın değerlendirileceği çerçeveyi böyle çizdikten sonra tarihine de bakmak gerekir. Bu açılım son birkaç günde veya ayda ortaya çıkmış değildir. Açılım tartışmaları içinde sık sık Turgut Özal'a atıf yapılması boşuna değildir. Tartışılan açılımın başlangıcı o döneme yani 1990'lı yılların başına gider. Özal'ın “federasyon da tartışılabilinir“, Demirel ve Erdal İnönü'nün “Kürd realitesini tanıyoruz“, Çiller'in “Bask modelini tartışmalıyız“ sözleri, SHP'nin “Doğu Raporu“, CHP'nin “Kürd Raporu“, şimdiki açılımın öncülleridir. 2005'de Erdoğan'ın “Kürd sorunu vardır ve bu benim de sorunumdur“ açıklaması, daha sonra 2009'da Abdullah Gül'ün “iyi şeyler olacak, tarihi fırsat var“ sözleri bunların devamıdır. Bu nedenle son açılımı, sistemin 20 yıldır kendi içinde sürdürdüğü iç tartışmanın ve sağlanan kısmi uzlaşmanın sonucu olarak görmek gerekir. Kuşkusuz bu açılımın dış dayanakları, açılımın dış dinamikleri de vardır. Zaten başlangıcın 1990'lı yıllara uzanması da bunun göstergesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni, 1989-90'da Sovyet sosyalizminin çözülmesiyle çökmüş ve dünya yeni bir düzen arayışına ve savaşına girmişken, Birinci Savaş sonrası oluşan dünya düzeninin bir parçası olarak kurulan ve İkinci Savaş sonrası düzende de kendine yer bulan TES'nin yeni arayışlara ve açılımlara yönelmemesi beklenilemezdi. Sistem, içerde Kürd halkının ulusal mücadelesinin yanında, dünya düzeninin çökmesinin kendisi için oluşturduğu tehdidi de algılamış ve arayışa girmiştir. Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra, Kürdistan'ın güneyindeki gelişmeler, yeni ve farklı bir siyasi statünün oluşmaya başlaması da bu açılım sürecini etkileyen bir diğer dinamik olarak değerlendirilmelidir. Son 20 yılda dünyada, bölgede ve Kürdistan'da gerçekleşen gelişme ve değişmelere bağlı olarak, açılım bugünkü haline gelmiştir. Açılım konusunda sistemin iç tartışması da, sistemin karşıtlarıyla tartışması da devam etmektedir. Açılımın kapsamını, gerçekleşme şansını, gerçekleşirken değişimini bu tartışma ve mücadeleler belirleyecektir. [b]TES'nin restorasyonu, taktik geri çekilmesi ve stratejik saldırısı[/b] Çözümü bir meselenin çözülmesinden alınan sonuç olarak tanımlayabiliriz. Son açılım süreci Kürd, Kürdistan meselesi etrafında tartışılmakta ancak buna bir çözüm önermemektedir. Kuşkusuz açılımın da çözmeye çalıştığı birtakım meseleler vardır, ama tartıştığımız meselenin çözümü iddiasında da değildir, kapsamında da. Genelde sistemin bu açılım süreciyle, içeride, dışarıda aşınan meşruiyetini onarmaya çalıştığı, Batı Dünyası ile uyumlu bir imaj arayışında olduğu, açığa çıkan, kendi rasyonellerini de örseleyen, arızalarını gidermeye çalıştığı söylenebilir. Bu bakımdan bunu kısmi bir restorasyon süreci olarak da anlamak mümkündür. Sanatta, mimaride restorasyonun ’aslını bozmadan tamir etmek' olarak tanımladığı bilinmektedir. Siyaset alanındaki kullanımı da bu tanımlamaya yakındır. Bu anlamda restorasyon, yerleşmeye çalışırken, ciddi bir kriz yaşarken ya da tehditle karşılaşırken, sınırlarını, rasyonellerini zorlayan, yer yer onun dışına çıkan sistemin, aslını bozmadan yaptığı tamirlerle (reformlarla) kendini yeniden üretmesidir. Açılım sürecinde, yerleşim yerlerinin eski adlarının iade edileceğinin söylenmesi bu bakımdan anlamlıdır. Bu