Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 10 June 2010

Kamil HESAR/-(U. Alpaslan- Z. Adsız) Şüphe yok ki gelecek Özgür Kürdistan'ın başkenti Amed'de yapılacak olası bir halk mahkemesi; duruşma salonunun ilk sırasına Abdullah Öcalan, Kemal Burkay ve Ömer Çetin'i yerleştirecektir. Sorumluluk derecelerine göre diğer örgüt yöneticilerini de bu üçlünün arkalarındaki sıralara yerleştirecektir. Açıktır ki böylesi bir tarihi davada yargılanacak olanların sayısı hayli kalabalık olacaktır. Çünkü o dönem var olan tüm örgütlerin yönetici kadroları, üstlendikleri görev ve sorumlulukları gereği bu davada yargılanacaklardır. Yargılanacaklar arasında sadece üç ismi anmamızın nedeni ise; o dönem mevcut olan örgüt ve partiler arasında üç siyasi aktörün (parti sekreterleri) önplanda görülmelerinden ötürüdür. Bu yüzden diğer örgüt yöneticilerinin birinci derecedeki sorumluların isimlerini anmamıza gerek duyulmadı ve şimdilik buna ihtiyaç da yoktur.

Açıktır ki sözü edilen böylesi bir tarihi davanın iddianamesine neden olacak asıl gerekçe; ulusal demokratik devrim konusunda sorumluluk yüklenen örgüt ve parti yöneticilerinin ’görev ve sorumluluklarını kötüye kullanmaları ve vatana ihanet etme' iddiası yer alacaktır. İddia makamı, iddianameyi hazırlarken; 1970'li yılları, yani soğuk savaş yıllarını esas aldığı ve bundan hareketle bir durum analizi yaptığı görülmektedir. İddianamedeki durum tespiti kısaca aşağıdaki çerçeveyi kapsamaktadır.

Ülkemizin en büyük ve jeopolitik bakımdan en önemli parçası olan Kuzey Kürdistan ulusal demokratik devriminde örgütlenme ve kullanılacak mücadele biçimlerinin tespiti son derece önemlidir. Çünkü mücadele biçimlerinin çok çeşitli olması ve bunlardan hangisinin başa alınacağı; hangilerinin buna bağımlı kılınacağı tespitinin sağlıklı ve isabetli yapılması bir önkoşuldur. Ayrıca bunun, ülke devriminin karakterine ve gelişme yoluna sımsıkı bağlı olacağı da bir gerçekliktir. Bu yüzden ülkemizin siyasal ve tarihsel durumunu anahatlarıyla da olsa kısaca gözönünde bulundurmak gerekiyor.

Ülkemiz Kürdistan, sömürgeci bölge devletleri ve dönemin batılı emperyalist devletlerin onayı ve çıkarları doğrulrtusunda dörde bölünüp sömürgeleştirilmiştir ve bu yapısı-Güney Kürdistan hariç- halen devam ediyor. Kürdistan'ın bölünmesi ve sömürgeleştirilmesi süreci kolay olmadı. Bu süreçte ülkemizin değişik parçalarında ve değişik dönemlerde halkımızın içinde ihanet örneklerini barındırsa da defalarca başkaldırmasına ve destansı direnişlerine neden oldu. Ne yazık ki halkımızın sergilediği her ulusal direniş ve başkaldırı hareketi; emperyalistlerin de aktif destekleri ve yardımlarıyla sömürgeci bölge devletleri tarafından barbarlık derecesine de varan en kanlı yöntemlerle bastırılmıştır. Ülkemizin sömürgeleştirilme süreci tamamlandıktan sonraki dönemlerdeyse, özellikle ülkemizin kuzey parçasında kendi kimliğiyle yaşamanın koşulları ve güvencesi dahi kalmamıştır. Bunun en açık örneği ise, sadece bu parçada 20 milyonu aşan nüfusuyla halkımızın anadili olan Kürdçenin bile devletin yasaları tarafından yasaklanmasıdır.Bunun da yeryüzünde ırkçılığın da çok ötesinde en onur kırıcı bir uygulama olduğu, diğer bir deyişle bunun beyaz bir jenosit olduğu bir gerçekliktir. Yıllardır ülkemizde uygulanan ve halen devam eden asimilasyon, eritme, yoketme, jenosit, sürgün, inkar, şiddetli baskı ve sömürü politikalarını gözönünde bulundurmak gerekiyor.

