Ana içeriğe atla
Submitted by Anonymous (doğrulanmadı) on 22 January 2012

Hrant Dink, bundan beş yıl önce, 19 Ocak 2007 yılında soğuk bir İstanbul gününde kendi gözü gibi koruduğu ve geliştirdiği Agos Gazetesi'nin önünde katledildi. Ben de bir televizyon programı için Atatürk Havalimanına indiğim ve telefonu açtığımda, değerli hayat arkadaşım Gülfer'e "İstanbul'a sağ-salim indiğimi" haber vermek için telefon ettiğimde, Hrant'ın ölüm haberini aldım.

Bu haber vicdan sahibi herkes gibi beni de sarstı.

Havaalanındaki televizyon ekranları da, Hrant Dink'in ölüm haberiyle kaplanmıştı. Hrant'ın ölümünün Türkiye'yi sarsmakla kalmadığı, dünyayı da sarstığı hızla dünya basınından Türk televizyonlarına akan haberlerden görülüyordu.

Çünkü Hrant Dink, 1015'te katledilen ve daha sonraki tarihlerde kılıç ve jenosid artığı Ermenilerden geriye kalan, kavminin katledilmesinden, jenoside tabi tutulmasından duygusal davranmayan; soğukkanlı bir şekilde kendi kavminin davasını savunan, Ermeni diasporasının fikirlerini de yanlış bulduğu zaman eleştiren bir Ermeni aydınıydı. O aynı zamanda kendisini Türkiye'nin aydını olarak tanımlıyordu.

O bir Ermeni olduğu için katledildi. O toplumun ırkçı ve şoven düşüncelerle kirlenmesinden dolayı iki gencin fevri olarak öldürdüğü biri değildi; buna kimsenin inanması ve inandırılması olanaklı değildi. Bu nedenle Hrant öldürüldüğü anda, bütün toplum, kürdüyle, türküyle, ermenisiyle, süryanisiyle, bütün değişik dinler ve mezheplerden insanlarıyla, değişik düşüncelerden renkli insan manzaralarıyla, Hrant Dink'in bir örgüt tarafından ve çok plânlı bir hareket sonucunda katledildiği inancıydı.

Toplumun vicdanı, Hrant Dink'in katledilmesi anından itibaren yer-göğe haykırmaya başlamıştı.

Hiç kimse, sıradan iki gencin, Türk milliyetçi duygularla, üstelik de İstanbul'dan yüzlerce kilometreden uzak bir kentten gelip Hrant'ı öldüreceğine inanmazdı, inandırılamazdı. Üstelik bu gençlerin bilinç düzeylerinin, kapasitelerinin Hrant'ı bile tanımalarına olanakları yoktu.

Düşünün ki, Hrant'ın bir yazısının çarptırılması sonucu, "Türklüğe hakaretten" ceza alması ve Türklüğü kendisine menkibe olarak kabul eden gazetelerin karşı kampanyaları, tahrik edici yayınları olmazsa, Türkiye'nin çoğu aydını, akademisyeni tarafından bile Hrant tanınmıyordu.

Açık olan bir şey var dı ki, örgütlü bir güç,, Hrant'ı öldüren gençleri, günlerce eğitmişler, onları ikna etmişler, Hrant'ın hayat arkadaşı Rakel'in deyimiyle "bir çocuktan bir katil yaratarak", Agos'un önüne gelip koydular, Hrant'ı katlettirdiler, ondan sonra da o gençleri koruma gereği görmeden, örgütü gizlemek için bu gençleri yem olarak yanlı, taraflı, bağımsız olmayan yargıya teslim ettiler.

Hrant Dink Davası'nın başlamasından sonra savcının hazırladığı iddianamede herkes umutlandı. Siyasi iktidarın en ileri aktörlerinin Hrant katledilmesi hakkındaki görüş ve değerlendirmeleri; Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL'ün devlet denetleme kurulunu harekete geçirmesi, hükümet yetkililerinin Hrant Dink'in cenaze törenine katılması, on binlerin "Biz Ermeniyiz" diye yürümeleri, "bu iş tamam, adalet yerini bulacak" inancını yaydı.

Ne yazık ki, davanın ilerleyen sürecinde, avukatların açıklamaları mahkemenin tutumuyla ilgili güvensizliklerin yayılmasına yol açmaya başladı. Hrant'ın ölümünün 3. yıldönümünde oğlunun "mahkeme bizimle dalga geçiyor" açıklamasıyla, mahkemeye olan güvensizlik zirveye çıktı.. Bu nedenle Hrant Dink'in her duruşmasında yığınlar ayağa kalkarak, davayla ilgili dostları, arkadaşları, belirli basın organları, yazılarıyla sürekli uyarıcı oldular.

Anlaşılıyor ki, bütün bu çabalar, uyarılar, sunulan deliller, ortaya çıkan vakıaların somutluğu, Hrant Dink'in MİT ve Valilik yetkilileri tarafından tehdit edilmesi gibi bilinen gerçekler, mahkemenin devletin özel güçlerinden, kanun dışı örgütlerinden uzaklaşmasını sağlayamadı.

Beşiktaş 14. Özel Ağır Ceza mahkemesi, savcının, Hrant Dink'in katledilmesinde örgüt olduğuna dair yeterince delil ileri sürmesine rağmaen, mahkeme örgüt olmadığına karar verdi.

Mahkemenin bu kararından sonra, toplumun büyük bölümünün vicdanı, kararın verildiği anda mahkeme salonunda göz altıları göze alarak harekete geçen dava insanlarının davranışı ile, galeyana gelmeye ve isyan etmeye başladı.

Bu vicdan isyanı ve galeyanı, bir çığlığa dönüşerek, Türkiye ve Kürdistan'ın bütün alanlarına, insanlarına, bir ruh gibi yayıldı.

Toplumun bu vicdan galeyanı ve isyanı, 19 Ocak 2012 günü, dün, on binlerin fiziki olarak Taksim'den Agos Gazetesi'nin önüne kadar yürümesi, milyonların kalbinin o alanda çarpmaya başlamasıyla, mahkemenin ve hiç bir devlet gücünün önünü alamayacağı kadar güçlü bir enerjiyi dünya çapında da yarattı.

Bu etkinin tesiriyle olsa, mahkeme başkanının ezberi ve psikolojisi bozuldu, ne dediğini bilmez hale geldi. Siyasi iktidarın en önündeki aktörleri, mahkemenin kararını açıkça eleştirmek, Yargıtay aşamasında bu kararın ortadan kaldırılması gerektiğini, "mahkemenin kararlarına ve yargıya müdahale edemeyiz" sözlerine sığınmadan açıklamalarda bulundular.

Hrant Dink, hiç şüphe yok ki örgütlü katledildi.

Hrant Dink, Ermeni olduğu için, aydınlıkçı, reformcu, değişik kimliklere saygı duyduğu, farklı etnik, dinsel, kültürel, mezhepsel, fikirsel kimliklerin hak ve hukukunu savunduğu; demokrasiye aşık olduğu için katledildi.

O Kürtlerin, ezilenlerin dostu olduğu için öldürüldü.

Hrant Dink, devletin, 1915 Ermeni jenositindeki reflekslerini terk etmediğini, yeni katliamlara başvuracağı endişesini taşıyor, bu bağlamda Kürt dostlarının dikkatini çekiyordu.

Hrant Dink'in dedikleri doğruydu. Son 40 yıllık yakın tarihte, 100 bin kişiye yakın insanın katledilmesi, Maraş, Çorum, Sivas, 1 Mayıs, 16 Mart, Roboski, Silvan, Siverek, Nusaybin, Batman katliamları, Hrant'ın bu düşüncesini doğrulayan ve test eden; testin sonucunda onaylayan ve okeyleyen örneklerdi.

Hrant Dink'in katilleri hakkındaki mahkeme kararı, Hrant Dink'i ve insanlığı ikinci kez öldürdü.

Bu mahkeme kararına sessiz kalınamaz. Mahkemenin bu kararının ortadan kaldırılması için başlayan mücadeleye, herkesin, her vicdan ve adalet sahibi insanın destek olması gerekir.

Hrant Dink için dün yapılan yürüyüş, dünya çapında ortaya çıkan vicdan isyanı, aslında Hrant Dink'in fiziken öldüğünü, ama gerçek düşüncesiyle, ruhuyla yaşadığını ortaya koyuyor.

O bakımdan Hrant Dink'e haksızlık yapmayalım. Ona ölü muamelesi yapmayalım.

Onu yaşayan bir öncü olarak değerlendirip, kalbimizin derinliklerinde taşımaya çalışalım.
Kürtlerin yüreklerine taşınan binlerce Hrant Dinklerle, kalplerinin ne kadar geniş ve derin olduğunu da görme mutluluğunu yaşamamak olanaklı değil.

