Ana içeriğe atla

Türk Kimdir? / H. Piran

7 Şubat 1918 doğumlu Hitler Gençlik Teşkilatı üyesi Johannes Ruppert adlı Alman gencinin durumu Nazi üst yönetimi arasında Türklerin kökenine ilişkin bir tartışma başlatmıştır. Çünkü annesi Alman babası Türk olan bu gencin Hitler Gençlik Teşkilatı’ndan çıkartılması için Alman Dışişleri Bakanlığı işlem başlatmıştır. Nazi Partisi Yakın Doğu Bölüm Direktörü, olan Pilger yazdığı raporda bu konunun Türkiye ile ilişkileri riske atacağını ve Alman bilim adamlarının Türklerin Balkan kökenli bir etnik grup olduğu yönündeki yorumuna istinaden bu sorunun çözülmesini tavsiye eder. Sonuç olarak Alman Propaganda Bakanlığı 1 Şubat 1936 tarihinde Alman Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı raporda Türklerin Asya kökenli bir halk olmadığını resmen açıklar ve Ruppert’in yeniden Hitler Gençlik Teşkilatı’na kabulünü talep eder (Bkz. Cemil Koçak, ‘’Geçmişiniz İtinayla Temizlenir’’).

“..Birinin adi Michauli, ikincisininki Turachan, üçüncüsünün Evrenes, dördüncü Ottomano. Hiçbiri ufak cete reisinden öte biri değildi... Bir gün içlerinden birini bey seçmek için bir araya geldiler... Karar vermekte zorlandılar... Ottomano’yu seçtiler ve Türklerin ilk imparatoru oldu.’’ (Nicol, Theodore Spandounes On the Origin of the Ottoman Emperors)

‘’Bizans İmparatoru Constantinus Palaelogus 29 Mayıs 1453’de İstanbul surlarını Osmanlı hücumuna karşı savunurken öldü. Varisi yoktu, iki evliliğinden de çocuğu olmamıştı. Constantinus’un yerine büyük ihtimalle büyük ağabeyinin üç oğlundan biri geçecekti. Her üç yeğen de Konstantinopolis’in düşmesinden sonra Osmanli hizmetine alındılar. Şehrin düşmesinden tam 17 sene sonra yeğenlerden biri Osmanlı donanması amirali Mesih Paşa olarak ortaya çıkar. 1482’de Bayezıd tarafından Sadrazam mevkiine atanır. Mesih Paşa’nın erkek kardeşi Has Murad Paşa 1472’de Rumeli Beylerbeyi olur ve Uzun Hasan’a karşı savaşırken ölür. Constantinus’un üçüncü yeğeni yine İkinci Mehmed’in Sadrazam ilan ettiği Gedik Ahmet Paşa olarak ortaya çıkar.’’ (Heath Lowry, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı)

‘’Böylece tüm barbarlar birleşti, Orhan’ın soyundan gelen tüm barbarlar ve tüm mixobarbaroi(karma evliliklerden olanlar) ve bunun dışında kaderin barbarlara hizmet etmelerini zorladığı bizim soyumuzdan herkes.’’ ( Bkz. Nicephorus Gregoras from Speros Vryonis Jr., “Byzantine and Turkish Societies and Their sources of Manpower”)

1916’da yayınlanan ‘’The Foundation of the Ottoman Empire’’ (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) çalışmasında Herbert Gibbons Osmanlıların ihtida etmiş Grek ve Balkan Slavlarının Türkmen kabileleriyle karişmış yeni bir ‘’ırk’’ olduğunu göstermeye çalıştı . Ve bu yeni alaşımı bir arada tutma işlevi gören şeyin Islam dini olduğunu vurguladı.

Princeton Üniversitesi Osmanlı Tarihi Profesörü Heath Lowry’nin sözleriyle: ‘’Osmanlı ların genişlemesi farklı etnik ve dini altyapılara sahip grupları (Türkmenlerle birlikte Bitinyalı Rumları, Ermenileri, Yahudileri) sancakları altında toplamasıyla ilgilidir. Bu grupların liderleri talan ve servet gibi ortak bir hedef altında birleşmişlerdi. Bu bağlamda Bitinya’da çoğu zaten muhtedi Müslüman ve Hıristiyan savaşçıları bir araya getirme işlevini gören ‘’Talancı Konfederasyonu’’ terimini kullanabileceğimiz bir uç halkları karışımı olur....14. ve 15. Yüzyılın ortaya çıkardığı karışım Hıristiyan ve (birçoğunun muhtedi olduğu) Müslümanları n Osmanlı sancağını ilk önce Batı ’ya doğru Balkanlar’a sonra İslamiyet’in merkezi olan Doğu’ya yaymak için birlikte çalıştığı bir karışımdı’’ (Heath Lowry, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapı sı ).