coğrafyaya yabancı olanların kendi egemenlik sistemlerini kurarken yerli olan her şeyi imhaya, gizlemeye çalışması ihtiyacı ile giriştikleri, her yeri ve her şeyi ’Türkleştirmek' eylemi günümüzde bir aşırılık olarak görülmekte ve bundan vazgeçilmesi zamanının geldiği düşünülmektedir. Geri adım atılmaz ve tamirata girişilmezse, sistemin zarar göreceği, aslının tahrip olacağı endişesi restorasyonun temel itici dinamiğidir. Restorasyona karşı çıkanların endişesi ise, bu tamiratın sistemin aslına zarar vereceği endişesidir. Dışişleri bakanının restorasyondan söz etmesi de anlamlıdır ve bu sürecin ’dışarı' ile ilişkisinin önemine işaret etmektedir. Bu açılım sürecinde sistemin somut olarak çözmeye çalıştığı bir mesele de PKK'nin ’silahlı mücadelesi'nin tasfiyesi ve Kürdistan ulusal demokratik mücadelesinin sistemin rasyonelleri içine çekilmesidir. Böyle bakıldığında açılım sürecini, Türk Egemenlik Sistemi'nin taktik geri çekilmesi ve aynı zamanda stratejik saldırısı olarak değerlendirmeliyiz. Sistem genişlemek ve yeni boyutlar kazanmak istemektedir, bu stratejik bir saldırıdır. Bunu yerleşim yerlerinin eski adlarını iade etmek, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri açmak, Kürdçeyi seçmeli ders konusu yapmak gibi eylemlerle, aştığı sınırlardan geri çekilerek yapmayı planlamaktadır. Bu da taktik bir geri çekilme olarak görünmektedir. [b]Kimler ve ne için ’Tarihi Fırsat'?[/b] 20 yıllık açılım sürecinin bu son evresinde Abdullah Gül'ün inisiyatif aldığı ve süreci yönlendirmeye, görevleri arasında olan devletin farklı kurumlarını uyum içinde çalıştırmaya önem verdiği gözlemlenmektedir. Bu nedenle onun söylediklerini dikkate almak gerekir. Bu son evrenin başında “sorunu çözmek için şimdiye kadar görülmedik bir tarihi fırsat yakaladıklarını ve bunu kaçırmamak gerektiğini' söyledi. Açılımın muhatapları CHP ve MHP hemen bunu açıklamasını istediler. Öyle ya neydi bu tarihi fırsat? Devlet Başkanı kendilerinin bilmediği bu tarihi fırsatın ne olduğunu derhal açıklamalıydı. Kendileri ikna olmaya hazırdılar. Şimdiye kadar devlet başkanı bu konuda net bir açıklama yapmadı, ancak sızan ve medyada yer alan bilgilere bakıldığında, Gül'ün tarihi fırsat derken iki şeyi kastettiği anlaşılmaktadır. ABD, Irak'tan çekilirken bu bölgedeki işlerinin bir kısmını TC eliyle yapmak istemekte bu nedenle Türkiye'nin istikrarına ve PKK'nin silahsızlanmasına özel bir önem vermektedir. Yine ABD, bölgedeki diğer müttefiki Federe Kürdistan Yönetimi'yle Türkiye'nin uzlaşma ve diyalog içinde olmasını istemekte ve bunu taraflara dayatmaktadır. Özellikle Kerkük'ün Kürdistan'a katılması konusunda Türkiye'ye yakın bir siyaset izlemesi önemsenmektedir. Diğer taraftan Avrupa ülkelerinin de özellikle Nabucco projesinden sonra Türkiye'de istikrar yanlısı bir noktaya geldikleri ve Kürdistan'ı boydan boya kat eden bu projenin güvenliği için PKK'nin silahsızlandırılmasını istedikleri tespit edilmektedir. Tarihi fırsatın birinci ayağını Batı'nın istikrarlı bir Türkiye istemeleri ve PKK'nin silahsızlandırılması konusunda Türkiye'ye destek olacakları varsayımı oluşturmaktadır. Tarihi fırsatın ikinci ayağını ise devlet kurumlarının bu konuda sağladıkları uyum ve uzlaşma olduğu belirtilmektedir. AKP'nin iktidara geldiği günden bu yana ordu ile yaşadığı sıkıntılar, e-muhtıralar, darbe