İsveç’te yaşayan Kürt gazeteci-yazar Mûrad Ciwan’ınCihan Haber Ajansı muhabiri Emrullah Bayrak’ın sorularına verdiği cevaplar. Söyleşinin tamamı:
Türkiye 1990’lı yıllardaki derin devletin faili meçhullerini tartışırken; şimdi de PKK’nın infazları tartışılıyor. Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, PKK’nın infazlarına yönelik soruşturma da başlattı. Meclis İnsan Hakları Komisyonu da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Bu Cuma günü de İbrahim Güçlü PKK’nın infazlarına yönelik savcıya bilgi verecek. Kemal Burkay’ın da bilgi vermesi bekleniyor. İbrahim Güçlü PKK’nın infaz değil Kürtlere yönelik bir katliam yaptığını söylüyor. Dün basına yansıyan bir PKK’lının ifadesinde ise Kuzey Irak’ta kampları kazsanız kemikler fışkırır diyor. Hatta ailelerin dağda bildiği çocuklarının bir kısmının öldürülmüş olduğunu ifade ediyor. Hikmet Fidan, Kani Yılmaz başta olmak üzere çok sayıda PKK’ya karşı Kürt muhalefeti de öldürüldü.
Siz PKK’nın infazlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
PKK’nin hem kendi içinde ve dışında, hem de sivil halka karşı belli dönemlerde şiddete başvurmuş olmasının, infazlara kadar giden şiddet politikasının iki temel sebebinin olduğu düşünülebilir. Birincisi örgütün şiddeti mutlaklaştıran, yalnız Kürt halkını ezen, onu zorla ya da asimilasyonla yoketmeyi hadefleyen ve her türlü haklarını gaspeden beskı rejiminin silahlı varlığına değil, kendi egemen ideoloji ve politikalarına karşı örgüt içi ve dışı oluşumlara karşı da bastırma, şiddet ve terörü benimseyen, despotik otoriter kaba jakoben bir örgüt yapısına sahip olmasıdır. Jakobenliğin sağındaki faşist militarist ya da solundaki stalinist örgütler, ya da bize daha yakın ve somut görünen Kemalist, Nasırist ve Baasist örgütler gibi...
İkinci neden de 12 eylül öncesinde; PKK’nin kuruluşuna kadar giden dönemde devletin derin olan ve olmayan yapılarının, NATO ve başka uluslarası güçlerin bu tür despotik şiddet sarmalındaki örgütleri kendilerine düşman güç ve gelişmelere karşı yönlendirme çabalarının doğurduğu sonuçlardır.
Uluslararası boyutları olan 12 eylül öncesi ve sonrası derin devletin, o zamanlardaki MIT ve diğer istihbarat ögütlerinin, Kürtleri birbirine çatıştırarak, demokratik örgütlerini tasfiye etmek için çaba gösterdiklerini, bu amaç için PKK’nin şiddet eğilimlerinden yaralandıklarını şimdi daha açık bilgi ve belgelerle öğreniyoruz. Bu yolda örgütün tek hakim olma özlemiyle PKK’yi Kürtler arasında tek örgüt haline getirerek Abdullah Öcalan’ı onun başında tek lider etme konusundaki devlet istekleri çakışmıştır.
Bu iki iradenin örgütün iç ve dış infazlarında ve halka karşı izlenen şiddet politikasında belirleyici rol oynadığı artık herkesçe yazılıp çiziliyor. Örgütün lideri Abdullah Öcalan’ın ve örgütten ayrılanların tespitleri de bu yöndedir. Oda tv davasında da Ergenekon yöneticisi iddiasıyla yargılananların PKK’nin Kürt kamuoyunda tek örgüt, Öcalan’ın da tek lideri olarak algılanması için medyada azami çaba sarfedilmesi talimatı verdikleri belirtilir.
Tabi sadece Kürtlere değil, devrimci sol güçlere, müteddeyin çevrelere, gayri müslim azınlıklara, Alevilere karşı da benzari kışkırtmalar yapıldı. Sağ- sol çatışması, komünizm, kürtüçülük ve irtica tehlikeleri etrafında yürürlüğe konan planlar; 12 eylül darbesi ve ardından gelen 25-30 yıllık dönemin karanlık kirli olguları, aynı odakların farklı alanlarda uygulamaya koydukları politikların eseridir.
Bununla, dünden bugüne PKK, KCK ya da BDP olarak şekillenen kitlesel yapılanmanın tümüyle böyle bir özellikte olduğu kastedilemez. Sözkonusu odaklar belki bu politikalarla demokratik Kürt hareketini geçici bir süre tasfiye etmiş olabilirler, ama Kürt hareketi başka bir biçimde ortaya çıkıp gelişti. Toplumları, derin devletin sandığı gibi zemberek gibi kurmak ve yönetmek, ya da emir komuta zinciri içinde işleyen bir ordu gibi yönlendirmek mümkün değil. Binlerce köy boşaltmalarına, milyonlarca insanın yerlerinden yurtlarından edilmesine, asker ve sivil 40 bin insanımızı savaşa ve teröre kurban vermemize, 17 bin faili meçhul JITEM cinayetlerine, 8-15 bin faili sorulamamış örgüt infazlarına rağmen Kürt sorunu bitmedi, milyonlarca insanın sahiplendiği bir sorun olarak günümüze geldi.
PKK infazlarını dile getirirken evladını, kardeşini, çocuğunu, evini, barkını, toprağını yaşanan süreçte vermiş milyonlarca insanın bugüne getirdiği bir Kürt sorunu olduğunu unutmamak ve meselenin PKK infazlarını teşhir ederek bitirilebileciği yanılgısına düşmemek gerekir.
