Kemalist Devlet Kadrosunun Şaşmaz Hedefi Kürt Toplumunda
Siyasal Bir Duruşu Sağlayabilecek Kesimleri Tasfiye Etmek
ve Bir Bütün Olarak Sindirmek Olmuştur
Nurettin ELHUSEYNİ
“Kısaca“ ibaresinden kimliğimi ve siyasal yaşamımı belirleyen unsurları anlıyorum.1954 Silvan doğumluyum. Baba tarafım üç kuşak önce Siirt'ten gelme, din adamlığıyla tanınan ve dedemden itibaren Arapça konuşmayı bırakmış bir ailedir. Anne ve nine tarafım Kürt kökenli şeyh aileleridir. Babamı üç-dört yaşındayken kaybettim. Anadilim Kürtçe'dir. Türkçe'yi ilkokulda öğrendim. Resmî tornanın kalıplarından çok fazla etkilenmememde ailemin ve Silvan'daki ortamın büyük payı vardır. Kasabamın milliyetçi (ve bazıları sol eğilimli) kişileriyle küçük yaşlarda tanıştım. 1965′te sınavını kazandığım parasız yatılı İstanbul Darüşşafaka Lisesi'ne girdim. Angloamerikan “kolej“ yapısındaki bu okulda, idarenin açık görüşlü, nispeten demokrat yaklaşımı ve öğrenci kitlesinin sosyal dokusu siyasal görüşlerimi özgürce geliştirmeme fırsat verdi. 1970′te dönemin öğrenci hare- ketinden esinli bir “gizli“ duvar gazetesi çerçevesindeki kalkışmada okuldan atılmamı da bu sağladı.
Sonraki birkaç yılım Marksist dünya görüşünü Kürt milliyetçiliğiyle bağdaştırma çabasıyla, belki bir bakıma ikisi arasında bocalamayla geçti. Lisenin son yıllarında THKP-C çevresiyle kurduğum bağ “milli mesele“ noktasında gevşedi; bunda İbrahim Kaypakkaya'nın görüşlerinden etki- lenmem önemli rol oynadı. 1973′te Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girerken kafamdaki tasarı ileride “öğretim üyesi“ olarak akademik çalışmalar yapmaktı. Dönemin havası aktif siyasal harekete katılmamı ve Kawa içinde yer almamı getirdi. Yaşadığım süreç haliyle sorunuzun kapsamını bir hayli aşıyor; sadece bir ömür için çok kısa sayılacak bu beş yılın benim için en dolu ve hâlâ özlemle andığım dö- nem olduğunu belirtebilirim. Şubat 1979′da doğrudan “örgüt operasyonu“ sayılamayacak bir vesileyle gözaltına alındım ve Ağustos 1983′e kadar Diyarbekir cezaevinde kaldım. Tek başıma yargılandığım davada aldığım sekiz yıllık ceza, Yargıtay'ın lehime bozma kararından sonra dosyamın örgüt davasıyla birleştirilmesine karşın, “müktesep hak“ olarak fiili hapis süresinin bitimine yakın tahliye edilmemi sağladı. (Hafıza ve vicdanlardaki Diyarbekir “kara deliği“ hâlâ tam anlamıyla açılmamış bir hesap/ hesaplaşma olarak duruyor. Konuya bütünsel bir yaklaşımı, yakın dönemi anlamaya katkısının ötesinde Kürt halkının gelecek tasarımı açısından önemli ve yararlı görüyorum.)
Cezaevinden çıktıktan sonra aktif siyaset dışında kalmaya kendi kişisel muhasebem sonucunda karar verdim. Zorunlu kısa dönem askerlikten sonra, İstanbul'a yerleşip çalışmaya başladım. Ağırlıklı olarak ansiklopedi-medya-yayın dünyasındaki bu ücretli çalışma sürecinde, elimden geldiği kadar ülkemden ve dünyadan kopmayacak ölçüde siyasal-kültürel gelişmeleri izledim. Kürt aydın çevreleriyle sınırlı ilişkilerim çerçevesinde, görüşlerimi açıkça bildirdim. Aralıklarla yaptığım kitap çevirmenliğini halen meslek olarak sürdürmekteyim. Eşimle 1978′den beri süren evliliğimizden büyümüş üç çocuğumuz var.
Cevap 2:
-Anadolu'ya birkaç dalga halinde giren Türk boylarının sayıca 200-300 bin olarak tahmin edildiğini biliyorum. Buradan çıkan sonuç (sınırlı ölçüde Ermenileri, Kürtleri ve Rumları da kapsamak üzere) din değiştirmenin eşlik ettiği bir süreçte çok sayıda yerel topluluğun Türkleşmesidir. Bugün bile Anadolu'nun kültürel-folklorik dokusunu şöyle bir eşelemek dipteki bu katmanların izlerini görmeyi sağlayabilir. Türklerin “devlet kuruculuğu“ geleneğinin önyargısız ele alınması gereken bir tarihsel gerçek olduğu görüşündeyim. Bir bölümü “köle asker“ (memlûk) sınıfınca kurulmuş Gazneliler, Harezmşahlar, Selçuklular, Şeybaniler, Timurlular gibi devletler geniş bir coğrafyada çeşitli dinamiklerin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır; iç içe yaşayan çok değişik toplulukları barındıran bu yapılanmalarda etnik Türkî unsurun öncü rolü dinamik “barbar aşısı“yla açıklanabilir ve genellikle yıkılan önceki devletlerin mirası açıkça görülebilir. Büyük bir tarihsel boşluk zemininde ufak bir beylikten doğup hızla gelişen Osmanlı devletini bir Türk başarısından ziyade “emperyal“ bir yükseliş olarak görmek gerekir. Bu devletin gücü idare, ordu, toprak düzeni bakımından Bizans, Selçuklu, İlhanlı ve Memlûk sistemlerinden alınma işlerlikli unsurların tarihsel döneme uygun düşen bir sentezinde yatar. Daha çok Avrupa'nın yakıştırdığı “Türk“ kimliğinin çok sonraları içselleşip öne çıkmasında en belirleyici etken bence Türkçe'nin devlet dili ve dolayısıyla çok zengin bir kültürün taşıyıcısı olmasıdır.
