Kürtçe konuşmaya başladığın anda, ne anlatırsan anlat, aslında “siyaset“ yapıyorsun. Bu “siyaset“, bazen “küfür“ ve “hakaret“, bazen de “bölücülük“ olarak anlaşılır
MUHSİN KIZILKAYA
Terzi Niyazi Usta derler, bir bilge adam vardı bir zamanlar Diyarbakır'da. Dönemin “ağır siyasi abi“lerindendi. Mekânı cennet olsun, 1977'de vefat etti. Terzi dükkanı herkesin buluşup her türlü meselenin konuşulduğu, siyasi tartışmaların yapıldığı bir kültür merkezi gibiydi. Mehdi Zana'nın ustasıdır kendisi, yanına çırak olarak girmiş Zana, 20 yıllık beraberlikleri sonra iş ortaklığına dönüşmüş, zamanla da aynı hapishaneyi paylaşmışlar. Anekdotları gırla ama bir sözü var ki Usta'nın, şu anda o dağlara kireçle yazılacak kadar önemli. İşte bu Terzi Niyazi Usta der ki:“Dünyanın en güç siyasi vazifesi Kürt olmaktır!“
Mehmed Uzun'un hayat hikâyesini yazarken, Niyazi Usta'nın bu sözünü, Sen û Ben kitabıma epigraf yaptım. Mehmed Uzun'un hayatı çokça bu sözü doğruluyordu çünkü. Sonra uzun uzun bu söz üzerine düşündüm. Kürtlerle ilgili yazacağım hemen hemen her yazının içine yerleştirebilirdim rahatlıkla, söyleyeceğim birçok şeyi özetliyordu çünkü.
Kürt olarak dünyaya gelmek her şeyden evvel bir haksızlıktır. Allah'ın sana verdiği anadilinle hiçbir şey yapamıyorsun mesela. Hatta dilin, başına beladır. Seni hemen “ötekileştirir“, sürüden ayırır, kamusal hayatın dışına atar. Sen anadilinin yasak olduğunu anladığında ise bir ikilemle karşı karşıya kalırsın. Ya o yasağın saçma bir yasak olduğunu yüksek sesle dillendirir, o yasakla mücadeleye girişirsin -ki bu bazen hayatına mal olabilir(di)- ya da sana dayatılan yeni kimlikle yaşamayı seçer, asıl kimliğin, içinde hep bir yara olarak kalır, yeni kimliğini üzerinde hep bir emanet olarak taşırsın.
Kürt olarak dünyaya geldiğinde, sen istemesen de artık bir “siyaset adamı“sın. Siyaseti burada gündelik politika anlamında kullanmıyorum. Bir toplulukta “ben Kürtüm“ dediğinde üzerindeki bakışların niteliği aniden değişir. O zamana kadar bakmadıkları gibi bakarlar sana. Böylesi anlarda eğer kimliğini tam içselleştirememişsen, kem küm ederek oralardan ne zaman koptuğundan dem vurur, sadece köklerinin oralarda kaldığını hatırlatır, aslında hepimizin insan olduğunu söyler, bir öz savunmaya girişir, söylediğin şeylere kendin de inanmaz, debelenip durursun.
İmtina etmek
Dilin çoktan siyasi bir nitelik kazanmış, siyasetin dolaylı aracı haline gelmiştir çünkü. Kürtçe konuşmaya başladığında, istersen kımıl zararlısından bahset istersen hava durumundan, ne anlatırsan anlat aslında “siyaset“ yapıyorsun. Bu “siyaset“, bazen “küfür“ ve “hakaret“, bazen de “bölücülük“ olarak anlaşılır. Kamusal hayatın içinde, kalabalık muhitlerde Kürtlerin Kürtçe konuşmalarından imtina etmelerinin sebebi budur. Dilleri başına beladır ve onları hemen orada bulunanlardan ayırıp farklı bir konuma yerleştirir. Niyazi Usta'nın sözünü ettiği “siyasi vazife“ böyle bir şeydir işte. Kürt olarak dünyaya geldiğinde, sen istemesen de bir “vazife“ adamısın.
Devlet nezdinde, Kürtçe konuşmakla bölücülük yapmadığını bilmeyenlerin yanında durum bu da, Kürtler adına siyaset yapmaya soyunmuş, “kim Kürt olarak doğduysa benim yaptığım her şeyi onaylamalı, aksi takdirde o bir haindir“ diyerek totalitarizmin bayrağını Kürt'ün tepesine dikmiş bazı siyasi aktörler farklı mı düşünüyor, farklı mı davranıyor? Hayır, aslında onların tavrı da, yukarıda özetlemeye çalıştığım ötekilerin tavrından farklı değil. Onlar da tıpkı rakipleri gibi, Kürt olarak doğduysan kendilerini destekleme “vazifesini“ yüklerler sana, aksi takdirde bir işbirlikçisin! Her gün kendi medyalarında “hain Kürt aydınlarının“ listelerini yayınlamaları bunun tipik tezahürüdür.
