Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 29 January 2012
PDF Yazdır e-Posta

erdogan-beyaz

“Ha, öyle mi!?” deyip harekete geçeceğini mi sanıyorlar devletin?
Bu kadar saf olabilirler mi?

Değiller.
Siyaset ormanının bu ‘usta kurtlar’ı devletten böyle bir tepki gelmeyeceğini bilecek kadar akıl ve tecrübeye sahipler.
Peki o zaman ne?

Uzun yıllar medyanın kendisini yok saydığından şikayet eden Kemal Burkay, Türkiye’ye dönüşü öncesinden başlayarak, ama bilhassa döndükten sonra Türk medyasının vazgeçilmezlerinden biri haline geldi. Ama AKP-Gülen medyasından çok daha yakın bir alaka ve teveccüh gördüğünü not etmek gerek. O kadar öyle ki, Türk medyasının sevdiği Kürtler listesinde Ümit Fırat’ı geçip başa oturduğu bile söylenebilir. Bu listede adları kayıtlı olanlardan biri de, Türk medyasının bir zamanlar varlığından haberdar olup olmadığının dahi şüphe taşıdığı, Burkay ile muarazaları eskilere dayanan, İbrahim Güçlü.

Aslında söylediklerinde yeni hiçbir şey yoktu. Ama –özellikle- Burkay’ın TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesi Alt Komisyonu önünde söyledikleri –tekrar ama daha büyük ve kızgınlık yüklü- bir kıyamet kopmasına yol açtı. Kendisine, eleştiriden küfre uzanan bir yelpazede karşılık verildi. Ki bu tepkiler sadece PKK’den, ona yakın kesimlerden değil, onun dışındakilerden de geldi.

Elbetteki tehdit ve hakaret içerikli olanları kabul etmemekle birlikte, tepkilerin haksız ve yanlış olduğunu söylemek mümkün değil.
Değil, zira Türk egemenliğini bir üst-otorite kabul edip, orayı bir şikayet makamı bellemek kabul edilemez bir anlayıştır, tutumdur, Kürtler için.
PKK de dahil olmak üzere, Kürtler adına siyaset yapan, söz söyleyen parti, örgüt ve bireylerin bu anlayıştan, tutumdan kendilerini kurtaramadıkları görülüyor. Murat Karayılan’ın PKK tarihinde görülmedik bir iş yapıp, Ahmet Altan’a izahatlara dolu upuzun bir mektup yazmış olması da bu anlayışın bir deliliydi. Ki o mektuba verilen tepkiler de bahsini ettiğimiz kabul etmeme tavrına bir örnek oluşturuyordu.
PKK’ye yakın kalem erbabının Ahmet Altan ve Taraf gazetesiyle olan ve ne kopan ama ne de düzelen ilişki de; bu erbabın Altan’a seslenen onlarca yazı kaleme almış olması da şu üst-otorite olarak kabul etme bağlamında anlamını buluyor.

Fakat nihayetinde PKK, Türk egemenliğine karşı mücadele etme pozisyonunu hala muhafaza ediyor. Kendini Kürtler adına siyasi bir muadil olarak sunma güç ve imkanına sahip. Bu hal, yukarda adı anılan şahsiyetlerin, Türk egemenliğinin sunduğu olanaklara yaslanarak yapacağı eleştirileri –o eleştiriler özü itibarı ile doğru ve haklı yanlar taşısa dahi- anlamsız ve etkisiz kılıyor. Bunun böyle olduğunu anlamak için, son 20-25 yıl içinde, PKK’den ayrılmış olanların, eski örgütlerini eleştiriden teşhire uzanan çizgide yapıp ettiklerinin akıbetine bakmak dahi yeterli.

Denebilir ki, Türk egemenliğinin sunduğu imkanlara iltifat etmeden yapılan eleştiriler daha mı efektif olacak? Kürtlere daha kolay mı ulaşıp etki edecek? Böyle bir şey iddia etmek, tecrübe ışığında söylenecek olursa, kolay değil. Ama şunu söylemek mümkün: Ahlaki zemin kaybedilmemiş olacak böyle bir tutumla. “PKK’ye vuralım da, kimin bize sunduğu imkanla bunu yapıyor olduğumuzun önemi yok” anlayışı, etik olarak arızalı bir anlayıştır.

İşin gülünç yanları olduğunu da belirtmek gerek.
Nihayetinde Türk devletinin bir komisyonuna gidip “PKK’yi devlet kurdu” demek, söyleyeni gülünç kılmaktan başka nasıl bir sonuç verebilir ki? Yine aynı komisyonda “PKK Kürt yurtseverlerini öldürdü” deyip (PKK’nin siyasi sicilinde bu tür suçlar olduğu gerçeğini unutmadan söylemek gerek) devletten bunları araştırmasını ve suçluları cezalandırmasını talep etmek (burada yine Türk egemenliğini üst-otorite olarak kabul anlayışı hasıl oluyor) beklemek; PKK’li olmayan Kürt yurtseverlerinin de canına kıymış olan devletten böyle bir şey beklemek gülünç duruma düşürmez de ne yapar?