Kürtlerin söz konusu geniş tarihsel dilimde güçlü bir bölgesel varlık gös- terememesi büyük ölçüde emperyal devletlerarasında sıkışmasının, İslam âleminin yörüngesine girmesinin ve kendi içsel yapılanmasının sonucudur. Kürt bölgeleri çok uzun bir dönem neredeyse aralıksız savaşların yürütüldüğü, göç ve istila dalgalarının içinden ve kenarından geçtiği bir askerî alan olmuştur. İslam dinini benimseyen Kürtler kaçınılmaz olarak bölgesel çatışmalarda buna uygun saf tutmuşlardır ve İslam âlemi içindeki çekişmelerde de konjonktüre bağlı olarak başka güçlerin peşlerine takılmışlardır. Anlaşıldığı kadarıyla Kürtlerin sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyinin de bir merkezî devlet yapılanması üretmekten uzak olduğu ve yerel düzeyde özerk yapılanmaların tarihsel koşullara ve çıkarlara denk düşen, daha fazla öne çıkan bir dinamik olduğu söylenebilir. Bununla birlikte Kürtlerin siyasal örgütlenme düzeyine hiç çıkamadıkları yönünde bir saptama tam doğru sayılmaz. Etnik Kürdî unsurun damgasını taşıyan Büveyhiler, Mervaniler ve Eyyubiler gibi örnekler uygun koşullar bulunduğunda böyle bir yapılanmanın bir dereceye kadar geliştiğini gösterir. İdris-i Bitlisî'nin öncülüğünde Kürt mirlerinin Osmanlı devletiyle vardığı uzlaşma da bir siyasal manevra gücüne işaret eder. Bu çerçevede Kürdistan'ın mirî toprak düzeninin dışında kalması, vergi ve asker yükümlerinden bir ölçüde bağışık kalması, genel Osmanlı sistemi açısından bakıldığında (Eflâk-Boğdan dışında pek görülmeyen) önemli unsurlardır. İzleyen dönemde kültürel bakımdan kimlik oluşumu yönünde ilk adımların atılmış olması nın en azından Kürdistan'ın bir kısmının nispeten istikrarlı bir ortama girmesiyle herhalde bir bağlantısı olmalıdır. Kürtlerin bu süreçte sosyoekonomik düzey bakımından 19. yüzyıla daha gelişmiş bir yapıyla girip girmediği araştırılmaya muhtaç bir konudur.
Yine bu sorunun aklıma getirdiği bir noktaya da işaret etmek isterim. Neredeyse Kürdistan merkezli Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Artuklu Türkmen beyliklerinin özellikle şehirlerde uzunca bir dönem bölgeye damgalarını vurduklarını belirtmek gerekir. Bu sürecin sonuçta Türkleştirmeyi getirmemesini herhalde kırsal ağırlıklı Kürt kültürünün direngenliğine ve özerklik tutkusuna borçluyuz.
Cevap 3:
- Osmanlı düzeninde merkez-çevre ilişkisi, sadaret-kapıkulu çekişmesi, devşirme sistemi, tımar sistemi gibi alanlardaki bünyesel zaafların daha 16. yüzyılda, yani imparatorluğun doruk noktasında ortaya çıktığı görüşündeyim. Bölgesel-küresel dengelerde ticaret yollarıyla da yakından alakalı değişikliklerle birlikte bir “düşüş“ün başlamasına rağmen, bir dağılmadan pek söz edilemez, Aksine, Osmanlı devleti yeni koşullara sürekli ayak uydurma esnekliğiyle varlığını sürdürebilmiş, hatta içeriden ve dışarıdan sıkıştığı 19. yüzyılda “yenilenme“ hamleleri yapabilmiştir. Yüzyılın sonlarına doğru artan kopmalarla birlikte, imparatorluğu koruma güdüsünün yerini yeni arayışlara bırakmasının kaçınılmaz sonu hızlandırdığı söylenebilir. Bu dönemin başlıca akımları olan ve bazı yönleriyle iç içe geçen “Osmanlıcılık“, “Batıcılık“ ve “İslamcılık“ sonunda İttihat ve Terakki ideolojisinde somutlaşan ve “Türkçülük“ yönünde bir eğilime giren yeni bir devlet felsefesi doğurunca, Osmanlı varlığını temelden sarsan koşullar ortaya çıktı. Öte yandan, Avrupa “büyük“ devletlerinin bu geniş coğrafyadaki çekişmelerinin fırsat verdiği bir denge oyunuyla yatağında kalabilen “hasta adam“ın yazgısı 20. yüzyıl başlarında aynı devletlerin paylaşıma dönük politikalara yönelmesiyle değişti. İttihatçıla rın “yanlış hesabı“ yıkılış dışında bir seçenek bırakmadı.
Kürdistan açısından Osmanlı “yenileşme“ hamleleri 16. yüzyıldan beri sürmüş statükonun bozulmasını getirdi. Bölgeyi merkeze daha sıkıca bağlama yönündeki girişimlerle birlikte mirliklerin tasfiye süreci başladı. Buna karşı gelişen direnişin sadece eski yapıyı koruma çabasıyla sınırlı olmadığı, muhtemelen Kürdistan'ın 19. yüzyıla girerken sosyal-ekonomik yapısı temelinde siyasal özerkleşme, bir yarı-devlet mayalanmasına yönelme dinamiğiyle de iç içe geçtiği kanısındayım. Bedirhani hareketinin zaman açısından da çakıştığı Kavalalı hareketiyle birçok ortak yan taşıdığı açıktır. (Moltke'nin Anıları, Kürdistan'daki yeni sürecin ikili yapısına ışık tutan ipuçları taşımaktadır.) Sonuç itibariyle merkeze karşı direnişlerin kırılması Kürdistan'ın doğal gelişim seyrini aksattı; bir yandan merkezî devlet kurumları güçlenirken, diğer yandan yerel otorite boşluğunu “feodalleşme“ ve tarikat bağlılıkları doldurdu.
Cevap 4:
-Her “ulusal“ yapılanma beraberinde geçmişe dönük bir tarih kurgulamasını getirir. Efsanelerin taranarak bulunması veya yeniden yaratılması da bu kapsama girer. Temkinli yaklaşılması gereken böyle kurguların ötesinde, yaşanan gerçek tarih bir ulus oluşumunun temelindeki çok değişik etkenlerin geniş döneme yayılan, kesin bir sırayı izlemeyen ve belki ilk başta ilintili olmayan gelişim süreçlerini içerir. Bu bakımdan tek bir zaman dilimine sığdırılacak bir dönemeç belirleme çabası pek doğru olmaz sanırım. Bir örnek vermek gerekirse, dilin ve taşıyıcısı olduğu kültürün gelişim süreci ulusal yapılanmada başlı başına bir etkendir; Kürt dilinin güçlü köklerine karşın özgün bir alfabeye oldukça geç sayılacak bir tarihte kavuşması ancak tarihsel gelişime dönük somut araştırmalarla açıklanabilecek bir durumdur. (Kürtlerin başka alfabeleri kullanmış olması cılız bir yazılı dil geleneğine sahip olduğumuz gerçeğini değiştirmez.)
