Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 23 April 2008

[url=http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=10497&y=KursatBumin]Politik Ekoloji'ye davet[/url]

Kısa sürede ikiye katlanan pirinç fiyatları haber olmasaydı biz yine önemsemez, Mısır'da, Bangladeş'de, Filipinler'de, Haiti'de karınlarını doyuramadıkları için ayaklanan kitleleri bir "dış haber" olarak okuyup geçerdik...

Yaklaşan felâketi hâlâ da anladığımız söylenemez ya... Çünkü tartışma yine dönüp dolaşıp bir "iç mesele" haline, Toprak Mahsulleri Ofisi'nin uyguladığı yanlış politikaya bağlandı.

Oysa mesele tahmin ettiğimizden de önemlidir. Bir felâket yaklaşıyor, burası kesin. Sadece Türkiye'den söz etmiyoruz tabii ki; felâket, üzerinde 6 milyar insanın yaşadığı yerkürenin tamamını tehdit ediyor.

Yani diyeceğim, Yargıtay Başsavcısı ve Anayasa Mahkemesi'nin baş edebileceği türden bir felâket değil bu.

Yani tek sözcükle, "Açlık" bunun adı.

Oturup teker teker saymadım ama aşağı yukarı eminim: Türkiye, yerküreyi bekleyen bu büyük felâkete en kayıtsız kalan ülkelerin içinde yer alıyor. Bu öyle bir kayıtsızlık ki, yöneticisi ve yönetilenleri ile birlikte toplumun kahır ekseriyeti Türkiye'nin "bu gidişle" 20-30 yıla varmaz dünyanın en güçlü ekonomileri arasına gireceğini sanıyor...

Böyle olur işte; eğer bir ülkede "politik ekoloji"nin adı bile geçmiyor ise, yerküreyi havası, suyu ve toprağıyla düşman bellemiş bir "endüstirileşme" hamlesi insanları 20-30 yıl sonrasına ilişkin böyle boş hayallere daldırır.

Burası öyle bir ülke ki, ortada dolaşan "söz"ü "politikacılar" ve "ekonomistler" ele geçirip kimseye edecek iki laf bırakmamış.

"Ekonomi"den anlaşılan da, varsa yoksa "ihracat rakamları", "faiz dışı fazla", "Merkez bankası faiz oranları", vesaire...

Bu ülkede dünyada binlercesi dolaşan ve ekonomi ile ekolojiyi bir arada değerlendiren kitapların sayısı niçin bu kadar az?

Neden acaba? "Yerküre batacak ama endüstrisinden tarımına Türkiye ekonomisi ebediyete kadar güçlenerek var olacaktır" diye düşünüldüğü için mi acaba?

Türkiye'nin –AB üyeliği filan tamam da- kendisini başka bir gezegende varolduğuna iyiden iyiye inandırdığı için mi?

Bizler sadece ülkemizin değil dünyanın geleceğini de haddinden fazla "iyimser" anlayan ve yorumlayan bir milletiz.

İşte size bunun iyi bir örneği: Yüzde 8'leri çoktan aşan yıllık büyüme oranlarına sahip Çin ve Hindistan'ın –bu gidişle- birer "küçük Amerika" olmalarının çok da uzak olmadığına inanmıyor muyuz?

Ama bakın, "ekonomi"yi yanına "eko" getirerek anlamak zorunda olduğumuzu söyleyen "yabancı" kalemler bunun imkansızlığını son derece inandırıcı analiz ve delillerle nasıl ortaya koyuyorlar.

Mesela Lester Brown'un iki yıl önce yayınlanmış "Eco-Economie" adlı kitabında çizdiği şu tablo:

Çin bu büyüme hızıyla yola devam ederse, bu ülkede yaşayanların yıllık ortalama tüketimi 2031 yılında bugünün bir Amerikalı'nınki kadar olacak.

Güzel bir gelecek değil mi?

