Fuad Onen
Urfa mahkemesindeki savunma
Tue, 17 June 2008 23:03
ŞANLI URFA ASLİYE CEZA MAHKEMESİNE
Dosya esas no: 2008/1233
Konu: Esas hakkındaki hakkım saklı kalmak kaydıyla, iddianameye yanıtımdır.
Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu (KUDÇG) 24.12.2006 tarihinde Urfa'da bir bölge toplantısı düzenlemiştir.
KUDÇG Kürd halkının ulus-ülke gerçekliğini esas alan, sorunun Kürd halkının self-determinasyon hakkının yadsınmasından kaynaklandığını tesbit eden, çözümü de bu hakkın uygulanmasında gören bir siyasi inisiyatiftir. Mayıs 2007 de yaptığı kongreyle Kürd Ulusal Birlik Hareketi (TEVKURD) adını almıştır. Kuruluşuna vesile olan Eylül 2005 toplantısının çağrıcılarından birisiyim. Bu hareketin KUDÇG döneminde aktivisti, TEVKURD döneminde ise meclis ve yürütme kurulu üyesiyim.
Hareketimiz açık alanda meşruiyetini halkımızın özgürlük mücadelesinin haklılığından alan bir siyaset anlayışına sahiptir. Kürd ulusunun, Dünya'daki diğer bütün uluslar gibi kendi geleceğini kendisi belirleme hakkına sahip olduğuna, buna layık olduğuna, bunu hak ettiğine inanmak ve bunun için mücadele etmek hareketimizin temel prensibidir. Bu prensibi esas aldığımız için de çoğulculuk, şeffaflık, çok seslilik, çok renklilik çalışma anlayışımıza içkin olmuştur. Kendimiz olarak ve kendimiz kalarak siyaset yapıyoruz. Takiye siyasetine itibar etmiyoruz. Halkımızın özgürlük mücadelesinde söyleyecek sözümüz var ve bunu her alanda açık seçik söylüyoruz.
Türk Egemenlik Sistemi (TES), Kürd halkının ulus-ülke gerçeğinin inkârı ve imhası üzerine kurulmuştur. Bu nedenle TES'nin hukukunda Kürdistan ve Kürd halkı yoktur. Bu hukuk içinde kendimiz kalarak siyaset yapma olanağı da yoktur. Türkiye'de legalite “Türk'tür“, bu alanda çalışmak Türk görünmekle mümkündür. Türk hukukunda resmen yokuz. Kendi yurdumuzda da kendi hukukumuzö resmiyetimiz yok. Resmi varoluşumuz yalana dayalıdır. Tarihsel, toplumsal varoluşumuz ile resmi varsayılmamız arasındaki ilişki koca bir yalandır. KUDÇG ve devamında TEVKURD bu yalana itirazdır. Resmiyete uyarlanmış bir tarih ve toplum değil, tarihsel, toplumsal gerçekliklere uygun bir resmiyet talebidir. 150 yıllık özgürlük mücadelemizde sınırlı ve mütevazi bir yeri olsa da, yeni ve ciddi bir arayıştır.
Urfa Toplantısı
Gerek KUDÇG gerekse de devamında TEVKURD birçok ilde bölge toplantıları düzenlemiştir. Birlik esaslarının ve çalışma yöntemlerinin tartışılarak programlaştırılması amacıyla düzenlenen bu toplantılardan birisi de 24.12.2006 tarihinde Urfa'da yapılmıştır. Diğer birçok toplantıya olduğu gibi bu toplantıya da katılıp özgürlük mücadelemizin sorunları ve çözümleri hakkında düşüncelerimi katılımcılarla paylaştım. Sorun hakkında farklı tanımlamaların ve çözüm önerilerinin dile getirildiği Urfa toplantısı, çok sesli, verimli, uygar bir platform olmuştur. Gerek izleyiciler gerekse de konuşmacılar katılmadıkları, yanlış buldukları söylemleri de büyük bir olgunlukla karşılamış, saygıyla dinlemişlerdir. Bu olgunluk, eleştiri dozu yükselen polemiklerde de devam etmiş, katılımcılar dile getirilen düşüncelere katılmasalar da, KUDÇG'nun “farklılıklarımız zenginliğimizdir, birlikte yaşama kültürünü geliştireceğiz“ prensiplerine uygun davranmışlardır. Bu nedenle Mehmed Aydoğdu kardeşimin sorgulama tutanağında söylediği iddia edilen “...Allahın selamı üzerinizde olsun dediğimde bana güldüler.“ sözü bühtandır. Yine Mehmed Kemal Uğuzlu kardeşimin “...diğer konuşmacılar halkı kin ve düşmanlığa tahrik edecek şekilde konuşmalar yaptılar. Hatta Kürd halkını Türklere karşı tahrik etttiler.“ şeklindeki sorgucular tarafından dikte ettirildiğini düşündürten ifadesi de bühtandır. Salonda mücahit, sorguda muhbir olunmaz. Bu dine de vicdana da, ahlaka da sığmaz. Toplantı katılımcıları da, KUDÇG aktivistleri de farklı dini, siyasi, ideolojik, örgütsel aidiyetleri ve hassasiyetleri olan uygar insanlardır, toplantı da bu uygar atmosfer içinde gerçekleşmiştir.