Her iki durumda da omuzlarında ağır bir “vazife“ vardır. Birinci gruptakilere “vazifenin bölücülük olmadığını“ anlatmaya çalışırken, ikincilere “vazifeden neden kaçtığını“ anlatmakta güçlük çekersin. İkisinden bağımsız olarak kendi kendine bir “vazife“ edinmişsen, işte o zaman hayatın hepten güçleşir, ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranırsın! Söylediğin her şey “soydaşlarını“ kızdırır, ötekilerin gözünde ise zaten “bölücüsün!“
Örneğin, aynı dili konuştuğun akrabaların adına siyaset yapan, eline silah alıp dağa çıkan, mazbatasını alıp Meclis'e giden, icazet alıp belediye başkanı koltuğuna oturanlara artık tavsiye mi desem eleştiri mi, adı ne olursa olsun muhalefet etmeye kalkıştığında, sözünün hiçbir değeri kalmadığı gibi, kelimenin tam anlamıyla aforoz edilirsin. Seni doğal askerleri saydıkları için alnına “hain“ damgasını basarlar! Çünkü o anlayış sana onları eleştirme hakkını yasaklamış. Senin böyle bir hakkın yok, çünkü sen Kürtsün ve Kürt olduğun için de koşulsuz “biat etmekten“ başka hiçbir seçeneğin yok.
Misal, kalkıp “Arkadaşlar, PKK silahlı mücadele yoluyla geldiği yere kadar geldi, bundan sonra gidebileceği hiçbir yer yok, sıktığın her mermi geri dönüp seni vurur, onun için çözüme dair başka bir yol arayalım“ dersen, bunu bir tespit olarak görüp ona göre vaziyet alacak kaç sağduyulu insan çıkar içlerinden bilmiyorum. Bildiğim tek şey, böyle bir tespit yaptığın için sana karşı beslenen düşmanlığı biraz daha büyütmekten başka bir iş yapmamış olursun.
Sanatçıya buyurmak
Tipik bir durum son günlerde Yılmaz Erdoğan'ın başına geldi. Kapatılan DTP'nin yerine kurulan BDP'nin yeni Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada Yılmaz Erdoğan ve Mahsun Kırmızıgül'e Kürtçe film yapmaları çağrısında bulundu. Yılmaz Erdoğan da verdiği cevapta, “politikacıların sanatçılara görevlerini hatırlatmalarından sıkıldığına“ dair bir şeyler söyledi. Söylemez olaydı. Kürt medyasında eline kalemi alan Yılmaz Erdoğan'a saldırmaya başladı!
Yılmaz Erdoğan Kürttü ve bir politikacının söylediği “buyruğu“ buyruk olarak telakki etmemişti. Suçu büyüktü! Üstelik Demirtaş'ın “buyruğuna“ dair eleştirisini dillendirirken, Başbakan Erdoğan'ın sanatçılarla yapacağı toplantıya çağrılmasını olumlu bulmuştu. Madem Başbakan Erdoğan'ın davetine katılıyordu, o halde parti başkanı Demirtaş'ın “buyruğunu“ da “başım gözüm üstüne“ diye karşılamalıydı.
Bu noktada söyleyeceğim her şey Yılmaz Erdoğan'ı savunmak gibi olacak. Onun, benim onu savunmama ihtiyacı yok, hem zaten bu yazının amacı da bu değil. Yazının meramına çok denk düştüğü için bu örneği veriyorum. Ama bu noktada birisi çıkıp Demirtaş'a, “Sayın Demirtaş! Meclis'e giden Kürt milletvekillerinden neredeyse yarısına yakını Kürtçe bilmiyor. Kürt sanatçılara Kürtçe film çekmelerini önereceğinize, önce Kürtçe bilmeyen milletvekilleri bir araya gelin, bir kursa yazılın, hepiniz iyi derecede Kürtçe öğrenin, sonra başkalarına tavsiyede bulunun; milletin vekilli önce millete örnek olmalı değil mi“ derse, ne yapacak? Zor durumda kalacağı muhakkak... Neyse , amacım kimseyi zor durumda bırakmak değil!
Demem o ki, her durumda Kürt olmak zor bir “siyasi“ vazife yüklenmektir. Belediye başkanı da olsan, milletvekili olup “vatanın bölünmez bütünlüğüne bağlı kalacağına yüce Türk milleti önünde yemin“ de etsen, sinemacı olsan, müzik de yapsan, romancı olup roman da yazsan, gazeteci olup yazı da yazsan, aydın da olsan, sıradan vatandaş da olsan Kürt oldun mu, siyasi bir vazifen var, hem de omuzlarını göçertecek kadar ağır bir siyasi vazife... Ve “vazifesini“ layıkıyla yerine getiremeyenler, hep seni “vazifeni yapmaya“ davet ederler. Hey koca Terzi Niyazi Usta!Toprağın bol olsun! Ne büyük laf etmişsin hakkaten!