Ama siz öyle sanın; çünkü böyle bir "mutlu son" imkansız. Çünkü 2031'in Çinlileri eğer bugünün Amerikalıları kadar et tüketecek olursa hayvanların dünya tahıl üretiminin yarısını işkembelerine indirmeleri gerekecektir. Yani böyle bir amaç boş bir hayalden ibarettir. Çinlilerin benzer şekilde başta otomobil olmak üzere diğer muhtemel tüketimlerinin imkansızlığının nedenlerini hatırlatmak bile gereksizdir sanırım.

Yani iş dönüp dolaşıp –siz bakmayın 301 dolayısıyla tekrar açılan "Türklük" (ya da açılmayan "Kürtlük") tartışmalarına- kendimizi ve 6 milyar insanı "dünyalı" sıfatı altında toparlayabilmeye ve geleceğe bu açıdan bakabilmeye dayanıyor.

Gençken, yirmili yaşlarımda, "politik ekoloji"ye de merak sarmıştım. Elime geçen metinler beni "bilim-teknoloji-endüstrileşme" üçlüsünün dayattığı "hayat tarzı"na karşı da "isyankâr" kılmıştı. Bu okumalar sonucunda 1983'te içinde bu bahsin de yer aldığı "Batı'da Devlet ve Çocuk" adlı kitabı yayımladım. Bu yıllar "politik ekoloji"nin YAZKO'nun yayınladığı dergilerde yavaştan kendisini göstermeye başladığı bir dönemdi. Üç-beş yıl sonra işin biraz da "pratiğini" yapalım diyerek Yeşiller Partisi'ne yakın durdum.. Sonra –açıkçası- "politik ekoloji" ilgi alanlarımın başında yer almamaya başladı. Şimdi tam hatırlamıyorum ama, o dönemde bende de, sözünü ettiğim kitapta savunduğum tezlere ilişkin "felsefi temeli doğru ama dünya sanki söylenen yöne gitmiyor" gibi şüpheci bir kanaat belirmiş olabilir. Ama kendime haksızlık etmişim doğrusu! Yakınlarda konuya tekrar dönünce 83'de sahiplendiğim görüşlerin "sarsılmaz" derecede güçlü olduğunu görüyorum.

İşin bu faslını da hatırlattım, çünkü yazıyı 83'de yayınlanan bu kitaptan benim hâlâ sevdiğim bir benzetme ile bitirmek istiyorum. Davit Brower'ın bugün kendilerini "doğayı mağlup etmiş dünyanın efendisi" sayan uygarlığa ilişken yaptığı şu benzetme yani:

"Dünyanın yaradılışı 6 günde gerçekleşti. (4 milyar yıl)

Dünya Pazartesi doğdu.

Pazartesi-Salı- Çarşamba (öğlene kadar) şekillendi.

Hayat Çarşamba (saat 12) başladı ve 4 gün boyunca gelişti.

Pazar (saat 16) büyük sürüngenler belirdi.

Pazar (saat 24'e 3 dakika kala) insan doğdu.

Pazar (saat 24'e çeyrek saniye kala) İsa.

Pazar (saat 24'e 1/40 saniye kala) endüstri devrimi başladı.

Ve şimdi (Pazar gece yarısı) etrafımızda, 1/40 saniyedir yaptıklarının sonsuza kadar süreceğine inanan bir sürü insan bulunuyor."

Anlatılan "Tarih"in "Avrupa merkezli "olduğunun tabii ki ben de farkındayım, ama yine de güzel doğrusu!

Konu çok önemli, devam edeceğiz.

