Dünya, Ortadoğu ve Afrika’daki gelişmelere paralel, ama o gelişmelerden daha hızlı Türkiye ve Kürdistan’da hayati, can sıkıcı, sarsıcı, vicdanları sızlatıcı, katliam niteliğinde gelişmeler söz konusu. Bir gelişme, bir önceki gelişmeye fark atmakta; giderek en son tezahür eden bir olay/gelişme, bir önceki gelişmeyi anlamsız, değersiz hale getirebilmektedir.
Bir yazarın, özellikle de bir Kürt yazarı ve siyasetçisinin hayati, sarsıcı, can sıkıcı bu olaylar/gelişmeler karşısında sesiz kalması ve onları yorumlamaması, en önemlisi de bu gelişmeler karşısında tavır belirlememesi, vicdani bir yüke ve rahatsız edici ruh haline yol açmaktadır.
Ben de Dünya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Türkiye ve Kürdistan’da olabildiğince bir hızla gelişmelere yetişmeye, onları yorumlamaya, o olaylara karşı tutum belirlemeye çalışmaktayım. Ama ne yazık ki, bazı zamanlar hayati gelişmeler ve olaylar öyle üst-üste geliyor ki, onların hepsi hakkında ayrı-ayrı yazmak, olanaklı olmuyor. Üstelik benim gibi Kürtçe ve Türkçe beş ayrı internet gazetesinde (Net Kurd, Rizgari, Gelawej, Netewe, Medya İronik), zaman-zaman dergilerde/gazetelerde yazı yazan ve röportaj veren; televizyon programlarına katılan biri için böyle bu sorun varsa, varın siz diğer yazarlarla ilgili durumu düşünün. Ki, onların durumu ne kadar zor, acıtıcıdır.
Son günlerde de böyle bir gelişme ile karşı-karşıyayım. Türkiye ve Kürdistan’da hızla ortaya çıkan gelişmeler ve olaylar karşısında ezilmekteyim. Bir olay/gelişme, bir diğerini bana unutturma gibi bir kurnazlığa başvurmakta. “Bu kurnazlığa ve şeytani davranışa teslim olmamalıyım” diye gayret gösteriyorum. Bu nedenle, yeni bir metot geliştirmem lazımdı. Bu yeni metot da, farklı gelişmeleri yorumlamayı ve değerlendirmeyi aynı makale içinde farklı başlıklarla sunmak şeklinde olabilir. Şimdi onu yapıyorum. Bu metoda her zaman olmazsa bile zaman-zaman başvuracağım.
Roboski Katliamı: Devletin klasik sömürgeci refleksi, bir iç iktidar mücadele fenomeni, PKK’nın kullanmak istediği ve sorgulanması gereken bir vakıa…
Roboski, Şırnak’ın Qileban’ına bağlı bir Kürt köyü. Roboski, diğer bazı köylerimiz, beldelerimiz, ilçelerimiz, Kürdistan’ın Güney ve Kuzey parçalarının sınırında, Kürdistan’ın bölünmüşlüğünü, Kürdistan’ın bölünmüşlüğüne bağlı olarak ailelerin ve aşiretlerin bölünmüşlüğünü derinden his ediyorlar. Bu bağlamda bu yerleşim yerlerimiz ve Roboski Köyü de, hem avantajlı ve hem de dezavantajlı bir köyümüz. Avantajlıdır, çünkü Kürdistan’ın Güney’indeki kardeşleriyle zorluklara, mayınlara, askerin mermi yağmuruna, uçakların ve helikopterlerin izlemesine rağmen yan-yana gelme fırsatını buluyorlar. Dezavantajlıdırlar, çünkü hayatları riskli, her zaman ölümle karşı-karşıyalar.
Roboski Köylüleri de, yoksul ve yaşamlarını kaçakçılıkla idame ettiriyorlar. Devlet de Roboski Köylülerinin kaçakçılık yaptığını yıllardır biliyor. Çoğu zaman da bu kaçakçılığa göz yumuyor. Hele ki bazı köylülerin ve köylerin 1980’lerin ortalarından itibaren “köy koruyucusu” statüsüne kavuşmasından sonra, kaçakçılık legal bir imtiyaz alanı olarak değerlendirildi; devletin köylüleri kendisine bağımlı hale getirdiği ve denetlediği bir ticari mekanizma olarak ele alındı.
