Ana içeriğe atla
Submitted by Aso Zagrosi on 23 September 2011

“İsmail Beşikçi ve Türkiye’de İfade Özgürlüğü Sempozyumu”nu düzenleyen AKADER’i, katılımcı arkadaşları, yurt dışından gelen ve konuşmacı olarak bu sempozyuma destek veren araştırmacıları ve kurum yöneticilerini sevgiyle selamlıyorum.
İfade özgürlüğü sansür ve otosansür kurumlarıyla yakından ilişkilidir. Türkiye’de sansür ve otosansür, daha çok Kürd sorunu nedeniyle gündeme gelmektedir. Bu çerçevede iki kavram üzerinde durma gereği hissediyorum. “Ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı”, “Ulusların kaderlerini tayin hakkı” Bu iki kavram aynı şey değildir.
İnsanlar, uluslar kendi geleceklerini kendileri kurarlar. Kendi gelecekleriyle ilgili planlar, projeler yaparlar, onları kendi düşünceleri ve eylemleriyle yaşama geçirmeye çalışırlar.
Kader ise tanrılar tarafından çizilir. 1920 lere bakalım. Kişilerin ve ulusların kaderini çizen tanrılar kimlerdir? Bu tanrılar, dönemin iki önemli, önde gelen emperyal devleti ve Ortadoğu’nu iki köklü devletidir.
Dönemin iki empeyal devleti Büyük Britanya ve Fransa’dır. Ortadoğu’nun iki köklü devleti ise, Osmanlı İmparatorluğu ve İmparatorluğun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti ile, İran İmparatorluğu ve İmparatorluğu’nun devamı olan yen İran Şahlığı’dır.
Bu dönemde, Kürdler’in ve Kürdistan’ın kaderi bu dört güç tarafından çizilmiştir. Bu dört güç işbirliği içinde, Kürdleri ve Kürdistan’ı yeryüzünden ve tarihlerden silmek için yoğun bir işbirliği içinde olmuşlardır. Bu dört güç işbirliği içinde Kürdlerin ve Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır.
“Biz kaderimize razıyız”
Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bu dönemde gerçekleşti. Bu üçüncü bölünme ve paylaşılma oluyor. Birincisi, 16. yüzyılın ilk yarısında , Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında gerçekleşmiş, 17. yüzyılın ilk yarısında 1639 da resmileşmiştir.
İkinci bölünme, İran kesimindeki Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesidir. 1812-1813, 1826-1828 Rus-İran savaşları sonunda, İran kesimindeki Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi ve paylaşılması gerçekleşmiştir. Bölgenin kuzey kesimleri Rus İmparatorluğu’nun sınırları içine alınmıştır.
Bu konular gündeme geldiği zaman, Kürdler, “biz bağımsızlık istemiyoruz, bağımsızlık Kürdler için iyi değildir…” gibi laflar ediyorlar. Bunu sadece PKK söylemiyor. Öbür Kürdler, de, öbür Kürd siyasetleri de, daha doğrusu Kürdlerin önemli bir kısmı benzer şeyler söylüyorlar. Buysa, “biz kaderimize razıyız” demektir. Sınır düşünmüyoruz, bayrak istemiyoruz… demenin bundan başka bir anlamı yoktur.
Halbuki 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde yaşama geçirilen bu politika Ortadoğu’daki en kapsamlı, en kalıcı, en derin emperyalist bir politikadır.
Kürdlerin ve Kürdistan’ın 1920’lerde, üçüncü defa bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bize şunu gösteriyor. Bir ulus tarihin belirli bir döneminde, bölünmeye, parçalanmaya, paylaşılmaya uğradığı zaman, bu artık kendini üreten, çoğaltan bir süreç yaratmaktadır. Giderek aşiretler, aileler, bölünmekte, hatta aynı aile içinde kardeşler, birbirlerine hasım güçler haline gelmektedir. Böylece bölünme, parçalanma ve paylaşılma hem yaygınlaşmakta
hem de derinleşmektedir.
Uluslararası Düzen ve Kürdler
Bugün dünyada 207 devlet var. Güney Sudanla birlikte 208 olacak. Bu devletlerden 193 ü Birleşmiş Milletler’e üye. Bu devletlerden çok büyük bir kısmının nüfusu bir milyonun altındadır. Nüfusu bir milyonun altında olan devlet sayısı kanımca 40’dan fazladır. 27 üyeli Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Kıbrıs, Malta devletlerinin nüfusu bir milyonun altındadır.