[url=http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=10509&y=KursatBumin]Politik Ekoloji'ye davet (2)[/url] Artan pirinç fiyatlarından hareketle 70'li yıllardan itibaren güçlenen Politik Ekoloji terimi ile ifade edilen düşünce ve eylemlerin öneminden söz ediyorduk. Bu teori ve pratiğin ülkemizde son derece cılız olduğunu da hatırlatmıştım. Dünyada otuz yıldır ciddi delillerle işaret edilen “açlık tehlikesi“ bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor gibiydi. Sanırsınız ki bu gidişle dünya milletleri açlıktan kırılacak, ama bizim soframız giderek zenginleşecekti... Sanki başta bir gezegende yaşıyorduk... İsterseniz konuya girmeden dünkü gazetelerde yer alan yeni bir bilgiyi hatırlatayım ki, “boşa konuştuğumuz“ sanılmasın: BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler, küresel gıda fiyatları artışının “sessiz bir katliama“ yol açmakta olduğunu ve yoksul ülkelerdeki kitlesel açlığın sorumlusunun Batı olduğunu hatırlattıktan sonra, gelinen noktayı Fransız Devrimi ile mukayese ederek günün birinde aç insanların zalimlere karşı ayaklanacağını düşündüğünü söylüyor. Politik Ekoloji adıyla anılan düşünce sistemi içinde yapılan yayınlar yaklaşan bu felaketi hiç değilse 30 yıldır hatırlatıyordu. Batı'nın benimsediği ve dünyaya ulaşılması gereken bir amaç olarak sunduğu tüketim modelinin sonsuza kadar süremeyeceğini, bu modelin yol açtığı yeni eşitsizlik ve kıtlığın üzerinde yaşayan 6 milyar insanla birlikte yeryüzünü cehenneme dönüştüreceğini söyleyenlerin sayısı az değildi. Yani özetle, bizim hâlâ “pirinç fiyatları etrafında dönen dolaplar“ çerçevesinde konuştuğumuz gelişmeler kayıtsız kalmayı sürdürdüğümüz son derece ciddi bir “uygarlık eleştirisi“nin çok önceden işaret ettiği dünya ölçeğinde büyük bir felaketin habercisidir. İsterseniz sözü biraz da Eco-Economie adlı kitabın yazarı Lester Brown'a bırakalım. Brown, “uygarlığın“ bu dört nala gidişini “karşılıksız çek yazmaya“ benzetiyor. Yani, eğer bu işe devam edecek olursak iflas kaçınılmazdır. Batı tipi ekonomik model ne Çin'de ne de Hindistan'da işleyebilir. (Yani Çin ve Hindistan ekonomilerinin bu hızla büyüyerek Amerikan rüyasına ulaşılması imkansızdır.) Şehirleşme her yıl toprağı 3 milyon hektar yol, bina ve alışveriş merkezleriyle kaplıyor. (Yani, çevre sorunlarının tarım açısından dramatik sonuçları şimdiden ortadadır.) 