Genel Seçimler, özellikle de “BDP’nin seçim siyaseti ve adayları” ve “Şerafettin Elçi” hakkında yazdığım yazılardan sonra, okuyucuların birçoğu bana yazarak, “Şerafettin Elçi’yi tanımıyor muydunuz? Bu konuda sizler sorumlusunuz” dediler. Özeleştiri talep ettiler. Bunun için de, bir eleştiri ve özeleştiri yazısını kaleme aldım. Ama yeni gelişmeler karşısında bu yazıyı daha sonraya erteledim.
*****
Türkiye’de bu genel seçimin, geçmiş seçimlerden farklı renklerden olduğu ve yeni aktörlerle devam ettiği konusunda bir görüş birliği var. Birkaç yıl önce ve hatta bir yıl önce, Süleyman Demirel’in CHP ile ittifak edeceği söylenmiş olsaydı, buna kimse inanmazdı. Bilindiği gibi, Süleyman Demirel, Menderes geleneğinin devam ettiricisidir. Bu nedenle de, 27 Mayıs Darbesinden sonra Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesinden CHP’yi sorumlu tutuğundan, CHP’ye düşman konumundaydı.
Ama bir araya gelmez diye düşündüklerimizin, dar şahsi ve takım çıkarlarının oluşması halinde, birlik yapmaları kaçınılmaz oluyor. Kimsenin de bunun önünde durmasına da olanak yoktur. Olaylar ve çıkarlar akıp, mecrasını buluyor.
Yine geçmiş genel seçimlerden farklı olarak, kaset skandalıyla Deniz Baykal’ın CHP’nin genel başkanlığını bırakmasından sonra, CHP’nin yeni bir genel başkanla seçime katılması başlı başına aktör değişimi.
Kemal Kılıçdaroğlu gibi kendi ulusal kimliğini (Kürtlüğünü) inkâr eden bir genel başkanla CHP’nin genel seçimlere katılması, seçimlere yeni bir çeşni kattığı da tartışmasız!
MHP gibi muhafazakâr ve Türkçü değerlerde ırkçı katılıkta savunu sahibi olan bir partinin, kasetlerle terbiye edilmek istenmesi, seçime başka bit boyut kazandırmış durumda.
Bu olup-bitenlerden sonra da, “bu genel seçimler daha çok bilinmezlere gebe konumundadır” demek yanlış olmaz. O bakımdan her zaman her şey olacakmış gibi gelişmeleri izlemek ve ona göre psikolojik bir hazırlık içinde olmak gerekir!
Bütün bu gelişmelere, liderlerin sokak kabadayısı ağzıyla seçim propagandası yapmaları; halka, projeler, gelecekteki tasarımlar üzerine konuşma ve seviyeli hareket etme yerine küfürleri hediye etmeleri, genel seçimlere ahlâksal bir boyut da kazandırmış durumda.
Bu nedenle, Parti liderlerinin konuşmaları televizyonlardan yayınlanırken, 15 yaş altındakilere dinleme yasağının konulması gerektiğini düşünüyorum.
*****
“Kürt cephesinde” de seçimlerin daha az renkli olduğu söylenemez. Aslında Türk tarafından da olup-bitenlerle mukayese edildiği zaman, Kürt tarafından olup-bitenler, daha çok değerleri alt-üst edici, “dengeleri ve sinirleri bozucu”, çıkar çekişmelerini daha çok sivriltici nitelikte. Tabi ki Kürt tarafından da olup-bitenler toplum ve doğa yasalarına aykırı değil; doğa ve toplum yasalarına uygun bir mecrada yürüyor.
“Kürt cephesinde” olup-bitenlere özgün olarak bakmadan önce bir tarihsel gözlem ve tespit yapmak gerekiyor.
1967’lerden bu yana genel seçimlerle ilgili Kürtleri yakından izleme ve gözleme olanağım oldu. Üniversiteye kayıt yaptığım dönem, halk çocukları değil, Kürt egemen ve elit sınıfının çocukları üniversiteyi okuyorlardı. Üniversitede okuyan Kürt egemen çocukları, üniversiteye adım attıkları günden itibaren milletvekili olacakları ve Türk meclisinde boy göstereceklerinin hayaliyle yaşıyorlardı. Bu hayal onlarda bir kültürel ve yapısal davranış oluşturmaya başladığını daha sonraki yıllarda daha rahat tespit ettim.