teşebbüsü iddiaları göz önüne alındığında AKP'li devlet başkanının bunu tarihi bir fırsat olarak değerlendirmesi anlaşılırdır. Türk tarafı tarihi fırsatları, muhalefeti ve iktidarı ile böyle tartışırken, Kürd tarafı bu konuda sessiz ve zımnen çözüm için tarihi bir fırsat olduğu kabulüyle, siyaset yaptığını düşünmeye devam ediyor görüntüsü vermektedir. Böyle durumlarda sorulması gereken en ciddi ve en basit soru sorulmamaktadır. Ortada bir tarihi fırsat varsa ya da verili devletlerarası konjonktür Kürd, Kürdistan sorununun çözümü için bir fırsat yaratmışsa, bu fırsat kimin içindir? Aynı anda her iki taraf için de tarihi fırsat olacak bir durum mümkün müdür? Her iki tarafı kapsayacak bir ’biz' kavramı ne ölçüde gerçekçidir? Acaba bazılarımıza gerçekçi gözüken bu kavram aslında sömürgeci değil midir? Yenikçi psikolojinin kötürümleştirdiği, globalizmin sersemleştirdiği, fikri çerçevesi dağılmış Kürd siyaset esnafı bu tür soruları soramaz hale gelmiştir. Uyum peşindeki konformist siyaset, ’Biz' ve ’Onlar' ayırımına itiraz etmekte, ortak bir ’Biz' uydurmakta, hepimiz için, herkes için elverişli bir tarihi fırsat varsaymaktadır. Yukarıda sorulan sorular soğuk savaş dönemi (ne anlama geliyorsa!) ideolojisi ve psikolojisinden kalma anlayışın ifadeleri olarak anlaşılıp eleştirilmektedir. Büyük çoğunluğu konfrantasyon (cepheleşme) ideolojisi ve psikolojisi ile siyasete dahil olmuş siyasi kadrolarımızın zıtlarına dönüşmüş olmaları kaygı verici boyutlardadır. Sonradan tartışabilmek umuduyla Ekim Devrimi örneğine işaret etmekle yetiniyorum. Bugünden bakıldığında 1917 Ekim Devrimi'nin Osmanlı ve devamı Türkiye için çok önemli bir tarihi fırsat olduğu görülebilmektedir. Bu devrim İngiltere, Fransa, İtalya ile beraber Osmanlı topraklarını bölüşüp bu imparatorluğu dağıtmak için anlaşmış olan Çarlık Rusya'sını Sovyet Rusya'sına dönüştürmüş, İngiltere-Çarlık Rusya'sı ittifakı yerini İngiltere-Sovyet Rusya'sı savaşına bırakmıştır. Ekim Devrimi'nin yol açtığı bu yeni durum ve dünyadaki yeni güçler dengesi Osmanlı ve devamı için müthiş bir manevra sahası açmış, oluşan bu yeni konjonktür Osmanlı Devletinin, Türkiye Cumhuriyeti olarak devam etmesini olanaklı kılmıştır. Aynı Ekim Devrimi'nin oluşturduğu yeni güç dengeleri, Kürd tarafı için aynı anlama gelmemiştir. Tam tersine karşıtının bulduğu bu geniş manevra sahası onun sahasını daraltmış ve süreç parçalanmış Kürdistan'da statüsüz kalmasına yol açmıştır. Kuşkusuz Ekim Devrimi ne Osmanlı-Türkiye'yi ayakta tutmak için yapılmıştır ne de Kürdleri statüsüz bırakmak için. Ancak değiştirdiği güç dengeleri ve yol açtığı yeni konjonktür, Kürd ve Türk tarafı için birbirine zıt anlamlar taşımış, ikisi için de olumlu bir tarihi fırsat yaratmamıştır. Oluşan tarihi fırsatı değerlendiren Türk tarafı, Türkiye Cumhuriyeti olarak şekillenirken, bu fırsattan yoksun Kürd tarafı parçalanmış yurdunda statüsüz kalmıştır. [b]Açılım ve muhatapları[/b] Muhatap, hitap edilen, hitap edilmeye uygun görülen kişi demektir. Bu açılımın kişiler olarak muhatapları bütün ’TC vatandaşlarıdır', yapılmak istenenler onları etkileyecektir, etkilenmek ve yeniden kazanılmak istenenler onlardır. Sistem onların gözünde meşruiyetini tazelemek istemektedir. Açılım tartışmaları eşliğinde erken seçimden söz edilmesi de bunu