Tek bașına gittiğim ikinci avukat görüșmesinde hal hatır sorduktan sonra Abdullah Öcalan iletmek istediği șeyleri anlattı. Sonra ben ilk fırsatta sözü savunma meselesine getirdim. Savunma yapacak mıydı? Yapacaksa nasıl bir savunma yapmayı düșünüyordu? Yoksa șartları el vermediği için bir kaç șey söyleyip savunma ișini bize mi bırakacaktı?
Türk medyası kısa bir süre içinde mahkemenin bașlayacağını ve birkaç celsede de bitirileceğini söylüyordu. Henüz ortada bir șey yokken medya idam kararını vermiști bile. Her șeye rağmen Kürtler için bu mahkeme çok önemliydi. Adil bir mahkeme olmayacaktı, ama biz yine de mahkeme platformunu kullanarak sesimizi bir kez de oradan dünyaya duyura bilirdik. TC de bunu engellemek için elinden geleni yapıyordu. Mahkemenin istedikleri șekilde yapılmasına bizi razı etmek için yapmadık baskı bırakmıyorlardı. PKK’nin yıllardır sürdürdüğü savaștan bile daha büyük bir etki yapacaktı bu mahkeme. Bu nedenle Kürt tarafı olarak etkili bir savunma yapmamız gerekiyordu.
“Daha sonra konușuruz” diyerek konuyu değiștirdi ve, ”Devlet yetkilileriyle burada görüșmeler yapıyorum. Çözüm yönünde güçlü bir irade var. Yakında bu konuda sürpriz gelișmeler olacak” dedi ve, görüșmelerde yararlanması için, Turgut Özal döneminde yapılan barıș görüșmeleri ile ilgili bilgilerin, belgelerin kendisine vakit geçirmeden getirmemiz için beni sıkı sıkıya tembihleyecekti. Ortada mahkeme ve savunma gibi hayati bir mesele dururken onun görüșmelerden, çözümden söz etmesi karșısında dona kalmıștım. Görüșmeler kaçıyor değildi ya. Yüz yıldır çözülmeyen mesele, bu birkaç günde mi çözülecekti! Üstelik mahkemeler kaçmıyordu ya. Mahkemeden sonra devam ederlerdi. Oysa mahkeme bir defa yapılacaktı ve buna çok az bir zaman vardı. Ancak Öcalan’ın umrunda bile değildi bu.
İlk görüșmemizde olduğu gibi bu görüșmede de en çok dikkatimi çeken șey, pek çok ciddi soruna rağmen Öcalan’ın son derece rahat ve kendinden emin olmasıydı. İnsan yeni bir eve tașınınca bile uyum sorunu yașardı. O, sözde dünyayı sarsan bir “terör örgütü”nün lideri olarak uluslar arası bir operasyon sonunda yakalanmıș, sözde ağır bir sorgulamadan geçmiș ve bu yüzden baskı ve hakaret görmüș, askeri bir bölgeye dönüștürülen bir adada ağır güvenlik koșulları altında olușturulan tek hücreli ve tek kișilik bir tutuk evine konmuștu.
Her an ölüm tehdidi altındaydı. Ne kadar cesur olursa olsun bu durumdaki bir insan hiç değilse tedirgin olurdu. Kendisini düșünmese bile temsil ettiği hareketi, halkı düșünür bir parça da olsa endișe duyar, üzülürdü.
Abdullah Öcalan’ı ben öğrencilik yıllarından tanıyordum, korkak ve bencil biriydi. Buna rağmen onun böylesine rahat ve kendisinden emin bir tutum içinde olmasını aklım almıyordu. Ya ben onu yanlıș tanıyordum, ya da bütün bu gördüklerim oyundan ibaretti.
Üstelik kendisini çok ciddi bir yargılama süreci bekliyordu. Yürürlükteki yasaya göre idam cezası ile yargılanacaktı ve bu cezaya çarptırılması kaçınılmazdı. Türk yetkililerine göre o, yirmi dokuzuncu Kürt ayaklanmasının lideriydi. Yirmi sekiz ayaklanmanın liderini asan Türklerin onu affedecek değillerdi her halde.
Ortada, cevap bekleyen böylesine acil ve hayati sorunlar varken, onun sanki hiçbir șey olmamıș gibi “çözüm”den söz etmesi akıl alır șey değildi.