Kısaca değindiğimiz noktalar, Kürdistan'ın kolay bir şekilde sömürgeleştirilemediğini ve dörde bölünerek ’'sınır''larının çizilemediğini gösteriyor. Yani sömürgeci bölge devletleri ülkemizde defalarca kan dökerek, soykırıma vardırılan katliamlar gerçekleştirip yüzbinlerce insanımızı katlederek ve yüzbinlercesini de sürgün ederek halkımızı kölelik zincirine vurdular. Tüm bunların zorla, şiddetle gerçekleştiği çok açıktır. Yani halkımızın bu tarihi dilimi kanla yazılmıştır. Diğer bir deyişle Kürdistan'daki sömürgeci politikalar; soykırıma varan katliam, zorla eritme, asimilasyon, sürgün ve sindirilerek boyun eğdirme temelleri üzerinde şekillenmiştir. Bu bakımdan ülkemizin kuzey parçasında örgütlenme ve mücadele yöntemlerini seçerken; hem ulusumuzun ve ülkemizin sömürge statüsü ile sömürgecilerin uyguladıkları savaşçı uygulamalarını bir bütünlük içinde ele almak ve aralarındaki diyalektik birliği yakalamak ve bu somut gerçeklikten hareket edilerek başa alınması gereken esas mücadele biçiminin tayininde ana halkayı bulmak gerekeceği bir gerçekliktir.

Hem Kürdistan'ın içinde bulunduğu somut siyasal ve tarihsel durumu, hem de sömürgecilerin çağdışı binbir türlü vahşi uygulamalarla Kürdistan'ı boyunduruğunda tutma çabaları ve politikaları; tespit edeceğimiz mücadele hattını aydınlatıyor. Diğer bir deyişle belirleyici olan öznel düşüncelerimiz veya niyetlerimiz değil; diyalektiğin temel yasası olan zıtların birliği yasasıdır. Zıtların birliği yasası da mevcut olan devrimci sürece denk düşen mücadele hattını açıklığa kavuşturuyor. Bu somut ve temel durum gözönünde bulundurulduğunda; direniş ve şiddete başvurma temelinde illegal örgütlenme ve mücadelenin esas olarak kendini dayattığı kuşku götürmüyor. Ayrıca bu, bağımsız bir vatan yaratma (otonomi veya federasyon gibi stratejik talepleri olan partiler için de aynı durum sözkonusudur); bir ulusu kurtuluşa götürme ve bir halkı özgürleştirme devrimini temel siyasi strateji olarak önüne koymak zorunda olan bir Kürdistani partinin ulusal demokratik devrim mücadelesinde ve devrimi başarıya götürüp iktidar yapma ve onu koruma mücadelesinde de baz alınması gereken temel bir zorunluluktur. Bu somut tarihsel ve siyasal gerçeklikten hareket edildiğinde; sömürgeciliği ülkemizden kovup atma mücadelesinde silahlı mücadelenin zorunluluğu tartışmalara yer vermeyecek açıklıkta kendini dayattığı, bunun da yakıcı bir ihtiyaçtan doğduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Üstelik bu yakıcı gerçeklik, ülkemizin sömürge yapısı devam ettiği sürece kendini sürekli olarak dayatan ve gündemden kolay düşmeyecek olan ve devrimin birçok aşamasında geçerli olan bir zorunluluktur. Dünyadaki ulusal kurtuluş devrimlerinin mücadele tarihlerinde şiddete başvurma temelinde silahlı mücadeleyi zorunlu ve gerekli kılan bu durum, o halkların mücadele tarihlerinde yazılıdır. Fazla uzaklara gidip başka halkların ve ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerini örnek göstermemize bile gerek yoktur. Çünkü bunun somut örnekleri, halkımızın mücadele tarihinde mevcuttur. Çarpıcı örnek olması açısından Güney Kürdistan'da otonomi için de olsa değişik aralıklarla 50 yılı aşkın süren silahlı mücadeleyi hatırlamak yeterlidir.