Örneğin Kıbrıs’ta Rumlar’ın Türklerle toplamı bir milyonu bulmaktadır. Lüxemburg’un ve Malta’nın nüfusları yarım milyon civarındadır. Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya gibi devletlerin nüfusları ise, 2-3 milyon arasında değişmektedir. Avrupa Birliği’nde, sadece, Almanya, İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya’nın nüfusu, Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfusundan fazladır. Belki Polonya, Kürdlerin nüfusu kadar bir nüfusa sahiptir.
47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, Andora, San Marino, Monaco, Liechtenstein gibi devletlerin nüfusları 30-40 bin civarındadır. Bu devletler Birleşmiş Milletler’in de üyesidir.
Arap Birliği’ne ve İslam Konferansı’na üye olan Bahreyn, Katar, Cibuti gibi devletlerin nüfusları bir milyonun altındadır. Dünyada nüfusları on bin, 15 bin civarında olan devletler bile vardır.
Bütün bunlara rağmen, Kürdlerin Ortadoğu’nun ortasında, 40 milyonu aşkın nüfuslarıyla, uluslar arası camiada herhangi bir statüye sahip olmamaları dikkate değer bir durumdur.
Ortadoğu’nun ortasında, Kürdlere ve Kürdistan’a bu statüsüzlüğü dayatmalarında dolayı, başta Büyük Britanya ve Fransa olmak üzere, Avrupa yoğun bir şekilde eleştirilmelidir. Bu iki emperyal devletde, iktidarda kim olursa olsun, ister muhafazakarlar, ister solcular, ister liberaller olsun, her zaman Kürd karşıtı olmuşlardır. Her zaman Kürdleri ezen devletlere güç vermişler, onlarla işbirliği yapmışlardır. Sovyetler Birliği’nin de anti –Kürd bir tavır sergilediğini vurgulamak gerekir. Bu dönemde, Paris’in ve Londra’nın, anti-Kürd tavrıyla Moskova’nın anti-Kürd tavrı arasında ciddi bir fark yoktur.
Devlet Terörüne Destek
Bugün Avrupa, hala Kürd sorununu hak, hukuk özgürlük açısından değil, “terör” kavramı çerçevesinde değerlendirmektedir. Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi kurumlar Kürd sorununu, Kürdistan sorununu hala, “terör” kavramı çerçevesinde değerlendirmektedir. “Terör ezilecektir”, “Terörün kökü kazınacaktır” vs. 1920’lerde kurulan Kürd karşıtı statükoyu, yani Kürdleri, Kürdistan’ı statüsüz bırakan statükoyu savunmaktadır. Bu bakımdan, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi kurumaların yoğun bir şekilde eleştirilmesi gerekir. Avrupa Birliği’nde, Avrupa Konseyi’nde, nüfusları yarım milyonu bulmayan devletler varken, 30-40 bin civarında nüfusu olan devletler varken 40 milyonu aşkın nüfusa sahip Kürdlerin mücadelesinin “terör” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi ciddi bir eleştiri konusu olmalıdır. Batı Akademisi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de dahil Batı yargı kurumları, Batı basını, Uluslar arası Af Örgütü de dahil sivil toplum kurumları eleştirilmelidir. Bu kurumlar, “teröre karşıyız” diyerek devlet terörüne sınırsız destek veriyorlar. “Teröre karşıyız” diyenlerin, devlet terörü konusunu özenli bir şekilde görmezlikten geldikleri ise dikkate değer bir durumdur.
Kaldı ki Kürdler, örneğin 200 yıldır özgürlük mücadelesi veriyorlar. Bu dönemde, nüfus olarak kayıplarını milyon rakamlarıyla ifade etmek gerekir. Çok ağır bedellere rağmen olumlu bir sonuca varılmaması, uluslar arası camianın anti-Kürd tavrından, devlet terörüne destek olan tavrından ileri gelmektedir. Halbuki yukarıda adı geçen devletler, hiçbir bedel ödemeden böyle bir statüye kavuşmuşlardır. Örneğin, Kürdler sadece 1988 yılında, Enfal sırasında 200 bine yakın kayıp vermiştir. Örneğin, 1937-1938 de Dersim’de Kürderin kaybı, 50 binden fazladır.