Soruyu Kürt kimliğini yaratan değişik unsurların tarihsel gelişimine bakarak ele almaktan yanayım. Böyle bir çerçevede Kürt kültürünün günümüze ulaşan yönleriyle daha 10. yüzyılda şekillenmeye başladığını ve özellikle 16. yüzyıldan sonra bir atılım sürecine girdiğini söyleyebilirim. (Kürt milliyetçiliğinin ana damarlarından biri olan ve mollalarımızla yakın zamana kadar canlılığını koruyan medrese ekolünün geçmişi bu döneme iner.) Sosyal örgütlenmenin ifadesi anlamında siyasal otorite altında birleşmenin ilk adımları 19. yüzyıldaki özerk yapılanmalarda görülebilir. Bir ideoloji ve siyaset olarak Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışı ise 20. yüzyıl başlarına denk gelir.
Bütün bu köklerden beslenen Kürt milliyetçi akımının modern anlamda siyasal bir güce kavuşması ise 1946′da Kürdistan Demokrat Partisi'nin kuruluşuyla başlatılabilir. Üç sınırın buluşma noktasında ortaya çıkışının taşıdığı sembolik anlamın ötesinde, bu girişim esas itibariyle geleneksel damar ile yeni aydın kadrolar arasında (sonraki yıllarda sancılı bir gelişim izleyen) buluşmayı ifade eder. Partinin programı ve tüzüğü ana hatlarıyla sonraki bütün Kürt siyasal akımlarına yön vermiştir.
Cevap 5:
-Bu gelişme bana daha çok 19. yüzyıldaki özerkleşme eğiliminden milliyetçi siyasal harekete geçişin bir eşiği gibi geliyor. Ancak bütün Kürdistan'da sonraki yılların program arayışlarına damgasını vuran temel taleplerin ilk somut ve derli toplu ifadesi olarak görülebilir. Bundan da daha önemli bir nokta hareketin, Barzani ailesinin birleştirici bir yerel-dinsel otorite olarak Kürt toplumunda sağladığı “sosyal mutabakat“ zeminine dayanmasıdır. Böyle taleplerin o dö- nemde ve hatta daha önce tam gerçekleşmiş olması Kürt siyasal hareketinin daha sağlıklı bir temelde gelişip serpilmesini sağlayabilirdi. Irak'ta Kürt hareketinin diğer parçalara oranla daha canlı ve düzgün rotada ilerlemesinde belki de bu taleplerin ruhunu oluşturan özerk yapının İngiliz mandası altında ve sonrasında sınırlı ölçüde korunmasının payı vardır.
Cevap 6:
-Konuyu “devlet kurma“yla sınırlı tutmayarak savaşın çok öncesine dönmek daha doğru olabilir. Şimdiki Kürt bölgeleri 19. yüzyılda Ermeni toplumuyla sınırdaş ve yer yer içiçe geçmiş bir yapıya sahipti. Yukarıda değindiğim dönemin sosyal-ekonomik dinamizmi (daha açık ifadeyle pre-kapitalist mayalanma) Kürt bölgelerini de kapsamakla birlikte Ermeni toplumunda daha gelişkin ve daha belirgindi. Kürt ve Ermeni siyasal hareketlerinin ayrı doğrultularda ilerlemeleri ve bir noktadan sonra karşı karşıya gelmeleri esasen bu dinamiklerin aleyhine işledi. Sonuçta Ermenilerin bu coğrafyadan “tasfiye“ edilişi Kürdistan açısından ciddi bir sosyal-ekonomik gerilemeyi getirdi. Bu süreçte zaten direniş odakları bertaraf edilmiş ve bağrından Hamidiye Alayları çıkmış/çıkarılmış bir toplumun ayrı devlet yönünde bir arayışa girmesinin pek beklenemeyeceğini sanıyorum. Osmanlı devletinin çöküş aşamasında Kürt toplumunun ruh hali herhalde kendi kaderini belirleyecek bir “çıkış“ aramaya elverişli değildi. (Aynı dönemde bazı dış etkenlere bağlı olarak Arap milliyetçiliğinin şahlanışıyla bir karşılaştırma yapmak ilginç olabilir; zaten Kürdistan'ın İran ve şimdiki Irak'ta kalan kesimle- rinin bu genel ortamın dışında kalması da açık bir göstergedir.) Daha ağır basan eğilim olarak mevcut durumu “koruma“ kaygısı, başka etkenlerin de devreye girmesiyle, 1920 sonrasında Kürt zevatının geniş bir kesiminin Ankara hükümetiyle birlikte davranmasına uygun bir zemin yarattı.
Cevap 7:
-Bana göre bu dönem Kürt tarihçilerince yeterince araştırılmamıştır. Oysa Kürt tarihinde yarım kalmış bir “rönesans“a denk gelir; hatta biraz aşırı bir benzetmeyle Doğu Avrupa'dan Rusya ve Çin'e kadar uzanan coğrafyada hüküm sürmüş bir “1968″ havası taşır. Tam da o sırada filizlenen Kürt aydın çevresinin evrensel gidişatla uyumlu olarak kendi diline, kültürüne ve toplumuna döndüğünü görürüz. Gerek fikri, gerekse örgütsel düzeyde ciddi uğraşlardan söz edilebilir; zaten o dönemin Kürt tarihinin en “dokümanter“ evrelerinden biri olması da bunu gösterir. Mutkili Halil Hayalî'nin halka para da ödeyerek dil derlemelerine girişmesi o rönesansın ruhunu yansıtmaz mı?
Bu uyanış sürecinin yarım kalması önceki soruda ele aldığım Osmanlı çöküş sürecinde Kürt toplumunun durumuyla yakından bağlantılıdır. Dönemin kuşağı büyük ölçüde dağıtılmış, etkisiz hale getirilmiş ya da ülke dışına sürülmüştür. Bunun getirdiği sonuç da 1925 sonrası Kürt hareketlerinin bir bakıma “beyin“den yoksun kalmış olmasıdır.