Savaşın kendisi veya silahlı mücadele, politikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesi demek olduğu biliniyor. Ve bu genel tanımın; halkların, ulusların, sınıfların ve devletlerin temel politikalarından kaynaklandığı da bilinen bir gerçekliktir. Buna rağmen savaş ve politikanın diyalektik birliği hem uluslararası düzeyde, hem Ortadoğu'da, hem de ülkemiz Kürdistan'da değişik boyutlarıyla ele alınıyor ve bunun sonucu olarak önemli ve güncel tartışmalara neden oluyor. Çünkü genel anlamda yeryüzünde yoksulluk ile zenginlik, bağımsızlık ve özgürlük ile sömürgecilik ve emperyalizm, emperyalizm ile yeni sömürgecilik, insanlıkla çılgınca silahlanma, yumuşama ile gerginlik arasındaki kutuplaşmaların, zıtlıkların yapısında geliştirdiği patlamalar ve felaketler; kaçınılmaz olarak köklü çözümler dayatıyor. Buna, somut verilerle birkaç örnek vermek gerekiyor. Örneğin; toplam dünya nüfusunun 1,5 milyarı mutlak bir yoksulluk içinde yaşıyor, her gün 34.000 çocuk hastalıktan ve yetersiz beslenmeden ölüyor, yaklaşık 1,3 milyarı sağlığa uygun içme ve kullanma suyundan yoksundur, 1 milyarı okuma- yazma bilmiyor ve bunlar arasında kadınlar üçte iki oranını teşkil ediyor. Sadece zengin Avrupa'da 13 milyonu aşkın insan işsizdir ve bu rakam gün geçtikçe yükseliyor. Birleşmiş Milletlere (BM) üye 184 ülkeden 114'ünde işkence ve ’kötü muamele' olayları yaşanıyor ve bunlar adeta günlük yaşamın birer parçası haline gelmiştir. Bunun yanında yılda sadece ABD'nin 259 milyar dolar olmak üzere toplam 850 milyar dolar askeri harcamalara gidiyor. Dünya nüfusunun %11'lik bölümünü oluşturan Batı Avrupa tek başına dünya ihracatının % 48'ini gerçekleştiriyor. Latin Amerika ve Afrika birlikte dünya ihracatının sadece % 6,5'unu temsil ediyor. Toplam dünya nüfusunun % 77'si dünya gelirinin Gayri Safi Milli Hasılat'ın (GSMH) % 15'ine sahiptir. 1981 verilerine göre dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Üçüncü Dünya Ülkelerinde askeri harcamaların toplamı 81,281 milyar dolardır. Çok acıdır ki aynı ülkelerde doğan her yeni çocuk beraberinde 260 dolarlık bir borç taşımaktadır. Diğer bir deyişle bu ülkelerde insanlar borçlu olarak dünyaya gözlerini açıyorlar. Bu ülkelerin 1992 verilerine göre dış borçları 1662 milyar doları aşmış bulunuyor. Bu ülkeler, ihracat gelirlerinin ortalama % 18,7'sini dış borç ödemelerine ayırmak zorundadırlar. Latin Amerika'da bu oran % 29,8'e yükseliyor. Türkiye'de ise bu oran Latin Amerika ortalamasının da çok üstüne çıkmış bulunuyor. Türkiye'nin 821 trilyon lira tutan 1994 bütçesinin 400 trilyon lirası Kürdistan'daki kirletilmiş özel sömürge savaşı harcamalarına gidiyor. Sömürgelerin ise çok daha kötü durumda olduklarını ve buraların adeta her türlü yıkıcı silahların kullanıldığı kimyasal laboratuar haline geldiğini vurgulamak gerekiyor. Bunun son yeni örnekleri ise, son yıllarda Güney Kürdistan'da onlarca kez kullanılan kimyasal silahlar sonucu onbinlerce insanımızın hunharca katledilmesi, bir bu kadarının yaralanıp sakatlanması ve yüzbinlercesinin de göçetmesiyle sonuçlanan olaylardır. Bunun da somut örneği Halepçe kaliamıdır. Bilimsel ve teknolojik devrimin, modern askeri harcamalar yerine insanlığın hizmetine sokulması, eoknominin militarizm yerine toplumların refahına kullanılması, ulusal ve sınıfsal sorunlara yol açan antagonist çelişkilerin köktenci çözümlenmesi; dünyada gerçek anlamda barışın korunması, halkların ve ulusların eşitliği ve kardeşliğin sağlanması her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Bu, aynı zamanda savaş ve politika sorunlarına da bir öz kazandırıyor. Özellikle Kürdistanlı sosyalistlerin ve genel olarak tüm ulusal yurtsever güçlerin, çağdaş politika sanatının doğru kavranmasını hem gerekli, hem de zorunlu kılıyor. Çünkü bizde de savaş ve politika sorunları tartışılırken, bazen ’barışın korunması' adı altında haklı olan ulusal ve sınıfsal mücadelelerin taşıdığı önemlilik görmezlikten geliniyor. Yani altı özellikle çizilmeli ki, barış adına veya barışın korunması adına, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadeleleri görmezlikten gelinemez.