Sözde mi, sahih mi?
Bu dava sözdelik-sahihlik davasıdır. Karl Marx, “görünüşle gerçek bir olsaydı, bütün bilimler gereksiz olurdu“ der. Görünüşle gerçek bir olsaydı, devletler, mahkemeler, siyaset de gereksiz olur muydu, tartışmak lazım ama Ş.Urfa'da böyle bir yargılamaya gerek kalmazdı. Sözde kavramının kendisi görünüş-gerçek uyumsuzluğuna işaret eder, sözlüklerdeki tanımı şudur: “Gerçekte öyle olmadığı halde, öyle olduğu söylenen, öyle olduğu iddia edilen ya da bilinen.“ İddianame de bu kavramla başlıyor: “Şanlı Urfa ilinde 24.12.2006 günü Saray önü caddesi Harran oteli konferans salonunda sözde Kürt Ulusal Demokratik Çalışma grubu adındaki oluşum...“. Aynı kavram Ş.Urfa valiliğinin, il emniyet müdürlüğünün toplantımızı izleyip kamera ile kaydetmesini isteyen yazılarında ve bu kararı veren Ş.Urfa 2. Sulh ceza mahkemesi kararında da geçmektedir.
Herhangi bir örgütü, kurumu, nesneyi ’sözde' kavramı ile nitelemek iki durumda mümkün ve doğrudur. 1-Sözü edilen örgüt, kurum, nesne ya da kavram gerçeğinin sahip olduğu özelliklere sahip olmadığı halde öyleymiş gibi bir iddia varsa. 2-Gerçek hayatta karşılığı olmayan ya da varsayılan özelliklerden yoksun bir iddiada bulunuluyorsa.
Öyleyse Ş.Urfa valiliği, emniyet müdürlüğü, 2. Sulh ceza mahkemesi ve mahkemenizin savcılığı sözde KUDÇG derken neyi kastetmektedirler? Bizlerin kurucusu ve yöneticileri olduğumuz KUDÇG dışında gerçek bir KUDÇG mi vardır ki bizimkinden ’sözde' diye söz edilmektedir? Yoksa bizlerin grubumuza ait tanımlamalarımızda bu devlet kurumlarının katılmadığı, gerçek hayatta karşılığı olmayan özellikler mi vardır? ’Sözde' kavramının bu nedenlerle değil grubumuzun adındaki Kürd sözcüğü için kullanıldığı açıktır. Bu ’sözde' kavramının herhangi bir şeyi sahtesinden ayırmak için değil hakaret kastıyla kullanıldığı da açıktır. TES'nin ideologları, siyasetçileri, mahkemeleri yıllardan beri Kürde ait herşeyin başına sözde kelimesi koyarak aşağılamaktadırlar. Urfa toplantısında yaptığım konuşmanın bir bölümünde bizlere ve bizlerin şahsında Kürd halkına yöneltilen bu hakarete yanıt verilmiştir. Bu cümledeki sözde vurgusuna alışığız, alışık olmamız isyanımızı engellemez, muhataplarımızın da bu isyanımıza alışması gerekir. Toplantıdaki konuşmada bu konuda söylediklerim ve iddia makamının iddialarına dayanak gösterdiği bölüm şudur:
“Mahkeme kararını okudum. Grubumuzdan söz ederken ’sözde Kürd Ulusal Demokratik Çalışma Grubu' diyor. Buradaki ’sözde' kelimesi Grubumuzun adındaki Kürd sözcüğü için kullanılmıştır. TES'nin temsilcileri, ideologları Kürd ve Kürdistan sözcüğünü gördükleri her yerde başına ’sözde' sözcüğünü de eklemektedirler. ’Sözde Kürd ulusu', ’sözde Kürdistan', ’sözde Kürd devleti', ’sözde Kürd bayrağı' vs. İnkâr ve imha sistemi olan TES Kürde ait ne varsa her şeyi yapay göstermekte ve sözde sözcüğüyle aşağılamaktadır. Buna isyan etmeliyiz, isyan ediyorum.“
İddianame bizlere ve halkımıza hakaretle başlıyor.
İddianamesine bizlere ve şahsımızda halkımıza hakaretle başlamakta sakınca görmeyen iddia makamı, durumu kurtarmak için bizim hakaret ettiğimizi iddia etmektedir. Benim konuşmamla ilgili ilk iddiası şudur: “Konuşmacılardan şüpheli Fuat Önen yapmış olduğu konuşmada: Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türk egemenlik sistemi olarak adlandırıp Türkiye Cumhuriyetini sömürgeci olarak nitelendirip Cumhuriyeti alenen aşağıladığı,“ iddiasında bulunmaktadır.