Bugün, PKK’nin üslendiği Qandil, bir gün Türk savaş uçakları tarafından ikinci gün İran savaş uçakları tarafından bombalanmaktadır. Üçüncü gün Qandil’i her iki devlet birden bombalamaktadır. Köyler yakılıp yıkılmakta, insanlar ölmekte, sürüler telef olmaktadır. Kürdistan doğası tahrip edilmektedir .Irak merkezi hükümeti bu duruma sessiz kalmakta, Suriye bu tutumu desteklemektedir. ABD; AB, Rusya Federasyonu, Kürdlerin çığlıklarını duymamaktadır. Böylesi anti-Kürd bir statükonun nasıl kurulduğu, nasıl bugüne kadar korunarak kollanarak geldiği, elbette çok ciddi bir incelemenin konusu olmalıdır.
Tarımda bazı zararlılar vardır. Süne zararlısı, kımıl zararlısı, çekirge zararlısı, tarlaların, farelerin baskınına uğraması, kuraklık… Bunlar mevsimlik zararlılardır. Ve bazı yıllarda görülürler. Görüldüğü yıllarda Kürdler için bir felaket yaratırlar. Ama, Kürdler, çok daha ağır felaketler de yaşamaktadırlar, Bunlar yapısaldır. Süreklidir. Kürdlerin üzerindeki Türk, Arap ve Fars felaketi budur. Bunun birinci derecede sorumluları ise, 1920, dönemin iki emperyal devleti Büyük Britanya ve Fransa’dır. Giderek Avrupa’dır, Batı dünyasıdır.
Yukarıda adı geçen bu devletlerin devlet olma haklarına elbette karşı durulmuyor, sadece, Kürdlere, Kürdistan’a kaşı geliştirilen anti-Kürd tavır, devlet terörüne destek veren tavır irdelenmeye çalışılıyor.
Bugün Batı kurumları, Avrupa, ABD, AB vs. devlet terörüne sınırsız bir destek vermektedir.
9 Kasım 2005’i hatırlayalım. Ogün, JİTEM unsurları, Şemdinli’de, Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’ne bomba attı. Halk bomba atanları yakaladı. O günkü Kara Kuvvetleri Komutanı, Umut Kitabevi’ne bomba atanları, “iyi çocuklar” diye tarif etmişti. Bu olayda, devlet suçüstü yakalanmıştı. Ama, ne AB, ne de Avrupa Konseyi bu olayı değerlendirmedi. Devlet teröründen dolayı Türkiye’yi protesto etmedi. Bu olayı görmezlikten geldi. Halbuki gerillaların güvenlik güçleriyle mücadelesinde aynı kurumlar, bu kurumların üyesi devletler, gerillayı suçlamak için birbirleriyle yarışa giriyorlardı. İşte bütün bunlar, devlet terörüne verilen bir destektir.
Bu olayda, hukukun nasıl katledildiği de ayrı bir konudur. Bu, ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konudur.
“Düşün suçu” davalarından dolayı, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkum oluyordu. Mahkumiyetler gittikçe artıyordu. Bu mahkumiyetlerden dolayı, tazminat ödemesi gerekiyordu. Bu konuda, 1995 yılında, dönemin başbakanı Tansu Çiller şöyle söylemişti: “Bu tazminatları öderiz, yapacağımızı da yaparız…”.
Bu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kafa tutmak anlamına geliyordu. Ama, AHİM’in bu konuda, Türkiye’ye karşı hiçbir yaptırımı olmamıştır. Yazı, kitap, düşün açıklamaları Türkiye’de her zaman suç olarak değerlendirilmiştir. Özellikle Kürdlerle ilgili düşün açıklamaları her zaman suç olarak değerlendirilmiştir. 1990’ların ortalarından beri, bu konularda bazı yasal ve anayasal değişiklikler yapılmıştır. Ama her defasında, düşünce, ifade suç olarak korunmuştur. Bu tutumlar da devlet terörüne destek vermekten başka bir şey değildir. Anayasa’nın 90. Maddesinin 5. Fıkrası da, örneğin, genel olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları lehinde değerlendirilmemektedir.
Bugün Avrupa, Kürd kimliğini tanımamaktadır. Bugün Almanya’da bir milyonun üzerinde Kürd yaşamaktadır. Fakat bunlar Türk olarak kabul edilmektedir. Kürdler örneğin Fransa’ya, İngiltere’ye, Türkiye’den gitmişlerse Türk, Irak’tan gitmişlerse, Arap, İran’dan gitmişlerse Fars kabul edilmektedirler. Kürd kimliğini tanımamak, Devlet terörüne destek olmanın bir boyutu da budur. Bu Kürdlerin sürgünlük yaşayan Kürdler olduğunu da hatırlatmak gerekir.