göstermektedir. Muhataplık konusunda tartışılan siyasi muhataplıktır. Bu açılımın birlikte yapılacağı, açılımın aktörlerinden olması düşünülenlerdir. Kürd tarafında en çok tartışılan da budur. Durumdan vazife çıkaran, Kürd siyasi partileri, okumuşları, muhataplığa soyunmakta, muhatap işaret etmekte, kendilerini veya güvendiklerini muhatap göstermekte gecikmediler. PKK-DTP cephesi derhal “İmralı muhataptır, başka muhatap kabul etmeyiz“ dedi. Öcalan muhataplık konusunda hayli bocaladı. Önceleri DTP'den akil adamlar grubuna kadar zengin bir muhatap listesine sahipken, açılımdan hemen sonra tek muhatabın kendisi olacağını, buna ancak kendisinin cesaret edebileceğini söyledi. Bir ara celallenip “DTP veya Kandil ile çözebiliyorsanız çözün“ deyip onlarla çözülemeyeceğini ima etti. Son avukat görüşmesinde ise DTP'nin muhatap olabileceğini, kendisi ve Kandil ile DTP üzerinden ilişki kurulmasına razı olacağını söyledi. Buna karşılık DTP hala tek muhatabın Öcalan olduğunu söylemekte ısrar etmekte, açılıma karşı kendi projesi, muhatap olmanın olmazsa olmazları konusunda ise hiçbir şey söylememektedir. KADEP, HAKPAR, aralarında Şıvan Perwer, Yaşar Kaya'nın da bulunduğu geniş bir Kürd siyasetçi, aydın, okumuş, sanatçı kesimi, açılıma muhatap olarak desteklerini bildirdiler. HAKPAR ’çevresi' destekte sınır tanımayarak Kürd siyasetinin önüne Açılım sürecinde AKP'yi cesaretlendirmek görevini koymakta bir sakınca görmedi. Böylece ortaya çok garip bir tablo çıktı. Sistem milli birlik projesinde bir açılım yapacağını söylüyor, Kürdlerin ayrı bir millet olduğunu söyleyenler de bu projeye muhataplığa soyunup destek belirtiyorlar. Varlık sebepleri bu milli birliğe itiraz etmek ve mümkünse bunu dağıtmak olması gereken Kürd siyasi aktörleri, bu paradoksun farkında gözükmüyorlar. Bir insan, bir kurum ya da bir aktör bir ’şey' olmak istiyorsa öncelikle söylediklerine kendisi inanmalıdır. Kürdlerin ayrı bir millet olduğunu, kadim yurdunun otokton halkı olduğunu söylüyorsak ve bu söylediğimize inanıyorsak, Türk ya da Türkiye milli birlik projesi, sömürgecidir, ırkçıdır, jenosidçidir. Halkımızın ulus ülke gerçekliğini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bizim muhatap olacağımız proje, bizi millet olarak gören ve bu nedenle Kürd ulusunun batısındaki ’milletle' ilişkisini milletlerarası bir ilişki olarak tanımlayan bir proje olmalıdır. Milli birliğin, milli varlığımızı yok saydığını unutarak Kürd tarafı olunmaz ve Kürd, Kürdistani siyaset yapılamaz. PKK'nin silahlı mücadelesinin tasfiyesini dışarıda tutarsak (ki bu konuda PKK, ABD, KDP ve YNK'nın muhatap alındığını biliyoruz) bu açılımın siyasi muhatapları CHP, MHP, diğer sistem partileri ve sistemin diğer aktörleridir. Zaten en ’sert' tartışmalar da onlar arasında cereyan etmektedir. Açılım sistem içidir ve sistem içindedir. Bir taraf (Hükümet, MGK vs.) sistemin genişlemek, yeni boyutlar kazanmak için tamire ihtiyacı olduğunu düşünerek bir eylemlilik hali önermekte, diğer taraf bu eylemlilik halinin sistemi daraltacağını, çözülmenin eşiğine getireceğini düşünerek itiraz etmektedir. CHP'nin çözüm diye diye “TC'yi çözüyorsunuz“ itirazı budur. Her iki tarafın da ortak kaygısı sistemin sağlığıdır. Kürd siyasetçileri ve siyaset sınıfı sistem karşıtı aktör olmak ile sistem içi muhalif olmak arasındaki