2009 yerel seçimlerinden sonra, PKK’ya yönelik bir operasyon başlatıldı. Bu operasyonlar sadece Diyarbakır’la sınırlı kalmadı, Kürdistan’ın birçok il ve ilçelerini kapsamına aldı.
Bu operasyon, KCK Operasyonu olarak nitelendirildi. KCK’ye yönelik dört ayrı operasyon sonucunda aralarında BDP’li belediye başkanlarının da olduğu 103 kişi tutuklandı. Tutukluların dışında, 48 tutuksuz kişi hakkında sorgulamalara devam edildi.
Uzun, 1,5 yıllık bir tutukluluk sürecinden sonra, bir kısmı tutuksuz ve bir kısmı da firari olan 151 kişi hakkında Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 18 Ekim 2010 Tarihinde yargılama başladı.
Yargılama atmosferi…
KCK Davası, tutuklamalarının başladığı günden itibaren kamuoyunun gündeminde düşmediler. Yargılanmanın başlamasından kısa bir süre önce de, KCK Davasına ilişkin tartışmalar ve konuya ilişkin kamuoyu ilgisi yoğunlaştı. Yargılamanın başlamasından birkaç gün önce, yargılama ile ilgili “Diyarbakır çıkarması” gerçekleşmeye başladı. Birçok yerli ve yabancı heyetler, birçok gazeteci, siyasi parti ve sivil toplum örgütleri temsilcileri, aydınlar ve yazarlar duruşmayı dinlemek ve izlemek için geldiler, resmi yetkililere başvurdular.
Salonun darlığından dolayı, yerli ve yabancı konukların, siyasi parti ve sivil toplum örgütleri temsilcilerinin aydın ve yazarların tümünün duruşmayı izleme olanağı olmadığı açıklandı. Gazetecilerden sadece 10 tanesi duruşmayı izleme olanağı buldu.
Duruşmaya, Diyarbakır ve Türkiye’nin değişik barolarından 300’e yakın avukat davayı savunmak için katıldılar.
Tutuklu ailelerinin duruşma salonuna girmeleri bütünüyle olanaklı olmadı.
BDP, halkı mahkeme önünde nöbet tutmaya çağırdı. Bu davanın, AK Parti Hükümetinin Kürt sorununa yaklaşımı açısından bir mihenk taşı olacağı, açıklamasını yaptı.
KCK Davasını izlemeye gelen basın mensupları, aydınlar ve yazarlar, davanın nedenlerine ve muhtemel sonuçlarına, mahkemenin tutumuna, Diyarbakır’ın atmosferine, “Kürt sorunu”, Kürtçe savunma talebinden yola çıkarak Kürtlerin ulusal haklarına ilişkin görüşlerini kamuoyu ile paylaştılar. Bunları okuma ve izleme olanağımız oldu.
Genel olarak gergin bir psikolojik ortamla, yargılama gününe girildi. Buna rağmen, duruşma boyunca, küçük bazı itiş-kakışların dışında herhangi olumsuz bir gelişme olmadı.
Kürtçe savunma…
Duruşmanın başlamasından birkaç öncesinden, KCK Tutuklularının Kürtçe savunma yapacakları, basın organları vasıtasıyla kamuoyuna ulaştırıldı. Kürtçe savunma tutumu, bütün Kürtleri sevindirdi ve Kürt kamuoyunun büyük desteğine peşinen yol açtı.
Kürtçe savunma, ulusal tutum ve Kürt ulusal çıkarlarını savunma anlamında olumlu bir olgu olduğu gibi, psikolojik üstünlüğü sağlamada da önemli bir hamle oldu.
Bu nedenle, KCK duruşması başlamadan önce, Kürtçe savunmaya ilişkin tartışmalar başladı. Bu konuya ilişkin tartışmalarda, Kürt milletinin haklarına bakış açıları da kendisini dışa vurmaya başladı. Bu tartışmalar, mahkemenin kararının ne doğrultuda olacağını, büyük ölçüde de olumsuz olacağını ortaya koyuyordu.
Duruşmanın başlamasından sonra, mahkemenin yoklama, kimlik ve ikametgâh tespiti aşamasında Kürtçe verilen yanıtlarla, Kürtçe savunma konusunda bir ortak kararın ortaya çıktığı netleşiyordu.
Kimlik tespitinden sonra tutuklular adına söz alan eski DEP Milletvekili Hatip Dicle Kürtçe savunma yapacaklarını mahkemeden talep etti.