1922’de M.Fuat Köprülü ‘’Anadolu’da İslamiyet’’ çalışmasında Gibbons’ın tezlerini reddetti. Köprülü erken dönem Osmanlı’nın kurumsal kökenlerinin Selçuklu ve İlhanlı öncellerine dayandığını iddia ediyordu. 1934’te Köprülü bir adım daha atarak Osmanlı Devleti’nin saf Türk özüne sahip olduğunu öne sürdü. Osmanlı Devleti’nin Bizans, Slav ve Türkmenlerin karışmasından oluştuğu argümanını koşulsuz reddetti. Bunun yerine Osmanlı ’nın Anadolu’da yaşayan çeşitli Türk gruplarının karışımından geldiğini iddia etti.

Tarihçinin en başta gelen hastalığının anakronizm olduğu söylenir. Anakronizm geçmişin bugünün koşulları, gözlükleri hatta ideolojik gerekleri ile değerlendirilmesi ve bazen biçimlendirilmesidir.

Türk Tarih Tezinin şekillendiği dönem olan 1922–1934 kesiti cumhuriyetin kurulduğu ve onun kurumlarının ihtiyaç duyacakları öncül mitlerin yaratıldığı dönemdir. Bu arayış Türklerin köklerini Orta Asya’da keşfetmeye yöneltti.

Oysa batı lı tarihçilerin ortaya koydukları gibi Türk’lerin Orta Asya ile bağları yalnızca dilden ibarettir. Bunun sebebini de Gibbons şöyle açıklar:

“It must be remembered that the Greeks were not the only element added to the Turkish stock. The adoption of the Turkish language by the Osmanlis was due not only to the fact that from the beginning it was the military and governmental language, but to its being the simplest and most vigorous medium of communication for the different peoples who became Osmanlis.” (The Foundation of the Ottoman Empire). Gibbons’a göre Türkçe’nin ortak dil olarak benimsenmesinin sebebi Osmanlılaşan farklı kavimler arasında iletişim açısından asgari müşterek özelliği taşımasıdır.

Osmanlı ’nın son dönemlerinde coğrafi küçülmeye paralel olarak kaybedilen topraklardan Anadolu’ya göçlerle birlikte kimlik tartışmalarının merkeze alındığını görüyoruz. Türkiye cumhuriyetini kuran Osmanlı askeri eliti Balkan veya Rumeli kökenlidir. Balkan savaşlarının ardından aidiyet duydukları coğrafyanın kaybedilmesinin şahididirler. Bir yanıyla travmatize bir durumdur bu..Selanik’te , Üsküp’te, Manastır’da ilk gençlik ve okul dönemini geçiren çok dilli askeri elit kadro askerlik hizmeti ve savaşlar dışında sosyo-kültürel olarak çok fazla tanımadıkları bir coğrafyanın kontrolünü ellerine aldılar. Bir yanıyla sanki Balkanların yerinden sökülüp Anadolu üzerine tekrar montajı projesidir bu.

Mustafa Kemal bir Avusturyalı mimara (Clemens Holzmeister) bozkırın ortasında başkent ilan ettiği Ankara’dan Selanik yaratma projesini anlatır ve yardımını ister.

1923–1938 arası dönemde ağırlıklı olarak Balkanlar’dan olmak üzere sekiz yüz bin insan Anadolu’ya yerleştirildi. Nüfusun yaklaşık on üç milyon kişi olduğu düşünüldüğünde bu demografik değişimin önemi daha iyi kavranabilir. Soner Çağatay 2006’da yayınlanan çok önemli bir çalışmasında cumhuriyet’in ilk döneminde göçmen kabul kriterlerini anlatır. Buna göre Turkic gruplar (Tatarlar ve Karapapaklar) ile Balkan göçmenleri (Türkçe yeterliliği aranmıyor) İçişleri Bakanlığı soruşturması gerekmeksizin vatandaşlık alabilirken, Kafkasya göçmenleri Bakanlık soruşturması sonrası olumlu rapor sonucu vatandaşlık alabiliyorlar. Oysa Kürtler, Araplar, Arnavutlar ve İslam dini dişi mensubu olanlar hiç bir şekilde vatandaşlık alamıyorlar. Türkçe yeterliliği olmayan Balkan göçmenlerine gösterilen bu özel toleransın sebebi olarak ‘’ kolay asimile edilebilirlilikleri’’ öne sürülüyor. (Soner Çağatay, İslam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey. Who is a Turk? )