ayırımı belirsizleştiren tutumlardan kaçınmalı ve bu açılımı Kürdistan'da muhatapsız bırakmalıdır. Kürd siyasetinin ve siyasetçisin görevi, ’muhataplarımıza', muhatap olmak için kırmızı çizgilerimizi (halkımızın ulus, ülke gerçekliği) daha net göstermektir. Kürd siyasetinin ve siyasetçisinin görevi, sömürgeci milli birlik projesine angaje olmak ve yürütücülerini cesaretlendirmek değil, onların milli birliğine sığmayan kendi milli birliklerini kurmaya çalışmaktır. Açılımda değil ama çözümde muhatap da bu ulusal demokratik birlik olacaktır. Her restorasyon sürecinde ve belki de dünyanın her yerinde sistem karşıtlarının savrulmasının, saçılmasının ortak nedeni, hatta belki de ortak bir psikolojik durumu vardır. Sistem krizi aşmak, kendini korumak, tehditleri savuşturmak için, muhaliflere sınırsız baskı uygular, birçok haklarını ellerinden alır. Restorasyon süreci baskının, açık zulmün, zorbalığın geri çekildiği, gasp edilen hakların kısmen geri verildiği dönemlerdir. Bu durum muhaliflere sistemin değişmesi olarak gösterilir ve bu adımlar üzerinden muhalifler sistem rasyonelleri içine davet edilir. Çoğu zaman yenikçi, yorgun muhalifler sorgulamadan aralanan kapıya yönelirler. Bu arada muhalifliklerinin esaslarını da unuttukları olur. 1980 öncesi koruculuk da yoktu, resmi Kürdçe konuşma yasağı da. Biz sömürgeciliğe koruculuk sistemi için karşı değildik. Sömürgeci olduğu için karşıydık, koruculuk sistemi ve dil yasağını da bu çerçevede değerlendirdik. Şimdi koruculuk sisteminin ıslah edileceği veya ortadan kaldırılacağı söyleniyor. Kuşkusuz koruculuk sisteminin, resmi dil yasağının kalkması bizim de güncel taleplerimiz arasındadır ve kalkmaları iyi olur. Kalkmaları bizim sisteme karşıtlığımızın esas nedenlerini unutturmaz. Bu nedenle açılımın muhatabı değil, teşhir edicisi oluruz. Açılımı sistemin rasyonellerini zorlayacak noktaya taşıyacak taleplerde ve bu taleplerin elde edilmesinin mücadelesinde oluruz. 12 Mart sonrası restorasyon, 1974 affının Kürd siyasetini uzunca bir süre CHP kuyrukçusu yaptığını, Kürd okumuşlarını Cumhuriyet Gazetesi okuru ve izleyicisi yaptığını hatırlayınca, bu dönem Taraf Gazetesi okurluğu ve AKP yanlılığını anlamak kolaylaşıyor. Fazladan Güney'de devletleşme çabasındaki kardeşlerimiz AKP şakşakçılığında Kuzeyi geride bırakmışlardır. [b]Açılım ve TEVKURD[/b] Açılım sürecinin TEVKURD bakımından özel bir yeri olmalıdır. TEVKURD'ün önceli KUDÇG (Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu), şimdiki açılımın önceli olan Erdoğan'ın “Kürd sorunu vardır ve bu benim de sorunumdur“ özdeyişinin de vesile olduğu Eylül 2005 Ankara toplantısında kuruldu. 2003 yılından itibaren HAKPAR, MESOP ve diğer Kürd çevreleriyle ortak bir platform tartışması içinde olduğumuz için, bu vesileyle bir toplantı yapılması çağrısını olumlu bulduk ve çağrıcıları arasında yer aldık. 180 civarında çoğu deneyimli okumuş, aydın, siyasetçi kadronun katıldığı toplantı farklı gündemlere sahip çevrelerin tartışması ile ve bir sonuç bildirisi üretemeden bitmişti. A.Melik Fırat HAKPAR genel başkanı idi ve onun başını çektiği bir çevre toplantıdan Tayip Erdoğan ile görüşmek üzere bir heyet seçilmesini öneriyordu. Erdoğan'ın açılımına muhatap olmak önerisiydi bu. 180 kişilik katılımcılar arasında Erdoğan'ın ’Kürd sorunu vardır' sözünde büyük kerametler bulan kadrolar çoğunluktaydı. Bir başbakanın böyle söylemesi çok önemliydi, desteklenmeli, cesaret verilmeliydi. Gün boyu süren tartışmalardan sonra bir çalışma grubu oluşturulmuş ancak sonuç bildirisinde uzlaşılamamıştı. O toplantıda üç öneride bulunmuştum: 1- Bu toplantı, Kürdü Kürde karşı konuşlandırma siyasetine çok sert bir cevap vermelidir. 