Varşova Paktı ve Doğu Bloku'nun çöküşünden sonra zafer sarhoşluğuna bürünen ve başını ABD'nin çektiği Batılı Emperyal Ülkeler; şu anda sahip oldukları ekonomik, teknolojik ve silah üstünlüğü avantajlarını da kullanarak tek kutuplu bir dünyada ve rakipsiz bir şekilde dünyaya hakim olmak ve ’Yeni Dünya Düzeni' (YDD) çerçevesinde sömürgeleri, yeni sömürgeleri ve geri bıraktırılmış ülkeleri kendilerine daha da bağımlı hale getirerek yeniden şekil vermek istiyorlar. Başını eski Sovyetler Birliği'nin çektiği Doğu Bloku ülkeleri ve Varşova Paktı çökmeden önce, kapitalist-emperyalist sistemle aralarında caydırıcılık ve bir denge durumu sözkonusuydu. Aynı zamanda o dönemlerde bu ülkelerin kendi yapılarında mevcut derin çelişkiler ve sorunlar bir dereceye kadar gizlenebiliniyordu. Şimdi bu durum tamamen değişmiş bulunuyor. Bundan böyle bu ülkelerin dev boyutlara varan büyük ekonomik ve toplumsal sorunlarını, çelişkilerini gizlemenin de imkanı kalmamıştır.

Sömürge, yeni-sömürge ve geri bıraktırılmış toplumlarda boyveren önemli sorunların baş sorumluları; kapitalist-emperyalistler ve sömürgeci devletlerdir. Çünkü bunların sergiledikleri en vahşi ve iğrenç savaş suçları, buralarda hemen her gün kendini gösteriyor. Son 50-60 yılda meydana gelen silahlı çatışmaların hemen hemen tümü üçüncü dünya ülkelerinde meydana geldi.

Emperyalistlerin YDD'nin yeni düzenlenme planlarıyla bu halklara dayatılan savaşlar sürekli kılınmak isteniyor. Ancak başta Kürdistan devrimi olmak üzere başarıya ulaşan her ulusal ve sosyal devrim, dünya güçler dengesinde yeni ve ciddi değişimlere neden oluyor ve barışın güçlendirilmesine, haksız savaşların teşhirine ve giderek tecrit olmalarına ivme kazandırıyor. Tüm bu gelişmeler karşısında emperyal devletler de boş durmuyor. Geri bıraktırılmış bir çok ülkede yaşandığı gibi askeri-faşist darbelerin planlanmasında, işbaşına getirilmesinde, karşı-devrimci kontra hareketlerinin örgütlendirilmesinde, eğitilmesinde ve finanse edilmesinde aktif yer aldıkları bilinen somut gerçekliklerdir.