Basın organlarının açıklamalarına göre Hatip Dicle bu talebini şöyle gerekçelendirdi:“Ana dilde savunma doğal bir hukuk. Adil yargılama ve savunma hakkının bir parçası Lozan Antlaşması’nın 37, 42 ve 39’uncu maddelerinde dil hakkı belirlenmiştir. 86 yıldır bu maddeler çok çiğnendi. Bir araştırma yaptım. Bizler bu salonda bulunan 103 tutuklu sanıktan 47’si 10 yıl ve üzeri, 7’si ise 20 yıl ve üzeri cezaevinde kalmışlar. Biz siyasi hareket olarak Türkçeyi resmi dil olarak benimsedik. Ancak bizim ana dilimiz Kürtçe yasaklandı. Biz bugün burada savunmada kendi dilimizi özgürce kullanmak istiyoruz…” (Helin Alp, Taraf Gazetesi, 19. 10. 2010 Tarihli Yazısı)
Davanın avukatları da söz alarak, KCK tutuklularının savunmalarını Kürtçe yapmasını ve tercüman tayin edilmesini talep ettiler. Mahkeme heyeti, bu talebi görüşmeyi ve karara bağlamayı bir gün sonraya bıraktı.
KCK tutuklularının ve avukatlarının bu talebi oldukça olumlu, gerekli, zorunlu bir talepti. Daha önce de bazı PKK tutukluları kendi duruşmalarında Kürtçe savunma yaptılar. Bu tutum ve yaklaşım, PKK ve taraftarları açısından yeni bir noktaya işaret ediyor.
Bilindiği gibi, 2005 yılından bu yana, mahkemelerde siyasi tutukluların, aydınların, Kürt yurtseverlerinin Kürtçe savunma ve görüşlerini dile getirme konusunda ısrarlı bir tutuma sahibim. Bu tutumun kitlesel bir hal alması, Kürt ulusal hareketi açısından önemli, hayati, ciddi bir düzeye işaret etmektedir.
Kürt siyasilerinin ve aydınlarının yanında, Kürdistan’daki mahkemelerde avukatlarımızın normal hukuki ve cezai davalarda da müvekkilleri için tercüman talebi, daha olanaklı, daha rasyonel, daha gerçekçi bir tutum olacaktır. Bu konuda da, Diyarbakır Barosu kongrelerinde, görüşlerimi dile getirdiğim gibi, bu konuyu çok yazımda da dile getirdim.
Mahkemelerde Kürtçe savunma konusundaki ısrar, birçok sorunun açığa çıkmasında, Türk Devlet sisteminin sömürgeci, otoriter ve faşizan yapısının deşifre olmasında anahtar bir rol oynayacaktır. Kürtlerin somut ulusal talepleri karşısında, Türk Devlet sistemi büyük sıkıntıya düşecek, uluslararası planda da manevra alanı daralacaktır.
Bundan böyle, Kürt siyasilerinin, aydınlarının, tutuklu olsunlar ve olmasınlar; halkımızın kitlesel olarak mahkemelerde Kürtçe savunma yapma konusunda ısrarlı olmaları gerekir.
Siyasi olsun ve olmasın, Türk Mahkemelerinde Kürtçe savunma yapma talebi, her Kürdün doğal bir hakkı olduğu gibi, Türk Devleti’nin ulusal haklarımızı gasp etmesine karşı bir mücadele ve protesto, ulusal haklarımızı kapsamlı bir şekilde elde etme konusunda da bir mücadele biçimi ve bir mevzilenme sorunudur.
*****
Hatip Dicle’nin açıklamalarından, Türk Dilinin resmi dil olmasına vurgu yapılması, içerik olarak Kürt dilinin resmi dil olamayacağı, ya da resmi dil olması konusunda bir taleplerinin olamayacağı gibi bir çıkarsamaya yol açmaktadır. Bunun yanlış ifadelendirmeden ileri geldiğini düşünmüyorum. Hatip Dicle’nin bağlı olduğu siyasi anlayış ve örgüt platformu, Kürtçenin resmi dil olması konusunda bir talep sahibi değildir.
Bu yaklaşım, Kürt ulusal haklarının tanımlanması ve elde edilmesi bakımından kökten yanlış yaklaşımlardan biridir. Kürtlerin bu yaklaşımı, kendi bağımsızlıkları, kendi egemenlikleri, kendi iktidarları açısından benimsemeleri olanaklı değildir.
*****
Mahkemenin aynı gün, Kürtçe savunma konusunda karar vermemesi, bu konuyu bir yerlerle konuşma isteğinden ileri geldiği açıkça ortaya çıkıyor. Bu tutum da, mahkemenin işin başından bağımsız ve tarafsız yargılama yapmayacağını ortaya koyuyor. Ne yazık ki, Mahkemeden beklenen oldu, mahkeme, 19. 10. 2010 günü de Kürtçe Savunma talebini red etti.