Bu iddia karşısında söyleyeceğim ilk şey şudur: Ben T. C. Devletini TES olarak adlandırmadım, adlandırmıyorum. Egemenlik sistemi daha geniş bir kavramdır. Benim analizim T. C. Devletinin TES'nin bir parçası olduğu şeklindedir. TES, görünür devlet aygıtından ibaret değildir. Görünür devlet aygıtı onun egemenlik vasıtalarından birdir. Bu egemenlik sisteminin devlet içi görünmeyen vasıtaları da, devlet dışı vasıtaları da vardır. T.C. bu egemenlik sisteminin henüz gerçekleşmemiş projesidir. Tartıştığımız sorun bakımından bu proje Osmanlı bakiyesinden bir ulus yaratma projesidir. Bu projenin realize olması, Kürd halkının ulus-ülke gerçekliğinin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu coğrafyada 80 yıldır sürdürülen savaşın hedefi budur. Bu nedenle TES'nin Kürdistan'la ilişkisini sömürgecilik olarak analiz ediyoruz. Bu analiz kendi aramızda da tartışılan bir analizdir.
TDK sözlüğünde sömürgecilik şöyle tanımlanıyor: “Sömürgecilik: Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik.“ TES'nin Kürdistan'la ilişkisinde bu tanımın tüm unsurları vardır, tartıştığımız bu değildir. Sömürgeciliğin klasik ve yeni sömürgecilik olarak sınıflandırıldığını da biliyoruz. Ancak hem klasik hem de yeni sömürgecilikte sömürge bir statüyü varsayıyor. Uluslararası hukukta tarif edilen bir statüye karşılık geliyor. Hatta yeni sömürgecilikte şeklen bağımsız bir devlet statüsüne sahiptir sömürge. Klasik sömürgecilik ile yeni sömürgecilik arasındaki bir geçiş süreci olarak tanımlayabileceğimiz manda sistemi de bir statüye tekabül eder.
Ancak 1. Dünya savaşı sonunda yeniden bölünüp parçalanarak farklı devlet sınırları içinde farklı egemenlik sistemlerine terk edilen Kürdistan bu türden hiçbir siyasi statüye sahip değildir. TES, Kuzey Kürdistan'da bir siyasi statü tanımak şurada dursun coğrafyasını da tanımamakta ve ’Doğu, Güney Doğu Anadolu' olarak tanımlamaktadır. Buradaki statüsüzlük durumu nedeniyle İ. Beşikçi hocamız ’alt sömürge' kavramını önermektedir. Geçmişte bu çerçevede ’iç sömürge' kavramı da önerilmiştir. Bütün bunlar siyaset teorisinin, siyaset sosyolojisinin kavramlarıyla yapılan, yaptığımız tartışmalardır. Ancak önerilen kavramların hepsinde TES'nin Kürdistan ile ilişkisinin sömürgeci bir ilişki olarak tanımlandığı açıktır. Tartıştığımız bu ilişkinin sömürgecilik bile olmadığı, sömürgecilikten de öte bir ilişki olduğu yönündedir. Sömürgecilik, T.C. gibi kavramlardansa TES kavramını kullanmamın nedeni de bu tanımı zor ilişki türüdür.
İddia makamı bu analizlerden T.C. Devletini alenen aşağıladığım sonucunu çıkarmaktadır. TDK, aşağılamak sözcüğünü şöyle tanımlamaktadır: “Aşağılamak:1- Değerinden düşük göstermek. 2- Küçültücü davranışlarda bulunmak, hor görmek.“ Bu son derece keyfi bir yorumdur. Yapmaya çalıştığımız bu ilişkiyi anlamak ve değerini siyaset biliminin kavramlarıyla tanımlamaktır. Yukarıdaki tartışmalar doğru anlaşılırsa burada değerinin düşük gösterilmesi bir yana değerinin üstünde bir kategoriyle tanımlandığı da görülecektir.
İddia makamının benim konuşmamla ilgili ikinci iddiası şudur: “DTP li arkadaşlar, PKK li arkadaşlar, Kongra Gel, Türkiye'de Kürtlük adına, Kürd ulusunun özgürlüğü uğruna taş üstüne taş koyan herkes bizim kardeşimizdir. Şeklinde suçu ve suçluyu övdüğü...“
TES'nin tüm iddia ve argümanlarında gördüğümüz ve ilerde tartışacağımız muğlaklık, iddia makamının iddialarında da vardır. Övdüğüm iddia edilen suç da suçlu da belli değildir. Noktasız, virgülsüz CD çözüm metninden rastgele aldığı bir cümleyi aktarıp, “suçu ve suçluyu övdüğü anlaşılmıştır“ diyor. TDK sözlüğü övmek eylemini şöyle tanımlıyor: “Övmek: 1- Bir kimseyi, bir şeyi övmek, onu yüceltmek, iyi yönlerinden, değerinden, üstünlüklerinden söz etmek.“ Açıklama bekleyen soru şudur: övdüğüm söylenen suç nedir, bu suçu işleyip benim de övdüğüm suçlu ya da suçlular kimlerdir? İddia makamının aktardığı cümlede eylemsellik özelliğindeki tek fiil şudur: “Kürd ulusunun özgürlük mücadelesinde taş üstüne taş koymak.“ Bir halkın özgürlük mücadelesine suç demek kimsenin hakkı olmadığı gibi haddi de değildir..