Ankara, 20. 01. 2012

KÜRDİSTAN VE KÜRT MİLLET SORUNU; DEVLET MERKEZLİ, DEVLET-PKK-HİZBULLAH TERÖRÜ MECLİS’TE TARTIŞILDI… Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun “terörden dolayı yaşam haklarının ihlalini araştıran” alt komisyonunun başkanı, bundan bir dönem önce, komisyonda beni dinlemek istediklerini talep etti. Ben de Komisyon Başkanı Doç Dr. Naci Bostancı’yla yüz-yüze görüşerek bu talebini olumlu karşıladım. Bostancı’nın talebinden sonra hazırlıklara başladım. Hafızamı ve bilgilerimi tazeledim. Yenilenmiş bilgilere dayalı olarak bir rapor hazırlamak için çalışmaya başladım. Komisyon, 19 Ocak 2012 tarihinde saat 11.00’de, beni dinlemek istediğine karar verdiğini bildirdi. O gün ben de hazırlıklı olarak Meclis’e komisyonunda konuşmak üzere gittim. Anakaralı bir Kürt olmama, Lise ve Üniversiteyi Ankara’da okumama, siyasetin içinde yoğun faaliyette bulunmama, mecliste her dönemde yakın dostlarımın bulunmasına rağmen, üçüncü sefer oluyordu ki, meclise gidiyordum. İki sefer gidişim, Komisyon Başkanı ile ön görüşme yapmak ve komisyonda konuşmak içindi. Bir sefer de 2000 yılların başında bir milletvekili dostumun davetine icabet etmek içindi. Bu bağlamda, Meclis, siyaset anlayışı itibariyle, Meclis’in ve diğer tüm devlet kurumlarının Kürtleri temsil etmemelerinden dolayı, benim dışımda olan,  kişiselliğim için hesaba katmadığım bir kurum.. Sadece Kemalist Sömürgeci Devletin siyasetinin üretildiği bir mekanizma, kurum olması itibariyle itibar ettiğim ve hesaba kattığım bir kurum. Bugüne dek, Türk siyasi partilerinin hiçbirine oy vermemem, Türk siyasi partilerine karşı “anti-sömürgeci siyaset seçim siyasetinin ilkelerine” bağlılığım da bunun en önemli göstergelerinden biridir. Komisyon toplantısı başlamadan önce, Komisyon toplantı salonunun önünde bir televizyon ordusuna 7 dakikalık açıklamada bulundum. Komisyonda sunacağım konsepti kendilerine özetledim. Basın toplantısında yazılarımda kullandığım; Kürdistan ve Kürt Millet Sorunun anahtar kavramlarından, sistematik olarak literatürümden hiçbir taviz vermedim. Komisyon Toplantısı başladığı zaman: Televizyonlar görüntü aldılar, daha sonra televizyonların, gazetelerin, ajansların temsilcilerinin izlediği bir toplantıya dönüştü. Komisyon’da AK Parti adına üç  ( Manisa Milletvekili Naci Bostancı, Van Milletvekili Gülşen Orhan, Diyarbakır Milletvekili Oya Orant) BDP adına Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, CHP adına Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün bulunuyorlardı. Ayrıca partiler adına dinleyici olarak katılan, soru sorma hakları da olan milletvekilleri vardı. Kürt kamuoyunun dikkati açısından, BDP’nın Muş Milletvekili Sırrı Sakık da toplantıdaydı. Ayrıca konuşulanların tutanak haline getirmek için stenegroflar, Komisyonda rapor hazırlamaya yardımcı olacak danışmanlar vardı. Toplantının açılışı, Komisyon Başkanı tarafından yapıldı. Komisyon Başkanı, bana, komisyon üyelerine, katılımcı milletvekillerine, misafirlere, basın mensuplarına “hoş geldin” dedikten sonra, benim şahsımla ilgili çok iyi hazırlanmış ve iyi çerçevelenmiş biyografimi toplantıya sundu. Konuşma hakkını bana tanıdı. Ben de konuşmama Kürtçe başladım. Komisyona beni dinledikleri teşekkür ettim. Komisyon üyelerine, katılımcı milletvekillerine, teknik elemanlara, basın mensuplarına merhaba dedim. Toplantıda, Kürtler, Kürt Milleti, Kürdistan, Kürdistan’ın değişik parçaları,Kürt ayaklanmalarına, Kürt örgütlerine ve liderlerine, Türk Devletinin tanımı, devletin yaptığı jenosid ve katliamlar hakkında  total olarak bütün yazılarımda, konferanslarda, kongrelerde, evimde, arkadaş toplantılarında ve sohbetlerinde kullandığım literatürden taviz vermedim. Bilindiği gibi takiye yapmayı yalancılık, riyakarlık, tehlikeli bulduğumu her zaman yazıyor, anlatıyorum. Televizyonlarda, basın toplantılarında, mahkemelerde de aynı literatürümü kullanmayı bir zorunluluk; kişi olarak olmazsa olmaz şartlarımdan biri olarak değerlendiriyorum. Örneğin, Dersim Katliamı ile ilgili devlet televizyonu olan TRT 6’de katıldığım canlı yayında da aynı tavrımı sürdürdüm ve ilkelerime bağlı kaldım. Komisyon toplantısında da bu ilke ve temel anlayışıma bağlı kaldım. Eğer kendi literatürümle konuşmama izin verilmesiydi, Komisyona görüş belirtmeyecek, yazılı rapor sunmayacaktım. Komisyondan çıktıktan sonra,, basın toplantısı kanalıyla davranış-düşünce kalıbımın nedenlerini açıklayacaktım. Komisyon üyelerinin bir kısmı, benim konuşmalarımdan rahatsız olmalarına rağmen, Komisyon Başkanı sabırla, güler yüzle, anlayışla sonuna kadar beni dinledi Rahatsızlıklara izin vermedi. Komisyon’da 2 saat 20 dakika sözlü sunum yaptım. Konuşmam, bazı konular açıklık kazansın diye sorulan sorularla zenginleştirildi. Sözlü sunumdan sonra, Komisyon üyeleri ve milletvekilleri sorular sordular. Ben de onların sorularına sınırlandırılmış 25 dakika içinde cevapladım. Komisyondaki sözlü sunumum, sizlerle paylaştığım yazılı görüşlerim çerçevesinde oldu. Önümüzdeki günlerde, toplantı tutanağı, CD’si hazırlanıp bana da ulaştırılacak. Bu tutanakları ve CD’yi de kamuoyu ile paylaşacağım. Tutanaklar, CD’i ve yazılı hazırladığım rapor bütünlüklü değerlendirildiği zaman, sağlıklı sonuçlara varmak olanaklı olacaktır..                                                                      ***** DEVLET-PKK-HİZBULLAH TERÖRÜ KONUSUNDA ÇERÇEVE ANLAYIŞIM;  BU ORTAK VE DEVLET MERKEZLİ TERÖRÜN YOL AÇTIĞI ÖLÜMLERİN RAPORU… Sayın Komisyon Üyeleri, İnsanlarımızı geçmişe, karanlığa, faşizme, totalitarizme mahkûm ederek, yaşamlarını zehirlemeye hakkımızın olmadığını bilmek zorundayız.   Sizin Komisyonunuz da, Türkiye’deki değişim sürecine siyasi ve hukuki boyutta katkı yapacak, geçmişteki karanlık hayati sorunları, tek-tek ve toplu cinayetleri aydınlatacak bir görev görmesi umudunu taşıyorum. Komisyonun temsil gücü, yeteneği konusunda çok şey söylenebilir. Ama tartışmasız olan bir şey var ki, Komisyonunuz Meclis’te grubu bulunan tüm partilerin temsilcilerinden oluşmaktadır. Bunun anlamlı olması gerekir. Bilindiği gibi, Kemalist Devletin Tarihi, katliamlar, darbeler, haksızlıklar, adaletsizlikler, hukuksuzluklar, eşitsizlikler, zulümler, işkenceler, tutuklamalar, tarihidir. Kürtlerin, diğer etnik grupların, Kemalist din ve mezhep; Kemalist resmi devlet ideolojisi dışındaki düşüncelerin, meşru kabul edilmediği, baskılandığı, ötekileştirildiği bir devlettir.   Ama bulunduğumuz aşamada Dünya’da, Ortadoğu’da ve Türkiye’de önemli değişimler oluyor, olmak zorunda. Hiçbir şey eskisi gibi olma şansına sahip değildir. Her şey değişmek, ileriye gitmek zorundadır. İnsanlık, geçmiş çağlardan ve dönemlerden kalan bütün olumsuz enstrümanları, arkaik değerleri ortadan kaldırmak, kendisi için daha insanca, daha özgürce, daha adaletli ve demokrat bir yaşam tarzı kurmak istemektedir. Türkler, Kürtler, diğer etnik gruplar, değişik fikirlerden, değişik dinlerden ve mezheplerden, değişik sınıf ve tabakalardan insanlarımız da eski otoriter yaşam tarzı ve devlet yapısından kurtulmayı; demokratik yeni bir yaşam tarzı yaratmayı; etnik ve ulusal nitelikli olmayan, halkların hizmetinde olan uluslar, dinler, mezhepler, ideolojiler üstü bir devlet, ortak yeni bir devlet yapılandırmayı amaçlamalıdır. Çünkü otoriter/faşizan, kolonyal, halka hükmeden devlet yapısı, demokratik olmayan sistem, bütün farklı uluslardan, etnik gruplardan, dinlerden, mezheplerden, düşüncelerden  insanlarımızın hayatını zindana çevirdi. Çatışmayı, kanlı dönemlerin yaratılmasını, darbelere temel oluşturdu. Türkiye Cumhuriyeti devleti, bir Türk ulus devleti olarak yapılandığı iddiasına rağmen, bir Türk ulus devleti olmadı. Kemalist sivil-bürokrasi denilen küçük bir elitin devleti oldu. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir Kemalist Cunta Devleti olarak kuruldu. Osmanlı İmparatorluğunun mirasına dayalı olarak kurulduğunu iddia etmesine rağmen, Osmanlı Dönemindeki bütün olumlu değerleri, halkın değer yargılarını karşı alarak kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti devlet-ulusa evrimleşmesi çetin ve acılı bir hesaplaşma sonucu oldu. M. Kemal ve arkadaşlarının iktidarı ele geçirmesi sürecinde de keskin ve çetin bir hesaplaşma gündeme geldi; M. Kemal ve arkadaşları, birçok ittihat-terakkici arkadaşını tasfiye ederek, Çerkez Ethem’i düşman ilan ederek ve tasfiye ederek, iktidarı ele geçirdiler. Bu iktidar mücadelesi kanlı olduğu gibi, ahlakî ve insani ölçüleri aşan bir mücadele oldu. M. Kemal ve arkadaşları iktidar olduktan sonra da, bu iktidar hesaplaşması devam etti. M. Kemal’in lider ve yönetici kadrosu arasında da ayrılıklar oldu. M. Kemal iktidarı o ayrılıklarda da vicdani davranmadı. Özellikle M. Kemal ve arkadaşları, Serbest Fıkra ve Terakki Perver Partilerinin kurulmasını hem teşvik ettiler; hem de bu partilerin halk içinde gelişimlerini gördükleri zaman, hemen kapatma yoluna gittiler. Bu partilerin yöneticileri, olmayan olaylarla ilgili olarak suçlandılar; Kürt Milliyetçilerini, Kürt liderlerini ve savaşçılarını keyfi ve hukuk dışı ölçülerle yargılayan İstiklal Mahkemelerinde yargıladılar. M. Kemal ve arkadaşlarının, kendilerini destekleyen komünistleri, M. Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de Topal Osman eliyle katletmeleri ve boğmaları da, bu iç hesaplaşmanın ve mücadelenin bir sonucuydu. Kemalistlerin, Kürt ulusal ayaklanma döneminde Kürtlerle hesaplaşması, farklı kapsamda, genişlikte, derinlikte oldu; katliamlarla sonuçlandı. M. Kemal’in iktidar olmasından sonra, Batı ve Türk Bölgesinde ortaya çıkan, dinci ve şeriatçı denilen ayaklanmalar, halk güçleriyle ittihat terakkici asker ve sivil bürokrasi arasındaki bir mücadele ve hesaplaşmaydı.                                                                        1946 yılına kadar asker ve sivil bürokrasi (Kemalistlerle) halk güçleri arasındaki mücadele ve hesaplaşma, her zaman Kemalistlerin lehine ve çıkarlarına göre sonuçlandı. 1946 yılında, İkinci Dünya ve Paylaşım Savaşı’ndan sonra Türkiye’de, dünyadaki faşizmin yenilgisi ve demokrasinin egemen sistem haline gelmesinin etkisiyle küçük bir değişiklik oldu. Türkiye Cumhuriyeti merkezi anlamda ve Kemalistlerin kararıyla çok partili sistemi, anayasal sistem olarak benimsedi. Kemalistlerin benimsediği bu çok partili sistem, onların gönlünce olmadığı gibi, hızla onların aleyhine bir gelişme haline geldi. Demokrat Parti(DP), Celal Bayar ve Adnan Menderes tarafından kuruldu. DP, kısa süre içinde halk kitlelerinin, uluslararası güçlerin, ABD ve Batı Avrupa’nın desteğini kazandı. 1946 yılında açık oylama ve gizli sayım sonucunda hile ve hurda ile seçimi kaybetmesine rağmen, 1950 yılında ezici bir çoğunlukla seçimleri kazandı ve tek başına hükümet oldu. DP’nın seçim yoluyla iktidar olması, Türk halk güçlerinin jakoben, otoriter, faşizan Kemalist güçler karşısındaki ilk zaferiydi. Türk Halk güçlerinin DP kanalıyla Kemalistlere darbe vurmasının ve alt etmelerinde Kürt halk güçlerinin DP’ye verdiği desteğin rolü büyüktü. Kürt halk güçleri de DP’ye oy vererek, Kemalistlerden, Kürdistan’da ulusal ayaklanmaları bastıran, Kürdistan’ı yakan, Kürt liderlerini ve savaşçılarını mahkemesiz idam eden, katliamlar ve jenosidler yapan, Kürt milletlini inkâr eden Kemalistlerden dolaylı da olsa hesap sormuş oluyorlardı. Kemalistlerle, halk güçleri ve başka bir deyimle asker ve sivil bürokrasi ile sivil halk güçleri arasındaki mücadele, 1950 tarihinden sonra daha da keskinleşti. Kemalistlerin iktidarı birçok olaydan dolayı yargılamaya konu oldu. Özalp’ta 33 Kürt köylüsünü katleden General Muğlalı hakkında Meclis Komisyonunun araştırma yapması ve araştırma sonucu Muğlalı hakkında yargılamanın yapılmasına karar verilmesi, yargılama sonucunda General Muğlalının idama mahkûm edilmesi bu hesaplaşmanın en sembolik olaylarından biridir. CHP hakkında Tahkikat Komisyonlarının kurulması da bunu hesaplaşmanın somut örnekleriydi. Halk güçleriyle Kemalistler arasındaki mücadele, 1960 yılında askerlerin yaptıkları darbe ile Kemalistlerin diktatörlüğü ve iktidarı ile sonuçlandı. Bu darbe sonrasında Kemalistlerle halk güçleri arasındaki hesaplaşma trajik oldu. Yüzlerce Demokrat Partili milletvekili ve diğer parti yöneticileri keyfi bir mahkemede yargılandılar. Yargılamalar sonucu, Başbakan Adnan menderes ve iki bakan arkadaşı idam edildiler, birçok DP’li de yüksek cezalara çarptırıldılar. Kemalistler, Kürt halk güçlerinin DP’ye verdiği desteğini hesabını Kürt ağalarını, beylerini, şeyhlerini, aşiret reislerini, geleneksel aydınlarını Sivas Kampında esir almakla, 3-4 ay sonra 55’ini sürgüne göndermekle sordu. Türk halk güçleriyle, Kemalistler arasındaki mücadele 1960 sonrası daha renkli ve çoğulcu bir hal aldı. Bu mücadele, güçler arasında farklı geçişler, zaman-zaman Kemalistlerle burjuvazi arasında gerçekleşen ittifakla beraber devam etti. 12 Mart 1971 Muhtırası ile burjuvazinin ve orta sınıfların temsilcisi olan Demirel, şapkasını aldı gitti. Komünistler, sosyalistler, solcular, bir kesim Kemalistler (Uğur Mumcu, İlhan Selçuk), Kürt milliyetçileri ve solcuları yargılandılar, büyük cezalara çarptırıldılar. 12 Eylül’de iktidarı ele geçiren ve monolitik diktatörlük kuran askeri elit herkesi, tüm halk güçlerini, burjuvaları, faşistleri, Kemalistleri, Kürtleri, Komünistleri, dindarları, tüm siyasal ve sivil kurumları karşı aldı ve onlarla amansız bir hesaplaşma içine girdi. Bu hesaplaşma, çatışma, AK Parti’nin iktidar olmasından sonra da başka bir düzlemde devam etti. Askeri ve sivil iktidar eliti, AK Parti iktidarının son bulması için, soğuk savaş koşullarına uygun darbe girişimlerinde bulundu, darbe hazırlıkları yaptı. Bu çatışma ve hesaplaşma Anayasa’nın 26 maddesinin değişikliği ile yeni bir aşamaya geldi. AK Parti İktidarı, başka bir ifadeyle en genel anlamda sivillerin iktidarı, darbe girişimcileri ve hazırlayıcılarını mahkeme karşısına çıkarmaya başlamış durumda. Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı Davaları bunun en somut örneklerini oluşturuyor. Anayasa Değişikliği referandumundan sonra, 12 Eylül diktatörlerinin yargılanmasına inanılmamasına rağmen, 12 Eylül Diktatörlerinin yargılanması için dava açılmış durumda. Bu gelişmeler, Türkiye’de radikal ve gereğince olmazsa bile, suç işleyenlerin, keyfi adam öldürenlerin, darbe hazırlığı yapanların, darbe girişiminde bulunanların yargılanacağıyla ilgili bir süreç başlamış durumda. Bu sürecin, yeni enstrümanlarla ve yeni biçimler altında sürdürüleceğinin ipuçları var. KÜRT ALANINDA SORGULANMA VE YARGILANMA SORUNU… Kürt Halk Güçleri, PKK ve Öcalan, Hizbullah açısından da bu durum, haklı olarak gündemi işgal eden bir durumdur. PKK ve Öcalan’ın Kürt halk güçlerine, Kürt ulusal muhalefet güçlerine, kendi içindeki muhaliflere, Türk sol örgütlerine yönelik yaptıklarıyla ilgili hesap vermesi için halen görünürde bir gelişme olmadığı gibi, bu yönde aydınca talepler de yok. Herkes, Türkler ve Kürtler gibi bir kamplaşmada, suç ve cinayet işleyen Kürtleri, cinayet görmezlikten geliyor. Ya da korkudan dolayı bunu dillendirmek istemiyor. Bu durumu aşmamak, Kürtler açısından, demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerinin korunması, hukukun üstünlüğünün sağlanması; demokratik çoğulculuğun siyaset ve toplumsal yaşama yansımasını engelleyecek tehlikeli bir konumdur. Bu sorunun tartışma gündemine getirilmesi, suçluların açığa çıkması, onların yargılanmasının talep edilmesi gerekir. Bunun için PKK ve Öcalan’ın yapısal durumu, olup-bitenlerle ilgili kısa bir tarihi gezinti yaparak, olayların saptanması ve durum tespitinin sağlanması yoluna gitmek gerekir. Kürtler, Türk Kemalist Devleti tarafından ulus ve topluluk olarak varlığı inkâr edilmiş, bütün ulusal hakları gasp edilmiş, ülkesi işgal edilmiş durumda. Bu nedenle, Kürtlerin sorunu, ulusal, Kürt ulusunun kendi kaderini kendi eliyle tayin etmesi, Kürdistan’da egemenliği ele geçirmesi, iktidar olması, Türk ulusu ve diğer dünya uluslarıyla siyasi statü ve haklar açısından eşit olması sorunudur. Bu nedenle Kürt ulusal sorunu, bir tek sınıf ve tabakanın sorunu değil, Kürdistan’daki tüm sınıf ve tabakaların sorunu: Kürt burjuvazisinin, esnafının, ağasının, beyinin, şeyhinin, aşiret reisinin, köylülerinin, işçilerinin, kadınlarının, erkeklerini, gençlerinin ve aydınlarının sorunu. Milliyetçilerin, liberallerin, sosyal demokratların, soysal liberal demokratların, komünistlerin, dindarların, inançsızların, inançlıların, tüm mezheplerin sorunu. PKK, Ulusal Kurtuluş Ordusu, Kürdistan Devrimcileri, Apocular gibi grup aşamasından başlamak üzere 1978 yılında PKK olarak kendisini tanımlamasından sonra, kuruluş felsefesi olarak tek ideoloji, tek lider, tek parti, tek sınıf paradigmasını benimsedi. PKK, kendi dışındaki tüm Kürdistanlı örgütleri gayri meşru ve düşman ilân etti. Kendi içinde ortaya çıkan ve çıkacak muhalefeti işbirlikçi, hain, ajan olarak tanımladı. Kendisine taraf olamayan tüm toplumsal kesimleri, özellikle de toplumun üst, egemen, yönetici sınıflarını düşman kabul etti. Hem kendi dışındaki siyasi örgüt ve partilerin, hem tüm Kürdistan toplumsal kesimlerini birinci derecede tasfiye etmek için katı, faşizan, otoriter bir eylem çizgisini ve yol haritasını benimsedi. PKK’nın benimsediği paradigma, Türk devlet-ulus, Kemalizm’in benimsediği bir paradigmaydı. Bu kabulleri ve yapısıyla da, bir Türk Devlet Projesi olarak her yanıyla kendisini açığa vuruyordu. PKK, bir devlet projesi olarak, devletin Kürt ulusal hareketini içerde teslim alması stratejisini çok plânlı ve programlı bir şekilde hayata geçirdi. 12 MART MUHTIRASI: KÜRT ULUSAL HAREKETİN YENİ ÖNCÜ GÜCÜNÜ BASTIRMAK… Kürt ulusal hareketinin yeni dinamiklere dayalı olarak, yeni öncü toplumsal güçlerle hızla geliştiği devlet tarafından tespit ediliyordu. Kürt ulusal hareketinin yeni, dinamik toplumsal gücünün örgütü olan DDKO Kürdistan’ın bütün bölgelerinde legal örgütlenmenin koşullarını yaratırken; aynı güç illegal planda da Türkiye ve Türkiye de Kürdistan Demokrat Partilerinde yaygın örgütlenme olanaklarına sahip olmuştu. Devlet, ayaklanma yaratarak ve hareketi içerden kuşatarak yok edemediği, engelleyemediği, bastıramadığı yeni Kürt ulusal hareketini, 12 Mart Askeri darbesiyle bastırma yoluna gitti. Kürtlerin ilk açık ve legal örgütlenmeleri olan DDKO’ları yasakladı. DDKO ve KDP’lerin üye ve taraftarlarını, Güney Kürdistan Hareketine destek olan toplumsal kesimlerden unsurları, kitlesel olarak tutukladı, Kürdistan’ın merkezi olan Diyarbakır’da yargıladı. Bu tutuklama ve yargılananlar arasında sadece üniversite ve lise öğrencileri, Kürt aydınları yoktu. Kürt hareketine öncülük etme yeteneğini kaybeden geleneksel sınıflardan ağalar, beyler, şeyhler, şehirlilerden de tutuklanan ve yargılananlar vardı. Devlet, Muhtıra ile Kürt ulusal hareketini ve Kürt öncülerini bastıracağını, 1938 sonrası gibi bir sessizlik dönemini başlatacağını düşünürken, böyle olmadığı ortaya çıktı. Kürt ulusal hareketinin yeni öncü gücünün mensupları hapishane ve mahkemelerde yeni bir mücadele tarzı ve refleksi göstermeye başladılar. Toplu savunmaları strateji olarak belirlediler. Dışarıda da legal ve illegal düzeyde yeni örgütlenme çabaları gelişmeye başladı. Devlet, 12 Mart Askeri Darbesi’nden umduğunu bulmadı, rüzgâr ekti ve fırtına biçmeye başladı. Kürt ulusal hareketi daha zinde, yeni öncü toplumsal gücü toparlayıcı, yeni bir çekim merkezi olmaya başladı. 1974 sonrası yeni öncü gücün çoğulcu örgütlenmeyle genişlemesi ve örgütlenmesi… Dünyadaki ve Türkiye’deki toplumsal gelişmeler, ordunun açık siyaset ve yönetme sahnesinden çekilmesini sağladı. Siyasi Partileri eliyle yeniden yönetme süreci başladı. Genel Af’la birlikte Kürt siyasi tutuklularının da serbest bırakılmasından sonra, içerde ve dışarıda devam eden siyasi ve örgütlenme çalışmalarıyla yeni bir milat başladı: Kürt Hareketi’nin yeni dönem İkinci Baharı gelişmeye başladı. Kürt ulusal Hareketi’nin yeni, genç öncü toplumsal gücü hızla legal ve illegal planda örgütlenmeye başladı. İllegal planda partiler, legal planda dernekler: Başta da DDKO’nun bir devamı olarak ulusal demokratik kitlesel bir dernek olarak DDKD, daha sonra ideolojik dernekler DDKD, DHKD ve ASDK-DER’ler, yayınevleri, kooperatifler, işçi ve köylü örgütleri, liselerde ve üniversitelerde öğrenci dernekleri kuruldu. Dergi ve gazete yayınları başladı. Sendikalar, öğretmen kuruluşu TÖB-DER, diğer meslek örgütleri içinde Kürt grupları oluşturuldu; bu kuruluşlarda Türkiye genelinde yönetimleri paylaşmak, Kürdistan’da bu kuruluşların yönetimine egemen olmak için çalışıldı. İlk bir ve iki yılda, bütün Kürt siyasi kesimleri birlikte, büyük kitle gösterileri, mitingler yaptılar. Üniversitelerde, derneklerde, meslek kuruluşlarında yoğun bir şekilde paneller, konferanslar, seminerler düzenlendi. Kürt yeni öncü gücün bilincinde yeni gelişmeler oldu, aynı zamanda öncü güç sayısal olarak da genişledi. Bütün bu gelişmeler, 12 Mart Askeri Darbesinden sonra, Kürt ulusal hareketinin hem nitelik ve nicelik olarak, hem de sahip olduğu yeni mücadele örgütleri, biçimleri, enstrümanları olarak birkaç kat üzerine çıktığı açıkça görüldü. Bu durum fazlasıyla devleti ürküttü. Devlet bu hareketin bastırılması için dernek kapatma, dergi yasaklama, tutuklamalar, sivil faşist güçlerle, Ülkü Ocakları elemanlarıyla Kürt yurtseverleri öldürme yoluna başvurdu. Ama bu yetmedi. PKK DEVLET PROJESİ OLARAK YAPILANDI… Devletin, Kürt Ulusal Hareketini bastırması için, 1974’ten sonra devreye soktuğu uygulamalar: Tutuklamalar, işkenceler, dernek ve dergi kapatmalar, Ülkü Ocakları elemanlarıyla Kürt yurtseverlerini öldürtmelerdi. Bu uygulamalar, Kürt ulusal hareketinin gelişmesini daha da alevlendiriyor, ateşe benzin dökmeye benziyordu. Devletin her yaptığı, birkaç kat aleyhine büyüyerek Kürt ulusal hareketinin lehine gelişmeye dönüyordu. Dünyanın o günkü koşulları,, Türkiye’deki güçler dengesi, Kürt ulusal hareketinin yeni öncü gücünün sahip olduğu güçlü direnme refleksi, devletin 1919 yılından sonra Kürtleri fiziki olarak yok etmek için doğrudan askeri jenosid ve katliama da başvurması olanaklı değildi. Tam da bu dönemde devlet PKK’yı Kürt Ulusal Hareketine karşı örgütlemeye başladı. PKK de Stalinizmi benimseyen, Çinci ve Sovyetçi olmayan bir radikal hareket konumundaydı. PKK’nin yaklaşımları, yaptıkları bir sol hareketin, sol maceracı hareketin parametrelerini aşan, devletin yaptıkları ve yapmak istedikleriyle örtüşen ve çakışan bir konumdaydı. PKK’nin devlet tarafından oluşturulmuş ve kurulmuş bir örgüt olduğu alternatifini bir tarafa bırakarak PKK’yi incelemeye ve analiz etmeye başlarsak, karşımıza çıkan tablonun, PKK’nın, Devletin, mevcut dünya ve Türkiye dengelerinden dolayı uygulayamadığı politikaları uygulayan; örgütlü ve örgütsüz Kürt halk güçlerine karşı bir örgütlenme olduğunu rahatlıkla görebiliriz. PKK’NIN KÜRT HAREKETİYLE ORGANİK BİR BAĞA SAHİP OLMAMASI… PKK’nın öncüsü konumunda olan Abdullah Öcalan ve diğer grup-parti kurucuları, 1960 sonrası gelişen Kürt ulusal hareketinin hiçbir örgütsel, fikirsel platformuyla ilişkili değildi. PKK’nın kurucularının önemli bir kesimi de Türklerden oluşmuştu. Böyle bir oluşumun kendisi dikkat çekici, endişe verici durumdaydı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin parametreleri, gelenekleri, kültürüyle de bağdaşır bir yanı yoktu. Böyle bir yapılanma Kürt oluşumundan ziyade, yabancı bir oluşumun parametre ve verilerini sunar durumdaydı. PKK’nın kurucu ve öncülerinin, Kürt ulusal hareketiyle bir organik bağa, Kürt ulusal hareketiyle ilgili bir birikim ve bilgiye sahip olmamaları, Kürt ulusal hareketin organik kadrolarıyla, PKK öncesinde kurulmuş olan Kürt parti ve siyasi hareketleriyle ilişki kurmaması, aksine onları dışlaması ve karşı alması da olağan bir durum değildi. PKK, partileşmeden önce bir grup hareketi olarak örgütlenmeye başlamasından sonra, girdiği alanlarda, üretim dışı, Kürt ulusal hareketinin dışladığı, toplumun en kriminal, aslı-fesli belli olmayan kesimleriyle ilişkiler kurdu ve onları örgütledi. Bunun da çok planlı ve düşünülmüş, sıra dışı bir hareket olduğu kendisini ele veriyordu. Çünkü kriminal, üretim dışı, aslı-fesli olmayan insanlar eliyle Kürtlük adına Kürt ulusal güçlerine ve kadrolarına saldırmak ancak olanaklı olabilirdi. PKK daha sonra, bu yaklaşımını daha sistematik bir hale getirdi. Bünyesine aldığı unsurları, ailelerine düşman etti ve yabancılaştırdı. Ailenin devrimin ve ulusal kurtuluşun en büyük düşmanı olduğunu ileri sürdü. Öcalan’ın tanımıyla Osmanlı Kürt yeniçerisini yaratmaya çalıştı ve yarattı da. PKK’nın bölgelerde ve alanlarda, o bölgelerden insanları sorumlu yapmaması, bir başka aşiret unsurunu bir başka aşiretin tepesinde sorumlu hale getirmesi, Kürdistan’ın bir parçasındaki bir unsuru bir başka Kürdistan parçasında sorumlu hale getirmesi de bu anlayışın ürünlerinden biridir. PKK halen de bu anlayışı sürdürmektedir. PKK, taraftarları eliyle, faşistlerin uygulamalarına denk düşen bir zihniyetle, gittikleri her yerde korku yaydılar. PKK, kuruluş manifestosunda devletten önce, Kürt egemenlerini ağaları, beyleri, şeyhleri hain ve düşman ilan etti. Kürt ulusal örgütlerini ve kadrolarını reformist, revizyonist ve baş düşman ilan etti. Bu güçleri tasfiye etmeden, Ulusal Devrimi gerçekleşmeyeceği, Kürdistan’ın özgür ve bağımsız olmayacağı düşüncesini bir doğma haline getirdi, taraftarlarını buna göre eğitti. Bundan sonra da, Kürt halk güçlerinin üzerine sürdü. PKK’NIN İÇ MUHALEFETİNİ VE KÜRT LİDERLERİ YOKETME STRATEJİSİ… PKK, daha parti olmadan önce, kendi dışındaki Kürt Örgütlerini düşman görme stratejisinden dolayı, ortadan kaldırmayı hedef haline getirdi. Bunun için de, bütün Kürt örgütlerine pervasız saldırılar içine girdi. Kürt örgütlerini yok etmek için de, liderlerinden işe başlamanın daha etkin ve başarı sağlayacağını saptayarak hareket etti. Bu strateji devletin izleyip de beceremeyeceği ve güçler dengesi itibariyle kolaylıkla başvuramayacağı bir stratejiydi. Bu stratejinin, kendisine Kürt yurtseveri diyen bir gücün daha rahat yapması, devlet için daha ekonomik ve risksiz bir olaydı. PKK, kendi içinde hiçbir muhalefete izin vermedi. PKK’nın kendi içindeki muhalefeti yok etmesi için yaptıklarını saptamak için, Selim Çürükkaya başta olmak üzere PKK’dan ayrılan PKK kurucusu, yöneticisi, üyelerinin anlattıklarına ve yazdıklarına bakmak yeterlidir. Bunların sayısı binlerle ifade edilmektedir. PKK bu strateji gereği, bütün Kürt örgütlerine eşi zamanlı olarak saldırdı. Öncelikle saldırdığı Kürt örgütlerinden biri KAWA oldu. Kawa’nın liderlerinden Ferit Uzun’u 22 Kasım 1978 yılında Siverek’te silahlı bir suikast sonucu katletti. Bu eylemini gizledi. Çünkü Ferit Uzun, hem 12 Mart’ta DDKO’dan dolayı yargılanan ve ceza alan, hapishanedeki direnmesinden dolayı yurtsever hareket üzerinde etkisi olan, halk içindeki çalışmalarından dolayı sevilen Kürt liderlerinden biriydi. Hem de bir örgüte ve Birodirêj aşiretine tabiydi. Ferit Uzun’un bu konumu, halk güçleri arasında, aşiretler, Kawa ile Bucaklar arasında çatışma yaratmaya elverişli bir konumdu. Bu nedenle de Ferit Uzun’un Bucaklar tarafından katledildiğini ileri sürdü. Daha sonra, PKK’den ayrılanlar ve 12 Mart sorgulamalarından itiraf eden PKK’liler, Ferit Uzun’un PKK tarafından öldürüldüğünü ve bunun Kürt liderlerini öldürme stratejisinin bir parçası olduğunu açıkladılar. Kawa örgütünde Ferit Uzun dışında başka yurtseverleri de katlettiler. PKK, Kawa ile birlikte Özgürlük Yolu, DDKD, Rizgarî, Beş Parçacılar, KUK ve Têkoşîn’e karşı saldırı düzenledi. Özgürlük Yolu ve DDKD’den yurtseverleri katletti. Rizgarî’de yaralamalar oldu. Beş Parçacılar denilen Kürt yurtsever Grubu tümden yok etti. KUK ve Têkoşînê karşı tam anlamıyla bir savaş açtı. Têkoşîn geniş bir kitleye sahip olmadığı için, PKK’nin saldırısı sonucu savaşın boyutları fazla genişlemedi. Ama Têkoşîn Örgütü PKK’nın saldırısı sonucu çok değerli yöneticilerini ve üyelerini kaybettiler. KUK’la olan savaş, her iki grubun kitle tabanının geniş olmasından dolayı sınırları ve çapı geniş olan tam bir savaş oldu. Bu savaşta, yüzlerce sıradan Kürt ve Kurt yurtseveri katledildi. PKK, Kürt örgütlerine karşı savaşırken, Kürt yurtseverlerini katlederken, Türk sosyalist muhalefetine karşı olan görevini de ihmal etmiyordu. PKK, Türk sosyalistlerinin Kürdistan’da örgütlenme hakkına sahip olmadığı stratejisini ileri sürerek, Türk sosyalist örgütlerinin yöneticilerini ve üyelerini de katletti. PKK’nın bu yaptığını, devlet bu rahatlıkla, ekonomik ve risksiz yapabilir miydi? PKK’nın bu yaptıklarıyla, devletin politikalarının ve stratejisinin bir bütünlük içinde olduğunu ileri sürmek objektif bir olay değil midir? HİLVAN, SİVEREK, BATMAN, NUSAYBİN’DEKİ İÇ SAVAŞ: DEVLETİN ZAMANSIZ BİR AYAKLANMA YARATMA PLÂNININ DEVAMI… Devletin, Kürt ulusal hareketini bastırma ve halk güçlerini dağıtma/tasfiye etmek için izlediği stratejilerden biri, zamansız ve hazırlanmadan önce provokasyonla hareketi ortaya çıkarmadır. 