Bu davranışın ve milletvekili sevdalılığının, Kürt ulusal hareketinin gelişmesi ve örgütlenmesi ile devre dışı kalacağını düşünürken, bu davranış ve milletvekili refleksinin bir hastalığa dönüştüğü görüldü. Bu nedenle, Kürt ulusal hareketinin en önünde görülenlerin genel seçimler gündeme geldiği zaman nasıl takla attıkları: sağdan gelenlerin Adalet Partisi, ANAP, Refah, AK Partisi’nde, soldan gelenlerin CHP, Yeni Türkiye Partisi, TİP’te milletvekili olmak için bütün değer yargılarını ayaklar altına aldığı görülmeye başlandı.
Bu konuda en şerbetlilerden biri, Şerafettin Elçi’dir. Şerafettin Elçi Adalet Partisi’nde milletvekili oldu. Daha sonra neler karşılığında CHP’de bakan olduğu hâlâ tartışmalı. Daha sonra, üstelik bir Kürt Partisi (Demokratik Kitle Partisi) hazırlıkları içindeyken CHP’den Şırnak milletvekili adayı oldu. Refah/Saadet Partisi’nde de milletvekili olmak için kapılarda bekledi. Aynı şekilde AK Parti’den de beklentisi oldu. Eğer o beklenti gerçekleşmiş olsaydı, şimdi de BDP’den milletvekili aday olmazdı.
Şimdilerde de Kürtlerin bu tutum ve davranışından bir değişiklik yok. Bu nedenle, “genel seçimler geldiği zaman, Kürtlüğe dair çalışma içinde olanların birçoğu için genel seçimler platformunun turnusol kâğıdı vazifesini göreceğini” söyleyip dururuz. Gelişmeler de sağduyu insanlarını yalana çıkarmaz ve hep doğrular.
Son yıllarda da, genel seçimlerde Kürtlerin bilinen çoğu siyasetçisi, PKK ve uzantısı partilerin kapılarında kuyruğa girmeye başladılar. Bu verili gelişme de, Kürtlerin ileri gelenlerindeki milletvekili hastalığını konusunda tarihsel gözlem ve tespitimizi doğrular nitelikte oldu.
Milletvekili olmak isteyenlerin çoğunluğu da, halkın çıkarlarını, Kürt ulusal hareketinin gelişmesini, Kürtlerin ulusal haklarına kavuşmasını gözeterek buna kalkışmazlar. Kendileri için milletvekili olmak isterler. Ama kamuoyuna da Kürt halkının genel çıkarları için bu işe soyunduklarını anlatmaya çalışırlar.
2011 genel seçimlerinde “Kürt cephesinde” olan-bitenler ilk plânda şaşırtıcı görünse bile, soğukkanlı bir şekilde tarihi süreç ve verili durum içinde soruna yaklaşıldığı zaman, gelişmenin hiç de garip olmadığı, doğal ve olması gereken olduğu anlaşılır.
Kürtler için belki bu genel seçimlerde şaşırtıcı olan: PKK’yi bir devlet projesi, Öcalan’ı devlet ajanı olarak gören HAK-PAR’ın (HAK-PAR’daki DDKD’liler ve Özgürlük Yolcularının bir kesimi demek daha doğru) ve KADEP’in (ki KADEP yerine Elçi demek daha doğru. Çünkü KADEP diye bir parti yok) bu seçimde BDP kanalıyla PKK ile birleşmeleri ve kapaklanmaları oldu.
*****
Ama bunun şaşırtıcı olmaması gerektiğini, yıllardır yazıyorum. Kürt yurtsever saflarında, “PKK ve dışındakiler” diye bir tez vardı. Bu tezle, “PKK dışındakilerin PKK’den nitelik olarak çok farklı olduğu” anlatılmak isteniyordu. Ben hep bu teze itiraz ettim.
Bana göre, ana ilkeler ve rasyoneller açısından, Kürdistan’ın Kuzeyinde “PKK ve dışındakiler” diye örgütsel bir gerçeklik ve saflaşma uzun bir zamandır yoktur. Ama “PKK dışında bireyler” var diyordum/diyorum. Çoğu insan da, “bu kadarı da olmaz”, “bu kadarı da insafsızlık” diyordu.
Benim kastettiği, PKK dışındaki grupların ahlakî olarak PKK’ye benzediği değildi. Gerçekten de, PKK dışındaki siyasi grupları ve kendisine örgüt diye örgütleri, PKK gibi Kürtleri katleden, binlerce yurtseveri öldüren, devlet projesinin ürünü olarak görmek kadar bir vicdansızlık olamazdı. Ama demek istediğim, onların da, PKK gibi soğuk savaş döneminin değer yargılarıyla oluştukları, o dönemin prensiplerini hareket çizgilerinin oluşmasında veri aldıklarıydı.
Ayrıca, PKK dışındakilerin toplumda bir karşılıklarının olmadığı ve bu anlamıyla PKK’nın eski otoriter, Stalinist değerleri her yönüyle temsil ettiğiydi.