Geriye konuşmada geçen PKK, Kongra Gel sözcüklerinden hareketle bu örgütleri övdüğüm iddiası kalıyor. Bu iddiayı cümlenin aldığı paragrafa dayandırmak mümkün değildir. Çünkü konuşmanın o bölümünde konuşmacılardan Celal Melik'in sert suçlamalarına yanıt verilmiş ve o bağlamda PKK, Kongra Gel ve DTP'nin de savunduğu demokratik cumhuriyet çizgisi eleştirilmiştir. DTP, PKK ve Kongra Gel'den arkadaşlarımızın yanlış yerde ve yanlış yolda siyaset yaptıkları belirtilmiş, üniter devlet ve Türkiyelilik çerçevesinde savundukları siyasal anlayışlarına katılmadığım, bunu yanlış bulduğum vurgulanmıştır. Kimseyi övmek de yermek de benim işim değildir. Ayrıca PKK(kürdistan İşçi Partisi), PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi), PRK (Kürdistan Kurtuluş Partisi), KKP(Kürdistan Komunist Partisi), DTP (Demokratik Toplum Partisi), HAKPAR( Hak ve Özgürlükler Partisi), ve diğer Kürd örgütlerinin benim övgüme ihtiyaçları da yoktur. Eleştirlerime ihtiyaç duyup duymadıkları da kendi takdirleridir. Sosyalizmden yana devrimci bir yurtsever olarak benim işim devrimci eleştiridir. Gerek dışımdaki kişi, örgüt, hareket ve kurumlara, gerek içinde yer aldığım hareket ve kurumlara yaklaşımımın esasını devrimci eleştiri oluşturur. Halk içindeki çelişkiler üzerinden yürüyen eleştiride kardeşlik hukukunu esas aldığım doğrudur ve siyasal duruşumun bir parçasıdır.
Urfa toplantısında yaptığım konuşma da bu yaklaşımımın somut örneğidir. Bu tutumum KUDÇG ve TEVKURD'ün şu programatik ilkesine de uygundur: “TEVKURD ilke olarak kendisini hem halkımıza hem de dünyaya, üzerinde yürüdüğü pratik-politik mücadele hattı üzerinden tanımlayacaktır. Mücadelemiz halkımızın haklarını gasp eden rejimlerledir, halklarla değil.“ (TEVKURD programı sayfa 5-6.)
Bizler TES'nin suç tanımlamalarına katılmak zorunda değiliz, kendi tariflerimiz var ve kendi tariflerimizle siyaset yapıyoruz. Bizim tariflerimize göre bir halkın ulus ve ülke gerçekliğini red etmek ve imhaya yönelmek insanlık suçudur. On yıllardır halkımıza karşı işlenen bu suça itiraz ediyor ve halkımızın özgürlük mücadelesini savunuyoruz. Bu yaptığımızı, suçu ya da suçluları övmekle suçlamak akıl, izan ve vicdanla bağdaşır değildir. Suçu ya da suçluları övmüyor, halkımıza karşı işlenen insanlık suçuna karşı çıkıyoruz.
Son olarak iddia makamı konuşmamın farklı bölümlerinden pasajlar aktararak ’...şeklinde ifadelerde bulunup halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği... anlaşılmıştır.“ diyor. Konuşmamın bant çözümleri anlaşılmaz bir karışıklıkla malul olduğu, iddia makamı da bu bant çözümlerinden rastgele aldığı satırları arka arkaya dizmeyi tercih ettiği için konuşmamın bütününde iddialara dayanak gösterilen düşüncelerimi açıklama ihtiyacı duyuyorum..