Roboski köylülerinin bu hayati riskle karşı karşıya ve ölümle yüz yüze olma gerçeği, 29 Aralık 2012 tarihinde saat 21.00’de Türk savaş uçaklarının saldırısı ile bir katliama dönüştü. Bu katliam başta dünyadaki tüm Kürtlerin olmak üzere ve dünya insanlığının yüreğini dağladı. Bir iç kanamaya yol açtı. Bu iç kanama ve acının son bulmayacağı da, bir gerçek. Nasıl ki, Kürdistan’da 1943 yılında Van’ın Özalp Kazasında 33 Kürt Köylüsünün, 1976 yılında Viranşehir’de 20 Arap ve Kürt Kaçakçısının öldürülmesinin unutulmadığı gibi, Roboski Katliamı da unutulmayacak.
Öncelikle bir saptama yapmam gerekirse, Roboski Katliamı, Kürtler arasında duygu bütünlüğü yarattı, pan-kurdî kültürünün varlığını ve gerekliliğini dışa vurdu. Kürdistan Federe Devleti yetkililerinin olaya karşı gösterdikleri tepki, Kürtler Arasında siyasi duygu bütünlüğünün varlığını da ortaya koydu.
Hükümetin, devlet yetkililerinin, Genel Kurmay Başkanlığının yaptığı açıklamaların hepsinin sorunlu ve ikna edici olmadığı, olaya duygusal bakmayan Türk basın mensuplarının, insan hakları savunucularının, yazar-çizerlerin yaklaşımlarına ve değerlendirmelerin bakıldığı zaman kolaylıkla saptanır.
Teknik anlamda söylenenlerin geçerli kabul edilmesi ve olayda kastın olmadığının karşılığı: En azından Genel Kurmay Başkanı’nın, İçişleri ve Milli Savunma Bakanlarının istifaları; olayın sorumlularının yargılanması ve cezalandırılması; katledilen köylülerin ailelerine yüksek oranda maddi tazminat ödenmesi; manevi anlamda özür dilenmesi yanında başka sorumlulukların yerine getirilmesi, olacaktır.
Robsoski Katliamıyla, Büyük Kürt katliamları ve Özalp köylülerinin katliamı arasında paralellik kurulması, tesadüf olmazsa gerek. Bunun nedeni, Sömürgeci Türk Devleti’nin Kürtleri düşman kabul etmesi, Kürdistan’ı elinden çıkarmamak için tarih boyunca Kürt halkına her türlü zulmü ve katliamı reva görmesi; Kürtlerin ulusal varlığını ret etmesi; Kürt ulusunun tüm haklarının gasp edilmesi klasik devlet refleksinin var olmasıdır.
Bunun yanında, AK Parti Hükümeti’nin son günlerde PKK’ya karşı mücadelesinde, PKK ile sivil halkı birbirinde ayırma konusunda bir titizliğe ve anlayışa sahip olduğu da bir gerçek. Bu nedenle Roboski Köylülerinin bombalanmasını isteme gibi bir niyeti ve amacı olamaz. Ayrıca, Roboski köylülerinin öldürülmesinde siyasi bir çıkarları da yoktur.
Eğer bu olayda bir kasıt varsa, bunun AK Parti ile Kemalist Devlet eliti arasındaki mücadelede, AK Parti’nin sivillerle PKK’yi birbirinden ayırt etme siyasetini ve AK Parti hükümeti zayıflatma amacını taşıdığı değerlendirme dışı tutulmamalı. Bu iç iktidar mücadelesinde, PKK’nın genel anlamda Kemalist Devlet elitinden yana olduğu bilindiği gibi, bu olayda da bir rol sahibi olacağı akıllardan uzak tutulmamalı. Ayrıca sağlam kaynaklara sahip olan gazetecilerin, özellikle de Mehmet Baransu’nun ve Emre Uslu’nun verdiği bilgilerden de böyle bir amacın olduğunu saptamak zor değildir.
Olayın acısı, büyük ve derin. Buna rağmen Kürtlerin, bütün gerçekleri görerek, sağduyu ile olayı değerlendirmeleri, olayla ilgili sonuçlara varmaları, önermelerini buna göre yapmaları gerekir.
PKK, Kürde dair olan bütün olayları istismar etmede kendi elitik çıkarları açısından bir beis görmemektir. Devletin manipülasyonu kadar, PKK’nın manipülasyonuna karşı da duyarlı olmak gerekir.