Belirtilmesi gereken bir başka nokta da Kürt rönesansı temsilcilerinin dönemin Osmanlı aydın-asker-bürokrat çevreleriyle sıkı bağlar içinde olduğudur. Gerek İttihatçı, gerekse onlara muhalif kadrolarla hısımlıkların günümüze kadar gelen bir mirası vardır. (Mustafa Kemal, Cibranlı Halit ve İhsan Nuri'nin ortak paydaları nedir? Ayrı kaderlere yönelişlerinin temelinde yatan nedir?)
Cevap 8:
-Wilson İlkeleri, ABD'nin müdahil olmak zorunda kaldığı savaşın gerisindeki Avrupa güç dengesi ve dünyayı paylaşım sorunlarına kendince bir çözüm getirme çabasının ürünüdür. Hareket noktası da özgürlükler ve kendi kaderini tayin etmedir. Bu çerçevede sömürgelerdeki durumu nispeten insanileştirmenin yanı sıra üç imparatorluğun (Avusturya, Rusya ve Osmanlı) enkazlarından adil bir uluslararası düzen çıkarmayı öngörür. Özü itibariyle Avrupa devletlerinin Sykes-Picot hattındaki uzlaşmalarla Ortadoğu'yu paylaşma planlarını bozucu bir yanı vardır. Rusya'daki devrimin de bu planları bir ölçüde aksatmasına karşın, ABD'nin dış politika ağırlığı ve niyetleri, Sykes-Picot çizgisinin büyük ölçüde uygulamaya geçirilmesini önlemeye yetmemiştir. Kürtler açısından Wilson İlkeleri'nin işlevsiz hale gelmesinde büyük devletlerin bölgesel çıkar hesaplarının Kürt “koz“unu çok arka plana itmesi kadar, Kürt siyasal hareketinin hesaba katılmayı sağlayacak bir ağırlıkla bölgesel sahneye çıkamamasının da rolü olduğu söylenebilir.
Cevap 9:
-Bu olayı özetle “ham“ Kürt diplomasisinin çok gecikmiş bir adımı olarak görmekte ve uluslararası sahneye çıkışla ilgili olarak bundan bazı dersler çıkarmakta yarar var. Arkasında güçlü bir halk hareketi olmaksızın masa başı müzakerelerden sonuç alınamayacağı açıktır. Konferansın Kürt meselesinin çözümüne dönük bir zemini barındırdığı kanısında değilim. Zaten meselenin gündemde tuttuğu yere göre, Kürt varlığına pek de gerek görülmeksizin bazı kararlara varılmıştır. Kürtlerin konferanstan dışlanmasında devreye giren “ilişkiler ve vaatler“ konusunu bilmiyorum.
Cevap 10:
-Modern anlamda milliyetçi ilk Kürt örgütü konusundaki görüşümü daha önce belirttim. Kürdistan Teali Cemiyeti ise dönemin Kürt uyanışının yarım kalmışlığıyla malûldür. Kuruluş çerçevesini savaş sonrası konjonktüre oturtması daha baştan hareket tarzını sınırlayan bir etkendir. Kadrolarının sınıfsal kökeninin ve toplumsal bileşenlerinin aslında dönemin koşulla-rına uygun olduğu kanısındayım. (Üstelik Kürt hamalları gibi bir ayağı da vardır!) Ama dayandığı birikimi kucaklamaktan uzaktır ve kadro düzeyinde eksiklikler taşımaktadır. Tabandan kopukluk sorunu dönemin nesnel koşullarıyla bağlantılıdır. (Kürdistan Teali Cemiyeti ve Koçgiri hareketi arasındaki mesafeyi nasıl açıklamak gerekir?) Bu hareket içindeki kadrolar Kürdistan'ın doğal önderleriyle daha sıkı bağlar kursaydı bile sonuç herhalde çok farklı olmazdı. Ekrem Cemil'in “Muhtasar Hayatı“nda Diyarbekir'deki süreçle ilgili olarak anlattıkları öğreticidir.
Cevap 11:
-İngiliz sömürgeciliğinin/ emperyalizminin temel özelliklerinden biri doğasına uygun olarak atacağı adımlara “küresel“ perspektifle yaklaşması ve aynı zamanda yerel yapıları/dokuları dikkatle gözetmesi olmuştur. Söz konusu dönemde Ortadoğu'ya ilişkin genel İngiliz politikası Süveyş Kanalı'ndan Hindistan'a ve Uzakdoğu'ya uzanan “güney“ hattındaki önemli bir halkayı sağlamlaştırmak üzerine kuruludur. Savaştan çok önce İngilizlerin bölgeyi “mercek“ altına aldığı ve lojistik yığınak yaptığı bilinen bir gerçektir. Bildiğim kadarıyla bu süreçteki ilk değerlendirmelerde bazı Kürt bölgelerini içine alan ayrı bir manda idaresi ciddi bir tasarı olarak ele alınmıştır. Savaş sonrasındaki gelişmeler üzerine, İngiliz çıkarları açısından Irak'ı tek bir siyasal yapı altında tutma görüşünün ağır bastığı Lawrence'ın raporlarından da açıkça anlaşılmaktadır. (Esasen Osmanlı ve öncesinden gelen tarihsel mirasta böyle bir yapılanmanın hiç olmadığı unutulmamalıdır.) Değişen İngiliz tutumunda Kürtlerle ilgili olarak öne sürülen gerekçe bölgenin “kararlı“ ve “güvenilir“ bir yönetime elverişli olmadığı yönündedir. Bu doğrultuda daha önce Afganistan-Pakistan sınırında denenmiş “aşiretler konfederasyonu“na benzer bir yapının oluşturulması ve Kürt unsurunun Arap yönetimine karşı dengeleyici bir yedek güç olarak elde tutulması yoluna gidilmiştir.
İngiliz gerekçesi biraz açıldığında, karşımıza birkaç husus çıkar. Birincisi, Berzenci hareketi gereğinden fazla “bağımsız“ bulunmuştur. İkincisi, İngiliz perspektifine göre Türkiye, İran ve hatta Kafkasya da Ortadoğu içindedir. Bu geniş bölgede devletleşme yolunda bir Kürt “varlığı“ (özellikle Türkiye ve İran'la müstakbel ilişkiler açısından) İngiliz çıkarlarına aykırı bulunmuş ve hatta Kafkasya'daki gelişmeler göz önünde tutulduğunda Sovyet sızmasına açık bir gedik olarak “tehlikeli“ görülmüştür. (İngilizler “Kızıl Kürdistan“ girişimi üzerine düşünmüş olabilir mi acaba?) Üçüncüsü, Ortadoğu'da süren Fransız-İngiliz çekişmesi Arap dünya- sına hâkim olmayı daha öncelikli bir politika haline getirmiştir.