Zorunlu askerlik kurumu yeni cumhuriyetin tekleştirmeye dönük kimlik siyasetinin önünü açan imkanlar sağlıyordu. Uzun yıllar süren askerlik döneminde TC vatandaşlarına Türkçe öğretilmesinden rejimin el kitabi denebilecek kapsamda kavramları n benimsetilmesine dek asimilasyonist siyaset olabildiğince uygulanmaktadır.

Yukarıda Ottomano’dan Mustafa Kemal’e hızlı bir seyir çalışması yapma çalıştım. Burada işaret etmek istediğim şey şudur. Tarihsel, sosyal bir nesne veya durumun ne olduğu ile veya dışarıdan nasıl kavrandığı ile kendi kurgusu arasındaki fark veya açı ne kadar büyük ve geniş olursa bu nesne veya durumun canlı kalması veya sürekliliği o denli zor ve imkânsızdır. Türklerin kendilerine bakışları ve kendilerini tarif edişleri ile gerçekten kim oldukları konusunda Batili akademik kaynakların görüşleri arasındaki uzaklık oldukça büyük.

Ancak yine yukarıdaki seyir daha yakından incelendiğinde aslında cumhuriyetin ideolojik kurumlarının inşasında tercihlerden çok zorunlulukların da rol oynadığı görülüyor. Yani başka bir deyişle Türkiye cumhuriyetinin varoluşunun sebepleri yine örneğin Ermeni soykırımına yol açan sebeplerdir. Veya tersten okursak Ermeni soykırımı yapılmamış olsaydı Türkiye cumhuriyeti olmayacaktı. Yine benzer bir bakışla Kürtleri inkar temelli ideolojik duruş bir seçim veya tercih değil bir zorunluluk ve cumhuriyet’in varlık sebebidir. Kürtleri ve Kürdistan’ı tanıyan ve eşit, adil temelde birlikteliği mümkün kılan bir entite olamazdı; olabilseydi bile bu Türkiye cumhuriyeti olmayacak, başka bir şey olacaktı.

Son günlerde Tayyip Erdoğan’ın özrü ile gündeme taşınan Dersim yani Kürdistan konusunda önemli olduğunu düşündüğüm bir alıntı yapmak istiyorum. Hüsamettin Cindoruk bir televizyon programında konuşuyordu ve sanı yorum bu konuda Türk cephesinden en gerçekçi ve duru değerlendirmeleri de o yaptı . Celal Bayar'ın kendisine kişisel aktarımlarında Dersim imha hareketinin Mustafa Kemal'in "Dersim'i vurun" emriyle başladığını ve operasyon sonrasında Dersim'in ''vatan'' topraklarına dahil edildiğini söylediğini aktarıyor Cindoruk. Yani ''vatan'' topraklarına dahil etmeyi biz burada işgal olarak okuyalım..Cindoruk Dersim operasyonunun bir hukukunun olduğunu ve bu hukukun insani olarak kabul edilemez yönleri olsa da ''vatan'' hukuku olduğunu belirtiyor.

Hitler Alman milletinin genişleyen nüfusuna yeni coğrafyalar ekleyerek var olabileceğini nasıl ‘’lebensraum’’ (yaşam alanı) tezi ile savunduysa, Talat Paşa’nın Ermeni soykırım organizasyonu nasıl aynı ideolojik içerik ile rasyonalize edildiyse, Celal Bayar’ın ‘’vatan hukuku’’ da öyle bir şeydir. Ve Hüsamettin Cindoruk’un televizyon programında üzerine basa basa belirttiği gibi ‘’Dersim’in vatan topraklarına duhul’u’’ böyle tecelli etmiştir.

Sonuç olarak bu cumhuriyet’in Kürt ulusal taleplerini kabul etmesi, uzlaşması imkânsızdır. Böyle bir uzlaşma niteliği gereği zaten cumhuriyet’in sonu anlamına gelecektir.

Yeni Yorum yaz

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.