Ancak öncesinde tahrik üzerine söyleyeceklerim var. Yine TDK sözlüğüne başvuracağım, tahrik şöyle tarif ediliyor bu sözlükte: “Tahrik: 1- Bir şeyi hareket ettirmek, kımıldatmak, yola çıkartmak eylemi. 2- Bir kimseyi kışkırtmak, onu kınanacak bir davranışta bulunmaya, şiddet kullanmaya, yasaları çiğnemeye itmek eylemi; bu amaçla yapılan hareket.“
Konuşmamın üzerinden geçen 17 aylık zaman zarfında konuştuklarımdan etkilenerek, kin ve düşmanlığa tahrik olmuş, harekete geçmiş bir tek kimseye rastlamadığım gibi öyle bir duyum da almış değilim. Ne toplantı sırasında ne de toplantı sonrasında böyle bir olgu müşahede edilmemiştir. Bu konuda iddia makamının müşahede ettikleri varsa kuşkusuz heyetinizle paylaşacaktır. Ancak iddianamme okununca iddia makamının bu konuşmadan kin ve düşmanlığa tahrik olduğu ve bu tahrikle harekete geçerek bu iddianameyi hazırladığı anlaşılıyor. Kuşkusuz iddia makamının tahrik olması, halkın da tahrik olduğu sonucunu doğurmuyor. Bu davanın sözdelik-sahihlik davası olduğunu belirtmiştim. Toplantıda yaptığım konuşmada da Grubumuza yöneltilen ’sözde' hakaretine tepki gösterdikten sonra, devamında Kürde ait her şeyi ’sözde' kavramıyla aşağılayan TES'nin sözcülerinin kendi argümanlarının sahihliğini sorgulamıştım. TES'nin bize kendisiyle ilgili sunduğu ve bizden bunu gerçekmiş gibi kabul etmemizi istediği bir görüntü var. Bizim sahih olmadığını bildiğimiz bu görüntünün temel özelliklerinden bazılarını sıralamak gerekirse:
1- TES, 1919-23 yıllarında verilen bir ulusal kurtuluş savaşından sonra kurulmuştur. Bu sistem emperyalizmle mücadele edilerek kurulmuştur.
2- T.C.ye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür ve bunların tamamı Türk ulusunu oluşturur. Türk ulusu Türkiye coğrafyasının tek ve bölünemez ulusudur.
3- Türkiye Türk'lerin vatanının adıdır, tektir bölünemez.
4- TES'nin devlet cihazı ulus devlettir, tektir bölünemez.
5- Misak-ı Milli bir bütündür, bölünemez.
Bu argümanların tümü sözde argümanlardır. Son 80 yılda bu coğrafyada yaşananları doğru yansıtmayan, doğru anlaşılmasını önlemek amacıyla TES'nin çeşitli ideolojik aygıtlarla yaydığı ideolojik tariflerdir bunlar. Toplantıda bunlara kısaca değinilerek şu karşı argümanlar savunulmuştur.
Ulusal kurtuluş savaşı iki devlet arasında çıkar amaçlı savaş değildir.
1- Gerek 1914-1918 gerekse 1919-1923 döneminde yaşananların ulusal kurtuluş savaşıyla da antiemperyalist olmakla da ilgisi yoktur. 1914-18 savaşı emperyalist paylaşım savaşıdır. Osmanlı İmparatorluğu, bu savaşın hem tarafı hem de hedefidir. Osmanlıyı ittifak devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan...) safında savaşa ittihatçıların soktuğu söylenmektedir. Enver Paşa bu savaşa: “Asya'daki Türkleri ve Müslümanları birleştirmek, Avrupa'da kaybettikleri toprakları geri almak, Adriyatik'ten Hint sularına kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmak üzere girdiklerini“ açıkça ifade ediyordu ( Aktaran Fikret Başkaya). Bu amaçların ulusal kurtuluşçu değil sömürgeci olduğu açıktır. Savaştan yenilgiyle çıkan ittifak kuvvetleri paylaşımdan yeni paylar alamadıkları gibi ellerindekinin bir kısmını da kaybetmişlerdir. Emperyalist savaşta yeni topraklar kazanamayan, daha önce ele geçirdikleri toprakların bir kısmını kaybeden güçlerin ulusal kurtuluşçulukla ne ilgileri olabilir? Aynı güçlerin yenilgiden hemen sonra, emperyal hedeflerden, sömürgeci karakterden arınıp ulusal kurtuluşçu olduklarını söylemek de bilim dışıdır, hatta akıl dışıdır. 1919-1923 dönemi (bu dönem 1926'ya kadar uzatılabilinir) savaşın galiplerinin kazanımlarını garanti edecek bir uluslararası düzen kurdukları dönemdir.