1974 yılından sonra Kürt ulusal hareketinin sağlıklı gelişimi, farklı mücadele biçimleriyle ulusal hareketin geliştirilmeye çalışılması, silahlı mücadelenin öne alınmaması, devletin kolaylıkla provoke edemeyeceği ve zamansız başkaldırıyı yaratamayacağı ve bu nedenle de müdahale edemeyeceği bir durum söz konusu idi. PKK, devletin yapmak isteyip de sağlıklı gelişmeden dolayı yapmadığını yaptı. Bir grup olarak ortaya çıktığı günden itibaren, bütün mücadele biçimlerini ret ederek, silahlı mücadeleyi tek mücadele biçimi olarak benimsedi. Bu stratejisi gereği de, kendisine göre alanlar bulmaya çalıştı. Hilvan ve Siverek dar ve devletin de istediği bir iç savaş alanları olarak seçildiler. Hilvan’da bir aşirete dayanarak (Tüysüzler), başka bir aşirete (Süleymanlara) savaş açtı. Devletin ve sistemin Kürdistan’da yarattığı çelişkileri ve çatışmaları derinleştirdi. Halk güçleri arasında çatışma ve düşmanlık yaratarak, devletin kendi planlarını daha rahat uygulama alanı bulmasına önayak oldu. Hilvan’da yüzlerce Kürt insanı katledildi. Bu alanda, PKK dışındaki Kürt yurtseverleri tasfiye edildi. Siverek, Kürt yurtsever Hareketi ve Sol Muhalefet açısından 1960’tan sonra önemli yerlerden biriydi. TİP, Siverek’ten bir milletvekili çıkaracak kadar güçlüydü. DDKO ve KDP taraftarlarının yoğun olduğu bir alandı. 12 Mart’taki kitlesel tutuklama ve yargılamalara rağmen, sindirilemeyen bir yerdi. 1974’ten sonra Kürdistan’da yurtsever hareketin kitlesel bir karakter kazandığı, on binlerce insanla devletin sömürgeci, ekonomik, sosyal baskılarını protesto eden bir alan; DKDK, Rizgarî-Ala Rıizgarî ve Kawa’nın, TİKKO’nun örgütlü olduğu; DDKD’nın büyük bir gücünün olduğu Kürdistan ilçelerinden biriydi. Siverek aynı zamanda aydını ve okumuşu çok olan bir ilçeydi. Siverek Kürdistan hareketi için lider yetiştirmiş bir alandı. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Faik Bucak, Siverek’in Bucak Aşiretine tabi bir avukattı. M. Remzi Bucak’ta Siverek’in tanınmış, parlamentoda Kürt sorununu savunmuş, zorunlu olarak ABD’ye gidip yerleşmiş ve ABD’de olduğu zaman İnönü’ye Kürt sorununun eyalet ve federasyon sistemi içinde çözümlenmesi için mektup yazan bir Kürt aydınıydı. Ferit Uzun ve Necmettin Büyükkaya da katledilen Siverekli iki liderdir. PKK, Siverek’te, devletin, halk güçlerini ve Kurt Yurtsever Hareketini dağıtma stratejisine, Mehmet Bucak’ı teslim almak ve öldürmek provakasyon eylemiyle ön ayak oldu. Mehmet Bucak’a saldırıldığı günden itibaren, Kürt Yurtsever güçlerine karşı saldırılar düzenlendi. O provakasyonda sonra, PKK örgütlü olmadığı halde, Siverek açısından çaplı denilecek bir savaşı örgütledi. Kim olduğu belirsiz kişiler PKK tarafından Siverek’e getirilerek, çatışmalar, halk güçlerini ve Kürt yurtsever hareketini tasfiye savaşı sürdürüldü. Aşiretler bu çatışmada, çıkarlarına göre konumlandılar. Kırwar ve İzol Aşireti PKK’nın yanında yer aldı. Hilvan’da ve Siverek’te bu çatışmalar ve iç savaş sonucu büyük bir göç başladı. Siverek’in nüfusu çatışmalar başladığı zaman 60.000 idi, 12 Eylül 1980de çatışmaların ve iç savaşın garip bir biçimde son bulduğu koşullarda, 29.000’e düştü. Devlet, Siverek’te bir taşla birkaç kuş vurdu. Bir yanda gizli düşman gördüğü aşiret güç odaklarını dağıttı, onlar arasında düşmanlığı derinleştirdi; onları yeniden teslim aldı. Bucaklar aşiretinin Sedat Bucak kesiminin tümüyle devlet yanında olması, devletin bu başarılı ve PKK eliyle sürdürülen politikasının bir ürünüdür. Diğer yandan da Kürt yurtsever hareketini tasfiye etti. DDKO yargılamaları sırasında hazırlanan, daha önce ve sonra hazırlanan devlet raporlarında da, devlet işbirliği içinde olan aşiretlerin, ağaların, beylerin, şeyhlerin güvenilir müttefik olmadığı, onların da devlet düşmanı olarak nitelendirildiği bilinmektedir. Halka ve Kürt Yurtsever Güçlerine karşı savaş yürüten PKK, 12 Eylül askeri darbesinden sonra ise, devlete karşı bir savaş açmadı. Savaşa hazır olan PKK, savaşmayı tabu haline getiren PKK, Kürtleri öldürmede pervasız olan PKK, Devlete karşı savaşmayı düşünmedi, alanları terk etti. Oysa PKK açısında doğal olanı, eğer iç savaşı ve alanlarda çatışmaları geliştirme amaç ise, Kürdistan’ın bağımsızlığı ve özgürlüğü ise, doğal olanı 12 Eylül’de Askeri Darbeye ve Sömürgeci Faşist diktatörlüğe karşı da savaşma kararı alması gerekirdi. Bu kararı almadı. PKK’nın bu tutumu ve 12 Eylül’den sonra alanları boşatması, Devletin politikalarına altlık olması, devletin politikalarını sürdürdüğünün ifadesi bakımından üzerinde durulması gereken önemli bir konu olduğunun altını çiziyorum. Ayrıca, PKK’nın iç savaş yarattığı alanlarda, derin devletin seyirci kaldığını, askerin bu kırsal alanlarda duruma gereğince müdahale etmediğini Demirel ve Urfalı Bakanı Mustafa Kılıç’ın açıklamaları da var. Bu da duruma farklı bir anlam yüklemektedir. PKK silahlı mücadele dışındaki bütün mücadele biçimlerini, bütün legal örgütlenme ve çalışma biçimlerini ret etmekle Devletin kurmak istediği tuzağa ön ayak oldu… PKK, grup olarak ortaya çıktığı andan itibaren, silahlı mücadele dışındaki tüm mücadele biçimlerine karşı çıktı. Bu karşı çıkışını, düşüncesini ifade etme kapsamının dışına taşıyarak, fiziki çatışma konusu yaptı. Kürt ulusal hareketinin ve örgütlerinin, demokratik düzeyde kitlesel dernekleşmelerine, diğer tüm legal örgütlenme biçimlerine karşı çıktı, bu dernekleşmeleri, tüm legal örgütlenmeleri; legal olarak dergi ve dergi yayınlarını; yayınevlerini kurmayı, meslek örgütlerinde çalışmayı ve bu örgütlerin yönetimine gelmeyi; devlette memurluğunu, devletle işbirliği olarak ilan etti. Bu anlayışı gereği de, derneklerde ve legal tüm çalışma alanlarında tahribatlar yaptı. Legal çalışma alanlarında ve dernek toplantılarında provokasyonlar ve çatışmalar yarattı. Bu provokasyon ve çatışma eylemleriyle, devlet güçlerinin müdahalesine yol açtı. PKK’nın bu bakış açısı, ideolojik bir sol maceracılık ve sol çocukluk hastalığı içinde mütalaa edilen bir olay gibi de görülse de, onun ötesine geçen, devletin Kürt yurtsever güçlerini tek mücadele alanına sıkıştırma, o mücadele alanının da silahlı mücadele olması, bununla Kürtleri ve Kürt yurtsever hareketini kolaylıkla şiddetle, katliamlarla bastırma olanağını elde etmesi siyasetiyle bir örtüşme göstermektedir. 12 Eylül’den önce ve 1984 yılından sonra, PKK silahlı eylemlerinin sonuçları, öldürülen on binlerce Kürt, boşaltılan binlerce köy, Batı’ya göç eden milyonlarca Kürt, ileri sürdüğüm düşünceler ve tezler açısından önemli parametreler oluşturma durumundadır. PKK 12 EYLÜL’ÜN HAZIRLANMASINDA ÖNEMLİ BİR AKTÖR OLDU. AMA NE YAZIK Kİ 12 EYLÜL İDDİANEMESİNDE DEVLET DESTEKLİ PKK ELİYLE KÜRTDİSTAN’DA İŞLEYEN TOPLU ÖLÜMLERİN OLMAMASI DİKKAT ÇEKİCİ… … Devlet desteğiyle PKK’nın sürdürdüğü silahlı çatışma ve iç savaş stratejisi, 12 Eylül askeri Diktatörlüğün hazırlanmasında tek neden olmazsa da, bir neden oldu. 12 Eylül 1980 Darbesi’nden önce PKK’nın Kürdistan’da Kürt Örgütleriyle ve halk güçleriyle yarattığı çatışma, onlara karşı sürdürdüğü iç savaş, büyük bir can güvenliği sorunu ortaya çıkarmıştı. Kürt aileleri çocuklarının yaşamından her dakika ve her saniye için endişe duyar durumdaydılar. 12 Eylül’de asker açıkça yönetime müdahale edip yönetimi ele aldığı zaman, bu çatışmaların son bulması, halkı, istemeyerek de olsa 12 Eylül Askeri Darbesini destekler duruma getirdi ve halkı sevindirdi. Kürt halkının kendi cellatlarının açık yönetime el koymasında memnuniyet duyması olağan bir şey olabilir mi? Bu memnuniyet, PKK’nın yarattığı çaresizliğin bir ürünüydü. Bu memnuniyet, PKK’nın, devletin sürdüremediği politikaları, yapamadığını yaptığından dolayı ortaya çıktı. Halk iki kötü arasından, bir “iyi kötüyü” tercih etti. Bu sonucun kendisi de, PKK’nın değerlendirilmesi açısından hayati bir parametre sunar durumdadır. 12 Eylül Darbecileri, PKK eliyle de darbeyi hazırlayan olayları organize ettikleri halde, darbeciler hakkında hazırlanan iddianamede Kürt Bölgesindeki gelişmelerden bahsedilmemesi de dikkat çekici bir olaydır. KÜRDİSTAN’IN DİĞER PARÇALARINDA KÜRT ÖRGÜTLERİNE DÜŞMANLIK… PKK, Kürdistan’ın diğer parçalarına açıldıktan, İran, Suriye, Irak devletleriyle işbirliği ve müttefik olduktan sonra da, Kuzey Kürdistan’da yaptıklarının aynısını Kürdistan’ın diğer parçalarında yaptı. Kürdistan’ın diğer parçalarında da bütün Kürt örgütlerini düşman ilan etti, onlarla çatıştı ve savaştı. Kürdistan’ın diğer parçalarında kendi örgütlerini kurarak ve İran, Suriye ve Irak devletleriyle de uzlaşarak ve anlaşarak, Kürt örgütlerine karşı egemenlik ve hegemonya talebinde bulundu. Bugün de bu müdahale ve hegemonya taleplerinden vazgeçmiş değildir. Güney Kürdistan’da PKK’nın Irak Komünist Partisi’nin üyelerini öldürmesi, KUK-SE’nin militanlarını katletmesi ilk gelişmeler oldu. Ondan sonra PKK, Irak KDP ve KYB ile kanlı ve trajedik çatışmalara girdi. Köyleri ve köprüleri bombaladı. Halen bu yaralar sarılmış değildir. Günümüzde de PKK, Güney Kürdistan’ın en büyük baş belası konumundadır. Buna ilişkin yığınla söylenecek şey var. Bugüne kadar ben de dahil bir çok Kürt örgütü, aydını ve siyasetçisi yığınla şey yazdı. Bu konuyla ilgili tüm gerçekler, gün gibi ortadadır. PKK, Güney Kürdistan’da kurduğu Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi ile hegemonya savaşı siyasi olarak da sürdürmektedir. Güney Kürdistan’da halkı örgütlenme çabalarını legal ve illegal bir biçimde devam etmektedir. PKK, yine bu aşamada bile Doğu ve Batı Kürdistan’da Kürt ulusal hareketinin gerçek dinamiklerine dayalı gelişmemesi, ulusal hareketin ve örgütlerinin tasfiye edilmesi için, kukla örgütler oluşturmuş durumdadır. Doğu Kürdistan’da PAJK, Batı Kürdistan’da Demokratik Çözüm Partisi bunun en somut göstergeleridir. Sonuç olarak, PKK, Kürt Halk ve Yurtsever Güçlerine karşı düşman bir örgütlenme olarak kuruldu. Devletin kendi eliyle gerçekleştirmek istediği, ama yapamadığı katletme ve Kürt yurtsever güçlerini yok etme eylemlerini, Kürt liderlerini ve siyasi kadrolarını yok etmeyi PKK eliyle yaptı. PKK’NIN İNFAZLARINA BAZI ÖRNEKLER… PKK, hem grup aşamasında ve hem de parti olma aşamasında, kendisi ile birlikte olmayan herkesi, her siyasal grubu, her toplumsal kesimi ve onların temsilcilerini düşman kabul etti. Bu düşüncelerini, kuruluş manifestosunda açıkça ilân etti. PKK bunun yanında, kendi içindeki farklı düşüncelere ve muhalefete de kesinlikle izin vermeyeceğini kısa bir süre içinde yaptığı uygulamalar ortaya koydu. Kürt egemenlerine karşı infaz hareketi… PKK, Türk Kemalist Devleti’nin 1919 yılında başlayan ve 1938 yılında Dersim’de noktalanan ulusal ayaklanmalar sonucunda tasfiye ettiği, yargıladığı, cezalandırdığı, katlettiği, tarih ve siyasetin dışına ittiği Kürt egemen sınıflarını, “sömürgecilerin işbirlikçileri” olarak tanımladı. Kürt egemen sınıflarının temsil ettiği geleneksel sosyal ve ekonomik sistemi süreç içinde doğal ve meşru yöntemlerle tasfiye etmeyi ve ortadan kaldırmayı değil; egemen sınıf temsilcilerini tek-tek fiziki olarak ve öldürerek ortadan kaldırmayı strateji olarak benimsedi. Bu stratejisini de, daha grup aşaması döneminde hayata geçirdi, parti aşamasında da sistemleştirdi ve kurumlaştırdı. İlk aşamada Hilvan’da Süleymanlılar aşiretine karşı savaş açması, o aşiretten onlarca insanı öldürmesi bunun en somut örneklerinden biridir. PKK, Süleymanlılar aşiretine karşı savaş açtığında da, Süleymanlarla çelişkisi olan Paydaşları ve Tüysüzleri de, Kürtlük duygularını ve Kürt milletinin özgürlük isteği değerlerini istismar ederek yanına aldı. İkinci aşamada Siverek’te Devletin de kurtulmak istediği, önemli bir güç odağı olan M. Celal Bucak’a suikast düzenlemesi, PKK’nın bu şiddet politikasının en üst düzeye tırmanmasına, katliam düzeyinde hayat bulmasına yol açtı. Siverek’te M. Celal Bucak’a karşı savaş açarken, İzol ve Kırvar aşiretlerinin de desteğini almayı önemli bir askeri taktik olarak benimsedi. PKK’nın M. Celal Bucak’a suikastinden sonra, M. Celal Bucak ve taraftarları, Kürt ulusal ve devrimci örgütlerine karşı büyük bir saldırı başlattılar. PKK’nın ve devletin de istediği, bir taşla birkaç kuş vurmaktı. Biryandan Kürt egemen sınıflarından oluşan bloğu ve güç odağını tasfiye etmek isterken, bunun yanında Siverek’te güçlü olan Kürt ulusal ve devrimci örgütlerini tasfiye etmek; devletin yeniden örgütlenmesini yaratmak, Kürt ulusal ve devrimci örgütlerinin yerine, devletin projesi ve en azından desteği ve kontrolünde olan PKK’yı ikame etmek, güç haline getirmekti. Siverek’teki bu kanlı ve tehlikeli strateji, on binlerin Siverek’i terk etmesine, 1000’den fazla Kürt yurtseveri ve sıradan insanın katledilmesine yol açtı. (1979-80) PKK üçüncü Aşamada da, Batman’da büyük ve toplumsal/siyasal etkinliği olan, bünyesinde Sait ve Mustafa Ramanlı gibi Kürtlükten 1959 yılında ve 12 Mart Döneminde tutuklanan ve yargılanan önemli şahsiyetleri barındıran Ramanlılara karşı savaşı başlattı. Bu savaşı başlatması için de bir gerekçe bulması gerekti. O dönemde PKK’nın desteklediği ve Belediye Başkanlığını kazanan Edip Solmaz’ın katledilmesi bu saldırıların başlaması için gerekçe oldu. Edip Solmaz’ın Ramanlılar tarafından katledilmediği ve ölümünden izlerin PKK’ya gittiği de herkesin bildiği bir olay. Bu çatışmalar sırasında da onlarca Kürt katledildi. PKK, bu stratejisini Kürdistan’ın diğer il ve ilçelerinde de uygulamaya geçirmeye çalıştı. Ceylanpınar ve Nusaybin’de de aynı stratejiyi sürdürdü. Nusaybin’de de Hemolar ailesini yanına alarak yurtsever Ömerliler aşiretine karşı saldırı başlattı. Kürt örgütlerine karşı infaz ve iç infaz… Bu ilçelerde kanlı stratejisini ve Kürt ulusal örgütlerini tasfiye stratejisini sürdürürken, KDP- Kürdistan Ulusal Kurtuluşçular (KUK) isimli Kürt örgütünün onlarca militanını ve seçkin kadrosunu katletti, öldürdü, ele geçirdiği yerlerde vahşetçe işkence ederek, infaz etti. “Apocular olarak ortaya çıkan Abdullah Öcalan liderliğindeki PKK ilk çıktığı günden günümüze dek binlerce militan ve sempatizanını “örgüte ihanet, ajan-provokatör“ suçlamasıyla infaz etmiştir. “PKK ortaya çıkışıyla birlikte, 1976’da Ankara’da kendi arkadaşları Ali Doğan Yıldırım’ı kaldığı evde kafasına bir kurşun sıkarak öldürdüğü ve bunun PKK’nin ilk cinayeti olduğu iddia edilir. PKK önce bu cinayeti üstlenmez ve polise yıkmaya çalışır. Ancak, daha sonra kabul etmek zorunda kalır ve bir kaza olduğunu iddia eder. Keza, Ali Doğan Yıldırım PKK’nın iç ve dış infazları 12 Eylül Rejiminden önce başladı ve 12 Eylül sonrasında da devam etti. Bu infazların bilinenleri ve halk içinde sembol hale gelenleri söz konusu. Bu infazlar, PKK’yı tanımaya ve tanımlamaya yeter niteliktedir. I-    12 Eylül öncesi infazlar… 1) Mustafa Çamlıbel: Kürdistan’da PKK’nın katlettiği ilk yurtsever Ağrı’da Özgürlük Yolu yandaşı Mustafa Çamlıbel’dir. 1974 yılından sonra, Kürt örgütleri Kürdistan’ın tümünden olmazsa da belirli kentlerinde örgütlü ve etkin bir konumdaydılar. Özgürlük Yolu da Ağrı’da etkin olan Kürt sol örgütlerinden biriydi. PKK, Ağrı’da kitleyi ve Özgürlük Yolu taraftarlarını sindirerek, Ağrı’ya egemen olmak istediği için o sevimli genç insanı öldürdü. Mustafa Çamlıbel’in öldürülmesi PKK’nın kodunu çözen ilk vakıa oldu. Özgürlük Yolu’yla çatışmayı genişletip, derinleştirmek istediği halde, Özgürlük Yolu bu oyuna gelmedi. PKK de 12 Eylül öncesi Ağrı’da egemen olma şansını elde edemedi. 