Mahkemenin bu kararından sonra, KCK tutuklularının ve avukatlarının elinde önemli bir silah vardı. O da İddianamenin Kürtçe tercüme edilmesini talep etmek, tersi durumda mahkemeyi protesto etmek ve mahkeme salonunu boşaltma yoluna gitmekti. Bu yapılmadı.
Bu nedenle, savunma aşamasında tutukluların ne yapacağı önem kazanmaktadır. Bu durumda, üçlü bir alternatif tutum var. Birinci alternatif tutum: KCK Tutuklularının her şeye rağmen Kürtçe savunma yapmaya devam etmesi ve mahkemenin onların sözünü kesmesi. Bunu bütün yargılananların yapması gerekir. İkinci alternatif tutum: Mahkemenin kararına uyma ve Türkçe savunma yapma. Bu en kötü alternatiftir, tam da yenilgi anlamına gelir. Üçüncü tutum: Susma hakkını kullanmaktır. Bu birinci alternatif tutuma göre daha olumlu bir tutum olmamasına rağmen, Türkçe savunma yapmaktan olumludur. En azından susmak, zımnen Kürtçe konuşmak, mahkemeyi ve mahkeme kararını protesto etmek, farklı bir topluluğa ait olunduğunu kamuoyuna ve dünyaya anlatmak anlamına gelir.
Mahkemenin kararı, Kürt ulusunun varlık koşullarına, doğal haklarına, kendi anadilinden konuşma ve kendini ifade etme özgürlüğüne karşı olduğu gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, diğer ilgili uluslar arası anlaşmalara, demokrasiye, Avrupa Birliği müktesebatına, Kopenhag Kriterlerine de aykırıdır.
Bütün bunların yanında, kendi “Kürt sorununu” çözmek isteğinde olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sorunu çözmek istemediğiyle ilgili niyetini ortaya koyması bakımından oldukça önemli ve tehlikeli bir durumdur.
KURD-KOM, HAK-PAR, TEVKURD ve benim şahsi davalarımda Kürtçe savunma…
Mahkeme kararı ayrıca yakın zaman yargılama pratikleriyle de büyük bir çelişki oluşturmaktadır.
2005 yılında Diyarbakır Kürt Derneği (KURD-KOM) hakkında Diyarbakır Mahkemesinde dava açıldığı zaman, derneği Kürtçe savunacağımız ve duruşmanın Kürtçe sürdürülmesini talep ettik. Diyarbakır mahkemesi Kürtçe savunma konusunda karar aldı.
Bunun yanında, benim hakkımda tek başına ya da birçok arkadaşla açılan en azından ona yakın davada Kürtçe savunma talebim/taleplerimiz kabul edildi.
Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinde, ben, Zeynel Abidin Özalp, Sedat Ogur hakkında açılan dava da Kürtçe savunma konusunda karar alındı.
Mardin Asliye Ceza Mahkemesi, HAK-PAR Kongresinde yaptığım konuşmadan dolayı hakkımda açtığı dava ile ilgili olarak da Kürtçe savunma kararı aldı. Yargıtay’a da Kürtçe savunmamı ve itirazlarımı yazılı olarak ilettim.
Ankara Asliye Ceza Mahkemesi, HAK-PAR 1. Kongresi’nde Kürtçe davetiye ve kongrede Kürtçe konuşmuş olmamızdan dolayı hakkımızda açtığı dava da Kürtçe savunma kararı aldı. Üstelik ilk soruşturma aşamasında da ben ve Reşit Deli dışındaki arkadaşlarımız da Kürtçe ifade vermemişlerdi. Bu bağlamda da, KCK Davasına bakan Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nin Kürtçe Savunma talebinin reddini, ilk soruşturmada Kürtçe tercüman istememeye bağlaması da doğru değildir.
Diyarbakır’da, ben ve Sebahattin Korkmaz hakkında TEVKURD’e ilişkin ayrı-ayrı açılan davalarda da Kürtçe savunma talebimiz mahkeme tarafından karar altına alındı.
Urfa Asliye Ceza Mahkemesi, Kürt Çalışma Grubu/TEVKURD hakkında açtığı toplu davada da Kürtçe savunma talebimizi karar altına aldı.
Bu örnekleri çoğaltmak olanaklı.
KCK Davası’na katılan avukatların birçoğu da bu gelişmelerden ve kararlardan haberdarlar, bir kısmı da gelişmelere ve kararlara taraf avukatlardır.
Bu avukatların, bu örneklere ve tecrübelere, bir hukukçu ve Diyarbakır Barosu üyesi olarak benim bilgilerime başvurmaması da dikkat çekici bir konu!
([email protected])
Amed, 21. 10. 2010