İnfazları da artık devletin ve örgütün ortak günahlarıya toplumda açılan derin yaraların, travmaların iyileştirilmesi açısından, Kürt sorununun bir parçası olarak görmek lazım. İnfazlarda hayatlarını yitirenler ve onların yakınları açısından da adaletin yerine gelmesi, gönül ve ruhların teskin edilmesi gerekiyor.
PKK /KCK de artık kendi karanlık yönleriyle yüzleşmeye cesaret etmelidirler. Bunu yapmadan, şefaflaşmadan, hesap verir konuma gelmeden Kürt sorunu bitmiş olmayacak.
Bugüne kadar bu konunun sorgulanmamış olmasını nasıl görüyorsunuz, bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?
İnfazların bugüne kadar sorgulanmamış olması derin devletin kendi rolünü gizleme çabasından, ayrıca PKKnin şefaflaşma ve demokratikleşme isteksizliğinden, belki de devletin ve örgütün Kürt sorununu gerçek nedenlerini ortadan kaldıracak biçimde çözme isteksizliğinden geliyor olabilir.
Aslında infazların şu anda gündeme geliş biçimi bile bir çözüm iradesinden ziyade, kendini aklama, karşı tarafı karalamada kullanılabilecek ne varsa onu kullanma mantığının sonucu olabilir. Medyada sanki bugüne kadar bir şey bilinmiyordu da, mesele Kemal Burkay ve İbrahim Güçlü’nün meclis alt komisyonuna ve özel savcıya bilgi vermeleriyle ortaya çıkmış gibi bir hava yaratılıyor. Oysa ne sözkonusu insanlar, ne de başkaları ilk kez bu cinayetlere değinmiyor. Hatta Güçlü ile Burkay’ın verdikleri bilgiler daha önce medyada yaralan haber, bilgi ve belgelere dayanıyor.
Daha 80-li yılların sonu ile 90’lı yılların başında Uğur Mumcu, Avni Özgürel, Şamdin Sakık ve Abdullah Öcalan PKK-MİT ilişkilerine, bu çerçevede işlenen cinayetlere dikkat çektiler. Ergenekon davalarında, derin devlet-PKK ilişkilerine, MIT ve genelkurmayın Öcalanı yönlendirme çabalarına ait iddia ve belgeler var. PKK medyasında kendi infazlarıyla ilgili binlerce örnek yar aldı. Türkiyeli ve yabancı araştırmacıların yaptıkları pek çok çalışma yayınlandı. Aliza Marcus’un ‘Kan ve İnanc’ı ile Şamil Tayyar’ın ‘Kürt Ergenekonu’ bunların somut örnekleri.
Burkay’la Güçlü’nün tamamiyle sökonusu kaynaklardan derleyerek verdikleri bilgilerin sanki çok yeni ifşaatlarmış gibi sunulması, bir yerde hem devletin, hem medyanın, hem de yargının bugüne kadar susarak işleyegeldikleri gunahları gizleme çabası olarak değerlendirelebileceği gibi, onların yeniden Kürtü Kürte düşürdükleri, onları birbirleriyle kirletmek istedikleri algısı da yaratıyor. Bu, hem bu iki insanın saygın çabalarının yanlış anlaşılmasına, hem de yalnızlaşarak şimşekleri üzerlerine çekmelerine yolaçıyor.
Medyanın, devletin istihbarat örgütlerinin ve yargının elinde çok dah fazla bilgi ve belge var. Onlar kendi ellerindeki kaynaklarla samimi, gerçekçi ve güven verici bir biçimde meselenin üzerine gitmeliler ki hem yanlış algılar ortadan kalksın, hem de çok daha güçlü belge ve bilgilerle bütün odakların işledikleri cinayetler ortaya çıksın; PKK, Hizbullah, JİTEM, derin ve sığ devlet... kim ne yapmışsa hesap versin.
Böyle yapılmasa, bir tehlike daha var. Yarın ‘Güçlü ve Burkay’ın verdikleri bilgiler belgesiz iddialardı’ denerek davalar kapatılabilir de.
Yıllardır devletin infazlarını gündeme getiren BDP başta olmak üzere Kürtlerin bu konuya sessiz kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? BDP’nin tutumunu nasıl görüyorsunuz?
PKK’li olmayan Kürtler, örneğin Kemal Burkay ile İbrahim Güçlü, PKK’den ayrılanlar ve başkaları yıllardır bunları dile getiriyorlar. Ama medya meselenin gündeme gelmesi için herhangi bir istek duymadı. Yargı organları soruna büsbütün göz ve kullaklarını kapadı.
Devletin içli dışlı ilişkileriyle kontrol ettiğini hesapladığı örgütten yaralanma politikası, onun dışındaki Kürtlerin görüşlerinin duyulmaması için gösterilen azami çaba bir yandan, BDP’nin vesayet altında kendisine izin verildiği kadar siyaset yapması diğer yandan, bu meseleye sessiz kalınmasına yolaçtı.
Şeffaflaşma ve çoğulculaşmayı devlet engelledi, bu Öcalan ve PKK’nin de hesabına geldi. BDP ne emrediyorsa onu yaptı. Sanki elbirliğiyle bir suskunluğa gidildi.
PKK’nın infazları nasıl aydınlatılır, bu konunun içinden sizce nasıl çıkılır, nasıl bir yol izlenmelidir?