Ayrıca Abdullah Öcalan’la içerde barıș görüșmeleri yapan devletin, onun avukatları olarak bizlere karșı barıșçıl bir tutum içinde olması, gerekmez miydi? Her Mudanya’ya geldiğimde bir ton dayak yiyordum onlardan. Bu ne biçim barıș, ne biçim çözümdü?
O ne kadar mahkeme ve savunma meselesini kapatmaya çalıșsa da, onun konușmasından fırsat bulur bulmaz konuyu yeniden açtım. Bunun üzerine bana, “Bu mahkeme göstermelik olacak. Ayrıca sizden mahkemede savcının yanında yer almanızı, ona yardımcı olmanızı istiyorum.” Bu siyasi bir dava, çözümü de siyasi olacak”, dedi. Sonra da, “Sizden esas olarak benim burada yürüttüğüm görüșmelere yardımcı olmanızı istiyorum.” diyerek konuyu kestirip attı.
“Savcının yanında yer almanızı istiyorum” sözünü duyunca yaşadığım ruh halini anlatmak için, “dona kaldım”, “șașırdım”, “çıldırdım” sözleri yeterli olmaz. Hiçbir sanık söylemedi bu sözü. Onun gibi devlete karșı yürütüklen bir savașa liderlik yapmıș biri hiç söylemez, söyleyemezdi bunu. Onların adamı bile olsa söylelemesi gerekirdi. Ama Abdullah Öcalandı bu söylerdi o. Üstelik ne söylerse söylesin peși sıra koșacak eșek sürüsü kadar Kürt vardı.
Acı bir gülümsemeden sonra kendisine, “Burada durum nasıl bilmiyorum, ama dıșarda çok farklı” dedikten sonra șöyle devam ettim: “Görüldüğü kadarıyla devlet burada bașka, dıșarda bașka șeyler söylüyor. Size diyeceğim șudur: bu devletin verdiği söze güvenmeyin. Kürtlere verdiği hiçbir sözü tutmadı bugüne kadar. Kürt liderlerine hep aynı oyunu oynadı: önce sözler verip istediğini onlara yaptırıyor, iși bittikten sonra da verdiği sözleri unutup onları asıyor. Şeyh Said’e bunu yaptılar. Dikkat edin aynı șeyi size de yapmasınlar.
İzninizle yeri gelmișken Şeyh Said’in öyküsünü anlatmak istiyorum size.”
Dikkatle beni dinliyordu; “Dinliyorum anlat!” dedi.
Öykü bir hayli uzundu, vakitse bitmek üzereydi. Bu yüzden de bașladım motor gibi anlatmaya.
Şeyh Said yakalanarak Diyarbekir cezaevine konduktan sonra yanına, onu yargılayacak mahkemenin üyelerinden Ali Saip (Ursavaș) gelir. Kerküklü bir Kürt olan Ali Saip, Şeyhe, onun durumuna çok üzüldüklerini, ancak ortada bir isyan ve yüzlerce ölü olduğu için, bir șey olmamış gibi de davranamayacaklarını, buna rağmen bu olayı en az hasarla kapatmak istediklerini, bunun içinde kendisinin de onlara yardımcı olması gerektiğini söyler. Şeyhten yapmasını istediği șeyler șunlardır: mahkemede isyanı, Kürt milli emelleri için değil, İslami nedenlerle çıkardıklarını ve bunu yaparken de bazı islami gazetelerin yaptığı yayınlardan etkilendiklerini. Şeyh bu șekilde ifade verirse, kanun gereği kendisine idam cezası vereceklerdi, ama bunu müebbet hapse çevirecek ve kendisini Edirne’ye sürgün edecekler, iki yıl sonra da çıkaracakları af kanunuyla kendisini serbest bırakacaklardı. Hatta çıktıktan sonra kendisini Hınıs’a gelecek, birlikte kuzu çevirip yiyeceklerdi. Seyh Said, Ali Şaip’in devlet adına verdiği bu söze güvenerek mahkemede onların istediği ifadeyi verir. Ancak devlet ona verdiği sözü tutmaz. Verdiği ifadeden sonra Şeyh’e verilen idam cezası müebbet hapse çevirmeyen mahkeme, o arada yürürlüğe konan bir kanunla kararı temyiz hakkı ellerinden alındığı için, aynı gün onu ve arkadașlarını idam ederler. İnfaz, Şeyhin hücresine gidip, kendisiyle pazarlık yapan Kerküklü Kürt hakim Ali Saip tarafından gerçekleștirilir. Şeyh Sait ve arkadașları gece yarısı ve cezaevinden alınıp “siyasetgah”a götürülürken Ali Saip’i çağırtır ve acı bir gülümsemeyle ona serzeniște bulunur: “Hani Ali Bey, söylediğiniz ifadeyi verirsem vereceğiniz idam cezasını müebbet hapse çevirecek, beni Edirne’ye sürgün edecektiniz, iki yıl sonra da “affı umumi” çıkarıp beni bırakacaktınız, ondan sonra da Hınıs’a beni ziyarete gelecek, birlikte kuzu çevirip yiyecektik?” diye sorar. Ali Saip ona șu cevabı verir: “Yüzlerce vatan evladının ölümüne neden oldun, senin için bu ceza bile az.”