Son genel seçimlerde olup-bitenler; HAK-PAR ve Elçi’nin doğrudan, Kürt Devrimci Demokratlar Hareketi’nin dolaylı PKK ile BDP kanalıyla birleşmiş olmaları, daha doğrusu eklemlenmiş olmaları, bu görüşümü doğruladı. “Aynıların aynı yerde olacakları/toplanacakları” doğal yasasına da uygun bir mecra yarattığını ortaya koydu.
*****
HAK-PAR, Elçi, Kürt Devrimci Demokratlar Hareketi, PKK ile eklemlenerek onu aklamış oldular. Böylece de kendilerinin yıllardır anlamsız oluşumlar olduklarını, anlamsız yaşadıklarını ortaya koydular. Bunu yaparken de, PKK ve Öcalan’a karşı olan özür ve özeleştiri borçlarını unutmuş oluyorlar. Bunun doğru olmayacağı açık.
HAK-PAR, Elçi, Kürt Devrimci Demokratlar hareketi, hızla PKK ve Öcalan’dan özür dilerlerse, kendi davranışlarını etik bir temele oturtmak olanağı bulabilirler. Yoksa hiçbir şekilde ciddiye alınmaları olanaklı olmaz.
……
HAK-PAR ve Elçi’nin, PKK ‘ye destek vermesi ilkeli bir ittifak, güç birliği falan değildir. Amaçları farklı olanların ve farklı mücadele biçimlerine sahip olanların ittifak ve güç birliği yapamayacağı ortada ilken, bir birleşme ve eklenmeden bahsediliyor demektir. O zaman sakat bir durum söz konusudur. Bu bağlamda, BDP’nin, parti olmayan iki taraf ile yaptığı “ilkeli anlaşma” da, “söz olsun beri gelsin”, durumu kurtarma” babından bir manevradır.
1993 yılında PKK‘nın ateş-kes ilân etmesinden sonra, TKSP’nin alelacele PKK ile gerçekleşmeyecek bir sözleşme metnine imza atması, daha sonra da illegal Kürt parti ve örgütlerinin PKK ile cephe çalışmalarını başlatmasının doğru olmadığını ileri sürenlerden biri de bendim. PKK ile amaç birliği yoktu. Amaç birliği olsa bile, mücadele biçiminde karşıtlık olduğu için (PKK silahlı mücadele, diğerleri silahlı mücadele dışında oldukları için), mevcut güçlerin, PKK’yi hiçbir şekilde denetleme olanaklarının olmadığını, bunun da büyük belalara yol açacağını ileri sürüyordum. Bu görüşlerimize TKSP, HEVGIRTIN-PDK ve diğerleri kulak vermedi. Gelişmeler sonuçta beni doğruladı.
Bu nedenle, HAK-PAR, Elçi ve BDP’nin birleşmesi ilkeli bir ittifak da olsa, yürümesi olanaklı değildir.
PKK/BDP’nin şimdilerde bile yaptıklarının hiçbiri HAK-PAR ve Elçi’nin bilgisi dahilinde değildir. Hiçbir zaman da bilgisi dahilinde olmayacaktır. Ayrıca, PKK’nın Kastamonu’daki plânlı ve derin bir merkezden yönetilen eylemi ve buna benzer eylemlerinin hiçbirinden, bundan sonra da haberleri olmayacaktır.
Kastamonu eyleminden sonra, Elçi’nin yaptığı açıklamalardan nasıl bir korkuya kapıldığı görülmektedir. Ayrıca, onun, “seçimi boykot etmek ciddi ve hayati bir sorun. Boykot kararı için derinlikli ve çok yönlü tartışma yapmak gerekir” demiş olması da, PKK’nın yapmak istediğini değiştiremez.
*****
“PKK’nın bir devlet projesi olduğu”, sonuçta “devletin Kürtler eliyle İkinci Lozan Antlaşmasını gerçekleştirmek istediği”, PKK dışındaki güçlerin ve yurtseverlerin teziydi.
Bu tez, Öcalan’ın danışıklı bir şekilde Türkiye’ye gelmesinden sonra, uçakta, mahkemelerde, yaptığı açıklamalarla tescil edildi ve açığa çıktı.
Öcalan, 1999 yılında Türkiye’ye geldi. O geldiği zaman, HAK-PAR’ın kuruluş çalışmaları başlamamıştı, HAK-PAR’ın kuruluş çalışmalarına 2000 yılının başlarında başlandı. Bu çalışmalar ilerlerken, İkinci Lozan hep hafızalarda tutuldu, İkinci Lozan Antlaşmasının gerçekleşmemesine göre, kendimizi kurguladık ve senaryolarımızı buna göre yazdık.