1950-1996 arasında üç katına çıkan tahıl üretimi artık artmıyor. (Yani, enerjide olduğu gibi beslenme konusunda da bolluk dönemi kapanmaktadır.) Çin'in tahıl üretimi 1998'den bugüne 392 milyon tondan 322'e inmiş durumda. Yani yeryüzünün nüfusu en yüksek ülkesi beslenme açısından artık kendi kendine yeter halde değildir. Çin'in (artık parası da çok) bu çerçevede dünya pazarlarından 40-60 milyon ton ürün çekmesi fiyatları gecikmeden ikiye katlayacaktır. Bu gidişin sonunda, ülkelerin beslenme açısından bağımsızlıkları enerji açısından bağımsızlıkları ölçüsünde konuşulur olacaktır. Besin kaynaklarının israfı konusunda yeni sayılacak bir gelişme de şeker kamışı, soya, buğday, mısır gibi ürünlerin giderek artan biçimde biyoyakıt üretimi için kullanılmasıdır. ABD'de şimdiden (iki yıl öncesinin rakamı) mısır başta olmak üzere tahıl üretiminin 1/10'u yakıt elde etmek için kullanılıyor. Bakıyorum da, bugün Lester Brown ve diğer birçok düşünürün tespit ve öngörülerinin 30 yıl öncesinde tespit ve öngörülerinden çok da farklı değil. 70'yi yılların Rene Dumont ve Michel Bosquet gibi düşünürleri istikbali çok iyi okumuşlar doğrusu. Bakıyorum da, benim 83'de yayınladığım kitapta bu iki düşünürden yaptığım alıntılar nasıl da isabetli miş.. Mesela: “Rene Dumont'un verdiği rakamlara göre, 1882-1952 yılları arasında tarım yapılabilecek -iyi- arazilerin oranı %83'den %41'e düşmüş, ormanların 1/3'ü ortadan kalkmıştır“ Mesela: “Michel Bosquet'nin (namı diğer: Andre Gorz) belirttiği gibi, şimdiye kadar bir endüstri işletmesindeki üç etkenden yalnızca ikisi yeniden -üretime sokuluyordu. Yenilenenler yalnızca bu iki etken, yani üretim araçları ve emek-gücü idi. Doğal kaynaklar hiç tükenmeyeceği sanılan bedava (hava), yeniden-üretime sokulmayan bir etkendi. Üretim araçlarının yeniden-üretimini belli yasalar (rekabet vb.) zorunlu kılarken, emek gücünün korunması, yenilenmesi için zamanla sendikalar doğarken, doğal kaynaklar etkenini söz konusu eden yoktu. Ekoloji bugün bu etkeni tartışmaya sokmaktadır.“ Düşünün, otuz yıl öncesinin raporu böyle idi.. Bu raporu bir de bugünün koşullarını dikkate alarak, güncelleyerek değerlendirin. Unutmayın, otuz yıl önce; yani ortada henüz “şahlanan“ Çin ve Hindistan'dan eser yoktur... Bakalım, eğer üşenmezsem, yarın için de Politik Ekoloji'nin arka planında yer alan “felsefe“ye yönelik eleştirileri hatırlatırım. Ayrıca unutmadan: Türkiye'de 80'li yıllarda, kendilerini Politik Ekolojiye'ye yakın hissedenler içinde önemli “İslamcı“ yazarlar da yer alıyordu. Geçen zaman içinde sanki onlar da bu işten soğumuş gibiler. Ali Bulaç gibi gürzünü hâlâ “modernizm“in göğsüne vurmaya devam edenler yok değil tabii ki; ama sanki bu kesimde de “hızlı kalkınma“nın vaat ettiği parıldayan gelecek gönülleri fethetmiş gibi.