“Bölücülüğe, ayrılıkçılığa karşıyız
Kürdlerin önemli bir kısmı, “biz bölücülüğe, ayrılıkçılığa karşıyız, biz devrimciyiz, enternasyonalistiz…” diyorlar. Benzer bir ifadeyi, biz ümmetçiyiz” diyerek İslamcılar da kullanıyor. Bu sözde, tarih bilinci yoktur, toplum bilinci yoktur. Çünkü
bölünen, parçalanan, paylaşılan sensin. “Biz bölücülüğe karşıyız” demek, 1920’lerde, Kürdlerin başına geçirilen bu lanetli çorabın, bilincine varmamak demektir. Halbuki, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürdlerde, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır.
Bazı Kürd araştırmacılar da, Kürdistan ve Kürdler, İran, Irak, Suriye, Türkiye arasında paylaşılmıştır” gibi şeyler söylüyorlar. Bu söylemde de gelişmiş bir tarih bilinci ve toplum bilinci yoktur. Çünkü bu söylem emperyal güçlerin Kürdler ve Kürdistan hakkındaki projelerini, düşüncelerini gizlemektedir. Öte yandan 1920’lerde Irak, Suriye var mıydı? Irak, Büyük Britanya’nın, Suriye Fransa’nın mandası (sömürgesi) ydi. Kürdler ve Kürdistan hakkında karar alanların emperyal devletler olduğu besbellidir. Büyük Britanya, Irak’a 1930’ların başlarında bağımsızlık verdi. Fransa ise Suriye’ye İkinci dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık verdi.
Tarih bilincinden, toplam bilincinden yoksun olanlar ise, , “Kürdler, Irak’ta, İran’da, Türkiye’de, Suriye’de dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar…” şeklinde bir ifade kullanıyorlar. Sanki Kürdler M.Ö. 2000 yıllarından bari böyle yaşıyorlar şeklinde bir izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Kürdllerin ve Kürdistan’nın neden ve nasıl bölündüğü konularına hiç değinmiyorlar…
1919-1920’leri yaşayan Yahya Kemal Beyatlı bir yazısında, bölünmenin, parçalanmanın ne kadar ağır durumlar yarattığını anlatıyordu. “Şunun bunun mandası olmak önemli değildir, yeter ki bölünmeden kalalım, bir bütün olarak kalalım…” diyordu.
Toplum Bilinci, Tarih bilinci
1962-1963 yıllarında Bitlis’de askerlik yaptım. 1993 yazında, Van, Başkale, Yüksekova, Şemdinli, alanlarında bulundum. Buralarda, gerek şehirlerde gerek kırsal alanlarda pek çok kilise kalıntı gördüm. Bu kiliselerin çevresinde, bazı harabe haline gelmiş binalarda define arandığını gördüm…
Bu kiliselerin cemaatı nerededir, demek, buralarda neden define aranıyor diye sormak, toplum bilinciyle, tarih bilinciyle ilgili bir durumdur.
Ama, 1962-1963… ben böyle bir bilince sahip değildim. “Bu kiliselerin cemaatı nerededir” diye sormak, “neden buralarda define aranıyor, kim paralarını, mücevherlerini saklamış… diye sormak bilincine sahip değildim. Bitlis’de, Mutki’de, Hizan’da, Tatvan çevresinde vs. define arayan pek çok insanla karşılaşmıştım.
1962-/1963 Siyasal Bilgiler okumuşum. Siyasal Tarih, Anayasa Hukuku, Devletler Hukuku, Mukayeseli Devlet İdaresi, Ceza Hukuku, Siyasal Düşünceler Tarihi, İktisadi Düşünceler Tarihi, Siyasal Patiler, Kamuoyu, İnsan Hakları ve Hürriyetleri, Sosyoloji, İktisat, Maliye…vs. her bir ders okumuşum. Ama yukarıda belirtilen sorunun bilincine sahip değilim.
Ermeni-Asuri-Süryani soykırımı konusunu bilincine, Ermeni, Asuri-Süryani malları, Rum malları konusunun bilincine 1970’lerde, 1980-1990 larda varmaya başladım.
Özerk Kürdistan gündeme gelsin gelmesin, bu düşünce yaşama geçsin-geçmesin Kürdistan’ın ve Kürdlerin bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ciddi bir inceleme konusu olmalıdır. Bu konu bilimin, siyasetin, diplomasinin kavramlarıyla incelenmelidir. Bu konularda, yoğun bir bilinç gelişmelidir.