1919 Paris barış konferansıyla başlayıp, Osmanlı'nın yeni bir statüye kavuştuğu 1923 Yakın Doğu İşleri Hakkında Laussanne Konferansıyla sonuçlanan bu dönem esas itibariyle diplomatik bir süreçtir. Kazananların kaybedenlere iradesini kabul ettirdiği, savaşın siyaset ve diplomasiyle sürdürülüp sonuçlandırılması sürecidir. Osmanlı imparatorluğu gibi, Almanya ve Avusturya imparatorluğu da bu savaşta dağılmış ve yeni devlet formlarıyla varlıklarını sürdürmüştür. Dünyada Almanya ve Avusturya cumhuriyetlerinin ulusal kurtuluş savaşı vererek kurulduğunu iddia eden bir tek aklı başında insan varmıdır? Osmanlı Devleti taraf olup imzaladığı son anlaşma olan 1923 Lozan anlaşmasından sonra T.C. ne dönüşmüştür. Bu dönemde itilaf devletleriyle savaşılmamış, tam tersine onlarla uzlaşılmış, kurdukları uluslararası sistemin bir parçası olarak ayakta kalabilmek zafer olarak yansıtılmıştır. 1918 Mondros Mütarekesinden sonra Osmanlıların girdikleri tek savaş Yunan savaşıdır. Osmanlı-Yunan savaşını her iki taraf bakımından da ulusal kurtuluş savaşı olarak nitelemek mümkün ve doğru değildir. Ulusal kurtuluş savaşı iki devlet arasında çıkar amaçlı savaş değildir. Osmanlı devletinin 87 yıl önce bağımsızlık savaşıyla kendisinden ayrılan Yunan devletiyle giriştiği bu savaşı ulusal kurtuluş savaşı saymak bilim dışıdır, kasıtlıdır, gerçekliği karartma çabasıdır. Başka halkları baskı altında tutan, işgalci, emperyal Osmanlı devletinin ulusal kurtuluş savaşı vermesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Gerçek ulusal kurtuluş savaşları ulusal hakları gasp edilmiş halkların işgale, zülme karşı verdikleri ulusal özgürlük savaşlarıdır. Bu nedenle 1919-1923 ’ulusal kurtuluş savaşı' sözde ulusal kurtuluş savaşıdır.
2- Türklük bir etnik kökene işaret eder. Asya orijinli bir etnisiteyi tanımlar. Türkiye coğrafyası bu etnisitenin coğrafyası değildir. Bu etnik kökenden olanların sonradan sökün ettikleri bir coğrafyadır. Onlar gelmeden önce de, geldikten sonra da bu coğrafyanın kadim halkları kendi topraklarında yaşamaya devam etmişlerdir. M. Kemal'in Nutuk'ta tarihi 19 Mayıs 1919'da kendisiyle başlatması gibi, TES de bu coğrafyayı 1.emperyalist paylaşım savaşı sonrasında çizilen siyasi sınırları esas alarak, o emperyal, sömürgeci iradeyi içselleştirerek, coğrafyanın tarihsel toplumsal gerçekliklerinden soyutlayarak tanımlamaktadır. Lozan anlaşması denilen aslında “Yakındoğu İşleri hakkında Laussanne konferansı“ dır. Bu konferans tarihe emperyalistlerin Ortadoğu coğrafyasını kendi emperyal çıkarlarına göre bölüp, parçalayıp dizayn ettikleri bir konferans olarak geçmiştir. Hiçbir tarihsel, toplumsal gerçeklik için referans alınması söz konusu bile olamaz. Hal böyleyken TES bu konferansı göklere çıkarmakta kendi tarihine başlangıç yapmaktadır. Osmanlı devletinin bu konferanstan sonraki adı olan T.C. de 1923'ten sonraki yasal düzenlemelerinde Lozan sonrası siyasi sınırları esas almakla yetinmemiş, bu siyasi sınırlar içindeki her şeyi Türk kabul etmiş, buna uymayan tarihsel toplumsal gerçeklikleri, asimile etmeye, yok göstermeye, imha etmeye yönelmiştir.
“T.C.'ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes türktür ve bunlar Türk milletini oluştururlar“ argümanının tarihi perde arkası budur. Türklüğün bu tanımı üzerinden varılan Türk ulusu belirlemesi bilimsel ve tarihsel gerçekliklere aykırı ve tümüyle ideolojiktir. Bu tanım, T.C.'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan ve Türk olmayan milyonlarca insanın, kadim coğrafyasının otantik halkı olan Kürd halkının ulusal aidiyetine yöneltilmiş sömürgeci, asimilasyonist bir saldırıdır. Aynı şekilde bu tanım T.C.'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olmayan milyonlarca Türkün Türklüğünü de tartışılır hale getirir. Vatandaşlık siyasi bir kavramdır ve tabiiyeti ifade eder, milliyeti değil. Ulus ise tarihsel, toplumsal, siyasal bir kavramdır. Uluslar tarih içinde oluşurlar, hükümet fermanları ya da ’cumhuriyet' kanunlarıyla değil. Bu anlamda ve bu bağlamda Türkiye'de var olduğu söylenen Türk ulusu gerçek değil, ’sözde' bir ulustur.