[url=http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=10527&y=KursatBumin]Politik Ekoloji'ye davet (3)[/url] Pirinç fiyatının kısa sürede ikiye katlanması ve ardından hayatta kalmaları bu besin kaynağına bağlı olan bazı ülkelerde insanların sokaklara dökülmesi, epeydir geri plana itilen “politik ekoloji“ merkezli tartışmaları yeniden ateşledi. “Dünya“dan söz ediyorum haliyle; ülkemizde -maalesef- hâlâ derin bir sessizlik hâkim. Dünkü yazıyı bağlarken değinmiştim: “Türkiye'de 80'li yıllarda, kendilerini Politik Ekoloji'ye yakın hissedenler içinde önemli “İslamcı“ yazarlar da yer alıyordu. Geçen zaman içinde sanki onlar da bu işten soğumuş gibiler.“ Akif Emre'nin gazetemizin dünkü sayında yer alan “Küresel ısınma yeni oryantalizm mi?“ başlıklı yazısı bu gözlemimi haksız çıkaran bir biçimde çıka geldi... Emre'yi size tanıtmaya gerek yok; mutlaka siz de benim gibi bu değerli yazarımızın hemen her zaman özenle kaleme alınmış analizlerinin tiryakisinizdir. Yazarımız dünkü yazısında da, eskiden beri sürdürdüğü çizgisi çerçevesinde okurlarına bir kere daha “İslam'ın önerdiği insan-insan, insan-tabiat, evren ve yaratıcı ilişkisini yok sayan“ bir “uygarlık“ anlayışından uzak durmak gerektiğini hatırlatıyordu. Yani bu çerçevede bugüne kadar yayımladığı kendi yazıları da -yine kendisinin kullandığı bir kavramla- “eko-literatür“ içinde yer alıyor. Ancak buradan sonra Emre'nin önümüzdeki yazısında bayağı yadırgadığım hususlar olduğunu da belirtmeliyim. Bir kere her şeyden önce yazının başlığı: “Küresel ısınma yeni oryantalizm mi?“ Sadece yazının başlığı da değil; başlığın ifade ettiği tespitin yazının hemen tamamında karşımıza çıktığını gözlemliyoruz. Mesela şu tespit: “Hayli kabarık olan bu eko-literatür hiçbir zaman modern hayat tarzını, tüketim alışkanlıklarını sorgulamadı. İnsanlığın ortak mirasını kullanmada, doğayla kurulan ilişkide modern insanın açmazları, aydınlanmayla gelen insan-tabiat ilişkisini ve bunun üzerine inşa edilen sanayi kapitalizmini ve modern medeniyetin değerlerini sorgulamayan küçük eleştirilerden öteye gidemedi.“ Büyük haksızlık doğrusu... Hele de Emre'nin bu şaşırtıcı (kendi) tespitini boşa çıkaracak “literatür“ü tanımamasının imkansız olduğunu hatırlayacak olursak, çok büyük bir haksızlık doğrusu... Bu hususun altını çizmemin nedeni şu: Emre'nin bu şaşırtıcı tespiti niçin yaptığını -gerçekten- bilmiyorum; ama bu yanlış tespitin-gözlemin Emre'nin genç okurlarını yanıltmasını da istemem doğrusu. Bu genç okurların “ekoloji“ye ilişkin Batı çıkışlı eleştirilerin beş para etmez nitelikte olduğunu sanmalarını istemem doğrusu. Oysa (Emre'nin söyleyeceklerimi bilmemesi imkansız), benim içine “politik“ boyutu da katarak tercih ettiğim haliyle “Politik Ekoloji“ adı altında toplanan düşünce sistemi, yazarımızın söylediğinin aksine, “modern hayat tarzı“, “tüketim alışkanlıkları“, doğa-insan ilişkisinde “modern insanın açmazları“, “sanayi kapitalizmi ve modern medeniyetin değerlerinin sorgulanması“ gibi konuları deyim yerinde ise “peynir-ekmek“ gibi tüketmiştir... Bu çerçevede şunu da ekleyebiliriz: İslam dünyasında İslam'ın önerdikleri doğrultusunda modern zamanlarda bu konuda ortaya konan düşünce, Batı çıkışlı bu büyük eleştiri “literatürü“nün yanında -tabii olarak, çünkü “modern medeniyet“ten büyük ölçüde uzaktır- son derece cılızdır. Hatırlayın: -günümüzün Türkiyesi'nden bir örnek verecek olursak- İslam'ın önerdiklerine sarılan pekçok genç “modern hayat tarzı“nın ya da “teknoloji“nin “etik“ planda eleştirisi söz konusu olunca bütün “sakıncalı“ taraflarına rağmen Heidegger okumalarına sarılmıyor mu? Dolayısıyla Batı'yı yekpare bir yapıda anlayıp kimseye haksızlık yapmamak lazım. Emre'nin de belirttiği gibi bugünün “çevre sorunları“nın müsebbibi tabii ki “Batı sanayii“dir. Ama özellikle endüstri devriminden itibaren ortaya çıkan bu sorunlara çok önceden başlayarak dikkat çeken, bu sürecin arkasındaki “akıl“ı ifşa edenler de yine o aynı Batı'dan çıkmadılar mı? İnsanın doğaya hâkim olma isteğini İncil-Tekvin'den başlayarak önce onlar sorgulamadı mı? Rönesans'ı, Aydınlanma'yı yine bu çerçevede önce onlar gözden geçirmedi mi? “Tanrı'nın eseri“ olan doğayı tahrip eden kapitalizme en ağır eleştirileri (mesela John Ruskin) önce onlar dile getirmedi mi? “Doğaya dönüş“ü vazeden Tolstoy ve diğerleri değil miydi? “Tüketim toplumu“ kavramını önce onlar icat etmediler mi? 68 Mayıs'ından itibaren ekoloji ve politikayı bir araya önce onlar getirmedi mi? Kyoto Protokolü bu hareketlerin bastırmasıyla gündemde kalmadı mı? Bu alanda yazan-çizen onlarca-yüzlerce düşünür ve militan boşa mı vakit geçirdi? Mühendislerin “iktidara gelişini“, Galile'nin “İki Dünya sistemi Üzerine Diyaloglar“ına kadar giderek tartışmaya açanlar o diyardan değil miydi? Öyle idi öyle... Bütün bunları benim kadar Emre de biliyordur muhakkak...

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.