Temel konu şudur: Bugün Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, Filistinliler için ne istiyor? Kürdler için neden bunları istemiyor, Kürdlerin özgürlük ve eşitlik taleplerine neden karşı çıkıyor?.. Bu konuların da ciddi bir şekilde incelenmesi, irdelenmesi gerekir.
İfade Özgürlüğü, Sansür, Otosansür II
Teşekkür Yücel hoca…
İfade özgürlüğü, sansür ve otosansür kurumlarıyla yakından ilişkilidir. Bunlar birbirlerini etkilerler. İfade özgürlüğünün kısıtlanması, sansürün, otosansürün .kurumlaşması Kürd sorunuyla yakından ilişkilidir. Bunları belirtmeye çalışacağım.
Sansür, yazının, haberin, kitabın, karikatürün vs. önceden denetimi demektir. İlgili makam, yazıda, kitapta, karikatürde, haberde bir sakınca görürse bunların yayımlanmasına izin vermez.
Sansür uygulamasından dolayı halkın kaybı çok büyüktür. Çünkü, kendi ülkesinde veya dünyanın herhangi bir yerinde cereyan eden olaylar hakkında bilgi sahibi olamaz. Ama esas kayıp, habere, yazıya veya kitaba konu olanlar içindir. Çünkü, bir hükümet, eğer herhangi bir alanda operasyon yapıyorsa, köyler yakılıyor, insanlar kaçırılıyorsa, sansürdern dolayı ülkenin geri kalan insanları bu olaylar hakkında bilgi sahibi olmadığından bu olaylara ilişkin demokratik tepkisini gösteremez. Böylece operasyona uğrayan halk yalnız kalır.
Sansürün kaldırılmasıyla, haber, kitap, yazı veya karikatür yayımlanır. Bu sefer sakıncalı bulunan bu yayınlar hakkında toplatma kararları verilebilir. Soruşturmalar, davalar açılabilir. Toplatma karaları da bir çeşit sansürdür. Toplatma karaları sonucunda kamuoyu, o kitaba, yazıya vs. ulaşamaz.
Demokratik olmayan devletler, sansürü kaldırıyorlar ama, düşünce açıklamalarına karşı çok yoğun idari ve cezai yaptırımlar getiriyorlar. Yazarlar, araştırmacılar, gazeteciler bu idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşmamak için bazı gerçeklikleri görmezlikten geliyorlar, onlara hiç dokunmuyorlar veya, olayları çarpıtıyorlar, olayların özünü boşaltıyorlar veya olayları saptırıyorlar. Devletin yaptığı kısıtlamaları kendi kendilerine yapıyorlar. Kendi beyinlerine kendileri karakol kuruyorlar. Örneğin, devlet terörüne ilişkin haberleri, yazıları vs. okuyuculara iletmiyorlar.
Otosansür de halk için bir kayıptır. Ama esas kaybı otosansürü yapan araştırmacı, yazar veya gazeteci yaşamaktadır. Çünkü, bunlar, çift kişilikli, çifte standartlı insanlar haline gelmektedir.
Sansürün veya otosansürün başta Kürd sorunundan dolayı getirildiği bilinmektedir. Ve ifade özgürlüğüyle yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Sansüre, otosansüre karşı mücadele geliştikçe ifade özgürlüğü gelişmektedir. İfade özgürlüğü geliştikçe, sansür ve otosansür de azalmaktadır. Kürd sorununa karşı ilginin çoğalması, eleştirile düşüncenin gelişmesi, sansürü, otosansürü azalttığı gibi ifade özgürlüğünü de geliştirmektedir. Kürd sorununa karşı ilgi ise, bazı durumlarda risk almayı gerektirebilir.
Batı Akademisi ve Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi, Rusya Bilimler Akademisi, Kürd-Kürdistan Sorununa Nasıl Yaklaşıyor?
Batılı akademisyenlerin Kürd sorunu, Kürdistan sorunu ele alış biçimleri var. Örneğin, “İran Kürdistan’ı “ diye başlıyorlar. Orada olup bitenleri anlatıyorlar. Ondan sonra “Irak Kürdistan’ı “ diye başlıyorlar. Tekrar başa dönerek, orada olup bitenleri anlatıyorlar. Ondan sonra, “Türkiye Kürdistan’ı” diyerek tekrar başa dönüp, burada olup bitenleri anlatıyorlar.
Daha sonra da “Suriye Kürdistan’ı” denerek Suriye’de olup bitenler anlatılıyor. Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi de aşağı-yukarı böyle bir yöntem izliyor.