Bunun sözde ulus olmaktan çıkması tarihsel, toplumsal gerçeklere uygun bir tanımla ve diğer ulusların varlığına ve haklarına saygıyla mümkün olur. Bu bölümü Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Çiğdem'in, gazeteci Neşe Düzel'in Türk kimliği nedir sorusuna verdiği şu yanıtla bitiriyorum:
“Türk kimliği diye bir şey yoktur aslında. Türk kimliği denildiğinde, bu kimliğin içeriği boştur. İçeriksiz bir şeydir bu. Sadece Osmanlı'yı ve İslamiyeti koyabilirsiniz bu kimliğin içine. Zaten biz İslami kimlik, Türk kimliği gibi kavramları bizim için işlevsel olduğunda benimseriz. İşlevsel olmadığında bir kenara bırakırız. Biz kavramlarla, sembollerle, hayallerle, tahayyüllerle bir menfaat ilişkisi kurarız. Bir sınıfın, grubun ya da bir inancın çıkarlarına uygun geldiği ölçüde bunları benimseriz.“ (21 Nisan 2008 tarihli Taraf gazetesi) Mesele budur. Kavramlarla sembollerle kurulan bu menfaat ilişkisi ideolojiktir. Bunlarla üretilen kavramlar da içi boş ve sözde kavramlardır.
3- Yurt (vatan) TDK sözlüğünde şöyle tanımlanıyor: “a- Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası; vatan. b- İnsanın doğup büyüdüğü, yaşadığı yer, memleket.“ Bu alanda Türkçe'de tam bir kavram kargaşası var, çoğu birbirinin yerine kullanılan bir dizi kavram söz konusudur. Vatan, yurt, memleket, ülke, il, el, diyar, anavatan, yavru vatan gibi. TDK sözlüğü ülkeyi de şöyle tanımlıyor: “Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket.“ Bu ülke tarifi dünyanın diğer devletleri tarafından da yaygın olarak kullanılan bir tanımdır; imparatorluk dönemlerinden kalma olup Milletler Birliği ve Birleşmiş Milletlerin de esas aldığı bir tanımdır. Osmanlıcadaki Mülk kavramı da bu anlama gelir; Osmanlı mülkü, memalik-i Osmanlı, adalet mülkün temelidir cümlelerindeki mülk, ülke, devlet anlamındadır. Devletle yurdu, devletle ulusu özdeşleştiren bu tanımlar ideolojik, siyasi tanımlardır ve sömürgeci karakterlidirler. Burada gerek Milletler Birliği'nin gerekse de Birleşmiş Milletler'in her iki dünya savaşının galipleri arasındaki uzlaşmayı temsil ettikleri, hukuklarının galiplerin iradesinin ifadesi olduğunu söylemeliyim. Adı Birleşmiş Milletler olsa da, aslında Birleşmiş Devletler olarak iş görmelerinin nedeni de budur.
TDK sözlüğünün tanımladığı gibi vatan, yurt gerçeğine bakarsak, T.C. devletinin egemenliği altındaki topraklarda birden fazla yurt olduğu açıktır. Kürtçe'de böyle bir kavram kargaşası yoktur. Yukarı Kürtçe'de ’welat', aşağı Kürtçede de ’nıştıman' sözcüğüyle adlandırılır. Bu, Kürdlerin tarih boyunca kendi yurtlarında yaşayan, kendi coğrafyasının otantik halkı olmasıyla ilgilidir. Anavatan, yavru vatan kavramları Türklerin kendi kadim toprakları dışında, başka halkların topraklarında devletleşmesiyle ilgilidir. Devletleştikleri yerlerin kadim halklarının yurt gerçeklerini inkâr etmeleri bu devletleşmenin sömürgeci karakterinden kaynaklanmaktadır. Bir insanın kendi yurdundan söz etmesinden daha doğal, daha insani bir şey yoktur. Oysa ki Kürdler kendi yurtlarından, Kürdistan'dan söz ettikleri zaman başlarına gelmedik bela kalmamaktadır. Bizlerin kendi vatanımızdan söz etmesini, Türk vatanını bölmek olarak değerlendirmek, yurt-vatan gerçekliğimizin ortadan kaldırılmak istendiğinin somut kanıtıdır. Kimsenin yurdunu bölmek istemiyor, kendi yurdumuzda özgür yaşamak için mücadele veriyoruz. Başkalarının yurt gerçekliğine saygılı olmayanların, yurt tanımları da yurtseverlik iddiaları da sözdedir.
4- TES'nin devlet cihazı ulus devlet değildir. T.C. Osmanlı bakiyesinden ulus yaratma projesidir. Bir ulusun devletleşmesi değildir. Devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğü bu sistemin bir diğer önemli argümanıdır. Yasalarda anayasada sıkça tekrarlanan bir argümandır. Bu argümanın kendisi T.C. nin ulus devlet olmadığının itirafıdır. Bu argüman bir ulusun kendi ülkesinde devletleşmesinin değil, devlet zoruyla bir ulus ve ülke inşa edilmek istendiğinin kabul edilmesidir. Bu, ulus-devlet tarifi değil, devlet ulusu tarifidir. Bu devletin egemenlik sahasında birden fazla ulusun yaşadığını da göz önünde bulundurursak, karşımızdaki devletin gerçek bir ulus devlet değil, sözde bir ulus devlet olduğunu söylemek doğru olur. Kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ulus devlet formuna benzese de özünde devlet ulusu yaratma projesidir.