PKK’nin infazları, diğer faili meçhuller ve karanlık yasa dışı işlerin vardığı boyutlar, derin devlet ilişkilerinin bir parçasıdır. Devlet şefaflaşarak, demokratikleşerek, bağımsız ve tarafsız bir yargıya dayanan adil bir hukuk sistemine kavuşarak JİTEM, faili meçhuller konusunda olduğu gibi bu konuda da gerekli maddi, yasal va insani kaynaklarla araştırma, sorgulama ve gerçekleri aydınlatma yoluna gidebilir. Aktörlerin cinayetleri arasında bir fark yaratmadan meseleye sahip çıkılmalı, destek kampanyaları açılmalı, belge ve bilgiler toplanarak kamuoyuna ve yargıya sunulmalıdır.
Meclis Komisyonu’nun araştırma yapması ve savcının dava açması olumlu adımlardır. Ancak daha uzman ve yetkin kurum ve araçlarlarla araştırma ve bilgi edinme merkezleri kurulmalı, mesele kurban va yakınlarıyla birlikte güven veren daha ciddi ve sağlıklı bir boyuta taşınmalıdır.
PKK/BDP de sorun karşısında başını kuma gömerek suskun kalamaz. Özellikle infazlar konusunda çok büyük günahları olan olaylara muhataptırlar. Gerçeklerin ortaya çıkması herkesten önce BDPlilerin isteği olmalıdır. PKK infazları, MIT-PKK ya da derin devlet - Ergenekon - KCK ilişkileri, bu ilşkilerin neticesinde yapıldığı iddia edilen korkunç eylemler, işlenen cinayetler, yalnız devletin değil Kürt hareketinin de kirlendiğini ortaya koyuyor. Bu kirden temizlenmeden, şeffaflaşıp karanlık ilişkilerden, vesayetçi sistemden, silahlara boyun eğen ve eğdiren siyasetlerden arınmadan Kürt hareketi, özellikle BDP saygın bir yere gelemez.
Günümüzde artık hiçbir şey örtbas edilemiyor. Bir süre sonra toz duman dağıldığında bu tür karanlık kirli ilişkler BDPlileri çok fena vuracak.
Bu nedenle, eğer devlete işlenen suçlar konusunda adım attırmak, toplumun gözünde saygın olmaya devam etmek istiyorlarsa BDP/KCK/DTK’lıların da samimi olarak ortaya çıkıp ne gerekiyorsa onu yapmları tek çaredir. Tersi durum kirlenmeyi büsbütün arttıracak.
Şerafettin Elçi’nin “Şimdi ben PKK'nın öldürdüğü Kürtleri izliyorum. Hepsi itirafçı olup ihanet edenlerdir. Kendi dışından ona muhalefet edenlere PKK dokunmuyor. Yıllardır bunu yaşıyorum. Benden çok rahatsızlar, ama hiç tehdit almadım. Düne kadar PKK'nin eteği altında olan, sonra aniden anti-PKK'ci olanlara haliyle kızıyorlar.' Açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın Elçi’inin bu açıklamalarını büyük bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Sayın Elçi de bu iddiaların doğru olmadığını bilecek kadar belge ve bilgiye sahip. Bizzat kendisi ve partili arkadaşları Stockholm’de PKK taraftarlarının saldırılarına uğradılar, ölümden zor kurtuldular. Onu böyle talihsiz açıklamaya iten medyanın meseleyi sadece Burkay ve Güçlü’yle sınırlandırarak yarattığı gündemleştirme olmuş olabilir. Kürtler bunu Türklerin gene kürtleri birbirlerine düşürme planı gibi algıladılar. Elçi galiba böyle bir algıdan o yanlışa gitti.
İster JİTEM, Ergenekon ya da derin devlet, isterse PKK ya da Hizbullah işlesin cinayete kurban giden, yaşamını yitiren her insanın hesabının sorulması, koşullar ve başkalarının hesapları ne olursa olsun her insanım diyenin boynunun borcudur. Kurbanların haklarının kaybolması her şeye rağmen önlenmeli, ama istismar varsa, Kürtü Kürte kırdırtma varsa ona karşı da ayrıca durulmalı, sağlıklı bir diyalog ve danışmayla önüne geçilmelidir.
Diyarbakır’da kazılar yapılıyor ve buradan insan kemikleri çıktı ve çıkmaya da devam ediyor. Sizce bunların faili meçhul cinayetlerle bir bağlantısı olabilir mi? Abdullah Öcalan’ın hapşırmasına dahi tepki gösteren BDP’nin, bu kazıları yeterince gündeme getirdiğine inanıyor musunuz?
Olabilir olmayabilir de. Türkiyenin tarihi o kadar cinayet ve toplu katliamlarla dolu ki, İttihat Teraki’den, İstiklal mahkemelerinden başlayarak günümüze kadar her dönemde işleyegelinen cinayetlerle ilgili olabilir. Kazılsın, çıkarılsın, gerçekten hangi döneme aitse ortaya konsun. Bunun için de şeffaf, demokratik, adil, hukuka dayalı bir araştırma mekanizması oluşturulmalıdır.
BDP’nin ne mecliste ne de dışarıda faili meçhuller ve diğer infazlar konusunda gerektiği gibi davranmadığı gözlerden kaçmıyor. Onlar kendi örgütsel amaçlarına doğrudan hizmet etmeyen hiçbir duruma yeterince konsantre olmak istemiyorlar. Bu çok bencilce bir şeydir. Faili meçhuller, aynı zamanda arkada kalan anaların, babaların, eş ve çocukların kapanmaz yaralarıdır. Onlara sahip çıkmakta hiç bir teredüt gösterilemez. Faili meçhullerin açıklığa kavuşturulması Türkiye toplumunu da rehabilite edecek, rahata kavuşturacaktır.