2) Baki Karer: PKK, Kürt ulusal örgütlerinin güçlü olmadığı alanlarda örgütlenmek istiyordu. Örgütlenme yaparken de lumpen, üretim dışı, toplum tarafından dışlananları örgütlemeye çalışıyordu. PKK, alanlarda örgütlenip güçlenerek, Kürt ulusal örgütlerinin etkin ve örgütlü olduğu alanları, şehirleri ve kentleri kuşatmak istiyorlardı. Bu bağlamda ilk dönemlerde, Gaziantep’e öncelik tanıdı. Gaziantep’te örgütlenmek isterken, Kürt örgütlerinden Têkoşîn Gaziantep’te güçlü ve örgütlü konumdaydı. Gaziantep’te örgütlenmesi için, Têkoşîn’i sindirmesi ve bunun içinde provokasyonlar yapması gerekirdi. Bu yaptığı provokasyonlar sonucu, kendi içinde de muhalefetten de kurtulmak istediği Haki Karer’i de kurbanlık kuzu haline getirdi. Bir düşünceye göre, Haki Karer’i yaraladı ve daha sonra hastanede öldürdü. Ya da Têkoşînle çatışmada Haki Karer yaralandı, hastanede de PKK tarafından öldürüldü. 3) Mehmet Uzun ve Ali Kınacık: Haki Karer’in öldürülmesi gerekçe gösterilerek, Têkoşînî Antep’te tasfiye etmek için öldürülen Kürt yurtseverlerdir. 4) Ferit Uzun: Dengê Kawa lideri ve PKK tarafından 22 Kasım 1978 yılında Siverek’te katledildi. Daha sonraki tarihlerde deşifre olan PKK raporlarına, PKK’dan ayrılan Merkez Komitesi ve PKK Kurucusu unsurların açıklamalarına göre, PKK, kendi dışındaki Kürt yurtsever örgütlerini tasfiye etmek için, liderlerini ortadan kaldırmakla sonuca ulaşacağını hesap ediyor. Ama diğer örgütlerin duyarlılıkları, hesap dışı gelişmeler, PKK’nın bu karanlık, tehlikeli, iğrenç amacına 12 Eylül 1980’den önce tümüyle ulaşmasını engelledi. Ferit Uzun’dan sonra Kurtalan ve diğer kentlerde de başka Dengê Kawa taraftarı ve kadroları katledildi. 5) Mehmet Çakmak: TKP’nin Kürdistan’daki örgütlenmesinin önde gelen önder unsurlarından biriydi. PKK, bütün diğer sol ve Kürt örgütleri gibi TKP’yi de düşman ilân etti. Bu nedenle, Diyarbakır’da TKP’lilere ait kitapevi basılarak Mehmet Çakmak katledildi. Arkadaşı Liceli Ömer Ağın da felç oldu. 6) Beş Parçacıların katledilmesi: PKK, Kürdistan’ının beş parça olduğunu savunan, Kürdistan’ın bağımsız ve bileşik devlet yapısını amaç edinen Beş Parçacı Grubu kendisine rakip gördüğünden, Beş Parçacıların tüm yönetimini ajan ilân ederek, çoğunu katletti. 7) Abdullah Irmak: Rizgarî ve Komal’ın Kızıltepe’deki yöneticilerinden biriydi. Komal Yayınevi’nde otururken PKK’nın plânlı saldırısı ile karşı-karşıya kaldı. Ağır yaralandı. Ölümden kurtuldu. 8) Zabit Kaplan: Şivan Hareketi’nin Diyarbakır Çermik Kazasının yöneticilerinden biriydi. PKK tarafından katledildi. 9) PKK, KUK’u Kürdistan’da kendisi için engel gördüğünden savaş açtı. PKK’nın bu saldırılarında, Abdulvahap Akman (Nusaybin), Mehmet Akagündüz (Suruç), Kerim Hamidanoğlu (Siverek), Sıdık Matzar (Derik), Abdulkadir Umur (Derik), Ziver Kaya (Nusaybin), Şeyhmus Kaya (Nusaybin), Mahmut Zıngırtlı (Derik), Neytullah Özgen (Derik)Murat Yalçın (Ömerli), Bekir Öztürk (Kızıltepe), Cemil Onur (Gercüş), Cemil Çakır (Nusaybin), Resul (Eruh), Abdurrahman Aslan (Nusaybin), Sadık Özen (Nusaybin), Mahmut Karahan (Şêxêreş), M. Selim Aslan (Kızıltepe), Ubeyit Sana (Lice Serdê), tespit edebildiğim öldürülen kişilerdir. 10- Ayrıca, Halkın –Yolu, Halkın Devrimcileri, İşçi Köylü Partisi, TİKKO, DEV-YOL, Kurtuluş Hareketi üyeleri de hem PKK saldırısıyla karşıya kaldılar ve hem de öldürülenleri oldu. Özcesi, 12 Eylül Diktatörlüğünden önce PKK’nın saldırmadığı Türk ve Kürt Devrimci, yurtsever örgütü yok. II- PKK’da İnfaz Edilen Kurucular, Merkez komitesi Üyeleri ve Üst Düzey Yöneticiler: 1) Mehmet Turan: 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde PKK’in Kuruluş Kongresi’ne katılan kadrolardan ve ilk oluşum safhasında örgütün önde gelen eylem adamlarından biridir. 1979 yılında Abdullah Öcalan’ın emriyle ve ajan olduğu gerekçesiyle Mardin’de öldürüldü. 2) Murat Bayraklı: PKK, 1982 yılında gerçekleştirdiği 2.Kongresinden sonra örgüt içinde “temizlik” hareketi başlattı. Birçok PKK’lı militan sırtını Suriye devletine de dayamış olan Öcalan’ın emriyle örgüte ihanet ve karşı-devrime hizmet gerekçeleriyle ortadan kaldırıldı. Suriye kontrolünde olan Lübnan’daki eğitim kampında olduğu gibi Avrupa’da da birçok PKK’li için ölüm emri verildi. Murat Bayraklı 5 Haziran 1984 günü Batı Berlin’de bir çöp konteynırında yakılarak öldürüldü. Onun da “suçu” örgüte ihanetti (!) 3) Süphi Karakuş (Şoreş) :(1) Öcalan’ın emriyle Mahsum Korkmaz tarafından infaz edilir. (Abdullah Öcalan, “Gerçeğin Dili”, s.65-66) 4) Zülfi Gök: 7 Ağustos 1984 yılında Almanya’nın Rüsselsheim şehrinde bir trafik şeridinde arabasının içerisinde beklerken kurşunlanarak öldürüldü. PKK bu cinayete sahip çıkarak; “PKK’ye muhalif gruplarla (Enver Ata) işbirliği yaptığı için Abdullah Öcalan’ın emriyle görevlendirilen PKK’nin Avrupa’daki İnfaz Timleri’nce infaz edildi” diye açıklama yaptı. 5) Enver Ata: 20 Haziran 1984’de İsveç’in Uppsala şehrinde infaz edildi “6) İzzettin Evcil: 1977-79 yılları arasında Örgütün Batman sorumluluğunu yapmıştı. 1982-84 yılları arasında ise, PKK’nin Botan Bölge Sorumlusu olarak görev yaptı. 1984 sonlarında ”PKK içerisinde muhalif çizgi oluşturmak, önderliğe başkaldırmak, silahlı propaganda yönetmenliğine ve örgüt talimatlarına uymamak” suçundan Öcalan’ın emriyle infaz edildi. 7) Çetin Güngör (Semir): PKK merkez Komitesi Üyesi ve Öcalan’a muhalefet yaptığı için 2 Kasım 1985 günü İsveç’in Başkenti Stockholm’da yüzlerce Kürdün gözleri önünde infaz edildi ve katili olay yerinde yakalandı. Katil Öcalan’ın verdiği görevi yerine getirmiş olmaktan mutlu olduğunu mahkemede açıkladı. Çetin Güngör; 18 Mart 1984 tarihli açıklamasında, ”artık PKK’li değilim” PKK’nin uygulamış olduğu silahlı mücadelenin ve Kürd gruplarına karşı izlemiş olduğu davranışların yanlış ve çıkmaz yol olduğunu söylüyordu. 8) Abdullah Kumral: 1979 yılından 1980 yılının ortalarına kadar, PKK’nin Gaziantep İl Sekreteri olan, 1980 sonrasında ise, Şanlıurfa Bölge Sekreterliğine getirilen, PKK Merkez Komitesi Üyesi olan Kumral, Apo’nun izlemiş olduğu politikalara karşı çıktığından dolayı, önce göz hapsine alınmış, hapis edildiği evden kaçmayı başarmış, ama daha sonra Suriye istihbaratı tarafından yakalanarak tekrar PKK’ye teslim (!) edilmiş. Öcalan’ın hamiliğini üslenen Suriye istihbaratı tarafından yakalanarak, PKK’ye teslim edildikten sonra, Abdullah Öcalan’ın emriyle cellatları tarafından kulaklarına tüfek harbisi sokulmak suretiyle Bekaa’da öldürülmüş. 9) Resul Altınok: 1980’lerin başında PKK Merkez Komitesi Üyesi olan Altınok; Öcalan’a karşı muhalefet yaptığı gerekçesiyle infaz kararı alındı. PKK’nin önden gelen isimlerinden Öcalan’ın iki infaz eri Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun Resul Altınok’u PKK kampında önce kendisine bir çukur kazdırıp daha sonra kafasına kurşun sıkarak infaz ettiler. (daha geniş bilgi için: Hasan Yıldız, ”Muhatapsız Savaş Muhatapsız Barış” s.146-150) 10) Lamia Baksi ve 67 militan 1987’de infaz edildiler 11) Dilaver Yıldırım: Apocuların ilk oluşum dönemlerinden beri PKK’ye dönüşen çizginin içerisinde yer almıştır. 1977 yılı başlarında Kemal Pir’in Sinop Ulubey Hapishanesinden kaçırılışında yer alarak, ilk eylemini gerçekleştirmişti. Örgütün en güvendiği isimlerden biri olan Yıldırım Ankara’da örgüte silah ve malzeme almak için gerekli olan parayı bulabilmek amacıyla Güven Hastanesi soygununa katılmış ve bu soygun olayından sonra yakalanarak 12 Eylül dönemini cezaevinde geçirmişti. Suriye’de rehin olan Öcalan 1987 yılının sonlarına doğru Dilaver’i ziyaret etmek için Bulgaristan’a gider ve görüşür. Öcalan’ın talimatıyla Bekaa kampına getirtilen Yıldırım, bir sürü uygulamadan sonra bir gece nöbetinde intihar (!) ettiği söylenir. (Daha geniş bilgi için: Hüseyin Yıldırm ve Kesire Öcalan’ın 29 sayfalık broşür ”Dilaver Yıldırım Olayı” Milliyet, 31 Mart 1993- Selim Çürükkaya ”Aponun Ayetleri” s.40-41- Mümtaz Kotan ” Yenilginin İzdüşümleri” s.120-121) 12) Av. Mahmut Bilgili: 12 Eylül 1980 sonrası Av. Şerafettin Kaya’nın öncülük ettiği ”Avukatlık Bürosu” yazıhanesinde işe başlamıştır. Bu avukatlık bürosu başta PKK olmak üzere birçok Kürt örgütünün davalarına bakıyordu. Mahmut Bilgili de PKK davasına girenlerden biriydi. Bu davalardan dolayı PKK taraftarı olmaktan tutuklanarak beş yıl Diyarbakır zindanında yattı. Tahliye olduktan sonra Avrupa’ya çıkan Mahmut Bilgili, Avrupa’daki PKK temsilciliğinin almış olduğu infaz kararıyla 1987 yılının Mart ayının başında Hollanda’da yemek masasında boğdurulup, cesedi satırla parçalanıp kanalizasyona atıldı. Cesedi 26 Mart’ta Twente kanalında bulundu. O da örgüte göre ”ihanet etmişti”. Yani, devletin Diyarbakır Zindanı’nda yapamadığını PKK’ye havale etmişti. Yurtseverliğinin bedelini Bilgili de diğer soydaşları gibi ödedi. 13) Mehmet Tunç: bir dönem Avrupa’daki PKK yapılanmasında yer alan Mehmet Tunç lideri Öcalan tarafından çağrıldığı Lübnan’daki Mahsum Korkmaz Akademisi’nde gerilla eğitimi yapar. Burada eğitim yaparken Paris’te tanıştığı yine kendisi gibi PKK’li olan Ali Toprak’ın kız kardeşi olan Hevi (Şafak)’a aşık olmuştur. Sevgilisi Şafak, sevgilisi Mehmet Tunç’u ziyaret etmek üzere Lübnan’daki örgüt kampına gelir. İkisinin arasındaki bu duygusal ilişki lideri Öcalan’ın ve örgüt mensuplarının tepkisini çeker. Mahmut Tunç bu duygusal ilişkiden dolayı Öcalan’ın yasalarını çiğnemiştir. İnfazına karar verilir ve sevgilisi de dahil orada bulunanların gözü önünde kurşuna dizilir. Bu vahşet videoya da çekilir ve her tarafa yollanır. Bu vahşeti belgeleyen videokaseti, Almanya’nın Düseldorf mahkemesinin dosyalarında bulunmaktadır. 14) Mustafa Ömürcan ve dört arkadaşının infazı: Mustafa Ömürcan, PKK’nin 1980 öncesi kadrolarındandır.  “Örgüt talimatlarına karşı gelmek ve önderliğe baş kaldırmak” suçlarından dört arkadaşı ile birlikte, Halil Kaya tarafından infaz edilirler. ”Kör Cemal” kod adlı Halil Kaya da Öcalan sisteminin bir gereği olarak, bir yıl sonra Öcalan’ın emriyle infaz edilir. Arkada canlı tanık bırakmak, PKK ve Öcalan’ın metodu değildir. 15) Şahin Baliç: 1980’lerin başında henüz liseden yeni mezun olmuşken, PKK’ye katılan Metin kod adlı Şahin Bilgiç, Mardin bölgesinde birçok eyleme katılmış, eylemlerdeki kararlılığı Öcalan’ın dikkatini çekmişti. 1986 yılında bizzat Öcalan’ın talimatıyla PKK-MK üyeliğine, daha sonra da ARGK (Askeri Konsey) üyeliğine getirilmiş.1988 yılında girdiği bir çatışmada yaralanan Baliç, Aponun özel çabalarıyla Suriye’ye getirilir. Bir dönem tedavi gördükten sonra Aponun Şam’daki evine yerleşir ve lideriyle çok içli dışlı olan militanlardan biri olur. Apo’nun yakın adamlarından biri olan, Öcalan’ın ayak işlerine bakan hemşerisi Hasan Bindal’ın 25 Ocak 1990 tarihinde bir kaza kurşunu sonucu ölmesiyle, bu ölüm olayından dolayı Öcalan tarafından hakkında idam fermanı hazırlanır ve Apo’nun talimatıyla PKK’nin  infaz timi, kaza kurşunuyla ölen Hasan Bindal’ın ölümünden Akademi Komutanı olarak Bekaa’da görev yapan Şahin Baliç’i sorumlu tutar ve infaz eder. 16) Şahin Dönmez: PKK’nin kurucularından ve ilk Merkez Komitesi Üyelerinden Şahin Dönmez, 1979 yılında yakalanır, çözülür ve bildiği tüm arkadaşlarını ele verir. 3 Nisan 1990 yılında İstanbul’da infaz edilir. Şahin Dönmez, yakalanmadan önce Apo’nun göz bebeklerinden biridir. 17) Mustafa Çimen: Mahsum Korkmaz’ın başını çektiği ”14 Temmuz Silahlı Propaganda Takımı”nın bir üyesi ve Mahsum Korkmaz’ın hem siyasi hem de askeri yardımcısıydı. 15 Ağustos 1984 yılında yapılan Eruh baskınında yer aldı. Mustafa Çimen, Eruh ilçe merkezine asılan ”Kahrolsun Faşist Türk Sömürgeciliği! Yaşasın HRK!”, ”Halk Düşmanı canilerden hesap Sorulacaktır! Yaşasın HRK!” yazılı pankartları hazırlayan ve asan militanlardan biri. Mustafa Çimen 1985’de yakalanınca itirafçı olur. Urfa Hilvan doğumlu ve PKK içerisindeyken (2) ”Tevfik” kod adıyla tanınan Mustafa Çimen, 1990’ların başında cezaevinden çıktıktan sonra PKK infaz timleri tarafından öldürülür. 18) Osman Tim: 1992 yılının Aralık ayında PKK’nin cezaevi temsilcisiyken ”polisle işbirliği” yaptığı gerekçesiyle Bayrampaşa Cezaevi’nde boğularak öldürülür.. Osman Tim’in boğularak öldürülmesine gösterilen gerekçe, ”hiçbir tokat bile yemeden arkadaşlarını ihbar ettiği” gösterilir. (Yalçın Küçük’ün Apo ile yaptığı ve adına, ”Kürt Bahçesinde Söyleşi” s.270) 19) Mehmet Çimen: Avrupa örgütünün koordinatör yardımcısı olarak görev yaptı. On yıl cezaevi yattı. 