Abdullah Öcalan sözümü kesmeden dinlemiști beni. Bu arada görüșme süresi de dolduğu için, bir șey söylemeden çekip gitti.
Bir sonraki görüșmemizde diğer avukatlarla konuștuktan sonra, sitemkar bir ses tonuyla “Ahmet!” diye seslenerek, “Geçen görüșmede anlattığın öykü yukarıdakilerin hoșuna gitmemiș. Bir daha böyle șeyler anlatma bana!” diyerek beni uyardı.
Fazla söze gerek yoktu. Şunu söylemekle yetindim: “Anlattığım șeylerin onların hoșuna gitmeyeceğini biliyordum. O öyküyü ben yukarıdakilerin hoșuna gitsin diye anlatmadım, sizin için anlattım. Dikkate alıp almamak sizin elinizde. Yine de anlattıklarım kulağınızın arkasında bir yerlerde bulunsun; gün gelir lazım olur belki de.”
*
Meğer benim, ben Şeyh Said’ten, idamdan söz edince Abdullah Öcalan paniğe kapılmıș ve hemen, cezaevi müdürünü çağırtarak ona, DGM savcısına söyleyin, Kendilerine verdiğim ifadede eksik bıraktığım hususlar var, gelsin o konularda ek bir ifade vermek istiyorum, der. Bunun üzerine savcı Talat Şalk, bir savcı arkadașını da yanına alarak, bir de Abdullah Öcalan için satın aldığı bir torba dolusu don ve gömlekle birlikte helikoptere atlar ve Ankara’dan, İmralı’ya gelir ve onun ifadesini alır.
Dıșarıda Abdullah Öcalan için demedik söz bırakmıyorlardı, ama içerde ona bir bașka davranıyorlardı. Kardeși bile olsa bir savcı, savcılığını yaptığı bir davanın sanığının ifadesini almak için onun yanına giderken ona fanila, don götürmezdi. Savcının ifadesini almak üzere gittiği sanığa don gömlek götürmesi sadece Türk adli tarhihinde değil, dünyada da bir ilkti. Türk medyasında yayınlanan bu haber inanılacak gibi olmadığından, bir sonraki görüșmemizde doğru olup olmadığını sordum kendisine. O da bana utanmadan, “Doğru! Önemli bir șey değil!” diye cevap vermiști.
Abdullah Öcalan savcıya verdiği altı sayfalık ek ifadeye gelince tam bir kepazelikti. Öcalan savcıya, kendisiyle Seyh Said arasında benzerlikten söz edilmesinin yanlıș olduğunu söylüyordu. Şeyh’in İngilizlerin adamı olduğunu, ülkeyi bölmek istediğini, kendisinin ise herhangi bir dıș gücün adamı olmadığını ve hiçbir zaman ülkeyi bölmeye çalıșmadığını söylüyordu. Abdullah Öcalan ayrıca, Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığını; çünkü, Kürtlerin bütün haklarının verildiğini, vakıflarının, derneklerinin, enstitülerinin, partilerinin olduğunu, ana dilleriyle gazete çıkardıklarını, söylüyor ve en sonunda da “Kürtler daha ne istiyorlar!” diyordu.