5- “Misakı-milli“ ulusal hukukta da, uluslararası hukukta da hiçbir geçerliliği olmayan boş bir belgedir. 80 küsur yıldır bu belge somut gerçekliğinin dışına taşırılarak, içeriği tartışma dışı tutularak bir tabuya dönüştürülmüştür. Kendisi bir bütünlüğe sahip olmayan bu belgenin bölünmezliğinden söz etmek TES'nin bir başka tarih falsifikasyonudur. Fikret Başkaya hocamız bu belgenin kabulünü şöyle anlatmaktadır: “Mütareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı 12 Ocak 1920'de toplandı ve 28 Ocak 1920'de Misak-ı Milli'yi kabul etti. Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 (kimilerine göre 88) olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan'da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920'de de ilan edilmişti.“ ’Ahdi Milli' de denilen bu belgenin Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilip edilmediği, ne zaman kabul edildiği de tartışmalıdır. 10 Haziran, 10 Temmuz ya da 18 Temmuz tarihinde BMM'de kabul edildiğine dair rivayetler var. Ulusal Yemin ya da Ulusal Sözleşme olarak Türkçeleştirilebilinecek olan bu belge hiç kimse için bağlayıcı olmamıştır. Somut bir sınır tanımlaması olmayan bu belgeye göre sınırların içinde olması gereken Osmanlı'nın Musul eyaleti (gerçekte Orta-Güney Kürdistan) 1923 Lozan ve ardında 1926 Ankara anlaşmasıyla İngilizlere bırakılmıştır. Fikret Başkaya hocamızdan bir diğer alıntıyla bu bölümü de bitiriyorum: “İsmet Paşa delegasyonuna ve Rauf Bey hükümetine sert eleştiriler yönelten İzmir milletvekili Sırrı Bey'in Misak-ı Milli Beyannamesini bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu hatırlatması üzerine Mustafa Kemal: ’keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz' dediği biliniyor.“ Mustafa Kemal'in baş belası olarak değerlendirdiği misak-milli sonradan tabulaştırılan sözde bir yemindir. Bütünlüğü olmadığı gibi bölünmesi de söz konusu olmaz.
Sonuç yerine
TES'nin bize dayattığı tarifleri reddediyoruz, kendi tariflerimiz var. Kendi tariflerimizle yaşıyor ve kendi tariflerimiz üzerinden siyaset yapıyoruz. KUDÇG'nun 24.12.2007 tarihinde düzenlediği Urfa toplantısında yaptığım konuşmayla KUDÇG'nun prensiplerini savundum. Bu prensipler ışığında ve kendi kavrayışımla TES'ni, Üniter Devletçi, Misak-ı Millici siyasal anlayışları eleştirdim.
İddia Makamının iddiaları vesilesiyle devrimci eleştiriyi burada da sürdürüyorum. Birilerini övmek ya da yermek, bir şeyleri aşağılamak ya da kutsamak, birilerini kin ve düşmanlıkla tahrik etmek devrimci eleştirinin ve bu arada benim işim değildir. Devrimci eleştiri, üstü egemenler tarafından örtülen, tağyir ve tebdil edilen gerçekleri açığa çıkarmak, ezilen halkların hak ve özgürlüklerini savunmak içindir. Orada da burada da yapmaya çalıştığım budur.
Genel olarak insan, soyut insan yoktur. Her insan farklı kimlikleri, farklı aidiyetleri ve farklı tarifleriyle vardır. Marx'ın ’insanın özü toplumsal ilişkilerinin toplamıdır' sözü bu gerçekliğe işaret eder. Bizim de kimisi doğarken edindiğimiz kimisi de sonradan edinilmiş birçok kimliğimiz, tariflerimiz, aidiyetlerimiz var. İnsan boşluğa doğmaz; bir toplumsal, siyasal, tarihsel ortama doğar. İçine doğduğumuz bu toplumsal ortam gereği Kürdistanlıyız, Kürd milletindeniz. Bu kendi halinde sade bir gerçektir. Heyetinizin üzerinde hareket edip hüküm verdiği hukuksal zemin Kürd halkının ulus, ülke gerçekliğini yok saymaktadır. Üzerinde hükümler verdiğiniz hukuksal zemin bu anlamda bizleri de yok saymaktadır. Şu anda karşınızda resmen olmayan, ama fiilen varlığını sizin de bildiğiniz Kürd halkından bireyler olarak bulunuyoruz. Bizleri resmen yok sayan bu hukuksal zeminde hakkımızda vereceğiniz kararlar bizler bakımından yok hükmünde olacaktır. Hakkımdaki iddialar için söyleyeceklerim bundan ibarettir.
Fuad Önen, 10 Mayıs 2008
Ev doz doza qaşobûn û rasteqînbûnê ye..(Parêznameya Fewad ONEN)