Şeyh Mahmud önderliğindeki ha- reket için “taassup“ yakıştırması elbette temelsizdir. Ama içeride sağlam bir birlik temeli yaratamamış olması, azamici bir hareket tarzı izlemesi ve dönemin siyasal gidişatını pek gözet- meyen (hatta çok ilerlemiş olmasa bile Ankara hükümetiyle bazı temaslara girmeye kadar varan) bir “hayalcilik“ yönü taşıması üzerinde düşünülmeye değer noktalardır. Öte yandan, Nazi esinli darbeci Arap subayların 1940′ların başlarındaki kalkışması sırasında İngiliz idarecilerin Kürtlere yönelişini de bir not olarak düşmek gerekir.
Cevap 12:
-Koçgiri'yi ayrı bir çerçevede değerlendirmek gerektiği kanısındayım. Bu hareketin en önemli yanı bence Ankara hükümetiyle kötü ve örtük bir uzlaşmaya karşı, somut ve gerçekçi taleplerden hareketle olası bir yeni siyasal düzende Kürt varlığının tanınmasını sağlama çizgisini temsil etmesidir. Ancak yerel düzeyde kalması başarıya ulaşma şansını ortadan kaldırdığı gibi, sonradan Ankara Meclisi'ni bile ayağa kaldıran bir “orantısız güç“ kullanımına hedef olmuştur. Resmî Türk tarihinde bu olayın “dâhili isyanlar“ faslına bile alınmayıp daha çok örtbas edilmesi ya da çarpıtılması dikkat çekicidir.
Cumhuriyet sonrası ayaklanmaları parçalı ve kesikli olsa bile tek bir süreç olarak değerlendirmek herhalde daha doğru olur. Bu sürecin esası yeni kurulan ulus-devletin (belki daha doğru bir ifadeyle devlet-ulusun) önündeki en büyük engeli bertaraf etme girişimi ve 1920′lerin başlarındaki gidişatı geç “kavrayan“ Kürt siyasal kadrolarının Kürt toplumundaki kendiliğinden ve doğal muhalefete dayanarak buna direnme çabasıdır. Daha önce değindiğim gibi, Kürtler bu sürece büyük ölçüde “beyin“siz girmenin yanı sıra, elde kalan öncü unsurların gerekli-yeterli siyasal donanımı yaratmalarına fırsat kalmadan “erken“ bir kapışmaya tutuşmak durumunda kalmışlardır. Kemalist devlet kadrosunun şaşmaz hedefi Kürt toplumunda siyasal bir duruşu sağlayabilecek kesimleri tasfiye etmek ve bir bütün olarak sindirmek olmuştur; bu apaçık askerî harekâtın propaganda silahları olan “feodalite“ ve “irtica“ yavelerini gerçeğin dolaylı bir ifadesi olarak böyle okumak gerekir.
Şeyh Sait isyanı muhtemelen dönemin sıkıntılı ekonomik koşullarıyla da bağlantılı olarak en geniş kitleselliğe ulaşmış harekettir. Bu yönünün de etkisiyle kendiliğindenci bir yapıya sürüklenmesi bir tür “düşük“ olarak sonuçlanmasını getirmiştir. Hareketin artçı uzantıları gibi süren yerel kalkışmalara bir siyasal irade etrafında çekidüzen verme girişimini ifade eden Ağrı isyanı daha bu amaca yönelemeden bir kuşatma içinde sıkışmıştır.
Düşmemiş bir kale gibi duran, ama aynı zamanda tecrit olan Dersim'e yönelik planlı harekâtın genel bir programı tamamlama dışında, savaşa doğru giden bir dünyada sorun çıkarabilecek bir iç mihrakı yok etme gibi bir yönü de vardır. Kürt isyanları süreci nin sadece bir dizi çatışma çerçevesine sıkıştırılamayacağı görüşündeyim; çünkü Türkiye genelinde uygulamaya geçirilen bir projeyle birlikte bölgede kurumsal bir düzenin adım adım oturtulması söz konusudur. Tek tük araştırmalarda ele alınmış asimilasyon, sürgün, iskân, umum müfettişlikler, mülkiyet ve vergi düzeni, özel kanunlar, halk-devlet ilişkileri, memuriyet ve askerlik, eğitim gibi konuların daha etraflı incelenmesi dönemin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.
Kürt hareketlerinin başarısızlığa uğraması, başka bir deyişle Kemalist projenin bölgede üstünlük kazanması elbette somut tarihsel koşulların, güç dengesinin ve bizzat Kürt toplumundaki zaafların ve yetersizliklerin sonucudur. Osmanlı enkazından daralmış sınırlarla bir Türk devletinin ortaya çıkışı sanıldığı gibi emperyalizme karşı büyük bir mücadelenin ürünü değil, tam tersine büyük devletlerin Ortadoğu'yu şekillendirme planıyla esasta uyuşan/uzlaşan bir yapılanmadır. İttihatçı çizgide olmakla birlikte bir alt kadronun yürüttüğü Kemalist hareketin “modernleşmeci“, görünüşte “seküler“ ve Batı'ya açık modeli sonuçta Osmanlı'nın bir ikamesi olarak kabul edilebilir bulunmuştur. Dünya ülkelerinin ekonomik bunalıma bağlı olarak içe kapandığı, otoriter-faşizan rejimlerin genelde yükseldiği ve uluslararası güç dengesinde statükoyu koruma kaygısının ağır bastığı 1925-1935 arasındaki koşulların böyle bir ulus-devlet inşası için son derece elverişli olduğu açıktır. Bu dönemde “kurulu“ düzen dışına çıkabilen herhangi bir sosyal ya da ulusal kalkışma var mıdır acaba? (İlişkisiz olsa bile İspanya iç savaşının akıbeti bir örnek olarak hemen aklıma geliyor.)
Savaş sonrasının iktisaden çökmüş Kürt toplumunun seferber edebileceği güçler, genç bir devlete kafa tutabilecek düzeyden uzaktı. Kararlı bir siyasal programın uygulayıcısı konumundaki düzenli bir orduyla cepheden bir kapışmanın peşin bir yenilgiye açık olduğu söylenebilir. En az bunlar kadar önemli bir etken de Kürt isyanlarının örgütlü siyasal öncülükten ve sağlam bir birlik temelinden yoksun olmasıdır. Böylesine geniş tabanlı bir hareketin, toplumu örgütlemiş bir “parti“ olmaksızın yürütülmesi mümkün müydü? Ayrıca Baytar Nuri'nin bir “orta sınıf“ dayanağının yokluğuna işaret eden saptaması üzerinde ciddi olarak durulmaya değerdir.