Roboski Katliamıyla ilgili Türk cephesinde Hükümete ve genel Kurmay’a yönelik ciddi bir eleştir ve sorgulama var. Kürtlerin de olayla ilgili PKK’nın sorumluluğu bağlamında bir sorgulama yapması gerekir.
Zana ve arkadaşları tutarlı olmalı ve Türk aydınları da zamanında gerçekleri benimsemelidirler…
Leyla Zana her nedense her söylediğiyle gündeme geliyor. Leyla Zana son günlerde de Rudaw Gazetesi’ne verdiği bir röportajdan dolayı gündemde. Leyla Zana, hayatı boyunca bu röportajından dolayı aldığı övünce ve desteklemeye, hiçbir zaman mazhar kalmadı. Leyla Zana’yı çoğunlukla Kürtler olmak üzere, bazı Türk yazarları ve demokratları da desteklediler.
Leyla Zana’nın Rudaw’da övünç ve destek aldığı tespiti kısaca şöyle: “Özgürlük, özerklik, federalizm ve bağımsızlık da Kürtlerin hakkı, Mesela Türkiye, Almanya’daki gibi bir federal sistem yaratabilir. Ankara federal konularla ilgilenir, Kürtler de bölgesel konularla. Kürtler kendi geleceklerini referandumla tayin edebilirler. Referandumun sonuçlarını kabul ederiz, bu özerlik, federalizm ya da bağımsızlık olabilir. Örneğin Kanada’nın Quebec bölgesi halkı her dört yılda bir kendi geleceklerini tayin etmek için sandık başına gidiyor. Bazıları bağımsızlıktan yana oy kullanıyor bazıları da özerklik ve federalizm. Quebec halkı oy kullanarak sesini duyurabiliyor. Bu halkın sesidir ve kimse buna saygısızlık edemez. Artık Kürtlerin de kendi geleceklerini referandumla tayin etmelerinin zamanı geldiğine inanıyorum. İnsanlar ne talep ediyorsa bunu referandumla dile getirmeli.”
Demek ki Leyla Zana da Kürtlerin bir millet olduğunu hatırlamış! Kürtlerin de kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduklarını kabul ediyor! Bunun referandumla gerçekleşmesi gerektiğini öneriyor! Kürtlerin kendi kaderlerini, özerklik (kastedilen BPKK/DTP/BDP’nin kabul ettiği özerklik), federalizm, bağımsızlık şeklinde tayin edebileceğini de ön görüyor!
Ama dikkat edilirse, kendisi de yeni tercihini hâlâ ortaya koymuyor. Tercihini ortaya koymadığına göre, bağlı olduğu örgütsel konseptin “Demokratik Özerklik” talebinde şüpheye düşse de hâlâ savunmaya devam ettiği saptanabilir.
Buna rağmen, Leyla Zana tarafından Türkiye ve Kürdistan’da olmazsa da yurtdışında Kürt milleti için de geçerli olan a,b,c’lerin itirafı önemli olsa gerek ki, Kürtlerden büyük destek gördü.
Tabi sadece Leyla Zana değil, Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş da son günlerde “Kürdistan’dan” bahsetmeye başladılar. Görünen o ki hepsinin başına saksı düşmüş durumda.
Ama bundan sonra tutarlı bir çizgi izlenmesi gerekiyor. Leyla Zana, bundan iki ay önce de Rudaw Gazetesi’ne verdiği bir demeçte, “İyi ki ve çok mutluyum ki Kürtler ulus devlete sahip değiller” diyordu. Gazetede bunu manşete taşıyordu. Selahattin Demirtaş da oturup kalkıyor Kürt ulus devletine saldırıyor.
Oysa Leyla Zana ve arkadaşları, yakın geçmişte, üniter Türk Devleti’ni savundular. Etnik siyasete karşı çıktılar. Etnik siyaseti meşru görmedikleri gibi, Kürt milliyetçiliğine düşmanlık ettiler. Kürtlerin siyasi ve bağımsız örgütlenmesini meşru kabul etmediler.
Leyla Zana ve arkadaşları, Öcalan Türkiye’ye geldikten sonra, kayıtsız-şartsız, mürit düzeyinde onun takipçileri oldular. Başta Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet tezi” olmak üzere, Kürtlerin devlet olmayacağı bir konfederalizm, başka saçma-sapan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıyla bağlantılı olmayan tezlerini, hararetle savundular. En son olarak da “Demokratik Özerklik” limanına demir attılar.