2- Bu toplantının sonuç bildirgesi, Kürd yurtseverliği temelinde bir deklarasyon olmalıdır. 3- Kürd hareketinde birliği hedefleyen, yurtsever siyasete sahip Kürd gruplarının; birlikte ne yapabileceklerini araştıran, soruşturan ve bunun için etkinliklerde bulunmayı önüne görev olarak koyan bir çalışma kurulunun oluşturulmasıdır. Tartışma sonuç bildirisinde yoğunlaştı ve sonunda şekillenen üç ayrı öneri oylamaya sunuldu. Çözümü toprak temelinde gören Kürd yurtseverliğini temel alan bildiri taslağını destekleyen öneri 23 oy, MESOP sözcüsünün ortak bir bildiri çıkarabilmek kaygısıyla bildiriden toprak bendini çıkarıp yayınlayalım önerisi 27 oy, bu bildiri savaş ilanıdır argümanları ile desteklenen, bildirinin yayınlanmaması gerektiği önerisi ise 37 oy aldı. Bu oylamadan sonra başını Altan Tan, Ümit Fırat, Ahmet Aras, Müfit Yüksel vb.nin çektiği AKP'ye ve çözümüne angaje olmuş kadrolarla yollarımız ayrıldı. Ulusal birlik ihtiyacı ve arayışı olanlar toplantıda seçilen çalışma grubu ile yola devam kararı aldılar ve toplantının reddettiği bildiriyi kendi adlarına yayınladılar. Birlik arayışında olanların farklılığını da gözeterek oluşturulan çalışma grubu, Aralık 2005 Diyarbakır toplantısı ile KUDÇG adını alarak yurtseverliği ve Kürd ulusal birliğini esas alarak yoluna devam ederek TEVKURD'e dönüştü. Bugünden bakıldığında Kürdistan yurtseverliği bakışı ve ulusal birlik perspektifinden yoksun olanlarla yolumuzu ayırmamızın isabetli olduğunu düşünüyorum. O kadrolar bugün de o TV senin bu TV benim deyip açılımın propagandistliğini yapmaya devam etmektedirler. Ortak bir yolda yürüme kararlılığını gösterip TEVKURD'ü bugüne ulaştıranlar arasında ise o günküne benzer yaklaşım farklılıklarının devam ettiği anlaşılıyor. Açılıma karşı Mayıs ayında yapılan TEVKURD açıklaması, programında yazılı güncel taleplerini sıralamış ve çözümün ancak ulus-ülke gerçekliği esas alınarak sağlanabileceğini bildirmiştir. TEVKURD bileşenlerinin farklılıkları göz önüne alındığında bu açıklama yerindedir. Ancak gerek 28 Ağustos bildirisinin TEVKURD kadroları ve bileşenleri arasında yarattığı bölünme, gerekse de hem kurumsal hem de bireysel üyelerimizin farklı platformlarda dile getirdikleri düşünceler bu konuda 2005 toplantısındaki farklılıkları çağrıştıran farklı yaklaşımlara sahip olduğumuzu göstermektedir. Ulusal birlik gibi bir aradalığımızın temeli olan bir konuda bu belirgin yaklaşım farklılıklarının önemli bir handikap olduğu açıktır. 