Bugünmüș gibi hatırımda, ifade tutanağını Hasip Kaplan gidip Ankara’dan alıp getirmiști; getirirken de koșarak bana gelmiști. Elindeki ifade tutanağını salladıktan sonra bana uzatan Hasip Kaplan ağzından köpükler saçarak, “Al sana ihanetin belgesi!” demiști. Hasip Kaplan’ın bunu söylediğinde çıkardığı o kendine has davudi ses hâlâ kulaklarımda.
Hasip Kapla’ın verdiği altı sayfalık ifade tutanağını okurken aklıma Abdullah Öcalan’ın, birkaç gün önce kendisiyle görüșürken bana, “devlet yetkilileriyle görüșüyoruz” sözü gelmiști.
İfadeyi hemen okudum sonra içimden, “Kürtler için bunları söyleyen bu adam onlar adına içerde neyi görüșüyor acaba? diye sormuștum kendi kendime.
PKK’liler utançlarından bu ifadeyi saklıyordu. Ben ise tam tersine fotokopi yaparak, her gelenin eline bir nusha verip gönderiyordum. Bununla da kalmamıș, o sıralar Serbesti dergisinde tıpkı basıp yayınlamıștım.
*
Gelelim sözün özüne.
TC’yle Abdullah Öcalan ve PKK arasındaki ilișkinin bir “zahiri”, bir de “hakiki” boyutu var:
Zahiri olan, “avukat görüșmeleri”; “görüșme notları”; “barıș görüșmeleri”; “çözüm görüșmeleri”; “mutabakatlar”; “protokoller”; “anlașmalar”; “demokratik özerklik”; Doğu Ergil’lere, Cengiz Çandar’lara hazırlatılan raporlar; Hasan Cemal’llere ikide bir Kandil’e yaptırılan ziyaretler ve yazdırılan dizi dizi yazılar; Bejan Matur’ların yazdırılan kitaplar; Aysel Tuğluk’lara verdirilen demeçleri; Şerafettin Elçiler; Altan Tan’lar” Ertuğrul Kürkçüler; Abdullah Öcalan adına neredeyse ayda bir yayınlanan kitaplar; hiçbir zaman riayet edilmeyen ateșkesler; tutuklamalar; silah bırakmalar; gelip teslim olmalar; kardeșlik ve et-tırnak edebiyatları; sonra yeniden dağa çıkmalar, tehditler, pusular, ölen gençler, annelerin feryatları; demokratik özerklik, meclis boykotları ve yeniden bașa dönmeler.
TC ile Abdullah Öcalan ve PKK arasındaki ilișkinin hakiki boyutu ise, her zamanki gibi tamamen farklı bir șekilde, kapalı kapılar arkasında cereyan ediyor. Kürt ulusal formunu bozmak ve onları amaçsız, talepsiz bir etnik yığın haline getirmek için (siyasi, askeri uzmanların ve gizli servis mensuplarının koordinasyonunda) MİT elemanı Abdullah Öcalan ve onun liderliğinde kurulan sahte Kürt milliyetçisi PKK vasıtasıyla Kürdistan’da yürütülen “düșük yoğunlukta savaș” stratejisi aksamadan yürüyor. Kürt milliyetçliğinin eliyle Kürt milliyetgçiliğini vurma planı aksatılmadan yürüyor. Aralarında arada bir ufak tefek ihtilaflar çıksa da esasa ilişkin bir problem yok. Yukarıda sözünü ettiğim “zahiri” gel gitlere rağmen Kürdistan’da șartların değișeceğine dair “hakiki” anlamda tek bir ișaret de bulunmuyor.
Cumhuriyetten sonra Türkler, Kürtleri yok etmek için isyan gerekçesiyle ordularını yirmi sekiz defa Kürdistan’ saldırdılar. Bu yirmi dokuzuncusu. Hiç değilse bu defa iși bitirmek istiyorlar.
Herkesin zahiri olanın peșinde, hakikatte neler olup bittiğiyle kimsenin ilgilendiği yok.
İdrak etmediklerinden değil; kimi hakikatle yüzleșmeye cesaret edemediğinden; kimi de çıkarları buna el vermediğinden görmezden geliyor onu...
(Devam edecek)
4 Ekim 2011