Kürtlerin bir ulus oldukları, Leyla Zana dediği için değil, objektif olarak bir varlıktır. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmesi hakkı da, her ulus gibi Kürt ulusunun da doğal bir hakkıdır. Bu hak gereği Kürtler, yıllardır, federalizmi ve bağımsız devlet olmayı savunuyor.
Bu bağlamda Leyla Zana’nın görüşleri Kürtler için değil, kendisi için bir anlam ifade ediyor.
Önemli olan da Leyla Zana ve arkadaşlarının bir tutarlılığa kavuşmaları, ortama ve çıkar alanlarına göre renk ve görüş değiştirmemeleridir.
Ama görünen o ki, oldukça iyimser davrandığımı görüyorum. Oysa Leyla Zana ve arkadaşları için son sözü söyleyecek kişi Öcalan’dır. Öcalan ne derse o olur. Leyla Zana ve arkadaşları da, çoğu zaman olduğu gibi tükürdüklerini yalamak zorunda kalırlar.
Ayrıca, Leyla Zana’nın açıklamalarından sonra bazı Türk yazarlarının Kürtlerin bir millet olduğunu itiraf etmeleri, Kürtlerin de değişik statüler içinde kaderlerini tayin edebileceklerine dair görüşleri de, geç gelen bir itiraf ve kabuldür.
Uzak tarihe gitmeye gerek yok, Kürt aydınları ve siyasetçilerinin büyük bölümü 45 yıldır bu görüşlerini dile getiriyorlar. Eğer Kürt aydınlarının ve siyasetçilerinin görüşlerine itibar edilmiş olsaydı, bu kadar acıya, sıkıntıya, zulme de gerek olmazdı. Kürt millet meselesine ilişkin konular da bu kadar karmaşık, kirletilmiş hale gelmezdi.
Fransa’nın “Ermeni Soykırımı İnkâr Yasası” Türkiye’nin ikiyüzlülüğünü ve değişmez yüzünü ortaya çıkardı…
Bir dönem önce Dersim Katliamı ile ilgili Başbakanının açıklamaları ve özür dilemesi, umutları yeşertti. Türkiye’nin Ermeni Katliamı ve Kürt Katliamlarıyla, yakın tarihteki 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Sivas, Faili Meçhul katliamlarıyla yüzleşeceği, tarihin aklanması ve hafızanın tazelenmesi konusunda kapsamlı bir çalışma yürüteceği beklentisini yarattı.
Dersim Katliamı ile ilgili itiraf ve özürden sonra, kapsamlı yeni tartışmalar ve görüşler; hükümeti ve başbakanı teşvik edici görüşler ortaya çıktı.
Ne yazık ki, Fransa Parlamentosunun “Ermeni Soykırımını İnkâr Yasası”, bütün ezberleri bozdu, eskiye dönüş hızla gerçekleştirildi, Kemalist Devlet’in Ermeniler hakkındaki gerçek dışı ve insani olmayan tezlerine sıkı-sıkıya sarılmaya başlandı.
Fransa Cumhurbaşkanı suçlandı. Başbakan, Diş İşleri ve Ekonomiden sorumlu Bakanlar, diğer hükümet yetkilileri; şoven ırkçı siyasi kesimler; MHP ve CHP, Fransa’ya savaş açtılar. Fransa’ya karşı yaptırımların birinci konsepti ilân edildi ve uygulamaya konuldu.
Türkiye kendi soykırım ve katliamını örtbas etmek için, Fransa’nın Cezayir’deki ve Raunda’daki katliamlarına sığındı. Fransa’yı bu katliamlarından dolayı suçladı. Oysa Türkiye, Cezayir Kurtuluş Savaşı Döneminde Fransa’yı destekledi, Birleşmiş Milletler de Cezayir’in devlet olarak oylanması aşamasında tarafsız kalıp, oy kullanmadı.
Fransa Cumhurbaşkanı’nın kendi siyasi çıkarları için, Ermeni meselesini de kullanmasının ahlaki olmadığı tartışmasız. Bundan dolayı Fransa’nın eleştirilmesi bir kıymete sahiptir. Birçok Ermeni aydını da bunu yaptılar. Fransa’nın kirli siyasetini teşhir ettiler.