1992 yılının ortalarında Avrupa’ya geldi. Öcalan’ın kadın sorunuyla ilgili koyduğu yasaları çiğnedi. Sorgulandı ve 1993’te ”buharlaştırılarak” yok edildi.( geniş bilgi için: Selim Çürükkaya ”Aponun Ayetleri”s.194-197) 20) Yıldırım Merkit: 27 Kasım 1978 yılında yapılan Fis toplantısında PKK’nin Dersim ve Erzincan bölge sorumlusu olarak atanır. Ama Apo ile ayrılığa düşer ve Apo’nun talimatlarına uymaz. Yıldırım Merkit 1994 yılında Romanya’da öldürülür. Keza, babası da PKK tarafından öldürülür. Kendisi gibi PKK’li olan bacısı Cemile Merkit (Seher) hakkında ölüm kararı çıkartılır. O Avrupa’ya kaçarak canını kurtarır. 21) Mehmet Şener: 1 Kasım 1991 yılında Suriye’nin Kamışlı ilçesinde Suriye istihbaratının da katkısıyla infaz edildi. Kamışlı istihbarat sorumlusu Akid Ömer ile Ebu Adnan yanlarında iki PKK’li olduğu halde, Mehmet Cahit Şener’in kaldığı eve giderek öldürürler. (Jitem’ci Ersever, Derin Sol, 2.cilt, s.1260) 1 Kasım 1991 günü Şener’in yanında bulunan Fatma Temel (Dilan) adlı bayan da kurşunlara hedef olmur ve olay yerinde yaşamını yitirir.. Kuşkusuz cinayetler Şener’le sınırlı kalmadı. Şener’in sağ kolu olarak bilinen Mustafa Pusa (Şiyar) ise 7 Kasım 1991’de İstanbul Küçük Ayasofya’da infaz edilir. Eşi Ayşe Pusa da Bekaa vadisindeki Mahsum Korkmaz Akademisi’nde öldürülür. 22) Sîpan Rojhilat: 5 Ekim günü öğlen saatlerinde, Güney Kürdistan’da Maxmur kampı yakınlarında, Kongre Gel mensuplarınca kaçırılan PWD üyesi Sipan Rojhilat’ın (Şapur Badoşiva) 7 Ekim günü infaz edilir. 23) Kemal Şahin: 7 Şubat 2005 tarihinde PKK timlerince infaz edilir ve katilleri Güney Kürdistan Bölge Yönetimi güvenlik güçleri tarafından yakalanır. 24) Hikmet Fidan: Öcalan Kenya’dan getirilirken dediği “Türkiye’nin hizmetindeyim” sözü örgüt tarihindeki ilk ciddi kırılmaydı. İkinci kırılmayı İmralı’dan gelen “Ateşkese son verin” talimatıyla yaşayan PKK, üçüncü ve en büyük kırılmayı muhalif kanadın temsilcilerinden Hikmet Fidan’ın öldürülmesiyle yaşadı. Diyarbakır’ın Bağlar semtinin dar sokaklarında 6 Temmuz 2005 sabahı, susturucu takılı tabancadan ensesine sıkılan tek kurşunla öldürüldü. Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Eski Genel Başkan Yardımcısıdır. Cinayet, ertesi gün gazete sayfalarında kendine küçük bir yer bulabildi. Her ne kadar haber bu şekilde yer alsa da etkisi sonradan büyük oldu. 25) Kanî Yılmaz: Güney Kürdistan’da araçlarına yerleştirilmiş bir bombanın patlaması sonucunda, PWD- K Koordinasyon Kurulu üyesi Faysal Dumlayıcı ( Kani Yılmaz ) ve aynı örgüt üyelerinden Serdar Kaya ( Sabri Tori ) 12 Temmuz 2005 günü PKK timlerince infaz edildiler. III- 12 Eylül sonrasında PKK infazları… 1) Bingöllü Dawud(Resul Altıok) : PKK’nın kurucusu ve Merkez Komite üyesi. 12 Eylül’den sonra Öcalan’a yaptığı muhalefetten dolayı gözaltına alındı. Suriye Kürdistan’ın Efrin ve Suriye’nin Halep şehrinde tutuklu olduğu zaman, yanından kaçan nöbetçinin bize haber vermesiyle durumu anlaşıldı. O zaman, Ala Rizgarî, Pêşeng (Şivancı Hareket), KUK, Têkoşîn, Özgürlük Yolu bir güç birliği çalışması içindeydik. PKK de, DEV-YOL, Mihri Belli, Teslim Töre ile Faşizme Karşı Birleşik Cephe içindeydi. Durum cephe yönetimine iletildi. Sorunun çözüleceği belirtilmesine rağmen, daha sonra Güney Kürdistan’da yapılan işkencelerle katledildi. 2) Dersimli Semir (Çetin Güngör): 12 Eylül sonrasında, PKK’ya karşı en sistemli, en ilkeli muhalefet yapan grubun liderleri arasındaydı. Öcalan’ın en çok korktuğu muhalefet lideriydi. O da Stockholm’da 1000 kişinin katıldığı Şivanci Hareket Pêşeng’in kuruluş toplantısında intihar eylemi sonucu katledildi. 3) Batmanlı Enver Ata: PKK’nın hapishaneden kaçan Batmanlı kadrolarından biriydi. İsveç’in Uppsala şehrinde kalıyor ve tedavi görüyordu. Uppsala şehrinin merkezinde ensesine sıkılan tek kurşunla katledildi. Katleden kişi yakalandı, halk adına Enver Ata’yı cezalandırdığına dair mahkemede açıklama yaptı. 4) Necla Baksi: Kürt Yazar Mahmut Baksi ve Lütfi Baksi’nin (KADEP Kurucusu ve Meclis Üyesi) bacısı ve İsveç’te doktorluğu bitirmiş yetenekli bir Kürt kızı. Küçük burjuva değer yargılarından ve alışkanlıklarından vazgeçmediği için katledildi. Necla ile aynı gerekçe ile 67 militanın da katledildiği PKK’nın Serxwebûn gazetesinde açıklandı. 5) Eyüp Kemal Atsız: Şivancı Hareketi (DDKD) taraftarı, Danimarka’da katledildi. 6) Mustafa Tangüner: Şivan Hareketi (DDKD) taraftarı, Danimarka’da katledildi. 7) Viranşehirli Emin: Rizgarî’nin Hollanda’ya iltica eden Viranşehirli taraftarlarından biriydi. PKK’ya muhalefet eden Merkez Komitesi üyesi Çetin Güngör’e (Semir’e) yardım ettiği, evinde barındırdığı için Hollanda’nın Amsterdam şehrinde katledildi. 8) Avukat Mahmut Bilgili : Dersimli ve PKK taraftarı. Hollanda’da ilticacıydı. PKK’ya muhalefet ettiğinden dolayı Amsterdam’da öldürüldü. Öldürüldüğü zaman da, parça-parça haline getirilip çuvala konup, Amsterdam su kanallarına bırakıldı. 9) Ramazan Adı Güzel: Özgürlük Yolu taraftarı. Fransa’da katledildi. 10) Ali Aka Gündüz: Özgürlük Yolu taraftarı, Almanya’da katledildi. PKK ve Hizbullah’ın İnfazları… PKK ve Hizbullah siyam ikizleri, infazları da gerçeğin iki yüzü: Devletin infazlarıdır, yargılanması ve sorgulanmaları gerekir… PKK ve Hizbullah İnfazları hem birbirine bağlı olarak, hem de ayrı-ayrı incelenmesi gereken konulardır. Bunun yanında, PKK ve Hizbullah’ın karşılıklı infazları, Kemalist devletin varlığını sürdürmek için, oynadığı ve plânladığı bir oyundur. Bu bağlamda, PKK ve Hizbullah’ın karşılıklı infazları, devletin iç hesaplaşması çerçevesinde ele alınması gereken bir konudur. Devlet içinde, “iti ite öldürtmek”, “iti iti dengelemek” gibi devlet stratejisinin bir ürünüdür. Hizbullah’ın infazlarında sorgulanması ve yargılanması gereken boyut: Hizbullah’ın İslami Siyaset muhalefeti kapsamında olan muhalefet unsurlarını, kendi iç muhalefet aktörlerini, Kürt yurtseverlerini, Kürt sivil insanını devlet siyasetinin bir gereği olarak ortadan kaldırması, yok etmesi, öldürmesidir. Bu özellikleri itibariyle, PKK ve Hizbullah siyam ikizleridir. PKK, hep yazdığım ve yukarıdaki satırlarda da belirttiğim gibi, Kürt ulusal hareketinin içerden kuşatılması, bağımsızlık sürecinin saptırılması için bir devlet projesidir. Bu nedenle kurulduğu günden itibaren, kendi iç muhalefetini, Kürt ulusal muhalefetini yok etmek ve sindirmek; sivil Kürt toplumsal güçlerini hizaya getirmek, tarih sahnesine çıkmasını engellemek, devletin rasyonelleri içine çekmek için, çaba gösterdi. Devlet bu projesinde de büyük başarı elde etti. Bu iki gücün çatıştırılmasında da asıl öldürülenler, Kürt yurtseverleri, Kürt İslamcıları, Kürt insanı ve sivil güçleri oldu. Devletin yarattığı PKK ve Hizbullah çatışmasında, Silvan’da 860 kişi, diğer Kürt şehirlerinde de yüzlerce sivil ve Kürt yurtseveri siyasetçi öldürüldü. Öldürülenlerin ezici çoğunluğunun  PKK ve Hizbullah’la örgütsel ilişkisi de yoktu. PKK ve Hizbullah çatışmasına, Devlet terörü vizyonu içinde bakmak gerekir. Her iki tarafın çatışmasında ölenler neticede Kürt çocukları ve gençleriydi. PKK ve Hizbullah bu anlamda da bir insanlık suçu işlediler. Her ikisinin sorgulanması, yargılanması gerekir. Varto Gerçeği… PKK’nın bütün Kürt şehirleri, kazarlında yaptığı infazlar var. Varto da bu örneklerden biridir. Varto ile ilgili yakın tanıklarından derlediğim ölüm listesini de olayın vahametin anlatmak açısından Komisyona sunmayı önemli görüyorum.  1- Kerem Geldi:     Varto ANAP ilce Başkanı. Toplumsal etkinliği olan bir şahıstı. 1992 yılında evinden kaçırılarak öldürüldü. 2- M. Şirin Şahin:    Eski Rizgarici olup daha sonra PKK’ya katıldı. Gece evinden alınarak Varto’nun kuzeyinde bir köy civarında öldürüldü. PKK, daha sonra yanlış bir uygulama diye ailesine bilgi verdi. 3-Necmettin Yıldırım: PKK muhalifi Nizamettin Taş’ın köylüsü ve arkadaşı iken birlikten PKK ye katıldılar. Güney Kürdistan’ın Güney’inde infaz edildi. 4- Ekrem Kıraç:   Varto’nun Katagivij (Özkonak) köyünden, 9 yıllık PKK silahlısı iken 1992 yılında Bingöl Yayladere!de infaz edildi. 5- Cihat Kızıltaş:     Varto Alagöz Köyünden, PKK tarafından öldürüldü. 6- Ahmet Kartal:     Varto Karapınar Köyünden- 1996 veya 95  yılında  çayırını biçerken 10 yaşındaki oğlunun gözleri önünde PKK tarafından öldürüldü. 7- Zahit: Varto’nun Derik-Kumlukiyi Köyünden. Köyü basan PKK’liler tarafından öldürüldü. 8- Cemal Kılıçoğlu:    Varto’nun Başkent  köyünden, ihbarcı olduğu gerekçesiyle PKK tarafından öldürüldü. 9- Mahmut Turan:     Varto’nun Kurcik-Görgü Köyünden ajan diye evinden alınıp öldürüldü. 10- Muş Til  Beldesi Belediye Başkani  ajan olduğu gerekçesiyle PKK tarafından öldürüldü. 11- Muş Malazgirt   Malbat Asiret Reisi  Bedri (Bedo): 1992’de İl Genel Meclis üyesi olduğu için ihanet gerekçesiyle öldürüldü. 12-  Mele Muhiyyedin:  PKK’nın  Ulusal meclis Üyesi iken PKK den Avrupa’dan ayrılıp köyü olan Ziyaret nahiyesine döndü ve köyünde öldürüldü.   DİYARBAKIR CEZAEVİNDE İKİLİ/“VARDİYELİ” İŞKENCE… Ünü uluslararasına işkenceleri, ölüm haberleri, kötü uygulamalarıyla yayılan Diyarbakır Cezaevindeki durumun da araştırılması gerekir. O dönem tutuklu Kürt siyasilerinin anlattığına göre, cezaevinde gündüzleri devletin yetkilileri asker gardiyanlar, geceleri de PKK işkence ediyor. Rizgarî-Ala Rizgarî Davası’ndan yargılanıp ceza alan Hasan Çakır arkadaşım, cezaevindeki bu işkenceyi “vardiyeli işkence” diye tanımlıyor. PKK’nın sözde muhalif güç olarak bunu nasıl yaptığının sorgulanması bir tarafa, devlet yetkililerinin buna sesiz kalması nasıl yorumlanmalıdıdr. ESKİ BİR PKK’LI HANIMIN İBRET VERİCİ AÇIKLAMALARI…. Selma Batmaz, yıllarca içinde çalıştığı PKK örgütünü Türkiye Gazetesi Yazarı Adem Demir’e anlattı. Selma Batmaz’ın bu röportajı 29-30 Kasım 2011 tarihlerinde yayınlandı. PKK’nın infazlarına ışık tuttuğu, Bekaa’daki toplu mezarlardan bahsettiği için oldukça ibret verici. Selma Batmaz’ın söylediklerinin önemli olduğunu düşündüğüm için; Adem Demir’in açıklamalarıyla birlikte Komisyonunuza sunuyorum. “Batmaz, yıllarca PKK’ya hizmet etti. Tutuklanınca örgütü sorgulamaya başladı. Ayrıldı fakat kurtulamadı. Eleştirilerde bulununca Avrupa’nın göbeğinde kadın olduğuna bakılmaksızın dövülerek hastanelik edildi. “Adı Selma Batmaz. Yaşı 48. O, çok şeyler görmüş bir kadın. Bir zamanlar, PKK içinde “kahraman” olarak görülenlerdendi. Şimdilerdeyse mutlak suretle imha edilmesi gereken bir “hain”. Tabii ki PKK’ya göre. Zaten örgüt, öldürülmesi gereken biri olduğunun mesajını net olarak vermiş durumda. Selma Batmaz, yıllarca PKK’ya hizmet etmiş. Sadece kendisi değil. Eşi, iki kayın biraderi ile bir kardeşi PKK’nın içinde yer aldı. Selma Batmaz’ın eşi Kürt siyasal hareketinin içinde tanınan bilinen biriydi. Adı Sadioğlu Batmaz. Söz konusu bu kişi Diyarbakır cezaevinde kalan ve pek çok işkenceye maruz kalanlardan. Hatta Cezaevindeki Elazığlılar grubunda direnen 5 kişiden biri. Sadioğlu Batmaz, cezaevinden çıkar çıkmaz soluğu Beka’da alıyor. Onu iki kardeşi ve bir de kayın (Selma’nın erkek kardeşi) takip ediyor. Selma Batmaz bu durumu, “Aile boyu bir güzel Öcalan’a hizmet etmişiz. Ulusal davaya hizmet ettiğimiz düşünüyorduk. Oysa büyük bir aptallıkmış yaptığımız” diyerek heba edilen aile bireyleri ve zamana hayıflanıyor. “SUSMADI, GAZETEMİZE KONUŞTU Selma Batmaz’ın eşi Sadioğlu Batmaz, 1990’da dağda öldürülüyor. Tayfun Şah Batmaz isimli kayını da Tunceli’de vuruluyor. Selma Batmaz ‘diğer yaralarım’ dediği konuların ise şimdilik deşilmesinden yana değil. Selma Batmaz, dağa giden kocası gibi o da Beka’nın yolunu tutuyor. Oraya gittiği yıl 1988. Burada siyasi ve askeri eğitimden geçerken PKK’nın gerçek yüzüne tanık oluyor. Fakat o yıllarda örgütten kopmuyor. İstanbul’a gönderilen Selma Batmaz 1992 Ekiminde 27 kişiyle birlikte yakalanıyor. Bayrampaşa Cezaevinde 5.5 yıl tutuklu kalıyor. Cezaevinde iken 70-80 PKK’lı kadın militanın yöneticisi oluyor. 1999 yılında cezaevinden çıktıktan sonra soluğu Avrupa’da alıyor. 14 yıldır PKK’dan koptuğunu ve bir ilgisinin kalmadığını vurguluyor. Yıllarca susan Batmaz, PKK’lıların saldırısına uğradıktan sonra konuşma kararı aldı. Aslında konuşması kolay da olmadı. Çünkü öldürülmekten korkuyor. Ancak örgüte yönelik eleştiride bulunduğu için öldüresiye dövülen kadın, “konuşsan da sussan da saldırıya uğruyorsam niye susayım” düşüncesiyle yaşadıklarını Türkiye Gazetesi’ne anlattı. Batmaz kendisini, “PKK’nın sanığı, mahkûmu, mağduru ve tanığı” olarak niteliyor. Çok şey anlatıyor. Somut bilgiler veriyor. “Büyük kirliliklere ve vahşetlere tanık oldum” diyen Batmaz’ın örgüte yönelik tanımı ise oldukça net: Kürt Ergenekon’u. Almanya’da yaşayan ve telefonla konuştuğumuz Batmaz’ın anlattıkları dehşet verici. Şimdiye kadar birçokları gibi susan Selma Batmaz, “Can güvenliğim yok” diyerek Alman makamları ve uluslararası insan hakları örgütlerinden yardım istiyor. Örgüt üyeliğinden dolayı devam eden davası olduğu için Türkiye’ye de gelemiyor. İşte Batmaz’ın sorularımıza verdiği cevaplar: VAHŞETİN TANIĞIYIM -PKK’ya ne zaman ve hangi gerekçelerle katıldınız? -Elazığ Karakoçanlıyım. Örgüte sempatim 1978 yılında başladı. Eşim Sadioğlu Batmaz ve bir kayınım örgütün ilk kadroları hatta korucuları arasında yer aldılar. Eşim Diyarbakır cezaevinden çıkıp örgüte katılınca önce Avrupa’ya daha sonra 1 Nisan 1989 tarihinde Beka’ya gittim. 1.5 yıl boyunca Beka’da kaldım. Eğitim gördüm. 1990 ortasında görevli olarak İstanbul’a gönderildim. Siyasi faaliyetler yürüttüm. Ekim 1992 yılında yakalandım. 27 kişiyle birlikte yargılandım. Herkes çözülüp konuştu. Betül adındaki bir arkadaşımla ben konuşmadık. Sonra Betül’ü dağa götürdüler. “Sen niye direnmedin?” diyerek kurşuna dizdiler. Betül’ün hikâyesi bende derin bir yaradır. -Beka’daki kampta ne tür vahşetler gördünüz? Olup biten her türlü rezaleti gördüm. Yüzlerce insan kurşuna dizilerek öldürüldü. Her sabah 05:30’da uyanıyorduk. 450-500 kişilik askeri taburla “ölüm poligonuna” gidiyorduk. Her gün rutin bir şekilde 4-5 kişiyi çıkarıyorlardı. Sonra bunlar kurşun yağmuruna tutuluyordu. Onlar can verirken 450-500 kişi hep bir ağızdan ‘Biji Serok Apo’ diye slogan atıyordu. Bu vahşet tablosundan sonra da hepimiz spora çıkıyorduk. PKK’nın acı gerçeğinin tanığıyım ben. İNSANLARI, VÜCUTLARINDA NAYLON ERİTEREK YAKIYORLAR -Ne kadar devam etti bu öldürmeler? -Bir buçuk yıl kaldım Beka’da. Orada olduğum süre zarfında hep yaşandı bu tür ölümler. 