Son dönemde bir tartışma konusu özellikle çok konuşulur oldu. Devlet-PKK-JİTEM ilişkisi. PKK’yı devletin kurduğunu ileri sürenler de var. Siz, PKK-Devlet ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletin örgütü kurduğu görüşüne katılıyor musunuz? Öcalan’ı devletin askerlerin yönlendirdiğine ilişkin neler söylersiniz? MİT-PKK ilişkisi sizce hangi boyuttadır?
Buna biraz önce dağindim. Aslında demokratik Kürt hareketi daha 1980 öncesinde, diğer Kürt örgütlerine karşı izlediği şiddet politikasından ve toplumda estirilen sindirme eylemlerinden dolayı PKKnin Kürt halkının çıkarlarına zarar verdiğini, ylemlerinin daha çok halkı ezen rejime yaradığını, bazı güçlerin darbe planlarına hizmet edeceğini, devletin baskı poltikasını arttıracağını belirtti. Bu anlamda birtakım karanlık odakların kimi oluşum ve eylemlerin arkasında olabileceği kuşkusu dile getirildi. Şimdi bu kuşkular somut iddialara, belge ve bilgilere dayandı, oldukça yaygın bir düzeyde de dile getiriliyor. Artık hem Öcalan’ın kendisi, hem partiden ayrılanlar, hem de eski PKK’li itirafçılar bu iddiaları dile getiriyorlar.
Ergenekon davalarında, araştırmacıların eserlerinde pek çok bilgi ve belge var. Bunların hangisi, ne kadar, nasıl doğru tabii ki mahkemelerin açıklığa kavuşturacağı şeyler. Bizim elimizde sadece basında çıkan bilgiler var. Ama PKK’nin ve devletin güvenlik, istihbarat ve yargı organlarının elinde çok ayrıntılı bilgiler var. Demokratik bir örgüt ve demokratik bir hukuk devleti bunları açıklığa kavuşturma göreviyle karşıkarşıyadır.
Son MİT-PKK ilişkileri iddiası, hem devlet hem de PKK açısından çok sorunludur. İddiayı, elinde en çok bilgi ve belge olan savcı dile gitiriyor. Biri bu halkın devleti, diğeri bu halkın ali çıkarlarını savunan örgütü olma iddialarıyla davranıyor. Eğer ikisi dışarıda vatandaşın gözü önünde an uzlaşmaz düşmanlar gibi görünüp alttan da birleşerek halkın başına çorap örüyorlarsa her ikisi de büyük günahlar işlemiş demektir.
Savcı açtığı soruşturmada usul hatası yapmış olabilir, ya da hükümetin diyalog siyasetine çomak sokma algısına yolaçan aşırı bir adım atmış olabilir. Zaten kendisi hatalarının bedelini de ağır ödedi. Ama onun MİT-KCK ilşkilerinin aşırı boyutlarına, MİT-in KCK içindeki elemanlarının yaptıkları eylemlere ilişkin iddialarının doğmasına yolaçan dosyalar yerli terinde duruyor. O dosyalardaki sorulara hem PKK/KCK/BDPlilerin, hem de devletin cevap, doğruysa da hesap vermeleri gerekir.
Devlet gizli örütlerin içine sızar, en üst kademeye kadar gelmek için de çaba gösterir, ama kesinlikle bir hukuk devletinde bunu suç işleyerek, hele hele insan hayatına kastederek, molotof kokteyli atıp insanların dükkanlarını, arabalarını, hatta canlarını yakarak yapamaz. MIT elemanları üst makamlara gelir ama örgüte asker, polis ve sivil öldürtme kararı verdirtemez, örgüt veriyorsa buna seyirci kalamaz. Hiç bir demokratik devlette bu kabul edilemez. Devletin gizli işler yapması başka bir şeydir, kanunsuz işler yapması başka. Gizli olarak yapılacak işlerin de kanunlara dayanmaları ve meşru şefaf denetime muhatap olmaları gerekir.
KCK açısından da sorun az ağır değil. Eğer iddia edildiği gibi binlerce MİT elemanı KCK’nin içine girmişse ve bunlar Abdullah Öcalan’ın en yakınına kadar bile sızmışlarsa, ayrıca KCK’nin eylemlerini, demokratik özerklik gibi en stratejik hedeflerini belirlemede de etkili olmuşlarsa, KCK nasıl Kürt halkının çıkarlarını savunduğunu, nasıl temiz bir örgüt olduğunu, nasıl başka odakların da içine sızmadığını garanti edebilir?
BDP/PKK/KCK/DTK bunlara yanıt bulmak ve ağır ithamlardan temizlenmek, arınmak zorundadırlar.
Şimdi çok çetrefil bir sorunla karşı karşıyayız; MİT içinde kim gerçek MİT elemanı, kim KCK’li diye bir kuşku furyası varken, aynı şey KCK ve genel Kürt hareketi için de sözkonusu. Temizleme olmadan güven ortamı nasıl doğacak ki?
PKK şu an Suriye’de Esad yönetimiyle bir işbirliği içinde olduğu görünüyor. Hatta bazı Kürt muhalefetten olanlara yönelik suikast düzenlediği, bazı yerlerde yol kontrol yaptığı ifade ediliyor. PKK’nın Suriye ile son dönemdeki yakınlaşmasını nasıl görüyorsunuz? Örgütün bu girişimi nasıl okunmalı?