Bölgeyi yeniden düzenleyen devletlerin o dönemde devlet, statü, azınlıklar gibi meselelere hakları ve özgürlükleri gözeten bir yaklaşımla baktıklarını sanmıyorum. Cemiyeti Akvam'ın Musul sorunuyla ilgili raporları ve Kürtlerin de bir ölçüde vebalini taşıdıkları Ermeni, Süryani ve Nasturi kıyımları karşısındaki tutumlar yeterince açık göstergelerdir.
Cevap 13:
-Marksist akım içinde “ulusal“ sorun başından beri arıza yaratan bir durumdur. Marx ve Engels'in Doğu Avrupa'daki ulusal mücadelelere tamamen gericiliğin kalesi olarak gördükleri Rus Çarlığı'yla ilişki çerçevesinde baktıkları ve başta Hindistan olmak üzere sömürgelerde kapitalizmin rolünü çok farklı değerlendirdikleri bilinen gerçeklerdir. Ama bunun temelinde kaba bir ulus husumetinden ziyade, dünya devrimi perspektifi ve sınıf enternas-yonalizmi yatar. Asıl sorun kapitalizmin teoride öngörülen bir tarihsel gelişim izlememesi ve hayatın gerçeklerinin “önemsiz“ görülen ulus sorunlarının sosyalizmle tek hamlede çözü- leceği tezini doğrulamamasıdır. Bu açmazı aşmak için geliştirilen ve en katı ifadesini Lenin'de bulan emperyalizm tahlili de ulus konusu açısından sorunludur. Genel Marksist ilkeler olarak benimsenen “ulusların kendi kaderini tayin hakkı“nı tanıma ve ulusal kurtuluş mücadelelerini sosyalizmin yedek gücü olarak görme çizgisi esas olarak pragmatik bir reel politikaya dönüşmüştür. Konuyu daha iyi anlamak için ters bir uçtan bakılacak olursa, “sosyalizm“e bulaşmış gibi görünen Çin, Vietnam gibi ülkelerdeki devrimler özünde ulusal süreçlerdir ve zaten sonuçta da doğal tarihsel seyrin gerektirdiği noktalara varmış durumdadır. Mozambik'te sosyalizm öncülüğündeki ulusal kurtuluştan totaliter bir rejimin çıkmış olması öğretici bir örnektir. Öte yandan, Sovyet tecrübesinde somut olarak ortaya çıkan durum “sosyalizm“in geri ulusları bir sosyal sıçramaya yükseltmesi değil, paradoksal biçimde ulusal kültürlerin serpilip gelişmesi ve belki de bugünkü Kafkasya ve Orta Asya devletlerinin temellerinin atılmasıdır.
Kısaca açıklamaya çalıştığım böyle bir teorik paranteze, “sosyalist“ de olsa devletlerin herhangi bir dış soruna yaklaşımını ideolojik duruşlara bağlamanın sakıncalarına işaret etmek açısından gerek duydum. Söz konusu dönemde Sovyet yönetiminin Kürt sorununa bakışında sorunlu emperyalizm tahlili ve öncelikle yeni Sovyet devletini koruma kaygısı kadar, yerel yoldaş bilgi kaynaklarından gelen raporlar da etkili olmuştur. (Kim bilir, ulusal sorun komiserleri o dönemde Kürtleri belki kendi Kazakları gibi görmüşlerdir!) Bir karşılaştırma açısından, 19. yüzyılda bölgeyle çok yakından ilgilenen Rus Çarlığı'nın kendi çıkarları doğrultusunda Kürt toplumunu sıkı izlemeye almasını (ve bu sayede epeyce önemli bir literatürün oluşmasını) örnek verebilirim. Nitekim Sovyet yönetimi de İkinci. Dünya Savaşı'ndan, özellikle de 1960′tan sonra Ortadoğu dengeleri içinde Kürt sorununa bir masa açmış ve belirli politikalar uygulamıştır. Bunun Marksist ilkelerin keşfedilmesiyle ilgili olduğunu hiç sanmıyorum.
Cevap 14:
-Türk devletinin resmî ideolojisindeki Sevr paranoyasının bir ayna görüntüsü olarak, Kürt siyasal çevrelerinin bir Sevr-Lozan karşıtlığını çokça işlemelerini doğru bulmuyorum. Sevr, esas itibariyle galip büyük devletlerin bölgesel planlarının henüz billurlaşmadığı bir aşamada hazırlanmış ve “ölü“ doğmuş bir uzlaşma metninden ibarettir. (İtalya'ya bile bölge verilmişti ve arkada güzel imar çalışmaları bırakarak ayrıldıklarında yöre insanlarınca buruk biçimde uğurlandılar!) Daha 1920′de pratikte atılan (Suriye sınırının çizildiği Ankara Antlaşması gibi) adımların getirdiği çeşitli “düzetmeler“ ve genç Türk devletiyle pazarlıklar sonucunda bazı hükümleri atılmış olarak eski çerçeveye esasen yakın Lozan'a varıldı. ABD'nin Lozan'ı resmen onaylamadığı doğrudur, ama bu daha çok Senato'nun genel olarak Avrupa'daki savaş sonrası düzenlemelere tepki göstermesinin ve ABD dış politikasında yeniden dışa kapanmacı eğilimin ağır basmasının sonucudur.
Cevap 15:
-Hukuki ve siyasal bir içerik taşıyan “soykırım“ ibaresinin uluorta kullanılması doğru olmadığı gibi, “ırkçılık, asimilasyon, inkâr ve katliam“ gibi daha açık ve tarihsel gerçeklere denk düşen ibareleri zayıflatıcı niteliktedir; kaldı ki Kürt toplumu “kırılmamış“ halde durmaktadır. Kişisel olarak, reel devlet çıkarlarıyla ve hesaplarıyla lekelenmiş olsa bile, her türlü uluslararası kurumlaşmayı insanlığın geleceği açısından özü itibariyle olumlu saymaktayım. Buna örnek olarak da İngilizlerin serbest ticaret kaygısıyla bile olsa uluslararası düzeyde köleliğe açtığı savaşın sonuçta insanlığın hanesine olumlu bir adım olarak geçişini verebilirim. Hukukun, insan ve topluluk haklarının gidişatı genelleşme ve evrenselleşme yönündedir.