Ama sadece gülünçlük mü var?
Hayır, aynı zamanda çok büyük bir haksızlık ve saygısızlık da söz konusu.
“PKK’nin bir devlet projesi olduğu”nu ısrarla iddia etmek, en başta Diyarbekir Zindanı’nda direnmiş, hayatını yitirmiş insanlara bir haksızlık. Bu iddianın üzerinde durduğu ahlaki zemin, tamamen çürük bir zemindir. (Geçerken not etmek gerek, İbrahim Güçlü, Roboski Katliamı’nı dahi PKK’nin üstüne yıkacak kadar akıl ve vicdan sınırlarını ihlal etmeyi göze aldı!)
Yek diğeri, bu, Kürt halkına dönüp “sen aşikar hakikati görecek dirayet ve basiretten yoksunsun” demektir. Tüm bunların, bir saygısızlık olduğunu vurgulamak gerek.

Peki bütün bunları edip söylemekte maksat ne?
Nasıl olursa olsun, her türlü imkanı, fırsatı kullanıp PKK’yi halk nezdinde itibardan ve güçten düşürmek, siyaset sahnesini terk eylemesini sağlamak ve halkı sevk ve idare dizginlerini ele geçirmek mi? Çok eski bir muarızdan intikam almak mı? Ya da PKK’nin, kendisi dışındaki siyasi öğelerle daha doğru, anlayışlı bir ilişki kurmasını sağlamak mı? Başka sorular da sıralamak mümkün, fakat gerekli değil.

Gerekli olan şunun bilinmesi.
Türk egemenliği, Kürdistani kaldığı sürece hiçbir siyasi aktöre yaşam hakkı tanımama düsturu ile hareket eder. Daha güçlü bir aktörü güçten düşürmek için diğer aktörlere anlayış gösterir gibi yapması, bu düstur dahilinde icad ve icra edilmiş bir taktikten öte anlam taşımaz.
Devletin, tarifinde mucitlerinin dahi zorluk çektiği “demokratik özerklik” talebini kaale almaz ve dillendirenleri en ağır şekilde cezalandırırken, “federasyon ikimiz için de iyi olur” diyenleri törenle karşılayıp, Türk bayrağı önünde Kur’an’ı Kerim armağan etmesi o düsturun gereğidir. Yoksa politikaları, Etyen Mahçupyan’ın “AKP ile dövüşe dövüşe değil, okşaya okşaya halledin bu işi” tavsiyesine uymuş görünenlere gösterilmiş sahici bir siyasi yaklaşım değildir.

Biraz saf davranıp, bunların farkında olmadıkları kanaatinden yola çıkalım ve soralım: Tüm bunları anlayabileceklerine dair umutlu olmak mümkün mü?
12 Eylül darbesi sonrasında ortaya çıkmış yeni Kürdistan resmini görememiş; PKK’nin bu resim içinde neden ve nasıl yeralabildiğini çözememiş; takriben 30 yıldır içerden ve dışardan gelen, hem PKK’nin hem de Öcalan’ın itibar ve otoritesini sarsmayı, yıkmayı niyet edinmiş tüm girişimlerin(*) niye akamete uğradığını anlayamamış; bu halkın onlara ‘verilebilecek’ bir federasyona Öcalan’dan/PKK’den esirgenmiş bir demokratik özerkliği niye yeğlediğini idrak edememiş bir siyasi anlayışın, yukardaki soruya pozitif bir yanıt vermeyi sağlaması mümkün mü?

(*) Yanlış anlamaya meyilli bir aklımız var; dolayısıyla bu notu düşmek icab ediyor. Öcalan’ın nasıl bir önder PKK’nin de nasıl bir parti olduğuna dair anlatımların tamamıyla yalan olduğunu söylüyor değilim. Ki bu noktaya gelawej için yazdığım diğer yazıların kiminde kısmen de olsa değinmişliğim var. Bakmak isteyenler için buraya o yazılarından birinin tarih ve başlığını veriyorum: Batman-Karasu-Tanrıkulu, 22.08.2010.

telastan ve kaygidan mi desem, yoksa eh diyeyim de ne olursa olsun huylarindan mi bilmem ama sanirim sunu demek istemissin : "Gerçekleri kabul etmek istemeyen iki elin parmaklarini geçmeyen Selim, Ibrahim, Burkay, fosilesmis bir kac Nasname kukcu ve anymouse ve Kurdekibenaw." oncelikle sunu belirmem gerek, ne selim ne ibrahim ne burkay ne kukçuluk, ne nasnamecilik ne de kurdekí bénav adina yazmiyorum bunlari.. bena sadece ve sadece bana aittir.. sende çarpitirsan senin de agzini caaaaaaaaaaaaaaaaaart diye yirtarim haberin olsun! simdi gelelim anlatmak istedigin GERÇEKLERI KABULLENMEK VEYA KABULLENMEMEK  ve onun çogunluk-azinnlik ile ilgili baglantiya... uleng okuz, gerçekler iki elin bilmem kaç parmagini geçip geçmeme ile mi açiklanir? uleng okuz, gerçekler, çogunlugun kabullenmesi ile izah ve aciklanmis olsaydi, bir-iki-uç-dort-bes-alti-on-yuz degil, binlerce-milyonlarca elin parmak sayisindan da fazla insanlar adolf hitlerin GERÇEKLIGINI KABULLENMISLERDI!! okuz,kere okuz! hak edene gereken cevabi veren anonymous

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.