PKK 12 Eylül darbesiyle daha 1980lerin başında Suriye ve Bekaaya yerleşti, Suriye’deki BAAS rejimiyle yakın bir ilişki ve işbirliği içinde olmayı seçti. Bugün Türkiye’de nasıl devlet ile içli dışlı olma iddialarına muhatap oluyorsa Suriye de de daha o yıllardan beri buna muhatap oldu. Üstelik daha sonra İran rejimiyle de yakın ilişki içinde olmakla suçlandı.
PKK/KCK içinde ayrıca bir Alevi örgütlenmesi yapıldığı, hatta vesayetçi odakların bunları yakından etkilemeye çalıştığı bunlar aracılığıyla Suriye rejimiyla bir sempati bağının bile kurulduğu söyleniyor.
Bir de Türkiye’nin Arap Baharı ve Suriye’deki gelişmeler konusunda Suriye ve İran rejimleriyle ters düştüğüne dikkat çekmek gerekir.
Bütün bunlar PYD nin (Suriye’deki KCK örgütlenmesi) rejimle yakın bir işbirliği içinde olmasının nedenleri oluyor. Sözkonusu yakınlığı, Kürtler arasında değişik düzeylerde örgütlenirken devletin tasvip ve katkılarını alma biçimine dönüşüyor.
Bu, PKKye belki diğer Kürt örgütlerüne nazaran daha fazla imkanlar sağlıyor ama, onun yanlış ata oynadığı gerçeğini gizlemiyor. Suriye’deki rejim uzun ömürlü değil. Rejim çöktüğünde PKK oradaki en büyük desteğini yitirecek, Kürtlerle ve diğer Suriye muhalefetiyle karşıkarşıya gelecek. Halkın rejime karşı mücadelesini destekleyen uluslararası toplulukla ters düşecek. Aslında daha şimdiden Kürt ve Arap muhalefeti ile uluslararası topluluk ve diğer parçalardaki Kürtler rejimle işbirliğinden vazgeçmesi için PYD’yi sıkıştırıyorlar. Bu kanlı rejimle işbirliği saygınlıklarını yitiriyor.
Aslında hem Kürtlerin hem Türkiye’nin çıkarı daha şimdiden PYD’yi Suriye’yle, Lubnan Hizbullahıyla ve İrandaki Şii mezhebe dayalı rejimle işbirliğinden vazgeçirip diğer Kürt örgütleriyle aynı safta, Baas rejimine karşı mücadele etmeye ikna etmektir.
Suriye Kürtleri büyük çoğunlukla sünnidir. Onların ne Aleviliğe dayanan Baas rejimiyle, ne Hizbullah’la, ne de İran’la birlikte olmalarının maddi temelleri yoktur. Rejimin çöküşünden sonra PYD’nin Alevi-Hizbullah-Şii İran cephesinde çarpışması, hem Türkiye’ye baş ağrıtır, hem de Suriye Kürtleri arası bir savaşa götürebilir. PKK içindeki rejim yanlısı görüş etkisizleştirilerek PYD’nin daha şimdiden diğer Kürtlerle ve Suriye Arap muhalefetiyle yanyana gelmesi sağlanırsa, özgürlük ve demokrasiden yana olanların yararıına olur.
AK Parti hükümetinin başlattığı bir Kürt açılımı oldu. Bazı konularda yeterli olmamasına karşı adımlar da atıldı. Siz bu açılımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelinen noktada açılımın geleceğini nasıl okuyorsunuz? Açılımda yapılan hatalar nelerdi? BDP, PKK ve Öcalan açılım sürecinde samimi davrandılar mı, destek yerine köstek mi oldular?
Açılım hem Türkiye’de çok büyük zihinsel değişime yolaçtı, hem de fiili olarak bazı kazanımlar getirdi. TRT 6, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri, Kürtçe yayın serbestliği, tv radyo kanalları ve diğer yayınlar vs…
Açılım sürecinin getirdiği değişiklik ve kazanımlar büyük öneme sahiptir, yadsınamaz, onlar ileride bazı adımların atılmasını daha çok kolaylaştıracaktır.
Öte yandan açılımda yapılan en büyük hata, durmak ve salt güvenlik ağırlıklı bir çizgiye kaymak olmuştur. Son bir yıldır hemen hemen somut hiçbir reform adımı atılmadı. Açılım iradesinin tükenmiş olabileceği, hükümetin reform yolunda yorulduğu, hatta vesayetçi odakların referandum ve seçim hezimetlerinden sonra taktik değiştirerek alttan alma siyasetiyle işbirliğina gittikleri, hükümetin de reformları durdurarak vesayetçilerle ateşkes ya da yakınlaşma politikasına yöneldiği algısı var. En son savcının başlattığı MIT-KCK soruşturmasında, cemaat-hükümet ilişkilerindeki krize bu algının yolaçtığı, bir kaygıyla harekete geçilmiş olduğu, aslında amacın hükümete vesayetçi tehlikeyi göstermek olduğu, ama yanlış yere vurulduğu için durumun hükümet açısından tam tersi anlaşıldığı iddiaları ciddidir.
Hükümet eğer samimiyse 2012’de ileri demokratik bir anayasayı çıkartır. Bu yıl anayasa yapılmazsa reformlar en az bir 5-10 yıl daha ertelenir. Türkiye de sürdürülemez devlet yargı ve güvenlik yapısı nedeniyle Arap Bahar’ında temel rol alan model bir ülke olabilecekken bütün fırsatları kaçırmış olur.
PKK, AKP ve BDP sistemi bugüne kadar bağımsız bir taraf olarak Kürt sorununda proaktif bir tavır takınamadı. Onlar kendi iradelerini Abdullah Öcalan’a, Öcalan da onu İmralı da kendisiyle ilişki içindeki vesayetçilere teslim etti.