Özellikle Ortadoğu'da Kürdistan'ı aralarında bölüştürüp sömürgeleştiren sömürgeci bölge devletleri ile Kürd ulusu arasında gerçek anlamda barışın ve kardeşliğin sağlanması; Kürdlerin ulusal boyunduruktan kurtularak kendi bağımsız devletini kurmasıyla mümkündür. Hatta Kürdistan'ın uluslararası sömürge statüsü gözönünde bulundurulduğunda; rahatlıkla denilebilir ki Kürd ve Kürdistan sorunu adil bir biçimde çözüme kavuşturulmadan Ortadoğu'da ve uluslararası planda gerçek barıştan sözedilemez. Sorunun bu şekilde kangren bağlamasına neden olan Kürd halkı değil; Kürd halkını esaret altına alan sömürgeci bölge devletleriyle batılı emperyal devletlerdir. Emperyal devletlerin bölge devletlerine sağladığı diplomatik, ekonomik ve silah yardımı olmasa; her bir sömürgeci devlet tek başına boyunduruğu altında tuttuğu Kürdistan parçasını kolayca muhafaza edemez. Emperyalizm, aynı zamanda bölgemizin zayıf bir halkasını da oluşturuyor. ABD ve kimi müttefikleri bu zayıf halkanın elden gitmemesi için, ’kurtla beraber oturup kuzu yiyor, sahibiyle birlikte oturup ağlıyorlar'. Onların bir yandan Türkiye'ye; ’Kürd halkının varlığını tanıyın,. azınlık haklarını verin..' diye telkinlerde bulunmaları; öbür taraftan da Türkiye'ye her çeşit askeri- ekonomik yardım sağlamaları ve Kürdistan'ı NATO'nun bir üssü haline getirme çabaları, bunun açık göstergesidir.

Kısaca yukarıda özetlenen ülkemizin ve dünyanın mevcut tablosu; halkımızın geleceğini yakından ilgilendiren Kürdistan'daki örgütlenme ve mücadele sorunlarını yerli yerine oturtmamızı ve bir sonuca bağlamamızı gerekli ve zorunlu kılıyor. Ayrıca yukarıda dile getirdiğimiz silahlı mücadelenin gerekliliği ve zorunluluğu; bağımsız bir devlet kurmayı hedefleyen bir partinin, yarınların devlet ordusunun temellerini de şimdiden atmış olacaktır. Özellikle Kürdlerin eski tarihlerde kurdukları site devletlerinde kalıcı ve profesyonel bir orduyu oluşturmadıkları görülmektedir. Bir bakıma dış saldırılara karşı korunamamaları; düzenli ordularının da olmamasından kaynaklandığı unutulmamalıdır.Bu yüzden sözünü ettiğimiz parti siyasl,ekonomik, demokratik, toplumsal konularda olduğu gibi askeri konuda da şimdiden önemli kurumlar oluşturabilmelidir. Bu konudaki en yakın örnekler, Kürdistan Demokratik Cumhuriyeti (Mahabad) ile Güney Kürdistan'daki peşmerge güçlerinin durumu, oldukça öğretici derslerle doludur. Kısaca şu kadarını belirlemeliyiz ki doğru ve sağlıklı bir stratejiyi savunmak; hatta bunun için yıllarca-onyıllarca mücadele etmek ve yüzbinlerce-milyonlarca şehid vermek de başarı için yeterli değidir. İstenilen amaca varılınca, asıl belirleyici olacak olan devlet kurumlarının temllerinin şimdiden atılması ve devlet kurulduktan sonra sözkonusu kurumların oturtulması belirleyici bir rol oynayacaktır.
Ayrıca sözünü ettiğimiz parti, sadece ülkemizin bağımsızlığını sağlamasını ve halkımızın iktidar olmasını hedefleyen bir araç değil; aynı zamanda adına politika yaptığı sınıf ve katmanların da öncü bir müfrezesi olmak zorundadır. Teorik olarak savunulan bu düşüncelerin yaşam bulabilmesi ve gerçek önderliğin sağlanabilmesi için, öncelikle partinin öncü kadroları, yani kurmay heyeti, teorik ve Pratik olarak bu niteliklere sahip olmalıdır. Bu niteliklere sahip bir parti genel kurmayı, yukarıdan aşağılara doğru tüm parti örgütleri, hatta parti hücreleri ile tek tek üyelere kadar militan bir yapıyı oturtmak ve partinin mücadele hattında çelikleşmesini gerçekleştirmek mümkün olacaktır.

Devam edecek

Kamil HESAR (U. Alpaslan- Z. Adsız)

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.