4 yıllık birlikteliğimizin bu konuda dil birliği sağlayamamış olması düşündürücüdür. TEVKURD Kürd cephesinde ulusal birlik hareketi ve ulusal birlik örgütü yaratma arayışıdır. Türk tarafından gelen ’milli birlik projesi' açılımı karşısında ortak bir siyasi dil oluşturamaması ciddi bir zaaftır ve mutlaka tartışılıp aşılmayı beklemektedir. [b]T. Erdoğan ve Ehmedê Xanê[/b] Yazıyı açılımın son evresinin en gözde konuşmasını değerlendirerek bitireceğim. Erdoğan'ın Ehmedê Xanê ve Şıvan Perwer'den söz ettiği konuşması, yandaşı medya tarafından göklere çıkarıldı, Kürd tarafından da genel bir beğeni ve destek topladı. Bir Türk başbakanının bu Kürd ünlülerinden söz etmesi, onları sahiplenmesi büyük bir açılımdı, bizlerin de bunu coşkuyla, heyecanla desteklemesi lazımdı. Gözden kaçırtılan ise Erdoğan'ın bu ünlülere Kürd halkının önemli değerleri olarak saygı göstermeyip, Kürdlerle Türklerin ortak değerleri olarak göstermeye ve böylece sahiplenmeye çalıştığıydı. Kimsenin aklına Ehmedê Xanê Türklerle Kürdlerin ortak tarihi mirası, ortak değeri olabilir mi sorusunu sormak gelmedi. “Eğer ittifak oluşturabilseydik, güven duyup birlikte hareket etseydik, Rom (Türk) , Arap, Acem ve diğerleri bizlere hizmetkar olurdu“ diyen Xanê'yi Kürdlerle Türklerin ortak değeri, ortak tarihi mirası olarak görmek, Ehmedê Xanê'yi kendisi olmaktan çıkarmaktır. Özgüven yoksunu bir tür ırkçılıktır, sömürgeciliktir. Ehmedê Xanê'yi okuyan hangi Türk, Acem, Arap onu kendi milli, kültürel değerlerinin bir parçası kabul eder? Okuyup anlayanların büyük çoğunluğu onu kendisinden görmek bir yana, hakaret ve küfür konusu yapmaz? Böyle yapmalarını da son derece normal saymalıyız. Kuşkusuz diğer bütün önemli bilim, sanat, edebiyat, kültür insanları gibi Ehmedê Xanê'yi de okuyan, saygı duyan ötekiler olacaktır ve vardır. Ama birincisi bunun için onu kendi milli bünyelerine katmaları gerekmez. İkincisi kimsenin Türklerden ve bu arada başbakanlarından Ehmedê Xanê'yi kendi milli miraslarına dahil etmeleri gibi bir talepleri de yoktur. Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi, Özay Gönlüm sizindir, Ehmedê Xanê ve Şıvan Perver de bizimdir. Demokratiklik ’ötekileştirmeyip', ’bizleştirmek' değildir. Ötekine öteki olarak saygı duymak, onun sizden farklı olan varlığına, aidiyetlerine ve haklarına saygılı olmaktır. Erdoğan'ın ne yapmak istediği bellidir, Kürdlerin de içinde varsayıldığı yeni bir milli birlik projesinin sözcüsüdür. Kürd siyaset erbabı ise kendisine, milli varlığına dönük bu saldırıyı açılım, yaklaşım saymaktadır. Başka türlü davranılırsa ’ayrılıkçı' sayılacaklarından korkmaktadırlar. Ayrılıkçılığı da resmi ideolojinin gösterdiği gibi, olumsuz ve suç saymaktadırlar. Büyük çoğunluğu ayrılıkçı geleneklerden gelen bu kadrolara ayrılıkçılığın kötü bir şey olmadığının, küfür sayılmaması gerektiğinin hatırlatılması gerekir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin genellikle ayrılıkçı olduğunu söyleyerek bunu hatırlatmaya çalışıyorum. Bu açılıma en gerçekçi ve en devrimci yanıt, Kürd milli birlik hareketini güçlendirerek, açılımın saflarımızda saçılıma yol açmasını engellemektir. Onların demokratik ya da bürokratik ya da başka bir tür milli birlik projelerinde biz yokuz, olmamalıyız. Görevimiz kendi milli birliğimizi güçlendirmek, bunun gerektirdiği kurumsallaşmayı gerçekleştirmektir. [b]Fuat Önen[/b] (1)Kürtler yüzyıllardır Türklere Rûm-Rom demektedir. Kürt atasözlerine giren örnekleri vardır: “Eskerê Romî, Bextê Romî tune...“ (2)Ger dê hebûya me ittifaqek / Vêk ra bikira me inqiyadek / Rom û ereb û ecem temamî / Hemiyan ji me ra dikir xulamî. [i]Bu yazı Tevkurd dergisinin 3. sayısında yayınlanmıştır[/i][b][/b]

Şîroveyeke nû binivisêne

Plain text

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.