PKK/KCK sisteminin de büyük reformlara gereksinimi var, bağımsız, şefaf ve vesayetten kurtulmuş bir hareket olmadıkça, silahlı vesayeti kaldırmadıkça ve demokratik kitlesel meşru bir hareket olarak aktif bir partenere dönüşmedikçe çözüm için sağlıklı kararlar üretemez.
BDP seçmenlerin temsilcisi olduğu için Kürt hareketinde öncü ve belirleyici rol almak zorundadır. Diğer yapıların onun emri altına girmesi lazım. Aslında açılımda KCK bile hiç olmazsa yaptığı bazı ateşkeslerle BDP’den daha olumlu bir rol aynadı. BDP açılımı hemen hemen hiç desteklemedi. Hele hele anayasa değişikliği ve referandum gibi olaylarda Kürt halkının ve kendisinin çıkarlarına ters düşecek tavırlar içine girdi.
Kürt hareketinin mümkün olan en kısa sürede kendi vesayetçi sistemini, derin ilşkilerini ve silahı tasfiye etmesi lazım. Şiddete kesin son verilmeli, en kısa sürede silahsızlanma sağlanmalıdır.
KCK BAAS sistemine benzeyen despotik bir vesayet sistemidir, ne Türkiye şartlarına, onun demokratik gelişme aşamasına, ne de Kürt halkının talep ve özlemlerine denk düşüyor. KCK sistemine kesinlikle son verilmeli, çoğulcu demokratik ve şefaf bir yapıya dönüşülmelidir.
Ergenekon soruşturması ve davasını nasıl görüyorsunuz? Ergenekon-PKK ilişkisini nasıl okuyorsunuz? Bu davanın Kürt sorununa katkısı olabilir mi? Faili meçhul cinayetler kapsamında Ergenekon soruşturması ve davasına Kürt aydınları ve siyasetçilerin yeterince destek olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce Ergenekon davası yeterince anlaşılabildi mi?
Ergenekon soruşturması Türkiye tarihinin en önemli davalarından biridir. Susurluk’tan çok daha ileriye gidebilmiş, vesayet rejimini, derin devlet yapısını önemli ölçüde çatırdatan, devlet olanaklarını milletin iradesine, vatandaşların fikir, din ve vijdan özgürlüğüne karşı kullanmak isteyen odaklara artık bir son verme zamanının gelmiş olduğunu, iktidar gasplarının ve darbelerin artık öyle kolay olamayacağını göstererek hem zihinsel hem de politik ve hukuksal olarak demokrasinin önünü açmıştır, demokrasi mücadelesinin üzerinde tahkim olacağı sağlam bir temel oluşturmuştur. Bu anlamda Kürt sorununun demokratik yollardan çözümünün en büyük engellerinden birine darbe vurmuştur.
Tabi Ergenekon davalarının uzaması, gözaltına alınmaların son dönemlerde darbe ve terör eylemleriyle sağlam bir biçimda ilişkilendirilemeyen gazeteci ve yazarlara ulaşması, içerde ve dışarıda Ergenekon davalarına önemli ölçüde zarar vermiştir. Her şeye rağmen AİHM Ergenekon davasını meşru ve haklı buldu. Bu destek oldukça önemlidir.
Ergenekon’un, derin devletin ve vesayetçi rejimin toplumun tüm katmanlarını, bütün örgütleri kontrol altına alma, onları manipule etme siyaseti, Kürt örgütlerine ve PKK’ya da yönelmiştir. Daha önceki cevaplarda bu konuda ayrıntılı bilgiler verildi. Aslında yıllarca Ergenekon’un Kürt meselesini terörize ederek, ağırlaştırarak kendi varlığını kamuoyunda meşrulaştırmaya çalıştığı da biliniyor. Kürt sorununun çözümlenmemesi Ergenekonun varlığını sürdürmesine kan vermiştir. 90’lı yıllardaki faili meçhuller, çatışmalar, suikastler, 2004’te çatışmaların yeniden başlaması hep bu durumla ilişkilendirilmiştir.
BDP/DTK çevresindeki Kürt hareketi, onun parlamentodaki grubu ne yazık ki ne açılıma, ne de Ergenekon davalarına gerekli desteği vermiştir. Hatta bazen şaşırtıcı biçimde Ergenekon’a arka çıkan CHP ile aynı konuma düşmüş, Kürt sorununun çözüm yolunun açılmasında Ak Parti hükümetiyle diyalog sürdüreceğine CHP’nin daha gerisindeki bir konumdan çözüm ve iyileştirme adımlarına karşı çıkmıştır.
BDP/DTK dışındaki Kürt hareketi, içerde ve dışardaki Kürt aydınları Ergenekon davalarına, açılıma, anayasa referandum sürecine destek verdikleri halde hem güçsüz oldukları, hem Türk medyasının ilgi alanına girmedikleri için sesleri duyulmamış, yok sayılmışlardır.
Kürt sorununun çözümünde AK Parti bir fırsat mıdır? Yeni Anayasa çalışmaları kapsamında Kürt sorununa dönük umutlarınızı anlatır mısınız? Sizce sorunun çözümüne yönelik yeni Anayasada neler olmalı?
Ak Parti’nin eski inkarcı yok sayıcı sistemin çatırdamasında Kürtlerin varlığının Türkler arasında kabul görmesinde, hatta Kürtlerin hak arama mücadelsinin meşru sayılmasında büyük katkıları oldu. Korkular yıkıldı, zihinler açıldı, insanlar Kürtlerin istemlerine kulak verir oldular. Ayrıca dil ve kültür üzerindeki yasakların kalkması, geçmişteki devlet engelleme ve baskılarının bertaraf edilmesi, Kürtçe alanında kimi hakların fiiliyatta da olsa verilmes küçümsenemez. Vesayete vurulan darbe ve yargı alanındaki kazanımlar, Ergenekon davasındaki ilerlemeler aynı zamanda Kürtler için büyük bir rahatlama getirmiştir.