Gerçeklerin inatçı olma gibi kötü bir huyu vardır, eninde sonunda ortaya çıkarlar. Dünyada tek mağdur halk Kürtlermiş gibi bir psikolojiye girmek sağlıklı değildir. Sudan'da yakın dönemde yaşanan vahşet karşısındaki tınmazlık ve şu anda Sri Lanka'da yaşanmaya başlayan insani trajediye seyirci kalma tutumu apaçık ortadadır. Dünyanın her yanında hak aramanın önüne dikilen engelleri vicdanlara seslenen, dostlar kazanmaya dayanan, meşru ve sabırlı bir mücadeleyle aşmanın dışında henüz bir seçenek yok. Bu ülkede bile Muğlalı olayı böyle bir çaba sonucunda bir ceza davasına dönüşebilmiştir. Olay tekil bir örnek olabilir, ama böyle bir yolun açık olmadığı anlamına gelmez.
Cevap 16:
-Kürt toplumu tarihsel olarak çoğu zaman bölünmelere ve iç çatışmalara yatkın olmuştur; bunun sosyal düzenle ve sıkıştırılmış bir coğrafyada yaşamayla bağlantılı nesnel temelleri vardır. Böyle bir yapı aynı zamanda içeriden ve dışarıdan dayatılmış otorite aracılığıyla bölünmeleri bastırma yönünde güçlü eğilimleri besler. Bir toplumu bazı asgari temellerde kenetleyen dil, kültür, sosyal görenekler, değerler gibi gerçek birleştirici unsurlar ise tarihsel gelişme içinde kimi zaman işgal, savaş, ekonomik darboğaz, afet gibi sancılı tecrübeleri de kapsayan olaylarla ortaya çıkar. Kürtlerin uzun süre önceden başlayarak siyasal sınırlarla parçalanması böyle bir kader birliğine varma sürecini elbette büyük ölçüde aksatmıştır. Buna bağlı olarak Kürt toplumu belirttiğim birleştirici unsurların güdük ve arızalı biçimde şekillendiği birçok yerel yapılanmayı barındırmaktadır. Bir başka deyişle Kürtler kader birliğine varmada gecikmiş olan ya da kendi iradesi dışındaki kurumsal düzenlere tabi olarak bunu eksik halde yaşayan bir toplumdur. Güçlü geleneksel bağlar varmış gibi görünmesine karşın, Kürtlerin genelde birey olmadan bireyciliğe kolayca kayan ve otoriteye boyun eğmekle birlikte toplu davranmaya pek gelmeyen bir yanı olduğu söylenebilir. Bence ulusal ve sosyal kimlik açısından ciddi sorunlar yaratan bu çıkmazı aşmak her şeyden önce nesnel koşulların elverişli olup olmamasına bağlıdır. Sorunlu kentleşmenin ve yaygın göçlerin yaşandığı bir ortamda Türkiye Kürtlerinin nasıl etkiler altına girdiğini gerçekçi yaklaşımla araştırmakta yarar vardır. Kültür, eğitim, yönetişim ve demokratik değerler bakımından sağlanacak ilerlemeler “bireylerden oluşmuş gerçek bir toplum“a varmayı kolaylaştırabilir. Kürt toplumunun derin izler bırakmış tarihsel bölünmeden sonra bir siyasal birliğe varıp varmayacağının ucu açık bir soru olarak durması, toplumsal kader birliği dinamiklerinin ne ölçüde gelişebileceğinin belirsiz olmasıyla ilgilidir.
Cevap 17:
-Mahabad Kürt Cumhuriyeti'ni değerlendirmeyi günümüzde önemli kılan en önemli unsur, şimdi Irak'taki Kürt Federe yönetiminin ortaya çıkış koşullarıyla bazı benzerlikler taşıması ve bu açıdan dersler çıkarmaya uygun olmasıdır. Girişimin temelde nazik bir uluslararası ve bölgesel dengeye dayandığı açıktır; savaş koşulları İran'ı yola getirmek amacıyla bir ölçüde ortak bir İngiliz ve Sovyet müdahalesini getirmiştir. Bu müdahale İran toplumunda cendereden kurtulan çok değişik güçleri özgürleştirip harekete geçirirken, bir yandan da savaş sonrası düzenle ilgili olarak büyük devletler masa başı müzakereler yürütmüştür. Böyle bir ortamda Kürt siyasal çevrelerinin acemice adımlarla da olsa meclis, idare, ordu, eğitim, basın gibi unsurları kapsayan bir örgütlenmeye gidişindeki canlılık ve çalışkanlık takdire değerdir. Bir yılı bile bulmayan bu denemenin Kürtlere önemli bir ilham ve cesaret verdiği kanısındayım; bazen bir “hayal“in uyandırdığı heyecan bile derinde yatan “gerçek“ güçleri uyandırır. Büyüklerin masa başı mühendisliklerinin Mahabad'ın fermanını çıkarmasından sonra, kaçınılmaz sonu karşılama açısından İran hükümetiyle uzlaşma arayışının siyasal öngörülülük taşımadığı görüşündeyim. Cumhuriyete bir dinamo gibi güç veren Barzani kadrolarının geri çekilme hattı bana daha doğru geliyor. Çok çaresiz bir ortamda Barzani'nin bir çıkış yolu bulması herhalde Mahabad'ın sırf bir hayal kırıklığı olarak kalmamasında ve umudun geleceğe taşınmasında önemli rol oynamıştır. (Mehmet Uzun'un tasarladığı son romanlardan biri olan “Uzun Yürüyüş“ bir gün yazılır mı acaba?)