1989 Serwxabun(PKK’nın ilk yayın organlarından)’a bakın. Orada yargılananların hepsi kurşuna dizilerek öldürüldüler. Bir tek İbrahim Güçlü’nün yeğeni Vakas Güçlü bırakıldı. Beka Vadisi sabahlara kadar devam eden işkence sonucu atılan çığlıklarla yankılanıyordu. Adamları ayaklarından asıyorlardı. Naylon eritilerek vücutları yakılıyordu insanların. Hiç unutmuyorum. Ankara’dan gelen iki Sivaslı bayan vardı. Bunlar teyze kızlarıydı. Bir telsiz fabrikasında çalışıyorlarmış. Onlardan birinin el ve ayaklarını yakmışlardı içimizde duruyorlardı. Bir gece o bayan götürüldü ve sadece ıh sesi çıktı. Bir daha gelmedi. Şu anda işkenceyle öldürülen insanların isimlerini hatırlamıyorum. O kadar çoktular ki. Eğer PKK’nın yayın organı olan Serxwabun’un sayıları gösterilirse orada yargılanan ve öldürülenlerin hepsini çıkartırım. Mesela Diyarbakırlı sarışın bir çocuk vardı. Bir de nişanlısı da yanındaydı. Onlara “ajan” damgası vurulmuştu. Sonra ne olduysa bunlardan bir daha ses çıkmadı. Özellikle Vakkas’a çok ağır işkenceler yapıldı. BİRBİRLERİNİ YİYEREK ÖLDÜLER -Hatırladığınız başka olaylar var mı? -Her gün bize daha önce yapılan işkencelerin görüntüleri izletiliyordu. Bir ölüm var ki mutlaka anlatmam gerekiyor. Biri Lübnanlı, memleketini hatırlayamadığım başka biri, toplam da iki Kürt’ü bir yere gömmüşlerdi. 40 gün sonra bunların yeraltında atıldıkları mahzenin kapısı açılıyor ve bunların birbirlerini yiyerek öldükleri görülüyor. Bunu o zaman canavar ve cellat olarak bilinen Korkmaz Hayati isimli kişi iyi biliyor. Korkmaz o canavarın koduydu. İsmi ise Hayati idi. İşkenceci Hayati şimdi Belçika’da yaşıyor. O zaman 11-12 yaşlarında Agit isminde bir çocuğu vardı. Lübnanlı Kürt’ün eşi Banyas’tan geldi. Kucağında küçük bir çocuk vardı. O çocuk dört gün boyunca “baba, baba” diye feryat figan eden sesiyle kampı inletti. O kadın ve çocuk gece gündüz içimizdeydiler. Kadın ısrarla kocasının akıbetini öğrenmek istiyordu. Ama sonu ne oldu bilmiyorum. BEKA ÖLÜM KAMPIYDI -İşkenceler Öcalan’ın olduğu Beka’da mı yapılıyor? -Beka, bir ölüm kampıdır. Bekaa’da katledilenlerin nereye gömüldüklerini de biliyorum. Bir heyet oluşturulursa gider yerlerini gösteririm. Beka vahşet yeriydi. Tutuklananların yeri Diyarbakır işkence hanesinden daha kötüydü. 15 yaşındaki çocuğa sidiğini içirmişlerdi. Antepli ve soyadı Polat olan bir çocuk oradaydı. Ona neler yapıldığını şu anda aklıma getirmek bile istemiyorum. Beka’da yaşananlar ne Diyarbakır’da ne Vietnam’da ne da başka bir yerde yaşandı. Tutukluların kaldığı zindanı gördüm. Bir buçuk 2 metre büyüklüğünde olan o çukurlara atılan insanları gördüğünüzde ödünüz kopardı. Çünkü orada birkaç hafta duran bir insan eski çağlardaki insanlara benzetiliyordu. Militanların arasında Nayloncu Azime adında biri vardı. Bu kadın naylonu eritip insanların vücuduna damlatıyordu. -Kampta kaldığınız dönemde kimler vardı? -Şahin Balıç, Zınar kod adlı daha sonra Cem Ersever’in evlatlığı olan kişi vardı. Mahir Velat, Bişar kod adlı Mehmet Okçu, Kara Ömer, Parmaksız Zeki kod adlı Şemdin Sakık, Cuma Kod adlı Cemil Bayık, Cemal kod adlı Murat Karayılan, vardı. Daha sonra kampa Osman Öcalan ve Sarı Baran geldi. En ağır işkenceler, Mahir Velat ve Kara Ömer döneminde yapıldı. Ben gittiğimde kamp işkence ve ölümlerden inliyordu. Bunlar her şeyi en iyi bilen isimlerdir. KARANLIĞIN KÜRT ELİ -Yaşadıklarınızdan sonra PKK ne ifade ediyor? -PKK Kürt Ergenekonu’dur. Karanlığın Kürt elidir. 1972 yılında birileri tarafından kuruldu ve başımıza bela edildi. O derin devletin kirli bir oluşumudur. Parça parça olaylara ortaya çıkıyor. Almanya gibi bir devlette gündüz ortasında PKK dilediği kişiyi dövüyorsa bu problemin bir uluslararası boyutunun olduğunu artık görülmeli. Bu çete ve mayfatık yapıyı herkes kullanıyor. Uluslararası güçlerin dilediği gibi kullandığı bir yapı. En başka Kürt halkı olmak üzere herkes için tehlikedir bu örgüt. Kürtler PKK kamburundan ve kangrenleşmiş yapısından kurtulmadıkları sürece huzura kavuşmazlar. PKK, Kürt sorununun çözülmesini asla istemez. CEZAEVİNDE PKK’NIN KARANLIK YÜZÜNÜ FARK ETTİ PKK’nın karanlık yüzünü Bayrampaşa Cezaevine düştüğümde net şekilde fark ettim. Beka’daki işkenceleri de unutmam mümkün değildi. Orada kafayı yemek üzereydim ‘Eve gitmek istiyorum. PKK’lı olmak istemiyorum’ dedim. Çünkü ne ideolojik ne teorik ne de pratik olarak onların dikte ettiğini çözebilecek güçteydim. Cezaevinde kaldığım yıllarda PKK’yı sorguladım. Araştırdıkça ve okudukça örgütten uzaklaştım. PKK’lılardan gördüğü şiddetten sonra pek çok yere başvurarak can güvenliği isteyen ve ardından yazdığı mektuplarla başta Kürtler olmak üzere herkesten destek isteyen Selma Batmaz’ın açıklamaları devam ediyor. Öyle şeyler anlatıyor ki hayret etmemek elde değil. Zira yıllarca bu örgütle bağından dolayı çok sıkıntı çekmiş olduğu her halinden anlaşılıyor. Şimdi PKK’nın iç yüzünü anlatan mektuplar, ele aldığı ve konuştuğu için örgüte yakın olanlar tarafından ağır hakaretlere maruz kalıyor. Hakkında yapılan yorumların bazılarında “bugüne kadar aklın neredeydi?” deniliyor. Aslında o da bir anlamda konuştuğuna pişman. “Güneyli Kürtlerin bir toplantısına gittim. Konuşanları dinledikten sonra baktım aynı tas aynı hamam. Söylemler ve sloganlar aynı. Eleştiride bulundum diye başıma gelmeyen kalmadı. Keşke gitmez olsaydım” diye bir anlamda pişmanlığını ortaya koyuyor. Ama yaşadıklarından dolayı da geri adım atmıyor. “Yeter” diye isyan ediyor. KORKU İÇİNDE YAŞIYOR Batmaz ilginç isimler ve bunların birbirleriyle olan ilişkilerini anlatıyor. Ama hepsine yer vermek imkânsız. Çünkü bazı kişileri bulup Batmaz’ın söylediklerini ve suçlamalarını teyit etmek bir anlamda güç. Ama şu net olarak ifade edilebilir; Batmaz, yaşananlardan dolayı panik atak olmuş durumda. Sürekli takip edilme ve öldürülme korkusu yaşıyor. Bekaa’da tanık olduğu katliamları hatırladıkça ağlama krizine giriyor. Psikolojik krizler yaşadığı da olmuş. Anlattığına göre iki kez intihara teşebbüs etmiş. “Ölmek istedim ama olmadı. Toplamda 5.5 ay Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne benzer bir klinikte tedavi gördüm. Şimdi iyiyim. Ama bugün Avrupa’da yaşayan eski PKK’lıların çoğu bitmiş vaziyetteler” dedi. “Öcalan bana, ‘zaptu rapta gelmeyen asi küçük burjuva aristokrat karışımısın. Sana boyun eğdireceğiz’ diyordu. Gerçekten de dediğini yaptı. Bana boyun eğdirdi” diye konuşan Batmaz, ikinci bölümünü yayımladığımız söyleşide sorularımıza verdiği cevaplar şöyle: ÖCALAN RUH HASTASIDIR - Gerçekten PKK’nın çözüm istemediğine mi inanıyorsunuz? -İnancım bu yönde. Ayrıca Kürt sorunu ayrı PKK sorunu ayrıdır. Örgütün derdi, Kürtlerin sorunlarını çözmek değil. Kürtleri ilgilendiren tek olumlu bir planı da yoktur. Öcalan’ın kimliği ve kişiliğinin nereden geldiğine bakın. Öcalan ve yakındakilerin hiçbirisinin temiz bir kökeni ve asaleti yoktur. Bunların hepsi toplumun en tortulu kesiminden geliyorlar. Neden bir ağa, bey ve şeyh oğlu orada görev almadı. PKK neden bölgedeki ileri gelenlere düşmandır? Neden onların çocuklarını öldürdü. Çünkü Öcalan bir ruh hastasıdır. PKK’nın başındakilerin de bu psikolojik hastadan farkı yoktur. Onlar kendi uçkurları için Kürdistan dâhil her şeyi satarlar. Bu karanlık çete ve cinayet şebekesi gitmeden Kürtlerin yaşadığı dört parçada da tek bir şey yapılamaz. Kürtler bunun için akıllarını başlarına almalıdırlar. Yeni örgütler, yeni oluşumlar ve yeni siyasi hareketler kurmalıdırlar. Aksi halde PKK hiçbirisine hayat hakkı tanımaz tanıyor. ŞEYH SAİD’İN TORUNUNU ÖLDÜRECEKLERDİ -Örgütle yollarınızı ne zaman ayırdınız? -Hem PKK’dan hem de devletin o dönemki polis ve askerlerin elinden çok çektim. Şu anda yüzde 60 oranında sakatım. Cezaevine girdiğimde örgüt bana sorumluluk verdi. Kaldığım Bayrampaşa Cezaevinde, PKK’lı kadın militanların sorumlusu oldum. Ama cezaevinde hiçbir şekilde ölüm emri vermedim. O zaman koğuşta 70-80 kadın vardı. Ayrıca örgüt yapısı içinde de yönetimde görev almıştım. Şeyh Sait’in torunlarından bir bayan, ismini biliyorum fakat evli olduğu ve onun için bir sakınca teşkil ettiği için adını söylemek istemiyorum. Bu kadın nişanlı iken dağa gidiyor. 4 ay boyunca elleri ve ayakları bağlı şekilde çadırda bekletiliyor. Öldürülecekti. Ama sonra affedildi. Bırakıldıktan sonra İstanbul’a geldiğinde yakalanmıştı. Bayrampaşa Cezaevinde birlikte kaldık. O ve onun gibi çok kişi büyük acılar çektiler. HADEP BAŞKANLIĞINI REDDETTİM - Cezaevinden çıktıktan sonra tekrar Avrupa’ya mı gittiniz? -1992 yılının ekim ayında girdiğim cezaevinde 5.5 yıl sonra serbest kaldım. Tahliyeden sonra örgütü bıraktım. Bana HADEP’in başına geçmemi teklif ettiler. Öcalan’ın avukatı Mahmut Şakar defalarca kapımı çaldı, açmadım. Kani Yılmaz (ki, bu insan örgütten koptuğu için daha sonra öldürüldü) bana defalarca telefon açarak “APO seni istiyor” deyip duruyordu. Eğer HADEP Başkanı olmayı kabul etseydim kesinlikle beni öldüreceklerdi. - Demokratik açılımla, sorunun çözümü için bazı adımlar atıldı. Ancak hala şiddet devam ediyor. Günümüzde taleplerin demokratik protesto yöntemlerin dile getirilmesi silahtan daha etkiliyken sizce PKK savaşta niye ısrar ediyor? -PKK savaştan besleniyor. Bunun için asla bir açılımla Kürt sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesini istemez. Savaş ve kanla beslenenler, sorunun çözülmesini arzu etmezler. Çünkü bu örgütün varlığı savaşa bağlıdır. Savaş ağaları hep bu kirli savaşı istiyorlar. TUĞLUK BİZİM İÇİN ÇALIŞIYORDU -KCK operasyonları çerçevesinde Öcalan’ın avukatları tutuklandı. Avukatlar, İmralı-Kandil arasında kuryelik yapıyorlar mı sizce? -Yeni bir şey değil ki. Öcalan yakalandığından bu yana örgütü avukatlar aracılığıyla yönetiyor. Bu sistemin hala işletildiğini düşünüyorum. Örneğin Aysel Tuğluk’u cezaevinde yattığım dönemde tanıdım. Bizim için çalışırdı. PKK’lılar arasındaki iletişimi sağlıyordu. Mahkûmların birbirlerine gönderdiği mesajları taşırdı. Ona bu görevi örgütün cezaevi yönetimi olarak biz vermiştik. Her hafta cezaevine gelip giderdi. Üç cezaevi arasında iletişimizi sağlardı. Bayrampaşa-Bursa ve Çanakkale cezaevleri arasında kuryelik yapardı. Aysel Tuğluk ve birkaç kişi dışında o dönemin bütün avukatları daha sonra ayrıldılar. Çünkü olayın vahametinin farkına vardılar. Her zaman yeni avukatlar kurye olarak kullanılır. Zira bunlar çömezdirler ve anlamazlar. -İki defa darp edildiniz. Örgütün size yönelik ölümcül bir eylem gerçekleştirmesinden korkuyor musunuz? -Sadece ben değil, PKK bugüne kadar binlerce Kürt’e zarar verdi. Abdullah Öcalan 15 bin iç infazdan bahsetti. 17.500 de faili meçhul cinayet var. Çatışmalardan öldürülen gençleri sayısı ise tam bilinmiyor. Evet devlet de büyük zulümler yaptı. Ama diyebilirim ki devlet bile Kürt halkına PKK kadar zarar vermedi. PKK’nın kirliliklerinin ne teneşir, ne Ganj Nehri ne de Hitler’in gaz odaları temizler. Çünkü bunların hem bedenleri hem de ruhları kirlidir. Özellikle PKK’lı yöneticiler cehennemi adamlardır. Çok kişinin heba olmasına neden oldular. Bunlardan korkmamak mümkün değil. Onlar benim peşimdedirler. Can güvenliğim yok. İstedikleri yerde beni bulup imha edebilirler. SONUÇ VE TALEPLER… 1-    Türkiye’nin uzak siyasi ve toplumsal tarihini bir yana bırakarak 40 yılık yakın tarihine bakarsak, çok tehlikeli gelişmelerle karşı karşıya olunduğu tespit edilebilir. Türkiye’de terörün, bir merkez tarafından idare edildiği; darbelerin de aynı merkez tarafından hazırlandıkları kolaylıkla saptanır. Bu merkez, Kemalist Devlettir. Kemalist Devlet, PKK’yı Hizbullah’ ı, diğer terör örgütlerini yönetmiştir, yönetmektedir. Bu nedenle, PKK, Hizbullah’ın devlet ilişkilerinin araştırılması ve açığa çıkarılması gerekir. Bu Kürtler ve Kürt millet sorununun çözümünde hayati bir sorundur. 2-    Devlet’in PKK’yı örgütlemesinin nedeni, Kürt ulusal hareketini içerden kuşatmak ve amacından saptırmak; Kürdistan’ı insansızlaştırmaktır. Devlet bu stratejisinde başarı sağlamış durumdadır. Milyonlarca Kürdün göçe zorlanması, binlerce köyün yakılması, boşaltılması bunun en somut delilidir. Buna rağmen ne yazık ki, son dönemlerdeki devlet örgütleri yargılanmalarında Kürdistan’daki gelişmeler, toplu ölümler, komplolar, cinayetler, iddianamelere ve davalara konu olmadılar. Bu durumun araştırılarak nedenlerinin açığa çıkarılması gerekir. Bu gelişmelerin nedenleri saptandığı zaman, devletin Kürtler ve Kürt ulusal hareketi karşısındaki kirli ve tehlikeli siyasetleri de saptanır. 3-    PKK, Hizbullah infazlarının açığa çıkması için çaba gösterilmeli, sorumluları saptanmalı, onların yargılanması için olanak sağlanmalıdır. Öcalan yargılandığı zaman ve hakkındaki iddianame de incelendiği zaman, Öcalan’ın PKK tarafından öldürülen askerler, güvenlik görevlilerinden dolayı yargılandığı görülecektir. Öcalan PKK içindeki ve dışındaki binlerce Kürt’ü infaz ettiklerinden açıkça bahsetmesine ve itiraf etmesine; bununla devlet için yararlı iş yaptıklarını açıklamasına rağmen, Kürt yurtseverlerinin infazlarıyla ilgili yargılanması yoluna gidilmemiştir. PKK tarafından infaz edilen Kürtlerin, devletin ortak ve aynı merkezli infazları olduğu anlayışından hareket edilmiştir. 4-    Kürt millet meselesi sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu Bölgesinin önemli ve temel bir sorunudur. Çünkü Kürt milleti ve Kürdistan dört kolonyal devlet tarafından bölünmüş durumdadır. Kürtler, Irak dışında kendi kendilerini yönetme hakkından, tüm kolektif ulusal haklardan da yoksundurlar.  Türkiye’de Kürt Milletinin kendi haklarına kavuşması, Türklerle haklar ve siyasi statü açısından eşit konuma gelmeleriyle olanaklı olacaktır. Irak’ta Federal Devlet Modeli, bize benzemesi bakımından en somut örnek teşkil etmektedir. Uluslararası düzlemde de, ulusların kendi kaderlerini iki veya daha fazla milletle tayin etmenin statüsü federal devlet modeliyle olanaklı olmaktadır. Türkiye’nin hızla demokratikleşme, sivilleşme, değişim ve değişim sürecini, yeni anayasayı, federal devlet modeline göre tasavvur etmesi, devleti yeniden buna göre yapılandırması gerekir. Başarı dileklerimle. Diyarbakır, 19. 01. 2012 İBRAHİM GÜÇLÜ