Ama Kürtlerin, ülkenin Türk olan vatandaşlarıyla aynı hak ve özgürlüklere sahip vatandaşlar haline gelmeleri, bu alanda anayasal ve yasal haklara kavuşmaları için daha pekçok adımın atılmasına gerek var.
Kürt sorununun çözümü için atılacak adımları ,acil orta ve uzun vadede, maddeler halinde sıralayabilir misiniz?
En acil sorun ileri demokratik bir anayasanın yapılması ve çatışmalara son verilmesidir. Acil olarak Kürtlerin de gönül rahatlığıyla benimdir diyebileceği bir anyasa yapılmazsa ülke her geçen gün daha büyük sıkıntılara girer. PKK’nin silah bırakmasına götürecek diyalog ve barış adımlarının atılması, müzakerelerin yapılması, hem devletin hem de PKK nin ülke içinde silah kullanmasının her türlü ortamının yok edilmesi gerekiyor.
Anayasa yapılırken en önemli konunun vatandaşlığın tanımı konusunda olacağı herkesçe biliniyor.
Bu bakımdan yeni anayasa yapılırken ‘ulus’ tanımı üzerinde anlaşmak ve bütün vatandaşların ortak algısı haline gelecek bir ‘ulus tanımı’nda birleşmek gerek. Eğer bugüne kadar olduğu gibi bir etnik tanım yapılacaksa, o zaman Türkiye’de farklı ulus ve halkların varlığını kabuletmek ve onları adları ve kimlikleriyle TC vatandaşlarının içinde saymak, Lozan azınlık satatülerinden de vazgeçerek tümünü (çağdaş vatandaşlık tanımı gereği) ülkenin asli unsuru olarak kabul etmek, maddi ve manevi değerlerinin özgürce gelişmesini güvence altına almak lazım.
Ya da etnik tanımı tamamiyle terkederek Birleşmiş Milletler’in ulus (nation) tanımını benimsemek gerekiyor. Birleşmiş Miletler (United Nations) bilindiği gibi, bizim ’ülke’ ya da ‘devlet’ dediğmiz kavramlara ‘ulus’ tanımı yüklüyor. Birleşmiş Milletler’in tanımında etnik, dinsel, dilsel kavramlar yeralmıyor; bir toprak üzerinde aynı devlet sınırları içinde birlikte yaşama ve egemenlik hakkını birlikte kulanma iradesini gösteren, adına egemen devlet denilen kurumlar ve değerler sistemini birlikte oluşturan halklara, etnik, dinsel, dilsel ve cinsel gruplara’ ulus’ denir. En kısa tanımıyla tek bir egemen devlet çatısı altında birleşmiş bütün halklar bir ulusu oluşturur. BM üyesi her ülke böyle bir ulustur.
Bu anlamda Türkiye’de Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum, Gürcü, Roman; Müslüman, Hırıstıyan, Yezidi, Sünni, Alevi bütün halkları devletin asli unsuru ve eşit haklara sahip vatandaşları haline getirerek tek bir ‘Anadolu ulusu’ ya de memnuniyetle benimsenmese bile bir uzlaşma sonucu ‘Türkiye ulusu’ tanımı benimsenebilir. Anayasa bu esas üzerinde yapılır, ardından Türkiye’nin bütün yasaları da etnik temele dayanan ulus tanımdan kurtarılarak Birleşmiş Miletler tanımı doğrultusunda biçimlendirilir, devlet işleyişleri ona göre düzenlenir.
Böyle bir tanımda yasal olarak birleşildiğinde, anayasanın ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının farklı etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, dilsel ve cinsel farklılıkları olan topluluklardan oluştuğu, devletin bu farklılıkları tanıyıp bir zenginlik olarak kabul ettiği, aynı devlet sınırları içinde entegrasyon temelinde farklı kimliklerin eşit hak ve özgürlüklere sahibolmaları, her türlü engeli aşarak ülkenin olanaklarına ve çağın gereksinimlerine uygun gelişme göstermeleri için devlet her türlü önlemi alır, her türlü yasal, idari, kurumsal, maddi ve manevi imkanları sağlar’ diye bir taahüdün altına girmesi gerekir.
Orta vadede Kürtçe eğitime geçecek ortam yaratılmalı, çoğulcu bir toplumu benimseyen, her alanda tekliği dayatan yasaların çoğulculuğa dayanan bir vatandaşlığa uygun olarak değiştirilmeleri, devlet kurumlarına herkesin Türk olarak değil de ne iseler o olarak alınmaları süreci beşlamalıdır, okullarda tekçi tarih, kültür ve edebiyat müfredatlarına son verilerek bütün etnik, dini, mezhebi ve cinsi farklılıkları gözönüne alan bir eğitim sistemine, bürokraside bu esasa dayalı bir kadro ve hizmet anlayışına geçilmelidir.
Uzun vadede Kürtlere Türkiye Cumhuriyet’i sınırları içinde kendi kendilerini yönetecek idari ve siyasi statüler tanınmalıdır.
1990’lı yıllara göre şimdiki Türkiye’nin geldiği noktayı demokrasi, hukuk ve özgürlük ve Kürtler bağlamında nasıl görüyorsunuz?