Cevap 18:
-Görünüşteki sükûnet döneminin isyanları tenkil döneminden pek aşağı kalmayan baskılarla ve acılarla dolu olduğunu unutmamak gerekir. Kürt toplumunun cendere içinde olduğu bu yıllarda “eşkıyalık“ (Kürtçe ifadesiyle “mahkûmluk“) ve “kaçakçılık“ olaylarının Kürt kültüründe neredeyse efsane motiflerine dönüşmesi herhalde bir tesadüf değildir. (Daha sonraları Kürt sorununun dolaylı bir dille sinemaya yansıdığı ilk film de garip biçimde “Hudutların Kanunu“ adını taşır.) Türkiye'nin önemli ölçüde dış konjonktürün etkisiyle “çok partili hayat“a geçişi, baskılara karşı biriken tepkiyi hemen açığa çıkarmıştır. Kürtlerin Demokrat Parti'ye teveccühü “feodal“ unsurların tekrar sahneye çıkışıyla değil, doğrudan bununla ilgilidir; siyasal muhalefetin oluşum aşamasında (geçici, sonuçsuz bir girişim olarak kalmış olsa bile) Kürt sorununun gündeme geldiği yolunda bilgiler vardır ve bazı önemli Kürt şahsiyetlerinin siyasal geçmişi bu sürece kadar iner. Aynı dönemde sessizliğin bozulmaya başlamasında cenderenin gevşemesinin bir rolü vardır; ama bence en önemli etken bilinçli bir tercihle bölgede sürdürülen “kapalı ekonomi“nin kırılma yoluna girmiş olmasıdır. Irak'taki darbenin sonrasına denk gelen ve gerçekten de ölü toprağının kalkmasında bir dönemeci ifade eden “49′lar olayı“ çıkışının aslında öğrencilerin yanı sıra konum ve meslek itibariyle (askerleri de kapsayacak kadar) düzenle bir ölçüde bütünleşmiş kesimlerden gelmesi eşyanın tabiatına son derece uygundur. O dönemde ve bir süre daha Kürt taleplerinin ardındaki temel dinamik, kabuğu çatlayan ve daha iyi bir gelecek arayan bir ekonomik ve sosyal yapının reform yönündeki arayışı olmuştur.
Cevap 19:
-Irak'taki darbe bölgesel düzeyde 1956 Süveyş bunalımıyla başlayan rejim sarsıntıları dalgasının bir halkası, ülke düzeyinde İngiliz manda yönetiminin armağan olarak bıraktığı en örgütlü kurumun fiilen devletin ağırlık sıkletine dönüşmesinin sonucudur. Ayrıca Ortadoğu'da açtığı gedikle SSCB'nin manevra alanını genişletmesini sağlamıştır. Irak'ın “tiranlar“ üretme geleneğinin tipik bir temsilcisi olan Kasım'ın dayandığı koalisyonu kendi eliyle çökertmesinden sonra, Barzani'nin halkın sinesine dönmesi bir isyan ilanının ötesinde Kürt toplumu çapında “devrim“ sayılabilecek bir gelişmenin başlangıcı sayılır. Çünkü askerî çatışmaların da yaşanmasına karşın, bu sürecin öne çıkan yanı, bir yandan halkın seferber edilmesi ve örgütlenmesi, diğer yandan parti içindeki kadroların halkla gerçek anlamda tanışmasıdır. Hareketin bağrında taşıdığı çelişkilerle zaman içinde bir sosyal temele oturması Irak Kürt siyasal tarihinin bir konusudur.
Komşu devletlerin Irak'taki gelişmeler karşısında bir teyakkuz durumuna geçmesi Barzani hareketinin bu ülkelerdeki Kürtler arasında yarattığı büyük etkinin dolaylı bir belirtisidir. İlk başlarda daha çok geleneksel milliyetçi damarı canlandırıcı düzeyde kalan bu etki, daha sonraları aydınları ve gençleri de içine alan bir boyuta ulaştı. Barzani'nin 1970′e kadar inişli-çıkışlı ilerleyen hareketin gerekleri açısından izlediği “dört devleti birleştirmeme“ taktiği doğrultusunda diğer ülkelerdeki Kürt siyasal gelişim çizgisini kontrollü ve güdümlü bir çerçe- vede tutması değerlendirilmeye ve tartışılmaya açıktır. Nitekim söz konusu eşikten sonra etkinin sürmesine karşın, özgül koşullara bağlı ayrı siyasal mecralar ortaya çıkmıştır.
Cevap 20:
-Osmanlı enkazı sonrasındaki Türkiye'nin geçmişi henüz bir yüzyılı bile doldurmuş değildir. Bu süre toplumların tarihi açısından oldukça kısa sayılır. Türkiye'nin kuruluş felsefesini ve esaslarını belirleyen Kemalist modernleşme modelinin yarattığı devlet yapısı ve sosyal sistem oldukça güçlü dayanaklarla oturmuş gibi görünmesine karşın, 1950′den itibaren gelişen yeni iç ve dış koşullara uyum sağlama esnekliğinden yoksun olduğu için tökezlemeye başlamıştır. Sonraki yıllar özetle bizzat cumhuriyetin önünü açtığı sosyal ve siyasal değişimlerin sistemi zorlaması karşısında statükoyu koruma ve pekiştirme çabasından kaynaklanan gelgitli bir “rejim bunalımı“ olarak nitelendirilebilir. Parlamenter düzen çerçevesinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan her siyasal tıkanıklığın neredeyse devresel darbeleri (bu arada açık ve örtülü bir sürü müdahaleyi) getirmesi vesayet rejiminin tipik özelliğidir. Hiç kuşkusuz Türkiye'ye ayar vermeye yönelik dış etkenlerin de devreye girdiği bu darbeler dizisinin ilk halkası 27 Mayıs, özünde statükoyu koruyucudur; anayasal ve kurumsal düzenlemelerle Kemalist modelin onarılabileceğini sanma gibi bir “naiflik“ taşıması geniş çevrelerde bir yanılsama oluşmasını kolaylaştırmıştır. Öte yandan, 1950 sonrasında Türkiye ekonomisindeki hızlı büyümenin alt sınıflara yönelik popülist tavizlere elverişli bir ortam yaratması ve dış politikada Sovyet kozunun Türk devletine yeni bir “denge oyunu“ fırsatını sağlaması, 1960′larda nispi bir serbestleşme yaşanmasını getiren asıl etkenlerdir. Bu ortam doğrudan darbenin bir sonucu değildir. (Bu arada solun söz konusu süreçte Kemalizm'le irsî bağlarının canlanarak güçlenmesi, İttihatçı geleneğin her türlü kılıkla sürebildiği Türk siyaset dokusunun doğal sonucudur; ama sol, demokrat ve liberal akımlar içinde bir dönüşü mün ilk tohumlarının da aynı süreçte ortaya çıkışını yabana atmamak gerekir. Bu ülkenin fikir hayatında müs- tesna yere sahip İdris Küçükömer gibi bir kişiliğin darbeci çizgiden Türkiye'nin ruhunu okumaya dönük bir yaklaşıma sıçrayışı aynı döneme denk gelir.)
Re: Nurettin ELHUSEYNİ-