Ama Fransa Cumhurbaşkanı’nın ahlaki davranmaması, Türkiye’nin tutumunu meşrulaştıramaz.
Ayrıca, “soykırım”, “faşizm”, “diktatörlüğü” savunmak, İkinci Dünya Savaşından sonra, Yahudilerin çabalarıyla insanlık suçu olarak kabul edildi. Bunları savunmak suç kategorisi içine alındı.
Fransa daha önce, “Ermeni Soykırımı”nı parlamentoda kabul ettiği için, Ermeni Soykırımını İnkârı suç kategorisine sokmak gibi bir meşruiyete sığınmasının ayrı bir gerçek, üzerinde durulması gereken bir konu olduğu açık.
Buna rağmen, Fransa’nın “Ermeni Soykırımını İnkâr Yasası”, Fransızların kendileri ve Avrupa birliği açısından da bir sorundur. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında sorunlu bir alan olarak tartışılmaktadır.
Ben de bir Kürt televizyonunda bu görüşlerin tartışmaya değer olduğunu dile getirdim
Ama bütün bu gelişmelere rağmen Türkiye’nin yaklaşımı, haklı olarak bir karamsarlığa yol açma konumundadır. Tarihle yüzlemeyi, Türkiye’nin etnik ve Kürt millet meselesinin çözümünde de bir engel olma mantığına ve anlayışına sahip olduğunu da göstermektedir.
Bu mantık ve anlayış aşılmadan, demokratikleşme, çoğulculaşma, temsilin katılımcı ve adem-i merkeziyetçi karakter kazanması; Kürtlerin de en azından iktidarı paylaşmasının olanaklı olmayacağını göstermektedir.
Kim İl Sung, Atatürk, Hitler, Saddam, Musolini, Stalin, Öcalan aynı soydandırlar…
Son günlerde otoriter ve faşizan solun en son kalelerinden biri olan Kuzey Kore’de devlet başbakanının ölümü, trajik-komik bir sonuç ortaya çıkardı. Kim İl Sung’un ölümünde halk yeterince ağlamadığı için, ölen Devlet Başkanı Kim İl Jong için bütün halkın günlerce ağlaması direktifi verildi. Halk da bu direktifi bir dini ayet gibi uygulamaya koydu.
Buna karşılık Türkler ve Kürtler, uzaktan, bu gelişmeyi, olağan, insani ve demokrat olmayan, garip olan bir davranış olarak karşıladılar. Bazı Türk ve Kürt yazarları da bu tutumu haklı olarak eleştirdiler.
Ne yazık ki, Türkler ve Kürtler kendi gerçeklerini görmezlikten gelerek, eleştiriler yaptılar.
Oysa Kemalist Devlet’in kuruluşundan beri Türkler açısından trajik-komik durum yaşanıyor. Türkler, Türkleştirilen Kürtler, korkutulan tüm toplumsal kesimler 1938 yılında Atatürk’ün ölümünden bu yana, bu trajik-komik durumu yaşıyorlar. Atatürk için ağlanıyor. Atatürk bir peygamber olarak tanımlanıyor ve karşılanıyor. Söylediği her söz ayet niteliğinde kabul ediliyor. Bu sözlerin uygulamaya geçirilmesi için de, Türkiye’deki halklara zülüm yaşatıldı/yaşatılıyor. Kürtler katliama tabi tutuldu.
Aynı trajik-komik durum Kürdistan’ın Kuzey’inde Öcalan için -üstelik de ölmediği halde- yaşanıyor. Daha bundan birkaç gün önce Öcalan’ın evine gidenler, duvarları yaladılar, duvarlardan toprak kopardılar ve evin çevresinde çamurları torbalara doldurarak, şifa ilacı yerine kullanmaya başladılar.
Öcalan bir peygamber olarak görülüyor.
Demek ki bütün otoriter, totaliter, teokratik rejimler, sistemler, liderler birbirine benziyor. Aynı şekilde Onların müritleri de birbirine benziyor.
Onun için, “körün köre” cız demesine gerek yok. Türklerin ve Kürtlerin de, Kuzey Korelileri kınamalarına ve eleştirmelerine gerek yok: Kendilerine bakmaları yararlı ve tedavi edici olacaktır.
Amed, 31. 12. 2012