Doksanlı yıllar tabi ki korkunç kabus yıllarıydı. İnsanların en temel hakkı olan yaşama hakkı bile yoktu. En korkuncu da vatandaşların canını ve malını korumakla görevli devlet, kendi yasal ve yasal olmayan güçleriyle bu hakkı ortadan kaldırmıştı. Yalnız sade vatandaşlar değil dürüst devlet adamları; cumhurbaşkanlarının, başbakanaların, generallerin, bürokrat ve aydınların bile can güvenlikleri yoktu.
Buna karşı da PKK’nin kendi içindeki ve dışındaki infazları da bu dönemde arttı. Bu bile, devlet PKK ilişkileri açısından son derece ilginçtir.
Binlerce köy boşaltıldı, milyonlarca insan yerleşim alanlarını terkederek göçe zorlandı. 80’li 90’lı yıllarda zindanlar doldu. JİTEM, Hizbullah, Kontra ve diğer cinayetler, karşılıklı tırmandırılan savaşta yaşamlarını yitiren gencecik askerler, dağa çıkan gerillalar. Tam bir kardeş kavgası yaratılarak egemen kılınan zulüm yılları oldu 90’lı yıllar. Anlayış ve empatiden emare yoktu. İnsanlar birbirlerini yokedilmesi gereken vahşi yaratıklar olarak gördüler, devlet özellikle böyle olmasını istedi.
Bugün çok çok farklı bir yerdeyiz. Vatandaşlar birbirlerini vahşi canavarlar olarak görmüyor. Herhangi bir tehdid altında olmadan bütün sorunlar açıkça konuşulabiliyor, tartışılabiliyor. Birbirimizi dinlemeye tahhamülümüz oluştu.
Tabi açılımla ve vesayetçiliğe karşı asker, bürokrasi ve yargıda verilen mücadelelerle demokrasi yolunda önemli adımlar da atıldı. Vesayet rejimi kesinlikle yokolmadı, geri dönülemez biçimde kovulamadı, tekrar dönme tehlikesi var, ama önemli oranda geriletildi. Artık kolay kolay darbeler yapılamayacak. Bunu aklına getirmenin bile korku vesilesi olacağı düzeylere geldik.
Fakat etnik, dini, mezhepsel vb sorunlar düşünüldüğünde temel reformlar henüz gerçek anlamda başlamamış bile.
Yapılanlar çok önemli, ama reform olmaktan ziyade reformlara gidece yollar üzerindeki engellleri ortadan kaldıran önlemler olarak anlaşılabilir. Anayasa yapımı öne koyularak artık temel reformlara başlanmalıdır.
Türkiye’nin globalleşme döneminin dünya çapında aktörü haline gelmesinin komşu, bölge ve hatta Avrupa devletlerinden daha çok şansı var. Türkiye yalnız bölgenin değil, dünyanın önde gelen devleti olabilir.
Kürtlerin en büyük kesimi Türkiye’dedir. Irak, Suriye, İran ve diğer ülkelerdeki Kürtlerin gözü Türkiye Kürtlerinde, Kürt sorununu çözen bir Türkiye, bütün Kürtlerin cazibe merkezi haline gelir.
Ermenilerin, Rumların, Asuri/Süryanilerin beşikleri, en kutsal yerleri Türkiye’de… Gayri müslim azınlıklarını asli vatandaşlar haline getiren bir Türkiye dışarıdaki Ermenilerin, Rumların ve Asuri Süryanilerin kıblesi haline gelir.
Alevilerin ana gövdesi Kürtü, Türkü ve Arabıyla Türkiye’de. Alevi sorununu çözen bir Türkiye Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar yeryüzündeki bütün Alevilerin merkezi haline gelir.
Türkiye kendi laiklik meselesini, demokratik bir laiklik yönünde evrimleştirip bütün dinlere islami ya da gayri islami mezhep ve tarikatlere, cemaatlere, tasavufi çevrelere karşı eşit uzaklıkta olursa birtakım sunni ya da şii mezheplere dayanan müslüman ülkelere nazaran müslamanları daha kucaklayıcı demokratik bir model olarak büyür ve bütün müslüman dünyaya model olur.
Globalleşme döneminde en geçerli olgu, medeniyetlerin işbirliği ve daha çok içiçe geçmesidir. Sadece Batı uygarlığını temsil eden bir Avrupa ülkesine, ya da sadece islam ve ya doğu medeniyetini temsil eden bir Doğu ya da müslüman ülkeye nazaran laikliğiyle, müslüm ve gayri müslüm nüfusuyla 200 yıllık demokrasi arayışıyla hem Batı, hem Doğu hem de İslam uygarlığını temsil eden özellikleriyle Türkiye tam da globalleşme döneminin global bir gücü haline gelmeye aday bir ülkedir
Fakat bu onun söz konusu özelliklerini görerek, onları bir zenginlik ve fırsat bilerek bir an önce gecikmeden, temel reformlarını tamamlamasına ve ’hard power’iyle değil de ’soft power’iyle model bir ülke olarak ortaya çıkmasına bağlıdır. Bu taktirde komşularıyla ”sıfır sorun” projesini hayata geçirebilecek bir ülke olarak Orta Doğu’da ortak pazara ve ortak yaşama sahip bir refah adası inşa etmenin başaktörü haline gelir.
Bu raformlar zamanında olmaz da geçikilirse 100 yılda bir bile gelmeyen altüstoluşlarda Türkiye geç kalır, fırsatları kaçıran bir ülke haline girer. Hatta tsunamiler ya da med-cezirler yatıştığında geç kalmanın bedellerini bile ödeyebilir. |
Murad Ciwan! Bize son verme dersleri verme artık! Bıktık senden!