Öcalan ve PKK, bu projesinden vazgeçmiş değil. PKK’nın bütün eleştiri ve sorgulamalardan sonra gelip durduğu yer “Demokratik Özerklik Projesi”, İkinci Lozan Antlaşmasının gerçekleşmesinin en ideal noktasıdır. Kürt ulusunun ve Kürdistan’ın yeniden bölünmesi, Türk ulusu üst kimliğine tabi olmasının devamı bir projedir.
HAK-PAR, Elçi, Kürt Devrimci Demokratlar Hareketi, PKK’ya destek olmakla, İkinci Lozan Antlaşması projesine destek vermiş oluyorlar.
Bu nedenle de son birleşme, İkinci Lozan Antlaşması’nın gerçekleşmesi için bir birleşmedir. Bu büyük bir tarihi sorumlulukla karşı-karşıya olunduğunu göstermektedir.
Daha sonra HAK-PAR’a katılan Sait Aydoğmuş ve İbrahim Küreken dostlarımın durumu teorize etmeleri de, durumda ve sorumlulukta bir değişiklik yapamaz. PKK’nın değiştiği konusundaki görüşleri, en fazla kendileri dinlerler. PKK, bile kendisi hakkında bu yazılanlara gülüyor, diye düşünüyorum.
Birileri yazdı diye PKK: Demokrat olmaz. Devlet projesi olmaktan çıkmaz. Kürt hareketini ana hedefinden saptırma rolünden uzaklaşmaz. Yurtseverleri katletmekten temizlenmiş olmaz. Hegemonik yapısından, hükmetme stratejisinden, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürt Ulusal hareketlerine müdahale etme ve provoke etmekten vazgeçmez.
PKK, herkese inat, Güney-Batı Kürdistan’da Kürtlerin amaçlarından uzaklaştırılması, Suriye’de sivil halk ayaklanmasının bastırılması için silahlı milislerini devreye sokmuş durumda.
*****
Son gelişmeler, özellikle de HAK-PAR için trajedi-komik bir durum yaratmış durumda.
HAK-PAR’ın kuruluş nedenlerine ve referanslarına; programının arka plânına bakıldığı zaman, Devlete ve PKK’ya karşı alternatif bir Kürt halk hareketini yaratmak için kuruldu. Ne yazık ki, statükocu ekibin partiye egemen olması, parti kurucu ve üyelerinin eski soğuk savaş dönemi değer yargılarından vazgeçmemeleri, eski cemaatçi ve grupçu yapıda ısrar etmeleri, her gün ve her zaman yeniden yapılanmaya hazır olmamaları, reformcu, mücadeleci ve değiştirici olamamaları, sivil itaatsiz bir halk hareketini oluşturulmaması ve geliştirilmemesi ile trajedik bir sonuca yol açtı, HAK-PAR eskiyi tekrarlayan, eski bile olmayan bir dar çerçevede kaldı.
HAK-PAR, PKK’ye de alternatif bir örgüt olduğunu Genel Başkanı’nın ve diğer yöneticilerinin açıklamalarıyla her zaman ortaya koydu. PKK’nın, Kürt halkını İkinci Lozan Antlaşması’na mahkûm etmek istediği görüşünün HAK-PAR’a ait olduğunu yukarıdaki satırlarda da ifade ettim.
HAK-PAR bu durum yokmuş gibi PKK’ya eklemlenmesi ile ayrıca trajedik bir sonuç doğurdu.
HAK-PAR, “ilkelerde anlaşmadık” diyerek, BDP ile anlaşmadığını açıklaması; HAK-PAR’ın ilkeli davrandığı kanaatine yol açtı. Ama daha sonra genel seçimlerden çekildiğini ve BDP’nin desteklediği bağımsızları destekleyeceğini açıklaması, sorunu komediye dönüştürdü. Herkes, “bu ne perhiz bu lahana turşusu” dedi.
HAK-PAR’ın genel seçimlerden çekilmesinin ardından, yatırımın mahalli seçimlere ve gelecek genel seçimlere yapıldığı gerçeği etrafa saçılmaya başlayınca, Kemal Burkay’ın uyarılarının, parti içinde birçok kurucu ve üyenin, özellikle de gençlik kesimin tepkilerinin hiç de anlamlı olmadığını ortaya çıkardı.
Sonuçta, HAK-PAR’ın büyük bir çukura çekildiği somutça görüldü. Bunun da ne yaptığını bilemez halinin, daha doğrusu iflasının bir yansıması olduğu tartışmasız.
Amed, 12. 05. 2011
ANANDA BİR TRAJEDİ ESERİ SENİ