Kürdlerde hafıza kaybı var İnsanlar bu kadar mı, unutkan olur? Gerçi bu hazıfa kaybımız unutkanlıklada açıklanamaz ya hani derler ya kör ölür badem gözlü olur  Hırand Dink te yaşarken şaşı iken ölünce badem gözlü oldu bizim bildiğimiz bu adam "Türk milli kuvvetler" elemanıydı bunu efendileri açıkladı çevresi tarafınfan eşi, oğlu, avukatı, yol arkadaşları, dostları tarafından tekzip edilmedi bu bir ikincisi, bu adam kürd düşmanı, türk hayranı biriydi nagahan hanıma verdiği röportaj kabak gibi ortada bunlar bildiklerimiz öyle inaniyorum ki daha bilmediklerimizde var hrand hakkında bu kadar ilgili kürdlerin bunları bilmiyor olamaz bşlşpte bu kadar methiye diziliyorsa pes doğrusu hani kürdler niye haklarına kavuşmuyor deniliyor ya düşmanını tanımayan ve düşmanından kardeş, dost keşfeden bir millet haklarına kavuşamaz köle kalmaya mahkumdurlar benden söylemesi

Yeni Yorum yaz

Düz metin

CAPTCHA This question is for testing whether or not you are a human visitor and to prevent automated spam submissions.