İran Kürdistan’ı, Irak Kürdistan’ı, Türkiye Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı diyen akademisyenlerin, herkesin bir Kürdistan’ı olduğunu, ama Kürdlerin bir Kürdistan’ı olmadığını sorgulamamaları dikkate değer bir durumdur.
Bu, Kürdler ve Kürdistan konusuna sağlıklı bir yaklaşım değildir. Temel soru, Kürdlerin ve Kürdüstan’ın neden bölündüğü, parçalandığı ve paylaşıldığıdır. Kürdler ve Kürdistan hakkındaki bilgilerimiz zenginleştirecek olan bu tutumdur. Bu, Kürdlerin zaaflarını da ortaya koyacak olan bir sorudur. Zira, bölünme, parçalanma, paylaşılma gibi operasyonlara muhatap olmuş bir ulus, zaaflar yaşayan bir ulustur. Hasım güçler, bu ulusun zaaflarından yararlanarak ona böyle bir politika uygulamaktadırlar.
Akademik Özgürlük, İfade Özgürlüğü
Bu sempozyumda, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük çok konuşulan kavramlar oldular. Bu kavramlara da açıklık getirmek gerekir. İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlük yoktur. Herhangi bir devletin siyasal sisteminde, resmi ideoloji kurumu varsa, düşün kısıtlamaları varsa, bu, basında, üniversitede, yargıda, her yerde etkili bir kurumdur. Üniversitede etkili olmaması için bir neden yoktur. Demokratik olmayan devletlerde, resmi ideoloji, siyasal sistemin, siyasal rejimin en önemli kurumudur. Ama bu her zaman varlığı görmezlikten gelinen bir kurumdur.
1971 de, 12 Mart rejiminde, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş isimli kitabından dolayı yargılanıyordu. Yargılama, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından yapılıyordu. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, İstanbul Üniversitesi profesörleri arasından beş bilirkişi seçmişti. Bilirkişiler, Prof. Dr. Selçuk Özçelik (Anayasa Hukuku), Prof. Dr. Önder Ayhan, (Ceza Hukuku), Prof. Dr. Amiran Kurtkan, (Sosyoloji) Prof.. Dr. Sabahattin Zaim (Sosyal Politika), Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş (İktisat) idi.
Bilirkişiler, “kitapta suç unsurları var” şeklinde rapor verdiler. Bu, Türkiye’de bilim olmadığının, bilimsel düşünce olmadığının, bilim ahlakı hiç olmadığının göstergesidir. Beş profesör, başka bir profesörün kitabını içinde suç var mı yok mu diye okuyorlar.
Profesörler, herhangi bir kitabı istedikleri gibi eleştirebilirler. Kendi doğrularını dile getirebilirler. Ama bir kitabın içinde suç var mı, yok mu diye okunması, düşüncede suç aranması, bilim yöntemine aykırı bir durumdur. Zira bilim sınırsız bir düşün özgürlüğü ortamında üretilir. Bilim, bilim ortamında üretilir. Bilim ortamı, özgür eleştiri ortamı, ancak, sınırsız bir düşün özgürlüğüyle oluşur.
“Ben solcu bir kişiyim. Bu profesörler ise sağcıdır, tarafsız değildir. Tarafsız bilirkişiler istiyorum” şeklindeki bir itiraz veya savunma da bilim yöntemine aykırıdır. Bilim anlayışına uygun savunma veya itiraz şöyle olabilir: Profesörlerin, düşüncede suç aramaları, kitabı, içinde suç var mı yok mu diye okumaları, bilim yöntemine aykırıdır. Bilim, bilim ortamında, özgür eleştiri ortamında üretilir. Bilim ortamı özgür eleştiri ortamı sınırsız düşün özgürlüğünde oluşur. Bu bakımdan bilirkişilere de bilirkişilik kurumana da karşıyım, “Bu kitapta suç unsurlarına rastlanmamıştır…” diye rapor verilmesi de anlamlı değildir.
Mümtaz Soysal yargılanması 1970’lerde kaldı, diye tepki gösterilmesi de yanlıştır. Bu durum günümüzde, belki daha ağır bir şekilde devam etmektedir. Profesör olmak, akademik özgürlük, akademisyenleri resmi ideolojinin yaptırımlarına karşı korumamaktadır. Önemli ve gerekli olan ifade özgürlüğünün savunulmasıdır.
17 Eylül 2011

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.